Prof Jeffrey Lang Kur'an ayetlerini sorgulayarak nasıl Müslüman olduğunu anlatıyor.
4 Eylül 2017 Pazartesi
O Kur'an-ı Sorguladı Ve Doğruyu Buldu (Türkçe Dublaj)
Prof Jeffrey Lang Kur'an ayetlerini sorgulayarak nasıl Müslüman olduğunu anlatıyor.
19 Mart 2017 Pazar
29 Ocak 2017 Pazar
Osho ALTIN GELECEK
ALTIN GELECEK
Osho Uluslararası
Mistisizm Üniversitesi'nde Yapılan Konuşmalar
içindekiler
ALTIN GELECEK 1
içindekiler 1
Toplantı
1 - Altın Geleceğin Dili 2
Toplantı 2 -Zirvelerin Ötesinde Bitmek
Bilmeyen Zirveler 12
Toplantı 3 -Çabalamamak ve Tekrar
Çabalamamak 23
Toplantı 4 -Varoluşun Yolu Sabırdır 35
Toplantı 5 -Yalnızca Birazcık Kendini
Kaybetme Mahareti 42
Toplantı 6 -Yalnızlık Tek Başınalığın
Yanlış Anlaşılmış Halidir 51
Toplantı 7 -Sevgi: En Saf Güç 59
Toplantı 8 -Evin Yolunu Unutmuşsun 66
Toplantı 9 -Senin Dansa Dönüşmeni
iştiyorum 74
Toplantı 10 -Yaşam Kısa Değildir, Yaşam
Sonsuzdur 83
Toplantı 11 -Kutsal Olan Seni Dilsiz
Bırakır 91
Toplantı 12 -Ötesinde Olan Şey Sensin 99
Toplantı 13 -Meditasyon Olmadan Hiçbir
Şey Yolunda Gitmez 107
Toplantı 14 -Hiç Bitmeyen Aşk 115
Toplantı 15 -Çoğu insan Açılmadan
iadedir 121
Toplantı 16 -Yaşam Hiç Bitmeyen Bir
Döngüdür 126
Toplantı 17 -Varoluş Halleder Göz Kulak
Olur 137
Toplantı 18 -Kutsallığın Günışığı Vurmuş
Dorukları 144
Toplantı 1 - Altın Geleceğin Dili
Beden kendi sessizliğini; kendi esenliğini, sağlıkla dolup
taşmasını, kendi sevincini bilir. Zihin de kendi sessizliğini, tüm düşüncelerin
yok olup gökyüzünün bulutsuz saf bir boşluğa dönüşmesini bilir. Ama benim söz
ettiğim sessizlik çok daha derinlerdedir. 19 Nisan, 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Bir
süre önce sessizlikle ilgili beni şaşırtan bir şey söyledin. Kendi uykulu
halimde ben sessizliği yalnızca bir yokluk, gürültünün yokluğu olarak
düşünmüştüm. Oysa sen onun olumlu niteliklere, olumlu bir sese sahip olduğunu
söylüyordun. Meditasyonlarım sırasında bedenim ve zihnimin sessizliği arasında
bir fark olduğunu ayrımsadım . İkincisi olmadan da birincisini elde
edebiliyorum. Sevgili Usta, lütfen bana sessizlikten söz et.
Anand Somen, sessizlik genelde olumsuz, içi boş bir şey;
sesin, gürültünün yokluğu olarak algılanır. Bu yanlış anlaşılma çok yaygındır
çünkü çok az kişi sessizliği deneyimlemiştir. Çoğunun sessizlik adı altındaki
deneyimleri gürültüsüzlüktür. Oysa sessizlik tamamen farklı bir olgudur. Bütünüyle
olumludur. Boş değil varoluşsaldır. Daha önce hiç duymamış olduğun bir müzikle,
aşina olmadığın bir kokuyla, yalnızca içsel gözlerinle görebileceğin bir ışıkla
dolup taşmaktadır. O kurgusal bir şey değil gerçektir ve bu aslında herkesin
içinde mevcut bulunmakta olan bir gerçektir: fakat asla içe doğru bakmayız. Tüm
duyularımız dışa dönüktür. Gözlerimiz, kulaklarımız, kollarımız, bacaklarımız
dışa açılır...tüm duyularımız dış dünyayı keşfetmeye yöneliktir.
Oysa hiç kullanmadığımız için uykuda olan altıncı bir duyu
daha mevcuttur. Ve hiçbir toplum, kültür ya da eğitim sistemi insanların bu
altıncı duyuyu faaliyete geçirmelerine yardımcı olmaz. Doğuda bu altıncı duyuya
"üçüncü göz" denir. O içe doğru bakar. Ve tıpkı içe bakmanın bir
yöntemi olduğu gibi içi duymanın, içi koklamanın da bir yöntemi vardır. Dışa
dönük beş duyu olduğu gibi, onların karşılığı olan içe dönük de beş duyu
vardır. Kişi toplamda on duyuya sahiptir ancak içsel yolculuğu ilk olarak
üçüncü göz başlatır ve daha sonra diğer duyular açılmaya başlar.
Senin içsel dünyan da kendine özgü bir tada, kokuya ve
ışığa sahiptir. Ve tamamıyla, sonsuz ve ebedi olarak sessizdir. Orada hiçbir
ses var olmamıştır ve asla da olmayacaktır. Hiçbir sözcük oraya erişememiştir
ama sen erişebilirsin. Zihin oraya erişemez ama sen erişebilirsin çünkü sen
zihnin değilsin. Zihnin işlevi seninle nesnel dünya arasında bir köprü
oluşturmaktır. Yüreğinin işleviyse seninle kendi aranda bir köprü
oluşturmaktır.
Benim söz ettiğim sessizlik yüreğin sessizliğidir. Bu başlı
başına sözcüklerin ve seslerin olmadığı bir şarkıdır. Aşkın çiçekleri yalnızca
bu sessizliğin içinden çıkar. Cennet bahçesine dönüşecek olan da bu
sessizliktir. Varlığının kapılarını açacak olan anahtar yalnız ve yalnızca
meditasyondur.
Bana soruyorsun, "Bir süre önce sessizlikle ilgili bir
sözünüz uyuklamakta olan beni irkiltti. Ben sessizliği yalnızca bir yokluk,
gürültünün yokluğu olarak almıştım. Oysa siz onun olumlu niteliklere sahip olan
olumlu bir ses olduğunu söylüyordunuz. Ve meditasyonlarım sırasında bedenimdeki
sessizlikle zihnimdeki sessizlik arasında bir fark olduğunu gözlemledim."
Yaşadığın deneyim doğrudur. Beden kendi sessizliğini; kendi
esenliği, sağlıkla dolup taşma halini, neşesini bilir. Zihin de kendi
sessizliğini bilir, bu tüm düşüncelerin yok olduğu, gökyüzünün bulutlardan
arınıp, bomboş bir alana dönüştüğü haldir. Ancak benim söz ettiğim sessizlik
çok daha derindir.
Ben varlığının sessizliğinden söz ediyorum.
Senin saydığın bu sessizlikler bozulabilir. Hastalık
bedeninin sessizliğini bozabilir, ölüm de kesinlikle bu sessizliği bozacaktır.
Tek bir düşünce zihninin sessizliğini bozabilir tıpkı sakin bir göle atılan
küçük bir taşın binlerce dalgalanma yaratıp gölün sessizliğini bozacağı gibi.
Beden ve zihnin sessizliği çok kırılgan ve yüzeyseldir ancak yine de kendi
içlerinde iyidirler. Onları deneyimlemek faydalıdır çünkü yüreğin daha derin
sessizliklere sahip olabileceğini gösterirler.
Ve yüreğin sessizliğini yaşadığın gün bu yine seni daha da
derine iten bir özleme dönüşecektir.
Varlığının merkezi bir döngünün merkezidir. Çevresinde olup
bitenler onu etkilemez çünkü o ebedi sessizliktir. Günler, yıllar, çağlar gelip
geçecek, yaşamlar başlayıp son bulacak ama varlığının ebedi sessizliği, aynı
sessiz müzik, aynı ilahi koku; aynı fani olan, anlık olan her şeyin ötesinde
oluş durumu her zaman tamamıyla aynı kalacak.
O senin sessizliğin değil.
Sen osun.
O sana ait bir şey değil; sen ona aitsin ve onun yüceliği
de buradan geliyor. Sen bile orada değilsin çünkü senin varlığın bile onu
bozabilir.
Sessizlik öyle derin ki orada kimseye, hatta sana bile yer
yok. Ve bu sessizlik sana gerçeği, sevgiyi ve daha binlerce kutsamayı
getiriyor. Bu azıcık zekâya sahip olan tüm yüreklerin aradığı, özlemini çektiği
şeydir.
Ama unutma; ne bedenin, ne zihnin, hatta ne de yüreğin
sessizliğinin içinde kaybolmamalısın. Bunların ötesinde bir dördüncüsü
mevcuttur. Biz Doğuda ona kısaca 'dördüncü' yani turiya dedik. Ona bir isim
vermedik. Ona bir isim yerine bir rakam verdik çünkü ondan önce gelen üç adet
sessizlik mevcuttur; beden, zihin ve yüreğin sessizliği ve onun ötesinde
bulunan hiçbir şey yoktur.
Yani yanlış anlama. Birçok insan.....örneğin yoga
egzersizleri yapanlar vardır. Yoga egzersizleri bedene sessizlik kazandırır ama
orada kalırlar. Tüm hayatları, tüm ibadetleri boyunca yalnızca bu en yüzeysel
sessizliği bilirler.
Bir de Maharishi Mahesh Yogi'nin transandantal meditasyon
yöntemleri gibi konsantrasyon uygulaması yapan insanlar vardır. Bu, kişiye
yalnızca zihinsel bir sessizlik verebilir. Yalnızca bir isim veya mantrayı
tekrarlayarak...bu tekrarın kendisi zihinde bir sessizliğe neden olur. Ama bu
ne meditasyondur ne de transandantaldır.
Bazı Sufiler üçüncüyü bilir, ki bu üçünün arasında en derin
olanıdır. Ancak yine de amaç, hedef bu değildir; okun yine kısa düşmektedir. Bu
çok derinlere iner çünkü Sufiler kalbi herkesten daha iyi bilirler.
Yüzyıllardır kalp üzerinde çalışmaktadırlar, tıpkı yogilerin beden üzerinde
çalıştığı ve konsantrasyoncuların ve düşünürlerin zihin üzerinde çalıştığı
gibi.
Sufiler aşkın sonsuz güzelliğini bilirler. Aşk yayarlar ama
yine de henüz yuvaya ulaşılamamıştır. Dördüncüyü anımsamak gerekir. Dördüncüye
erişememişsen yolculuğa devam etmen gerekir.
İnsanlar kolaylıkla yanlış anlayabilirler. Birazcık deneyim
yaşayıp vardıklarını sanırlar. Zihin de mantık yürütme konusunda çok kıvraktır.
Nasrettin Hoca'yla ilgili bir Sufi öyküsü vardır. Hoca
gecenin bir vakti oturduğu sokakta bir gürültü koptuğunu duyar. Karısı ona
çıkıp bakmasını söyler ve o da bir sürü tartışmanın sonucunda sırtına battaniyeyi
atıp dışarı çıkar. Sokakta bir sürü insan ve gürültü vardır ve birisi onun
battaniyesini çalar.
Hoca eve çıplak döner ve karısı, "Dertleri
neymiş?" diye sorunca da, "Göründüğüne göre benim battaniyemmiş çünkü
onu aldıkları anda herkes yok oldu. Battaniyeyi bekliyorlarmış. Sana beni oraya
gitmeye zorlama demiştim. Şimdi battaniyemi yitirdim ve eve çıplak döndüm. Bu
işe burnumuzu sokmamamız gerekiyordu" diye yanıt vermiş.
O bir akıl yürütüp battaniyeyi alır almaz ortadan
kayboldukları gibi mantıklı görünen bir açıklama bulmuştu. Ve zavallı Hoca
belki de tüm dertlerinin bu olduğunu düşünüyordu... "Gecenin bir vakti
evimin önünde tartışıp, gürültü yaptılar ve benim sersem karım sonunda beni
dışarı çıkıp battaniyemi kaybetmeye ikna etti!"
Zihin sürekli olarak mantık yürütmektedir ve bazen zihnin
söylediği doğru gibi görünebilir çünkü bunu bazı savlarla destekler. Ancak kişi
kendi zihnine dikkat etmelidir çünkü bu dünyada kimse seni kendi zihnin kadar
kandıramaz.
En büyük düşmanın kendi içindedir, tıpkı en iyi dostunun da
kendi içinde olduğu gibi.
En büyük düşman ilk karşılaştığın, en iyi dostunsa en son
karşılaşacağındır; bu yüzden bedenin, kalbin veya zihnin yaşadığı herhangi bir
deneyimin seni alıkoymasına izin verme. Her zaman Gautam Buda'nın şu meşhur sözünü
anımsa: Buda her gün konuşmasını şu iki sözcükle noktalıyordu,
"Charaiveti, charaiveti." Bu iki basit sözcük; yani iki kere
tekrarlanan tek sözcük "Durma, devam et, devam et" anlamına geliyor.
Yolun son bulana dek, gidecek başka hiçbir yer kalmayana dek
asla durma; charaiveti, charaiveti.
Sevgili
Osho,
Kişiliğimi
geliştirmek gerçekten enerji harcamaya değer mi?
Anand Tarika, sen beni hiç duyabildin mi? Ben sürekli
olarak bireyselliğin keşfedilebilmesi için kişiliğin geride bırakılması
gerektiğini söylüyorum. Kişiliğin sen olmadığı konusunda ısrar ediyorum; o,
insanların senin üzerine taktığı bir maskedir. O senin asıl gerçeğin değildir,
senin asıl yüzün değildir. Ve sen bana, "Kişiliğimi geliştirmek için
enerji harcamaya değer mi?" diye soruyorsun.
Enerjini kişiliğini yok etmek için kullan. Enerjini
bireyselliğini keşfetmek için kullan. Bu ayrımı çok açık olarak yapmak gerek:
bireysellik senin doğumunla birlikte gelir. Bireysellik senin öz varlığındır,
kişilikse toplumun seni dönüştürdüğü, dönüştürmeye çalıştığı kişidir.
Şu ana kadar hiçbir toplum çocuklarına kendi olma
özgürlüğünü tanıyamamıştır. Bu riskli görünür. Onlar asi çıkabilir. Atalarının
dinlerini takip etmeyebilirler; büyük politikacıların gerçekten büyük
olmadığını düşünebilir; senin ahlak değerlerine güvenmeyebilirler. Onlar kendi
ahlak değerlerini ve kendi yaşam biçimlerini bulacaklardır.
Bu onların yoldan çıkacağı korkusunu doğurmuştur. Onlar
yoldan çıkmadan önce her toplum onların yaşamlarına bir yön vermeye, neyin iyi
neyin kötü olduğuna dair belli bir ideolojiyi, belli bir dini ve kutsal kitabı
benimsetmeye çalışır. Bunlar kişiliği oluşturmanın yollarıdır ve kişilik bir
hapishane işlevi görür. Tarika sen bana bu kişiliği geliştirmek istediğini
söylüyorsun. Sen kendi kendinin düşmanı mısın?
Ama bu durumda olan bir tek sen değilsin. Dünyada
milyonlarca kişi yalnızca kişiliklerini tanıyor; kişiliğin ötesinde başka bir
şey olduğunu bilmiyorlar. Kendilerini ve hatta kendilerine giden yolu bile
tamamen unutmuş durumdalar. Hepsi oyuncu, hepsi iki yüzlü olmuş. Rahiplerin,
politikacıların, ebeveynlerin elinde kuklalara dönüşmüşler; asla yapmak istemedikleri
şeyleri yaparken, yapmak için yanıp tutuştukları şeyleri yapmıyorlar.
Yaşamları öylesine bariz bir şekilde iki zıt yarıya
bölünmüş durumda ki asla huzur bulamıyorlar. Kendi doğaları kendisini tekrar
tekrar dayatıp onlara huzur vermemekte. Ve sözde kişilikleri de bunu bastırarak
bilinçaltının derinliklerine itmektedir. Bu ikilem seni ve enerjini böler ve
bölünmüş bir ev uzun süre ayakta kalamaz. İnsanoğlunun tüm azabı bundan
kaynaklanır; fazla dans, fazla şarkı, fazla neşe olmamasının nedeni hep budur.
İnsanlar
kendi kendileriyle savaşmakla fazlasıyla meşguller. Enerjileri olmadığı gibi
kendileriyle savaşmaktan başka hiçbir şeye ayıracak zamanları da yok. Kendi
duyarlılıklarıyla, kendi cinsellikleriyle, kendi bireysellikleriyle, kendi
özgünlükleriyle sürekli savaş halindeler. Ve olmak istemedikleri, kendi
doğalarının, kaderlerinin bir parçası olmayan bir şey uğruna savaşıyorlar. Bu
yüzden bir süre boyunca bu sahteliği sürdürseler de bir süre sonra gerçek olan
kendini dayatıyor.
Tüm yaşamları iniş ve çıkışlarla; bastıran mı yoksa
bastırılan mı, ezen mi yoksa ezilen mi olduklarını anlamaya çalışmakla geçiyor.
Ve ne yaparlarsa yapsınlar kendi doğalarını yok edemiyorlar. Onu kesinlikle
zehirleyebiliyorlar; kesinlikle onun neşesini, dansını, aşkını yok ediyorlar.
Hayatlarını tamamen alt üst edebiliyorlar ama doğalarını tamamıyla yok
edemiyorlar. Ve kişiliklerini de bir kenara bırakamıyorlar çünkü kişilikleri
atalarını, ebeveynlerini, öğretmenlerini, tüm geçmişlerini içinde barındırıyor.
O, onların sahip olduğu miras ve ona sıkı sıkı tutunuyorlar.
Benim tüm öğretim ise kişiliğe tutunmamak üzerinedir. O
senin değil ve asla senin olmayacak. Kendi doğanın bütünüyle özgür kalmasına
izin ver. Ve kim olursan ol kendine saygı duy, kendin olduğun için gurur duy.
Biraz onurlu ol! Ölülerin seni yok etmesine izin verme.
Binlerce yıl önce ölüp gitmiş olan insanlar hâlâ senin
tepende oturuyor. Senin kişiliğin onlar, sen bunu mu geliştirmek istiyorsun? O
zaman daha fazla ölüyü çağır. Bunun için mezarların aranıp taranması gerek...
daha fazla iskelet çağır, etrafını türlü türlü iskeletle donat. Toplum
tarafından saygı göreceksin. Onurlandırılacak, ödüllendirileceksin; büyük
prestij edinecek hatta aziz muamelesi göreceksin. Oysa ölülerle yaşadığın,
onlarla çevrelendiğin için gülemeyecek — çünkü bu çok yersiz olur— dans
edemeyecek, şarkı söyleyemeyecek ve sevemeyeceksin.
Kişilik ölü bir şeydir. Bırak onu! Hem de tek bir hamlede,
parça parça, yavaş yavaş, bugün biraz, yarın biraz daha değil çünkü hayat kısa
ve yarının garantisi yok.
Yanlış, yanlıştır. Ondan bütünüyle kurtul!
Her insan bir asi olmalı....kime karşı asi; kendi
kişiliğine karşı.
Rol yapmayı daha ne kadar sürdürebilirsin? Gerçek er ya da
geç ortaya çıkacaktır ve bu ne kadar erken olursa o kadar iyi olur.
Tarika bu ifade biçimini sürdürmene hiç gerek yok! Sadece
bu kişilik denen şeyi tamamen bırak. Yalnızca kendin ol. Bu başta ne kadar çiğ
ve vahşi görünürse görünsün kısa zamanda kendi zarafetini, kendi güzelliğini
kazanacaktır.
Ve kişilik....onu cilalamaya devam edebilirsin ama bu ölü
bir şeyi cilalamaktan başka bir şey olmayacağı için yalnızca zamanını değil,
enerjini, yaşamını hatta çevrendeki insanları da yok edecektir. Hepimiz
birbirimizi etkilemekteyiz.
Herkes bir şeyi yapmaya başladığında sen de başlarsın.
Yaşam son derece bulaşıcıdır; herkes kişiliğini geliştirdiği için bu fikir
senin de aklında belirdi.
Ama benim insanlarımın yaptığı bu değil. Benim insanlarım
sürü değil, boş bir insan kalabalığı değil. Onlar hem kendilerine hem de diğer
insanlara karşı saygılılar. Onlar kendi özgürlükleriyle gurur duydukları gibi
diğer herkesin de özgürleşmesini istiyorlar çünkü özgürlük kendilerine çok
büyük bir sevgi ve zarafet kazandırmış durumda. Dünyadaki diğer herkesin de
özgür, sevgi dolu ve zarif olmasını istiyorlar.
Bu yalnızca toplama veya sahte değil de özgün olduğunda;
içinde büyüyen, varlığının içinde köklenmiş, zamanı gelince çiçek açan bir şey
olduğunda mümkün olur. Ve kişinin kendi çiçeklerine sahip olması tek kaderi,
tek kayda değer yaşam biçimidir.
Oysa kişiliğin kökleri yoktur; o plastik ve sahtedir. Onu
bırakmak zor değildir; yalnızca biraz cesaret gerektirir. Ve binlerce kişiye
baktığımda hissediyorum ki bu kadar cesaret herkeste var; yalnızca insanlar
bunu kullanmıyor. Cesaretini kullanmaya başladığında uykuda olan güçler
faaliyete geçecek ve daha fazla cesaret kazanma, daha fazla asileşme yetin
gelişecektir.
Kendi içinde bir devrim olacaksın.
Başlı başına devrime dönüşmüş bir insan görülmeye değer bir
neşe kaynağıdır çünkü kaderini yerine getirmiştir. Sıradan sürüyü, uykuda olan
kalabalığı dönüştürmüştür.
Sevgili
Osho,
Bugünlerde
içimde hâlâ çok hassas ve kırılgan olan küçük bir bitkinin büyüdüğünü
hissediyorum. Bu yeni açmaya başlayan çiçeğe son derece iyi bakmam, ne çok
fazla ne de çok az su vermem ve çok fazla rüzgâra maruz bırakmamam gerektiğini
hissediyorum. Sevgili Osho, şu anda onu kolaylıkla yok edebileceğim için lütfen
bana bu küçük bitkiye nasıl bakmam gerektiğini söyle.
Deva Premal, içinde küçük bir bitkinin büyümeye başladığını
hissetmen iyi bir haber. Doğal olarak başlarda o çok hassas ve kırılgan
olacaktır.
"Bu yeni açmaya başlayan çiçeğe son derece iyi bakmam,
ne çok fazla ne de çok az su vermem ve çok fazla rüzgâra maruz bırakmamam
gerekiyor" derkenki hislerin de doğru.
Gerekli olan yalnızca üç şey var.
Bilincin gelişmeye başladıkça daha çok meditasyon yapman
gerekir. Ve meditasyonun sınırı yoktur, bu yüzden çok fazla meditasyon yaparsam
çiçeği öldürür müyüm diye endişelenmen gerekmez. Meditasyon her zaman az gelir
çünkü önünde her zaman kat edecek çok fazla yol vardır ve meditasyon bu hassas
ve kırılgan çiçeği daha güçlü hale getirecektir.
Sessiz bir varlığa ihtiyacın var.
Bir şeye çok fazla bakmak tehlikeli olabilir çünkü bu bir
endişeye dönüşebilir. Daha az veya daha çok su vermeliyim, rüzgârın, güneşin,
yağmurun altında daha fazla veya daha az bırakmalıyım....bakmak, varlığında çok
büyük bir karmaşa yaratabilir ve bakmanın kendisi çiçeği yok edebilir. Onu
korumak yerine, içinde büyümekte olan bu yeniliğe güç verecek daha sessiz, daha
bilinçli, daha huzurlu bir varlığa ihtiyacın vardır.
İkincisi de bakmanın yeterli olmadığı ve sevgi
gerektiğidir. Bakım daha teknik bir sözcüktür oysa sevgi tamamen farklıdır.
Bakım için belli bir eğitim gerekir. Bakım ne yapılması gerektiğini, neyin
doğru olduğunu bilen bir hemşire gibidir ama onun kalbinde sevgi yoktur, teknik
olarak işlev gösterir.
Sevgi ise bakım sanatını bilmeyen ama bilmesi de gerekmeyen
bir anne gibidir. Sevgi kendi başına yeterlidir. Sevgi gizemli bir olgudur;
neyin gerektiğini bilir. Eğitim görmese de bilir.
Yani sana gereken şeyler meditasyon, sevgi ve belki de
aklına gelmemiş olan o üçüncü şeydir: neşe dolu bir hayat çünkü senin içindeki
yüce olan her şey yalnızca üzerlerine neşe yağdığında büyüyebilir. Yalnızca
mutlulukla dolu bir alanda olduğunda, kahkahanın, şarkının, dansın varlığında
büyüyebilir.
Neden korktuğunu da çok iyi biliyorum. "Lütfen bana bu
küçük bitkiye nasıl bakacağımı söyleyin" diyorsun. Nasıl bakacağını
söylemeyeceğim çünkü bir hemşireye dönüşmeni istemiyorum. Bir anneye dönüşmeni
istiyorum. Teknik bilgi değil, sevgi olmanı istiyorum çünkü bu çiçeklerin
teknik bilgiye ihtiyacı yok.
Korkuyorsun, "...şu anda onu kolaylıkla yok
edebileceğim için" diyorsun. Bu tehlike son derece gerçektir. İçinde bir
şey büyürken bu sana yeni sorumluluklar getirir çünkü artık daha fazla
meditasyona, daha fazla sevgiye, daha fazla neşeye ihtiyacın vardır.
Meditasyonun dilini, sevginin dilini, mutluluğun dilini
anlamadığın taktirde içindeki bu çiçek sana yük olabilir. Bu sorumluluktan
kurtulabilmek için onu kendi ellerinle yok edebilirsin. Ama bu çiçek yalnızca
sorumluluktan ibaret değildir; o aynı zamanda senin büyümen, olgunlaşmandır.
Bu çiçek senden ayrı bir şey değil.
O senin varlığın.
Onu yok etmek intihar etmektir.
Oysa senin sorun daha çok bakım teknikleriyle ilgili ve ben
senin odak noktanı değiştirmek istiyorum. İçsel gelişim hiçbir teknik bilgi
veya uzmanlık gerektirmez. Gereken tek şey çok basittir ve çok neşelidir ve hiç
yük olmaz. Meditasyon seni hafifletecek, daha az çöpü taşımanı sağlayacaktır.
Sevgi de sana yeni semalar, yeni özgürlükler sunacaktır. Mutluluk ise o yeni
semalara, yeni yerlere uçabilmen için gereken kanatları takmana yardımcı
olacaktır.
Ama senin sorun yüzyıllardır zihnin Batıda teknik odaklı
olduğunu gösteriyor. Batı teknoloji ve bilimi son derece geliştirdiği halde
insanoğlunu da tamamen yok etti. Evin içi birçok aletle dolu olduğu halde evin
efendisi yok oldu, aletlerin arasında kayboldu.
Doğu hiçbir zaman teknik odaklı olmamıştır; teknikten çok
değerlerle ilgilenmiştir. Örneğin Doğuda biri hastalandığında eşi veya
sevgilisi onu hemşirelere teslim etmeyi düşünmez. Böyle bir şey aklına bile
gelmez. Bu ona ihtiyaç duyulan zamandır ve sevgi şifa veremezse başka hiçbir
yöntem de iyileştirici olamayacaktır. Bu bir uzmanlık sorunu değildir.
Batıdaysa aynı duruma bütünüyle farklı bir tepki
verilecektir. Eş bakım yapması için bir hemşire çağırır ve bu daha mantıklı
görünür çünkü hemşire hasta bakma konusunda eğitim almıştır ve ne yapılacağını
daha iyi bilir.
Oysa Doğuda sevginin yerini herhangi bir uzmanlığın
alabilmesi neredeyse idrak edilemez bir durumdur. Uzmanlık yalnızca sevginin
olmadığı yerde gereklidir; eğer kadın kocasını bir yük olarak görüyorsa ve
ondan kurtulmak için bir fırsat çıktığını düşünüyorsa hemşire çağırır. Bunun
için de iyi bir nedeni vardır; her türlü mantık ondan yanadır. Doktor onu çok
sevecen bir karar verdiği için destekler. Oysa gerçekte durum bunun tam
tersidir; bu sevecen bir karar değildir.
Bu yüzden bana nasıl bakacağını sorma. Bana nasıl daha
meditasyon halinde, nasıl daha sevecen, daha neşeli olabileceğini sor çünkü
içinde büyümekte olan şeyin besine ihtiyacı vardır ve meditasyonun onu
besleyecek, neşen onu ısıtacak, sevgin ise onu onurlandıracaktır.
Dul annesi tarafından dar görüşlü bir şekilde yetiştirilmiş
bir adam evlenmiş. Balayına gittikleri otelden annesini arayarak yatakta
yapması gereken bir şey olduğunu ama ne olduğunu bilmediğini söylemiş.
"Şeeey" demiş annesi, "şeyini, tuh...en sert
yerini karının çiş yaptığı yere sokacaksın."
Gece yarısı otel itfaiyeyi çağırıp yardım istemiş.
"Burada kafası lazımlığa sıkışmış bir genç adam var."
Teknik bilgiden uzak dur!
Sevgili
Osho,
Nasıl
oluyor da kendimi ta çocukluğumdan beri hep birden fazla kişiymişim gibi
hissediyorum? Lütfen bu konuda bir şey söyleyebilir misiniz?
Prem Prabhati, herkes tek bir birey olarak doğar ama hayata
atılacak yaşa gelene kadar bir kalabalığa dönüşmüş olur. Bu hissettiğin sana
özel bir durum değil; bu durum neredeyse herkes için geçerlidir. Tek fark senin
bunun farkına varmaya başlaman, ki bu iyi. İnsanlar bunun farkında değil.
Sessizce oturup zihnini dinlersen birçok sesle
karşılaşacaksın. O seslerin ne kadar tanıdık geldiğine de şaşıracaksın.
Seslerin bazıları dedene, bazıları büyük annene, bazıları babana, bazıları
annene, bazıları din adamına, bazıları öğretmenine, bazıları komşularına,
dostlarına veya düşmanlarına aittir. Tüm bu sesler içinde bir kalabalık
oluşturur ve sen kendi sesini bulmak istediğinde bu neredeyse olanaksızdır
çünkü kalabalık fazla yoğundur.
Aslında kendi sesini unutalı epey zaman olmuştur. Sana
hiçbir zaman kendi fikirlerini dile getirebileceğin özgürlük tanınmamıştır. Her
zaman itaat etmen öğretilmiştir. Sana büyüklerin ne zaman bir şey söylerse evet
demen öğretilmiştir. Öğretmenlerinin veya din adamının yaptıklarını yapman
öğretilmiştir. Hiç kimse sana kendi sesini aramanı söylememiştir: "Senin
kendine ait bir sesin var mı yoksa yok mu?"
Bu yüzden kendi sesin çok kısık kalmıştır ve diğer sesler
çok yüksek, çok buyurgandır çünkü onlar emir verdikleri için sen kendine rağmen
bunlara uymuşsundur. Onlara uymak gibi bir niyetin yoktu çünkü bunun doğru
olmadığını biliyordun. Fakat kişi saygınlık kazanabilmek, kabullenilebilmek,
sevilebilmek için itaat etmek zorundadır.
Doğal olarak içinde eksik olan tek bir ses, tek bir kişi var;
ve o da sensin. Yoksa tam bir kalabalık söz konusu. Ve bu kalabalık sürekli
olarak seni deli ediyor çünkü seslerden biri "Bunu yap!" derken bir
diğeri, "Bunu asla yapma! Sakın o sesi dinleme!" diyor ve sen ikiye
bölünüyorsun.
Tüm bu kalabalığın geri çekilmesi gerek. Tüm bu kalabalığa
şunu söylemek gerek: "Artık beni lütfen yalnız bırakın!" Dağlara veya
ücra ormanlara kaçmış olan kimseler aslında toplumdan kaçmıyor, kendi
içlerindeki kalabalığı dağıtabilecekleri bir yer arıyorlar. Ve içinde kendilerine
yer edinmiş insanların belli ki gitmeye gönlü yoktur.
Oysa kendi başına, hak ettiğin şekilde bir birey haline
gelmek, bu daimi çatışma halinden, içindeki karmaşadan kurtulmak istiyorsan
onlara güle güle demek zorundasın; sesler büyük bir saygı duyduğun babana,
annene veya dedene ait olsa bile. Seslerin kime ait olduğunun hiç önemi yok.
Kesin olan bir şey var: onlar sana ait değil. Seslerin sahipleri kendi
zamanlarında yaşamışlardı ve geleceğin neler getireceğine dair hiçbir fikirleri
yoktu. Çocuklarını kendi deneyimleriyle yüklediler oysa onların deneyimleri
bilinmeyen gelecekle örtüşmeyecektir.
Onlar çocuklarının bilgi ve bilgelik sahibi olmalarına
böylelikle de yaşamlarının kolaylaşmasına ve rahatlamasına yardımcı
olacaklarını düşünürler oysa tam olarak yanlış şeyi yapmaktadırlar. Tüm iyi
niyetlerine karşın çocuğun doğallığını, kendi bilincini, kendi ayakları
üzerinde durabilme ve atalarının hiçbir fikre sahip olmadığı yeni geleceğe
yanıt verebilme yetisini yok ediyorlar.
O yeni fırtınalarla, yeni durumlarla karşılaşacaktır ve
buna yanıt verebilmek için de yepyeni bir bilince ihtiyacı vardır. Ancak o
zaman yanıtı meyve verebilecektir; ancak o zaman uzayıp giden bir kederden
değil, zafer dolu bir yaşamı olabilir, son nefesine kadar derinleşmeye devam
eden, an be an dansla dolu bir yaşam. O, ölüme dans ederek, neşe içinde gider.
Prebhati, birden fazla insan olduğunu fark etmeye başlaman
iyiye işaret. Herkes öyledir!
Ve bunun farkına vararak o kalabalık insan topluluğundan
kurtulabilirsin.
Sessizleş ve kendini bul.
Kendini bulmaksızın o kalabalıktan kurtulman da çok güç
olur çünkü o kalabalığın içindeki herkes "Ben senim" yanılsamasına
kapılmıştır. Ve senin buna katılmak veya karşı çıkmak gibi bir şansın yoktur.
Bu yüzden bu kalabalıkla kavgaya tutuşma. Bırak onlar kendi
aralarında kavga etsinler; onlar zaten bu konuda oldukça başarılıdırlar. Sen o
arada kendini bulmaya çalış. Ve kim olduğunu artık bildiğin zaman onlara evi
terk etmelerini emredebilirsin; bu gerçekten de bu kadar basittir! Ama önce
kendini bulman lazım.
Sen artık orada olduğunda, efendi orada olduğunda ev sahibi
de oradadır. Ve kendini evin reisi sanan herkes yavaş yavaş dağılmaya başlar.
Kalabalığa sahip olmayan kişi Zerdüşt'ün en büyük umudu olarak söz ettiğimiz
gerçek "Süpermen"dir.
Kendi olabilen, geçmişin yükünden sıyrılabilmiş, ondan
kopmuş, özgün, bir aslan kadar güçlü ve bir çocuk kadar masum olan
kişi....yıldızlara, hatta yıldızların da ötesine ulaşabilir; onun geleceği
altındandır.
Şu ana kadar insanlar hep altın geçmişten söz ettiler.
Benim insanlarım altın geleceğin dilini öğrenmek zorunda.
Tüm dünyayı değiştirmene hiç gerek yok; yalnızca kendini
değiştirdiğinde dünyayı değiştirmeye zaten başlamışsındır bile çünkü sen de
onun bir parçasısın. Tek bir insan bile değiştiğinde bu değişlik binlerce ve
binlerce insana yayılacaktır. O süper-insanın doğmasına neden olacak bir
devrimi tetiklemiş olacaktır.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 2 -Zirvelerin
Ötesinde Bitmek Bilmeyen Zirveler
Uyanmak zorundasın. Uyanmak öyle basit bir şey ki, tıpkı
sabah uyanmak gibi. Hiç gözlemledin mi...jimnastik yaptığında, bazı
egzersizlerde, bazı şarkılarda? Birden uyanıveriyorsun! Gece bitmiştir ve
gözlerini açıp yataktan kalkarsın. Manevi uyanışın da bundan farkı yoktur.
20 Nisan 1987, Sabah
Sevgili
Osho,
Bu
yaşamda bütün bir bilince erişmediğimiz taktirde ta en başından başlamamız ve
tüm insanoğlunun evriminden bir kez daha geçmemiz gerektiğini söylediğinde bu
bana çok dokundu. Sannyasin olarak edindiğimiz bu anlık ışık görüntüsü,
güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz mümkün mü?
Antar Ashiko bu çok karmaşık bir soru. Bu hayatta edindiğin
her şey seninle kalacak ama bu bir anlık görüntülerle değil, edinimle olur. Ve
bu ikisi arasında büyük bir fark vardır. Himalayaların zirveleri binlerce mil
öteden bile görünür, bu bir göz atmadır, oysa bu zirvelere ulaşmak bir
edinimdir.
Bir göz atmak, edinime doğru ilerlemene yardımcı olur ancak
yaşamında bir şey kristalize bir deneyime dönüşmediği taktirde bu yitip gider
ve en baştan başlaman gerekir.
Küçük bir fark olacaktır; bilincinde geçmiş yaşamından bir
gölge, uzak bir yankı, bir şey görmüşsün gibi bir his kalacaktır. Ve bir göz
daha attığın zaman bunun yeni olmadığını, bunu daha önceden bildiğini
hissedeceksin. Aksi taktirde yalnızca kristalleşmiş edinimler seninle bilinçli
bir şekilde diğer yaşamına taşınır...bilirsin, yalnızca karanlık bir gölge,
bilinçaltında uzak bir yankı olarak değil ama bilinçle, bu Himalaya
zirvelerinin var olduğunun farkında olursun çünkü o zirvelere çıkmışsındır.
"Sannyasin olarak edindiğimiz bu anlık ışık görüntüsü,
güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz mümkün mü?" diye soruyorsun.
Bundan önceki birçok yaşamında da böyle anlık deneyimler yaşamıştın ve onları
yitirdin. Onlar asla senin varlığının bir parçası haline gelmediler; yalnızca
güzel anılar olarak kaldılar. Oysa anılar edinim değildir. Bu bir şeyi düşte
görmek gibidir; yani doğru da olabilirler, olmayabilirler de.
Bu yüzden şu anda bir şeylerin olmakta olduğunu
hissediyorsan bunun bir göz kırpışıyla sınırlı kalmayıp gerçek bir deneyime
dönüşebilmesi, varlığının bir parçası haline gelebilmesi için çaba göster.
Ancak o zaman seninle bir sonraki yaşamına eşlik edebilir.
Tüm deneyimlerini başka bir yaşama taşımak ve bir dahaki
sefere en baştan değil de bir önceki yaşamda bırakmış olduğun yerden başlamak
mümkündür. Ama bir göz ucuyla bakma deneyiminin ne kadar kırılgan ve yüzeysel
olduğunun farkına var. O anda sana ne kadar dokunmuş olursa olsun, hemen ertesi
gün bile böyle bir şeyin gerçekten yaşanmış mı yoksa hayalinde mi olmuş olduğu
konusunda şüphe duymaya başlarsın. Ve bundan sonraki yaşam ise çok uzaklardaki
bir yolculuktur.
Bu göz ucuyla bakış yalnızca kişiyi kristalleşmeye
yönlendiren birer dürtüdür. Bunu öylesine derin bir deneyime dönüştür ki senin
bir parçan haline gelsin ve onu unutman veya yitirmen olanaksızlaşsın. Bu göz
atmalarla yetinme. Onların tadını çıkar ama aynı zamanda onları yalnızca daha
yüce şeylerin gerçekleşeceğine dair birer gösterge olarak kullan.
Bir şeyi uzaktan görmekle ona dönüşmek tamamıyla farklı
durumlardır. Göz ucuyla bakılan bir aşk birkaç saniye içinde geçip giden bir
meltem gibidir; göz ucuyla bakılan bir sessizlik bir anlığına kokusunu duyduğun
bir gül gibidir ve bir an sonra onun nereye gittiğini bilmezsin.
"Deneyimini kristalleştir" dediğimde güzel bir
şekilde de olsa göz ucuyla bakmanın yeterli olmadığını kast ediyorum. Bu iyidir
ama yeterince değil. Sen o gül kokusunun kendisi olmalısın; göz atmak yalnızca
o olasılığı gösteren bir oktur: görevini tamamlamıştır ama sen orada kalmışsın.
Geçmiş yaşantında da birçok kez güzel deneyimlerle karşı karşıya kaldın oysa
şimdi geçmiş yaşantıların var olup olmadığını bile bilmiyorsun. Yalnızca arada
birbiriyle karşılaştığında çok tuhaf bir hisse kapılıyorsun, neredeyse saçma,
sanki bu insanı daha önce görmüşsün gibi; hem de kesinlikle bu yaşantında
değil. Bir yere gidiyor ve sanki oraya daha önce gitmişsin gibi —kesinlikle bu
yaşamda da değil— şaşırıyorsun. Sanki her şey bildik görünüyor ama
bilinçaltında uykuda bekliyormuş gibi...
Yaşam öyle bir işleyişe sahip ki kişi öldüğü zaman
aydınlanmamış olduğu taktirde neredeyse bilinçsiz hale gelir; ölüm
gerçekleşmeden önce komaya girer. Bu yüzden ölüm hakkında hiçbir şey bilmez ve
yeniden doğana kadar da bu koma halinde kalır. Ana rahminde geçen tüm o dokuz
aylık zaman da bir koma halidir; çocuk dokuz ay boyunca yirmi dört saat derin
uykudadır.
Nadiren birisi bilinç içinde ölür. Bunu yalnızca ölüm
yolunun gelmekte olduğunu bilen çünkü o yolda defalarca yürümüş olan —bu ikisi
aynı yoldur— büyük meditasyoncular gerçekleştirebilir. Kişi meditasyonun
derinliklerine indikçe bedenini, zihnini, yüreğini çok gerilerde bırakır ve
geriye yalnızca bütünüyle ayık ve bilinç dolu güzel bir sessizlik kalır.
Öldüğün zaman da aynı şey gerçekleşir. Eğer meditasyon
yapmışsan ölüm yeni bir deneyim olmayacaktır. Meditasyon yaparken her gün
ölmekte ve tekrar yaşama dönmekte olduğunu şaşırarak göreceksin. Böyle bir
kimse büyük bir bilinç içinde ölür ve ölümün ne olduğunu bilir ve ana rahminde
de bilinçli kalır. Doğduğunda da bilinçlidir. Dünyadaki ilk anından itibaren
önceki yaşantısında neler olup bitmiş olduğunu bilir, anımsar. Böyle birçok
çocukla karşılaştım....Bu özellikle de Hindistan için geçerli.
Hindistan'ın dışında, Hıristiyanlığın, Museviliğin veya
İslam'ın baskın olduğu yerlerde zihin tek bir yaşam olduğuna dair
şartlanmıştır. Onlar meditasyondan habersizdir. Meditasyonun yerine duayı
koymuşlardır oysa dua kurgusal bir Tanrıyı yüceltmektedir ve çok çocukçadır.
Meditasyonun Tanrıya ihtiyacı yoktur; sen yeterlisin. Sen
bir gerçekliksin ve kendi gerçekliğini en derinine kadar araştırıyorsun.
Hindistan'da tüm dinler bir noktada anlaşmıştır; felsefede
ve diğer her konuda ayrılırlar ama bir konuda hemfikirdirler; yaşam süreklidir
ve ölüm milyonlarca kez yaşanır. Ölüm yalnızca bedenin, evin değişmesidir ve
sen tamamen aydınlanana kadar bu böyle sürüp gider. O zaman yeni bir rahme
girmeye gerek kalmaz çünkü yaşam bir okuldan, eğitimden ibarettir ve sen bunu
tamamlamışsındır. Aydınlanman varoluşa dair bu eğitimin en üst noktasıdır.
Artık yeni bir bedene girmeye ihtiyacın kalmamıştır. Artık evrenin kendi
rahmine girebilirsin, buna hazırsındır.
Bu yüzden ne zaman anlık bir deneyim yaşasan bununla
yetinme. Aslında bu anlık göz atma içinde tatmin değil tam tersine büyük bir
tatminsizlik uyandırmalı. Bu uzaktan gördüğün bir şeyin gitgide daha yakınına
varmaya dair bir özlem olmalı. Yakından bile olsa onu yalnızca görmek değil, o
olmak istersin.
Aşk olabilirsin, sessizlik olabilirsin, bu deneyimlerin
tümü olabilirsin: güzellik, ışık, bilinç.
Bunlar senin olamayacağın şeyler değil, bunlar senin
potansiyelin.
Bu yüzden göz atarken en son noktaya kadar at.
Kristalleşmeden kastım budur.
Kristalleşme gerçekleştiğinde, bir kez kendini aşk, ışık,
bilinç olarak tanıdığında artık unutmak gibi bir sorun söz konusu değildir.
Artık bu deneyimler seninle gelecektir. Ve gelecekteki yaşamında daha da ileri
gidecek, bu deneyimlerin de ötesine; bilinçten süper bilince geçeceksin. Oysa
göz atmakla yetinirsen gördüklerinin silinme tehlikesi vardır. Ölüm öyle büyük
bir şok, bir ameliyat, öyle uzun bir komadır ki uyandığında tüm bu göz
attıklarını unutmuş olursun.
"Birisi bisikletimi çalmış" diye sızlandı rahip papaz
arkadaşına.
"O zaman yarın vaaz sırasında on emirden bahseder ve
'çalmamalısın' emrine geldiğin zaman cemaate dikkatle bakarsan suçluyu
bulursun. Ona öne çıkmasını söyle. Ona bunu itiraf etmesini ve bunun Tanrının
affına sığınması için bir fırsat olduğunu söyle" dedi papaz kendine
güvenerek.
Ertesi gün rahip papazı ziyarete gittiğinde mutlu bir
ifadeyle bisikletini bulduğunu söyledi.
"Evet" dedi, "aldatmamalısın" emrine
geldiğimde bisikleti nerede bıraktığımı hatırladım."
Sevgili
Osho,
Duygularımı
sözcük ve imgelere dökmemin nedeni yalnızca onlardan kurtulmak istemem olabilir
mi? Sonsuz bir susuzlukla senin huzuruna gelip, enerjiyle dolduktan sonra bu
mutlak paylaşma ihtiyacının altında ezilmemin nedeni yalnızca bundan kurtulmak
istemem olabilir mi? Bu paylaşma dürtüsünün yalnızca benim yanılsamam veya
kaçış yöntemim olması olası mıdır? Birisi bana kendime karşı daha cömert olmam
gerektiğini söyledi. Peki kendime karşı cömert davranmanın bildiğim tek yolu
paylaşmaksa ne yapabilirim? Yoksa başka bir yol öğrenmemin zamanı geldi mi?
Lütfen bana rehberliğinde ışık tut.
Sarjano, senin yaşadığın ve yaptığın şey çok doğru.
Deneyimlerini, enerjini, sevgini ve mutluluğunu paylaşmak onlardan kaçmak veya
kurtulmaya çalışmak demek değildir. Tam tersine ne kadar çok şey paylaşırsan o
kadar çok şey kazanırsın.
Bu sıradan ekonomiye benzemez. Sıradan ekonomide
paylaştıkça kaybedersin; manevi ekonomide ise paylaştıkça kazanırsın. Sıradan
ekonomide cimri olman gerekir, ancak o zaman zengin olabilirsin...biriktirir,
asla paylaşmazsın. Manevi ekonomide ise cimri davranırsan elindekini de
yitirirsin. Elde ettiklerin ancak paylaştığın sürece canlı kalabilir; bu
yaşayan bir deneyimdir. Paylaşıldıkça dinamik hareket sürer.
Genç bir adam piyangoda! büyük ikramiyeyi tutturduğu için
çok mutluydu. Yol kenarında oturan bir dilencinin yanında arabasını durdurdu.
Dilenci her gün orada olduğu halde adam daha önce durmadan geçiyordu. Oysa
bugün farklı bir gündü. Dilenciye yüz rupi verdi ve dilenci büyük bir kahkaha
attı.
Adam, "Anlamıyorum, niye gülüyorsun?" diye sordu.
Dilenci, "Hatırladım da...benim de eskiden kendi
arabam vardı ve senin gibi cömerttim. Gülüyorum çünkü sen de bir gün benim
oturduğum yerde oturacaksın. Fazla cömert davranma! Benim yaşadıklarım sana
ders olsun" diye yanıt vermiş.
Sıradan tasarrufta birine bir şey verdiğin anda o ölçüde
kayıptasındır. Oysa sevgi vererek sevginin azaldığını hissettiğin oldu mu? Ya
da neşeni paylaştığında neşenin biraz olsun eksildiğini hissettin mi?
Bunu gözlediysen şaşırabilirsin: paylaştığında neşen biraz
daha artacak; sevgini verdiğinde sevgi kaynakların daha akışkan hale gelecek,
daha tatlı birine dönüşeceksin. Sırf kendini dostlarınla paylaşmak için dans
ettiğinde, bir şey yitiriyor değil, kazanıyor olacaksın.
Sarjano başkalarını dinleme. Onlar yalnızca sıradan
tasarruftan anlarlar. Vermenin paylaşım anlamına geldiği ve vermemenin de son
derece yıkıcı olduğu daha yüce bir tasarruftan habersizdirler.
Ne kadar çok verirsen o kadar çok alacaksın ve ne kadar az
verirsen, sende de o kadar az kalacak. Ve hiçbir şey vermezsen, hiçbir şeye de
sahip olamayacaksın.
Ama sana bunun doğru olmadığını söyleyenler, kafanda
yaptığının doğru mu yanlış mı olduğu konusunda bir sorun oluşmasına neden
oluyorlar. Yaptığın kesinlikle doğru. Bunu daha büyük bütünlükle, hiç
duraksamaksızın, hiç bir şeyi sakınmaksızın yap. Başkalarını dinleme. Kendi
deneyimine kulak ver, kendi deneyimini gözlemle, bir şey verdiğinde bir şey
yitiriyor musun yoksa kazanıyor musun? Belirleyici olan bu olmalı, başkalarının
söyledikleri değil. Başkalarının önerileri tehlikelidir.
Eisenberg ailesi Roma'ya taşındığında küçük Hymie okuldan
eve gözyaşlarıyla dönmüştü. Okuldaki rahibelerin sürekli Katolik soruları
sorduğunu ve kendisi gibi iyi bir Musevi oğlanın bu soruların yanıtlarını
bilemeyeceğini annesine açıklamış.
Bayan Eisenberg'in yüreği anne şefkatiyle kabarmış.
"Hymie" demiş, "Soruların yanıtlarını gömleğinin içine nakışla
işleyeceğim. Böylece bir daha rahibeler seninle uğraştığı zaman gömleğinin
içine bakıp yanıtları okuyabilirsin."
"Sağ ol anne" demiş Hymie ve Rahibe Michele
dünyanın en meşhur bakiresi kimdir diye sorduğunda hiç düşünmeden, "Bakire
Meryem" diye yanıt vermiş.
"Çok iyi" demiş rahibe. "Peki onun kocası
kim?"
"Joseph" diye yanıt vermiş oğlan.
"Bakıyorum
çalışmışsın. Şimdi de bana oğullarının ismini söyleyebilir misin?"
"Tabi" demiş Hymie, "Calvin Klein."
Sevgili
Osho,
Bana
göre akşam konuşmasından sonra bizimle yaptığın muhteşem dinamik meditasyon
versiyonu yaşamış olduğum en enerji yükleyici deneyimlerden birisi. Senin tüm
sevgililerin enerji yayıyor ve her şey titreşiyor. Enerji dalgalarımızla dev
bir radyo anteni gibi yayın yapıyormuşuz gibi hissediyorum. B u ışıltı uzaydan
bile görülebiliyor olmalı. Osho bu kez de uyanamazsak o zaman ne olacak? Yoksa elinin
altında daha da yüksek sesli çalar saatler mi saklıyorsun?
Premda bu kez uyanmaman neredeyse olanaksız. Seni
uyandırmak için gereken her şeyi yapacağım. Buz gibi sular hazırladım; seni
yataktan çıkarıp bir güzel dövecek insanlar hazırlıyorum.
Her durumda uyanman gerek çünkü bu benim için son sefer.
Ben bir daha geri gelmeyeceğim ve bu yüzden de elimden gelen her şeyi yapmak
zorundayım. Bu fırsatı kaçırman talihsizlik olur çünkü kafana —kafatasına ne
olacağını bile düşünmeden ama bir şekilde ayağa kalkıp gözlerini açacağın
bilinciyle— bu kadar sert bir darbe indirebilecek; katı ve acımasız olabilecek
denli çok seni seven birinin bir daha ne zaman karşına çıkacağı hiç belli
olmaz.
Ustalar geçmişte öğrencilerini uyandırmak için tuhaf şeyler
yapmıştır. Bir Zen ustası olan Fui Hai'nin büyük bir manastırı vardı. Manastır
sağ ve sola ayrılan iki kanattan oluşuyordu ve ortada da onun kulübesi yer
alıyordu. Çok güzel bir kedisi vardı ve manastırdaki tüm rahipler tarafından
çok seviliyordu. Manastırda beş yüzü bir kanatta, diğer beş yüzü de diğer
kanatta yaşayan neredeyse bin tane rahip vardı. Ve sürekli, özellikle de usta
orada olmadığı zamanlarda kendi aralarında kavga ediyorlardı. Kavga etmenin
nedeni kediydi; onu kim alacaktı?
Sağ
kanatta yaşayanlar, "Kedi bize ait çünkü biz sizden daha uzun zamandır
buradayız" diyorlardı. Bu doğruydu, önce sağ kanat yapılmış, sol kanat
daha sonra eklenmişti. Ama sol kanatta yaşayanlar, "Sizin kanadın önce
yapıldığı doğru ama o zaman kedi de yoktu. Kedi sol kanat yapılırken geldi. Bu
yüzden de bize aittir" diye itiraz ettiler.
Bu sonu gelmeyen bir çekişmeydi ve kedi bir kanattan
diğerine taşınıp duruyordu ve usta da bu durumdan, her gün duyduğu
şikâyetlerden fena halde sıkılmıştı.
Bir gün tüm rahipleri topladı. Yalnızca bir rahip orada
değildi çünkü manastırın alışverişlerini yapmak için şehre inmişti.
Usta, "Bugün iki kanat arasında süregelen bu
tartışmaya bir nokta koyacağım" dedi. Eline bir bıçak alıp, "Ya bu
kedinin hangi kanada ait olduğunu söyleyip hayatını kurtarırsınız ya da onu
ortadan ikiye kesip aranızda paylaştırırım. Bunun başka bir çözüm yolu yok, onu
bölmek gerek" dedi.
Hepsi kediyi çok seviyordu, hepsi onun kendi kanatlarında
durmasını istiyordu...hepsi sessiz kalmıştı.
Ustaları şöyle dedi, "Aranızdan birisi anlayış ve
meditasyonun derinliğini gösterecek bir şey yapabilirse, kedi onun olacak ve o
hangi kanatta yaşıyorsa kedi de orada kalacak. Gösterin kendinizi. Kedinin
hayatını kurtarabilirsiniz, yoksa işi bitti."
Ama herkes ustayı kandırmanın olanaksız olduğunu biliyordu.
Onun gözleri öylesine açıktır ki, onun karşısında büyük bir meditasyoncuymuş
gibi davranamazsın; bu yüzden kimse öne çıkmadı. Kediyi ikiye böldü ve iki
kanata da birer yarısını verdi. Herkes çok mutsuz oldu; kedinin yarısı ne
işlerine yarayacaktı? Usta da üzülmüştü çünkü bin tane rahibin içinden kediyi
kurtaracak bir şeyler yapabilecek tek bir adam bile çıkmamıştı.
O anda, usta üzüntü içinde otururken ve tüm manastır
üzüntüye boğulmuşken manastırın dışında olan adam şehirden geri döndü. Olup
bitenleri öğrenmişti, ortalık kan içindeydi, kedi ölmüş ve iki kanata
bölüştürülmüştü.
Ona, "Ustamızın bu kadar acımasız ve katı
olabileceğini hiç düşünmedik; o son derece sevecen ve şefkatli bir insan. Ama
onu suçlayamayız çünkü bize bir şans tanımıştı" dediler.
Ama adam ustanın karşısına geçip ona
sert bir tokat attı. Usta gülerek, "Sen burada olmuş olsaydın zavallı kedi
de hayatta olurdu" dedi. Sen meditasyon hali içinde olduğunu gösterdin.
Meditasyonun olmaksızın ustanı tokatlayamazsın, ustaya vurabilmek için
bedeninin sen olmadığını bilmen gerekir, aynı şekilde ustanın bedeni de usta
değildir. Ustaya değil yalnızca onun bedenine vuruyorsun ki benim yaptığım da
budur. Ben kediyi değil yalnızca onun bedenini kestim. Kedi hâlâ yaşıyor, başka
bir yerde doğmuştur bile.
Ama sen biraz geç geldin."
Başka bir Japon Zen ustası olan Lin Chi hakkında bir Zen
öyküsü daha vardır: Öğrencilerinden birine meditasyon yapması için geleneksel
bir Zen koanı vermişti; tek elden çıkan alkış sesi üzerine meditasyon yap.
Şimdi bu çok anlamsız bir şeydir. Tek el alkışlayamaz ve ses de çıkaramaz.
Alkış olmayınca ses çıkma olasılığı da yoktur. "Bunun üzerine meditasyon
yap ve tek elin alkış sesini bulduğun zaman gel ve bana bildir."
Genç adam bahçeye çıktı ve bir ağacın altına oturarak
elinden geldiğince tek elin alkış sesini düşünmeye çalıştı. Aniden bambu
korusundan bir kuş sesi duydu ve, "Bu o ses olmalı!" dedi. Koşarak
ustasına gitti. "Buldum, bu bambu ormanındaki kuş sesidir" dedi.
Usta ona sert bir tokat patlatıp, "Aptallık etme bir
dahaki sefere biraz daha akıllı davran. Şimdi git meditasyona geri dön"
diye yanıt verdi.
Her gün geliyordu ve gitgide durum şöyle bir hal almıştı;
bazen geldiğinde rüzgârın çam ağaçlarının arasından eserken çıkardığı sesi
duyup belki budur...veya bazen suyun akma sesini duyup, belki budur... veya
bazen bulutlardaki şimşeklerin sesini duyup belki budur diye düşünüyordu.
Yavaş, yavaş bu rutin bir hal aldı. Usta artık ona bir şey sormadan içeri girer
girmez tokat atıyor ve sonra "Git meditasyona geri dön" diyordu.
Rahip, "Daha ne söyleyeceğimi bile duymadınız"
dediğinde usta, "Ne söyleyeceğini biliyorum. Git ve biraz daha meditasyon
yap" diye yanıtlıyordu. Rahip diğerlerine "Artık bu kadarı da fazla.
Önceleri en azından vereceğim yanıtı dinlerdi, artık yanıtın yanlış olacağını
varsayıyor!"
Ama bir gün gelmedi. İki gün geçti, yedi gün geçti....Usta
onun altında oturup meditasyon yaptığı ağaca gittiğinde rahibin orada mutlak
bir sessizlik içinde oturmakta olduğunu gördü.
Usta onu sarsıp, "Sonunda bu sesi duydun" dedi.
"İşte tek elin alkış sesi budur, bu sessizliktir....Peki niye gelip bana
haber vermedin?"
Rahip, "Bu sessizlik öylesine tatlı, öylesine mutluluk
vericiydi ki her şeyi unuttum" diye yanıt verdi. "Yanıtlarımı asla
dinlemediğiniz ve bana sert tokatlar attığınız için size minnettarım. Sıradan
insanların algılayabileceğinden öte bir şefkate sahipsiniz."
Bu yüzden Premda, başkalarını kafana takma, seni rahatsız
etmelerine izin verme. Uyanman gerek. Ve uyanmak son derece basit bir şeydir;
her sabahki uyanışın gibidir. Hiç gözlemledin mi...jimnastik hareketleri
yaparken, egzersiz yaparken, şarkı söylerken bazen uyanıverirsin! Gece sona
ermiştir ve gözlerini açıp yataktan dışarıya atlarsın.
Manevi uyanış da bundan farklı değildir. Manevi olarak
uykuda olduğunu bir kez anladığında sorun da çözülmüş olur. İnsanlar manevi
olarak uykuda olduklarını düşünmezler ve bu yüzden de uyumaya devam ederler.
Manevi olarak uykuda olduğunu bir kez anladığın zaman uyanmak basit bir iştir.
.
En zor olan şey varlığının derinlerinde bir uyku hali, bir
bilinçsizlik olduğunu kabullenmektir. Burada yapılan tüm meditasyonlar seni
sarsmak, uykuda olan o bilincin artık daha fazla uykuda kalamayacağı, uyanmak
zorunda olacağı bir noktaya gelmesini sağlamaktır.
Bu basit bir anlayış meselesidir:
Şu anda uyanabilirsin!
Sessizlik kâfidir.
Balayının ilk gecesinde Brigitte yatakta yatarken Pat
tamamen giyinik bir şekilde koltukta oturuyordu. "Neden yatağa
gelmiyorsun?" diye sordu Brigitte.
"Annem bu gecenin hayatımın en heyecanlı gecesi
olacağını söyledi" dedi Pat. "Ve uyuyarak hiçbir şey kaçırmak
istemiyorum."
Yanlış anlamak çok kolaydır.
Anlamak da çok kolaydır.
Hepsi sana bağlıdır. Uyanmaya hazır mısın? O zaman hiçbir
şey seni alıkoyamaz ve herhangi bir yöntem de gerekmez. Ama uyanmaya hazır
değilsen de hiçbir yöntem sana yardım edemez. Hayatını bir uyurgezerin hayatı
olarak görmeli, yaptıklarını, kavga edişini, daha önce söylemiş olduğu ve her
defasında diğer insanların öfkelenmesine, rahatsız olmasına neden olmuş sözleri
hep uyur vaziyette söylediğini görmeli.
Bu, hayatını izlemekle ilgilidir. Uyanık bir insanın hayatı
mı bu? Uyanık olan biri tüm dünyanın davranmakta olduğu gibi davranabilir mi?
Öfkelendin ve bin kere bundan üzüntü duydun ve yine de
defalarca daha öfkeleneceğin ve defalarca daha bundan üzüntü duyacağına aklın
bir türlü ermiyor. Yapmakta olduğunu tamamıyla uyanık bir şekilde yaptığın
söylenemez. Yaşamın daha çok bir robotun hayatı gibi; yalnızca mekanik
eylemleri yerine getiriyorsun. Acı çekiyor ve değişmeye karar veriyorsun ama
değişme zamanın geldiğinde bunu tamamen unutuyorsun.
Değişik yerlerde vaaz veren, vaazının temelinde İsa'nın
Dağdaki Vaazındaki öğretiyi kullanan bir Hıristiyan rahibin hikâyesini
duymuştum. Birisi bir yanağına tokat attığında diğer yanağını uzatman
gerektiğini tekrar, tekrar söyleyip duruyordu.
Adamın biri bunu o kadar çok dinlemişti ki sonunda
sıkılmıştı. Bir gün rahip bunu tekrarlarken ayağa kalkıp gidip ona bir tokat
attı. Rahibin gözlerinde büyük bir öfke vardı ama kalabalığa bakıp senelerdir
söylemekte olduğu şeyi hatırladı ve içinden bu geri zekâlının bir daha
vurmayacağını umarak öbür yanağını uzattı. Ama adam da nevi şahsına münhasır
bir bireydi ve bu kez daha da sert bir tokat attı!
O anda ortalık karıştı; rahip adamın üzerine atlayıp ona
vurmaya başladı. Adam, "Ne yapıyorsun? Bu yaptığın öğütlerine ters
düşüyor. Tüm vaazlarını dinleyip durdum" dedi.
Rahip, "Bütün vaazları unut. İsa yalnızca 'Öteki
yanağını da uzat' dedi. Üçüncü bir yanak daha olmadığına göre artık özgürüm.
Şimdi sana göstereceğim..." dedi.
Ama adam, "Öteki yanağı uzatmak kin tutmamak
demek" diye üstelemiş.
Rahip, "Bütün bu saçmalıkları unut! Öteki yanağını
uzat, öteki yanağını uzat demek ve üçüncü bir yanak da yok. Beni tamamen özgür
kıldın ve ben şimdi sana gerçek bir ders vereceğim" diye yanıt vermiş.
Oysa bütün hayatı boyunca vaaz vermekteymiş....ama büyük
olasılıkla bunu uykusunda konuşur gibi yapıyor, söylediği sözlerin ve
davranışlarının anlamının içine işlemesine izin vermiyormuş.
Gurdjieff babasını anımsar. Gurdjieff dokuz yaşındayken
babası ölmüştü ve çok nadide biri olmalıydı. Gurdjieff'i yanına çağırıp
"Ben ölüyorum ve sana miras olarak bırakabileceğim bir şeyim yok. Seni
yoksul ve yetim bırakıyorum. Yalnız sana vermek istediğim bir tavsiye var, bana
da babam bu tavsiyeyi vermişti. Bu tavsiyenin bir babanın oğluna verebileceği
en zengin şey olduğunu gördüm. Sen çok küçüksün, bunu belki anlayamazsın.
Sadece bunu hatırla; kısa bir zaman sonra sen de anlamaya başlayacaksın ve
anlasan da anlamasan da buna göre hareket et. Şimdi can kulağıyla beni dinle ve
söylediklerimi tekrar et" dedi.
Bu basit bit tavsiyeydi. Birisi hakaret ettiğinde, küçük
düşürdüğünde, incittiğinde hemen tepki göstermemesini salık veriyordu. O
kişiye, "Yirmi dört saat beklemen gerekiyor, sana ancak o zaman yanıt
vereceğim. Bu benim için kutsal bir şey; bu benim ölüm döşeğindeki babama
verdiğim sözdür" demen gerekiyor. Yirmi dört saat bekledikten sonra o
kişiye geri dönüyorsun. O yirmi dört saat içinde onun haklı olduğunu veya
olmadığını ama tartışmanın da tamamen aptalca olduğunu görüyorsun. O yirmi dört
saat sana daha dikkatli olabilme şansı veriyor, insanlar anında tepki gösteriyorlar;
farkındalık için yeterli zaman olmuyor. Makineler gibi tepki veriyorlar.
Karşındaki kişinin haklı olduğunu görürsen gidip ona teşekkür et. Haksız
olduğunu gördüğünde de gitmeye gerek kalmıyor veya gitmek istiyorsan da gidip,
"Yanlış anlamışsın gibi görünüyor" de.
Gurdjieff hayatının ilerleyen yıllarında şöyle diyordu,
"Ölmek üzere olan babamın verdiği bu basit tavsiye tüm yaşamımı dönüşüme
uğrattı çünkü bana belli bir farkındalık, belli bir uyanış sağladı. Hiçbir şeyi
anında, hemen yapamıyordum. Yirmi dört saat beklemek zorundaydım. Ve yirmi dört
saat boyunca kızgın kalamıyorsun."
Uyanık bir adam tüm insanlıktan —ki onlar derin uykudadır—
farklı davranır.
Benim öğretmenlik yaptığım üniversitede çalışan bir
meslektaşım bana, "Neredeyse yirmi dört senedir sigarayı bırakmaya
çalışıyorum" demişti.
Ona, "Bu sigarayı bırakmak için fazla uzun bir süre.
Bana bir sigara ver de hemen şimdi onu bırakayım" diye yanıt vermiştim.
"Benimle alay etme" dedi. "Sigarayı bırakmak
için çok çaba gösteriyorum ve bazen birkaç saat, hatta birkaç günlüğüne içmeden
durabiliyorum. Ama sonunda yine dayanamayıp başlıyorum. Artık onunla savaşmayı
da bıraktım; bunun hiç anlamı yok; yirmi dört yıldır savaşıyorum."
Ona, "Sen yaşamın basit kurallarını
algılayamamışsın" dedim. "Sen uyuyorsun ve insan uykudayken karar
alamaz, kararını uygulayamaz. Benim bir önerim var o da sigarayı daha bilinçli
bir şekilde içmen" dedim.
"Ne, sigara mı içeyim? Ama ben bırakmaya
çalışıyorum" diye yanıt verdi.
"Söylediğime kulak ver, daha bilinçli iç diyorum
" dedim. "Paketi cebinden son derece yavaş ve bilinçli bir şekilde
çıkar. Sigarayı yavaşça paketten çek; acele etme. Sigaraya her açıdan bak,
ağzına koy ve bekle. Aceleye hiç gerek yok. Filmlerdeki ağır çekim sahneler
gibi ağır çekimde hareket et".
"Peki bu ne işe yarayacak?" diye sordu.
"Onu sonra göreceğiz....sonra çakmağını al ve
bak" diye devam ettim.
"Sen benimle alay ediyorsun. Bunlar ne işe
yarayacak?" diye sordu yine.
"Dinle...Yirmi boyunca kendi
yönteminle sigara içmişsin, yirmi gün boyunca da benim yöntemimle iç. Çakmağa
bak sonra sigarayı yak ve olabildiğince yavaş içmeye çalış.
Dumanın içine girişini ve çıkışını izle" dedim. Bu en
eski meditasyon yöntemi Vipassana'dır. Bu yöntemin bir gün sigara ve çakmakla
uygulanacağı Gautam Buda'nın aklına gelmemiş olabilir ama onun için bir şeyler
ayarlamam gerekti.
O Vipassana yerine bunu yapacaktı. "Peki denerim,
yirmi gün fazla uzun değil" dedi.
Ama ikinci gün bana gelip, "Çok tuhaf. Her şeyi bu
kadar yavaş yapmak beni son derece dikkatli yapıyor; sigara içerken dumanın
içime girmesini ve dışarı çıkmasını izlerken şimdiden öylesine bir sükûnete
kavuştum ki neredeyse yüzde elli daha az sigara içiyorum." dedi.
"Yalnızca yirmi gün bekle" dedim.
"Yirmi gün süreceğini bile sanmıyorum. En fazla beş
gün içinde biter" dedi.
"Bitirmek için bu kadar acele etme çünkü içinde
sigaraya tutunup bırakamayan herhangi bir şey bile kalsa yeniden başlamana
neden olacaktır. Bu yüzden çok ağırdan al, aceleye gerek yok, bir zararı da
yok. Önemli değil; en fazla iki yıl erken ölürsün. Ama zaten o iki yılı
yaşasaydın ne yapacaktın? Sadece biraz daha fazla sigara içecektin! Bu yüzden
hiç zararı yok; zaten dünya nüfusu çok fazla ve insanların diğerlerine yer
açmak için biraz erken ortadan yok olmaları çok sevecen bir davranış"
dedim.
"Tuhaf bir adamsın" dedi. Ve dördüncü günden
sonra bana gelip, "Artık elim cebime giderken nerden geldiğini bilmediğim
bir şey beni durduruyor. Bilemiyorum. Bütün bir gün boyunca sigara içmedim
çünkü ne zaman bir sigarayı almayı denesem paketi çıkaramıyorum. Bunun sırrı
nedir?"
"Bunun sırrı filan yok" dedim. "Yalnızca
bilinçli bir şekilde, farkındalıkla sigara içmeyi öğrendin. Ve hiç kimse
farkındalıkla sigara içemez çünkü sigara içmek bir günah değil, yalnızca
aptallıktır. Uyanık ve farkında olduğun zaman o kadar aptal olmazsın. Temiz
hava dururken, güzelce nefes alabilecek, derin derin temiz havayı ve çiçek
kokularını içine çekebilecekken nefesini kirletmek, onu nikotinle kirletip
ciğerlerine zarar vermek için bir de üstüne para ödemek zorundaysan tam bir
aptal olman gerek."
Premda insanlar derin uykudalar; açık gözlerle horlamıyor
oluşlarına şaşmak gerek.
Kral Arthur iki yıl sürecek olan bir ejderha avına çıkmadan
önce Bilge Merlin'e Guinevere için kendisi yokken takmak üzere bir bekaret
kemeri yapmasını buyurdu. Merlin çok sıradışı bir tasarımla geri döndü;
normalde en çok korunmuş olması gereken bölgede büyükçe bir boşluk vardı.
"Bu saçmalık" dedi Arthur. "Bu kemer işe
yaramaz."
"Evet yarar" dedi Merlin ve sihirli değneğini
açıklığa soktu ve aniden giyotine benzer bir bıçak inip değneği ortadan ikiye
böldü.
"Dahiyane!" diye bağırdı Arthur. Guinevere'ye
kemeri giydirdikten sonra ejderhaları doğramak üzere huzur içinde yola koyuldu.
İki yıl sonra geri döndüğünde Arthur'un ilk işi Yuvarlak
Masa şövalyelerini toplayıp, özel bir taktik için kraliyet doktoruna göndermek
oldu. Yuvarlak Masanın bir tanesi dışındaki tüm üyelerinin kesikler,
yara-bereler ya da sıyrıklarla dolu olduğunu öğrendikçe hiddetli bakışları keskinleşti.
Sir Lancelot günahsızdı.
Arthur onu hemen yanına çağırdı ve en iyi şövalyesine
gülümsedi. "Sir Lancelot, siz ben ejderhaları doğrarken, benim kadınımın
namusuna tecavüz etmemiş olan yegâne şövalyesiniz," diye buyurdu. Siz
Yuvarlak Masanın şerefini yücelttiniz ve sizinle gurur duyuyorum.
Ödüllendirileceksiniz. Krallıktan ne dilerseniz sadece söyleyin yeter.
Dileğinizi bildirin Sir Lancelot."
Ancak, Sir Lancelot'un sesi çıkmadı...
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho
Toplantı 3 -Çabalamamak
ve Tekrar Çabalamamak
Çabalamadığın ve rahat olduğun zaman —meditasyon vesaire
gibi şeyler bile umurunda olmaz— aniden bilinmeyenin ayak izlerinin, hiçbir
yere ait olmayan bir şeyin sana yaklaşmakta olduğunu görürsün. Ona arzuyla
değil hayranlıkla bak. Ona açgözlülükle değil minnetle bak.
23 Nisan 1987, Akşam
Sevgili
Osho
Görünüşe
göre yıllar önce meditasyon yapabiliyordum diye düşünüyorum. O zamanlar bir
yerlerden güzel, sessiz, saydam bir hal geliyordu. Bunun meditasyon olduğunu
var sayıyorum. Şimdiyse yarış halindeki bir zihinden başka hiçbir şey gelmiyor.
Ne oldu?
Prema Veena, neredeyse her zaman bu böyle olur. Bir çeşit
meditasyon hali başına geldiği zamanlar senin o halin peşinde olmadığın
zamanlardı. Şimdi onu var etmeye çalışıyorsun ve bu her şeyi değiştiriyor.
Yaşamda değerli olan her şey kendiliğinden olur; onların olmasını
sağlayamazsın, onları yapamazsın. Meditasyon, aşk, mutluluk ve sessizlik hep
böyledir.
Zihninin ötesinde olan her şey senin kapasitenin de
ötesindedir; yalnızca zihnin alanına giren şeyleri yapabilirsin.
Zihin yapmaya yöneliktir oysa senin varlığın yapmaya
yönelik değildir. Varlığın yalnızca bir açıklıktır ve olup bitene yönelik
şikâyet etmeden, kin gütmeden, yalnızca saf minnetten oluşan derin bir
kabullenme halidir. Ve bu da senin yaptığın bir şey değil, yalnızca olup
bitenlerin bir parçasıdır. Bu ayrımı netleştirmemiz gerekiyor; bu konuda hemen
herkesin aklı karışır. Başına bir şey geliyor; öyle güzel, öyle mutluluk verici
ki zihin hemen daha fazlasını, daha sık olmasını, daha derine gitmesini
arzulamaya başlıyor. Zihin devreye girdiği anda her şeyi bozuyor. Zihin
şeytandır, yıkıcıdır.
Bu yüzden kişinin zihnin ötesindeki durumlarda zihnin araya
girmesine izin vermemek konusunda çok dikkatli olması gerekiyor. Zihin mekanik
anlamda, bir teknisyen olarak son derece faydalıdır. Yapabileceği şeyleri zihnine
devret ama kapasitesini aşan konulara karışmasına izin verme. Buradaki sorun
zihnin arzudan, daha fazlasını arzulamaktan başka bir şey olmayışında yatıyor.
Yapma dünyası söz konusu olduğunda daha iyi bir eve, daha güzel eşyalara, her
şeyin daha iyisine sahip olabilirsin; bu zihnin kapasitesi dahilindedir. Ama
zihnin ötesi söz konusu olduğunda....zihin yalnızca arzu edebilir ve her arzu
düş kırıklığına neden olur. Bu sana daha fazla meditasyon yerine daha fazla düş
kırıklığı getirir. Sana daha fazla sevgi yerine daha fazla öfke getirir. Daha
fazla sessizlik ve huzur yerine daha büyük bir düşünce kalabalığı getirir ki bu
hemen herkese olur. Yani bu, kişinin aşması gereken doğal bir durumdur.
Diyorsun ki, "Görünüşe göre yıllar önce meditasyon
yapabiliyordum diye düşünüyorum. O zamanlar bir yerlerden güzel, sessiz, saydam
bir durum geliyordu. Bunun meditasyon olduğunu varsayıyordum." Bunu ne
bekliyor ne de arzu ediyordun; o yalnızca bir konuk, sana geliveren bir meltem
gibiydi. Ama onu elinde tutamaz veya yeniden gelmesini emredemezsin. O geleceği
zaman gelir. Ve bunu bir kez anladığında çabalamaktan vazgeçersin.
"Çabala ve tekrar çabala" ifadesini duymuşsundur.
Ben sana "Çabalama ve tekrar çabalama " diyorum. Ne zaman çabalama
düşüncesi belirirse onu hemen bir kenara bırak. O seni başarısızlığa, düş
kırıklığına sürükleyecektir ve onu bırakabilirsen...ki herkes onu bırakabilir
çünkü o hiçbir şey kazandırmaz. Başarısızlığı, düş kırıklığını, keder ve
umutsuzluğu bırakmakla ilgili nasıl bir sorun olabilir? Yalnızca bunları bir
kenara bırak ve meditasyonu tümüyle aklından çıkar.
Bir gün, aniden bir pencerenin açıldığını ve yeni ışınlarla
dolu, taze bir yelin yüreğini doldurduğunu göreceksin. Yine aynı hatayı
tekrarlama! Olanlar için minnet duy ama daha fazlasını isteme; daha fazlası
gelecektir. "Yeniden gelsin" diye talep etme, bu talebin engele
dönüşecektir.
Yine gelecek, daha sık gelecek. Yavaş, yavaş senin nabzına
dönüşecek; uyanırken, uyurken o hep seninle, hiçbir yere gitmiyor. Ama bunu sen
yapmıyorsun. "Bunu ben yaptım" diye böbürlenemezsin. Yalnızca,
"Bilinmeyenin bunu bana yapmasına izin verdim" diyebilirsin. Küçük
yüreklerimize giren büyük deneyimler her zaman bilinmeyenden gelmektedir ve
onları yaşamak için sıkı bir çaba gösterdiğimizde öyle geriliriz ki bu
gerginliğin kendisi bizi bunları yaşamaktan alıkoyar. Çabalamadığın ve rahat
olduğun zaman —meditasyon vesaire gibi şeyler bile umurunda olmaz— aniden
bilinmeyenin ayak izlerinin, hiçbir yere ait olmayan bir şeyin sana yaklaşmakta
olduğunu görürsün. Ona arzuyla değil hayranlıkla bak. Ona açgözlülükle değil
minnetle bak.
Diyorsun ki, "Şimdi yarış halindeki bir zihinden başka
hiçbir şey gelmiyor. Ne oldu?"
Bilinmeyenin farkına vardın. Meditasyonun azıcık tadını
alınca açgözlü, arzu dolu bir hale geldin. Arzun ve açgözlülüğün tüm oyunu
berbat etti. Yine de hâlâ her şey düzeltilebilir. Zihnin sürekli yarış halinde
olduğunu görüyorsun, bırak yarışsın, sen yalnızca izle, oradan geçen biri, bir
gözlemci ol.
Zihni yalnızca izlemek dünyanın en büyük sırlarından
biridir çünkü işe yaradığını belli etmez ama işe yarar! Sen etkilenmeksizin,
ilgisizce, sanki olup bitenlerin seninle hiç alakası yokmuşçasına izledikçe o
düşünceler seyrelmeye başlar ve düşüncelerin yarış pistindeki trafik azalır.
Yavaş yavaş küçük boşluklar oluşur ve sen o boşluklarda
eskiden sahip olduğun şeye küçük bir bakış atabilirsin. Ama onun üstüne atlama,
açgözlü olma. Tadını çıkar, o da geçecektir; ona tutunmaya çalışma. Düşünceler
yeniden gelmeye başlayacaktır; sonra yeniden bir boşluk, daha büyük bir boşluk
gelecektir. Yavaş yavaş zihin boşaldığında daha büyük boşluklar oluşmaya
başlayacaktır.
O boş zihin durumunda bilinmeyen içine girmeye başlayabilir
ama temel bir koşul varsa o da ona tutunmaman gerektiğidir. Gelirse iyi,
gelmezse iyi. Belki yeterince olgunlaşmamışındır, belki henüz zamanı
gelmemiştir; olsun, yine de minnettar ol. Kişinin izleyişi ve minnettarlığı
öğrenmesi gerekir. En derinden olmasını istediğin şeylerin hiçbiri olmadığında
dahi minnet duy. Belki senin için doğru zaman değildir, belki bunlar senin
büyümene yardımcı olmayacaktır.
Sufi Cüneyt'in öyküsünü defalarca anlatmışımdır. O Hallac-ı
Mansur'un Ustasıydı ve onun sayesinde çok ünlü oldu. Mansur gelenekçi
fanatikler tarafından öldürüldü ve Mansur nedeniyle Cüneyt'in de adı duyuldu
çünkü Mansur onun öğrencisiydi.
Cüneyt her yıl Müslümanların kutsal mekânı olan Kabe'yi
ziyaret ederdi.
Oradan fazla uzakta yaşamıyordu ve Müslüman geleneğine göre
Müslümanlardan yaşamları boyunca en az bir kez Kabe'ye gitmeleri beklenir; aksi
halde dini bütün bir Müslüman sayılmazlar. Ama Kabe onun oturduğu yere çok yakındı
ve her sene müritleriyle birlikte oraya giderdi. O devrimci nitelikte bir
ermişti. Aslında devrimci nitelikte olmayanlar ermiş değil yalnızca görüntüden
ibaret, oyuncu, ermiş gibi yapan iki yüzlülerdir.
Cüneyt'in geçmek zorunda olduğu köylerde yaşayanlar ona
karşı büyük bir öfke duyuyorlardı. Bazı köylüler ona öylesine öfkeliydi ki
kendisine yiyecek hiçbir şey, hatta su bile vermedikleri gibi köyde kalmasına
izin de vermiyorlardı.
Cüneyt'in her zamanki ibadetine göre —Müslümanlar günde beş
kez ibadet eder— her namazın sonunda ellerini Tanrıya uzatıp, "Sana
şükürler olsun. Sana duyduğum minneti nasıl ifade edebilirim? Her şekilde beni
gözetiyorsun; senin şefkatin sonsuz, senin sevgin sınır tanımaz" diyordu.
Müritleri bunu günde beş kez tekrarlamaktan yoruluyor ve
Tanrının kendilerini hiçbir şeklide gözetmediğini düşündükleri, yiyecek, içecek
ve onları çölün sıcağından koruyacak bir barınak bulmadıkları durumlar
yaşıyorlardı. Bir keresinde üç gün boyunca sürekli kovulmuş, taşlanmış, aç,
susuz ve barınaksız kalmış oldukları halde Cüneyt yine aynı şekilde dua etmeye
devam etmişti.
Üçüncü günde müritler kendini kaybetti. Ona, "Yeter
artık! Niye ha bire 'Şefkat dolusun. Sevgin çok yüce. Mümkün olan her şekilde
bizi gözetiyorsun' deyip duruyorsun? Üç gündür ağzımıza lokma koymadık, susuz
ve barınaksız kaldık, çölde yatıp kalkıyor ve geceleri soğuktan titriyoruz.
Neye şükrediyorsun?" diye sormuşlar.
Cüneyt'in müritlerine verdiği yanıt hatırlanmaya değerdir.
Onlara, "Üç gündür bize su verilmediğini, kovulup, taşlandığımızı, aç,
susuz, çölün ortasında kaldığımızı görmüyor muyum sanıyorsunuz?" diye
sordu. "Benim de bunun farkında olduğumu göremiyor musunuz? Ama tüm bunlar
bizi gözetmediği anlamına gelmiyor. Belki bizi gözetme şekli budur; belki bizim
şu anda ihtiyacımız olan budur."
"Hayat rahat bir şekilde akıp giderken Tanrıya
şükretmek kolaydır. O şükran hiçbir şey ifade etmez. Üç gündür izliyorum.
Yavaş, yavaş hepiniz namazdan sonra Ona şükretmeyi kestiniz; sınavı
geçemediniz. Bu çok güzel bir sınavdı. Payıma ölüm bile düşse şükrederek
öleceğim. O bana can verdi; O geri alacak. O, Ona aitti, Ona aittir ve yine
Onun olacak. Ben kimim ki Onun işlerine karışayım?"
Yani bazen öyle anlar gelecek ki, bir anlığına da olsa
huzur, sessizlik, meditasyon, sevgi ve mutluluğu yakalayamayacaksın. Ama
umudunu yitirme. Belki senin kristalleşebilmen, güçlenebilmen için öyle anlar
gerekiyordur. Yalnızca her şey yolunda gittiğinde değil, her şey ters
gittiğinde de minnettar ol. Her şey kötü giderken minnet duyabilen kişi
gerçekten minnettar bir kişidir; minnet duymanın güzelliğine ermiştir. Onun
için her şey sonsuza kadar ters de gidebilir ama minneti öylesine dönüştürücü
bir güçtür ki her şeyi değiştirecektir.
Bu yüzden yarış halindeki zihin seni endişelendirmesin;
bırak yarışa devam etsin. Olabildiğince dolu dolu yarışmasına izin ver; ona
engel olma, onu durdurmaya çalışma yalnızca izleyici kal. Zihnin dışına çıkıp
onun yarışmasına izin verdiğinde, kısa süre sonra, hatasızca, doğanın kanunu
gereği boşluklar oluşmaya başlayacaktır. Boşluklar oluştuğunda
"Yakaladım" diye fazla sevinme. Rahat ol. Boşlukların da tadını çıkar
ama açgözlü olmadan ve arzu duymadan çünkü onlar da kaybolacak ve açgözlü
olursan daha çabuk kaybolacaklar. Tok gözlü ve arzusuz olursan daha uzun
kalabilirler.
Meditasyon eğitimi tümüyle buna dayanır. Kısa süre sonra
bir gün gelir ve zihin tamamen sessiz, neşe ve sükûnetle dolu hale gelir. Ama
unutma bu senin yaptığın bir şey değildir. Bir anlığına bile bunu senin
yaptığını düşünürsen yok olabilir. Her zaman varoluşun yapıtı olduğunu hatırla.
Başına gelecek tüm yüce şeyler çaba sayesinde değil, senin rahat ve açık olman,
müsait olman sayesinde gerçekleşecek.
Yalnızca kapıları açık bırak.
Misafir gelecektir; asla bunun tersi olmamıştır.
Pat'in oğlu oyunculuğa başlamıştır ve bir gece heyecan
içinde babasına koşup, "Bil bakalım ne oldu baba?" der. "Biraz
önce ilk rolümü aldım. Yirmi beş senelik evli bir adamı oynayacağım."
"Devam et oğlum" der Pat. "Günün birinde
içinde konuşma olan bir rolün de olabilir."
Veena'nın içinde bulunduğu durum bunun tam tersi. Şu anda
sen konuşmalı roldesin; yalnızca devam et, günün birinde kesinlikle sessiz rolü
de alacaksın. Ama endişelenecek hiçbir şey yok. Yaşama bir oyun gibi, mizah
anlayışıyla yaklaşmalı. İyi zamanlarda da, kötü zamanlarda da; bir şeyler
olduğunda da, olmadığında da; bahar geldiğinde de ve bazen sana bahar
gelmediğinde de....
Unutma, zihnin ötesindeki şeyler söz konusu olduğunda biz
yapan konumunda değiliz, biz yalnızca alıcıyız. Ve alıcı olabilmek için
zihninin izleyicisi olman gerekiyor çünkü izleyince o boşluklar oluşuyor. O
boşluklarda kapın açılıyor.
Ve o kapıdan içine yıldızlar girebilir, çiçekler girebilir,
içine yıldızlar ve çiçekler girdiğinde bile açgözlü olma onları tutmaya
çalışma. Onlar özgürlükten çıkıp gelirler ve ancak özgür olarak seninle
kalırlar. Onların özgürlüğünü yok edersen onları da yok etmiş olursun. Onların
ruhu özgürlüklerinde yatıyor.
Benim binlerce kişiyle süregelen deneyimime göre
meditasyona ilk başladıklarında meditasyon kolayca gerçekleşir çünkü onun ne
olduğu hakkında herhangi bir fikirleri yoktur. Bu bir kez gerçekleştikten sonra
asıl sorun ortaya çıkar; artık onu istemeye, ne olduğunu bildikleri için arzu
etmeye başlamışlardır. Ona karşı aç gözlü davranırlar; o başkalarına olmakta
ama kendilerine olmamaktadır. Sonra kıskançlık, özenme, çeşit çeşit yanlış şey
onların etrafını sarar.
Zihnin ötesindeki şeyler söz konusu olduğunda hep
masumiyetini koru. Hep amatör kal, asla uzmanlaşma. Bu herhangi bir insanın
başına gelebilecek en kötü şeydir.
Sevgili
Osho,
Birkaç
gün önce içimizde konuşan sesin her zaman zihne ait olduğunu söylediğini duydum
ve içimde bu sesi duyanın kim olduğunu merak ediyorum. Yanıt bulmaya
çalışırken, yalnızca sessizliği buluyorum.
Chidvilas, içine baktığın zaman yalnızca sessizliği
bulursun. Ama kendinin de orada olduğunun farkında değil misin? Sessizliği
bulan kim? Sessizlik kendi kendini bulamaz; tanık olarak sessizliği bulan bir
kişi söz konusudur. Yalnızca odak noktan yanlış; sen hâlâ nesneye
odaklanıyorsun. Bu sadece belki de birçok hayatta edinmiş olduğun eski bir
alışkanlık ve her zaman kendini nesneye odaklayarak, hep kendini unutuyorsun.
Doğudan gelen çok eski bir öyküye göre on kör adam bir
nehri geçmişler. Akıntı o kadar güçlüymüş ki aralarından birini alıp götürmesi
korkusuyla hepsi el ele tutuşmuşlar. Karşı kıyıya geçtiklerinde aralarından
biri şu öneride bulunmuş: "En iyisi bir sayım yapalım çünkü nehir ve
akıntı gerçekten tehlikeliydi. Biri kayıp gitmiş olabilir ve bunun farkında
bile olmayabiliriz."
Ve saymaya başlamışlar. Bu çok büyük bir şoka yol açmış,
herkes ağlamaya başlamış, herkes denemiş ama hep dokuz kişi sayıyorlarmış çünkü
kimse kendisini saymıyormuş. Doğal olarak saymaya başlayınca, "Bir, iki,
üç dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz...."diye gidiyor ve "Aman
Tanrım, bir kişi eksik" deyip hep birlikte ağlamaya başlıyorlarmış.
Oduncunun biri bu dramı izliyormuş ve öncelikle daha önce
hiç on tane körü bir arada görmediğini ve nehir bu kadar yükselmiş, akıntı da
bu kadar güçlüyken karşı tarafa geçmenin ne kadar aptalca olduğunu düşünmüş.
Hepsinden ötesi, şimdi sayıp duruyor ve birisi için ağlıyorlarmış çünkü kim
olduğunu bilmeseler de akıntının içlerinden birisini alıp götürdüğü kesinmiş.
Onları sayarken izledikçe on kişi olmalarına rağmen nasıl olup da hep dokuz
kişi saydıklarına şaşıp kalıyormuş.
Yardıma ihtiyaçları olduğuna kanaat getirip tırmandığı
ağaçtan inmiş ve "Ne oldu?" diye sormuş.
Hepsi bir ağızdan "Arkadaşlarımızdan birini kaybettik.
On kişiyken dokuz kaldık" demişler.
Adam, "Ben onuncuyu bulabilirim. Haklısınız on
kişiydiniz ama bir şartım var" demiş.
Ona "Her türlü şarta razıyız ama
arkadaşımız..."diye yanıt vermişler.
"Bu çok büyük bir şart değil, basit bir şey"
demiş. "Birinci kişinin kafasına vurduğumda 'bir' diyecek. Sonra ikinci
kişinin kafasına iki kere vuracağım ve 'iki' diyecek. Sonra üçüncü kişinin
kafasına üç kere vuracağım ve 'üç' diyecek. Kişinin kafasına kaç kere vurduysam
o rakamı söyleyecek."
"Eğer kayıp arkadaşımızı bulmanın yolu buysa
tamam" demişler.
Böylece vurmaktan çok keyif aldığı için karşılık olarak
hepsine vurmuş. Sonuncu kişiye on kere vurunca adam da "on" demiş.
Diğer dokuzu, "Seni geri zekâlı!" diye çıkışmışlar. "Hepimiz
gereksiz yere dayak yedik. Şimdiye kadar nerede saklanıyordun?"
Adam, "Burada duruyordum ve ben kendim de saydığımda
hep dokuz çıkıyordu. Bu adam mucizevi birisi olmalı ki onuncu kişiyi
buldu." demiş.
Bu basitçe kendimizi saymamayı alışkanlık edindiğimizi
gösterdiği için önemli bir öyküdür. Demek ki içindeki düşünceleri izlerken o
izleyicinin varlığını unutuyorsun. Sessizliği izlerken, orada olmasan
sessizliği de izleyemeyecek olduğunun farkına varmıyorsun.
Chidvilas, "Birkaç gün önce içimizde konuşan sesin her
zaman zihne ait olduğunu söylediğinizi duydum ve içimde bu sesi duyanın kim
olduğunu merak ediyorum" diye soruyorsun. Bunu duyanın ben olmadığı kesin
ve bildiğim kadarıyla başka kimse de o sesi duymuyor. Onu duyan adam sen olmalısın.
Diğer herkes kendi sorunlarıyla meşgul!
"Yanıtı bulmaya çalışırken yalnızca sessizliği
buluyorum." Ancak o zaman da aynı soru ortaya çıkıyor: sessizliği bulan
kim? Sesi duyanla aynı adam. Adı da Chidvilas.
Daha öznel, kendine karşı daha uyanık olman gerekiyor; biz
her zaman etrafımıza karşı daha uyanığız.
Pat arkadaşı Michael'ı örnek alıp İrlanda'dan ayrılıp,
çalışmak için İngiltere'ye gitmişti. Epeydir temasta olmadıkları halde Michael
Whipsnade Açık Hayvanat Bahçesinde iş bulmanın ne kadar kolay olduğundan
bahsettiği için Pat oraya başvurdu. Ne yazık ki hiç bekçiye ihtiyaçları yoktu.
Hatta yerleri süpürecek biri bile gerekmiyordu.
"Ama bak sana ne söyleyeceğim" dedi müdür.
"Gorilimiz birkaç gün önce öldü ve hiç gorilsiz hayvanat bahçesi olur mu?
Ama onun postunu olduğu gibi sakladık. Sen şimdi bu postu giyip onun yerine
geçersen seni besler ve barındırır hem de iyi para veririz."
Pat gorile ayrılmış güzel alana bakıp rahat goril evini
gözden geçirmiş, yatağı şöyle bir denemiş. İşi kabul etmiş. Kısa zamanda Pat
ziyaretçilerin gözdesi haline gelmiş. Dışa dönük biri olarak her zaman iyi bir
goril taklidi sergiliyor, yuvarlanıyor, göğsünü yumruklayıp, goril sesleri
çıkarıyormuş. İyi bir kalabalık olduğunda ise Pat, kendi bölgesinin kıyısında
aslanın kafesine bitişik olan bir kavak ağacına tırmanıp dişi aslana meşe
palamutları fırlatıyormuş.
Bir resmi tatil gününde bayağı kalabalık bir grup
toplanmıştı ve Pat da performansının zirvesindeydi. Tam meşe palamudu fırlatma
işini bitirmişken üzerinde dengede durduğu dal kırılıverince yüreği ağzına
geldi; aslanın ayağının dibine düşmüştü. Pat yardım isteyerek ayağa fırladı ve
tam sıvışmak üzereyken aslan kulağına fısıldadı, "Çeneni kapa Pat, şu ana
kadar bulduğumuz en iyi işi kaybetmemizi mi istiyorsun?"
Herkes yalnızca farklı postlara sahip burada; içerideki
bilinç aynı. Bir ses de duyuyor olsan sessizliği duyuyor da olsan, biraz daha
kendini hatırla; izleyen kim? Tanık kim?
Her deneyimde; öfkeliyken, âşıkken, açgözlüyken,
kederliyken anahtar hep aynıdır: sadece izle; gerçekten tehlikede misin yoksa
yalnızca bir tanık mısın? Burada oturuyoruz. Derinlerde sen kimsin? Her zaman
bir tanık.
Dışarıda ne olup biterse bitsin —genç olabilirsin, yaşlı
olabilirsin, canlı olabilirsin, ölü olabilirsin— dışarıda ne olup biterse
bitsin içerideki tanık hep aynıdır. Bu tanık bizim hakikatimizdir. Bu bizim
nihai ve ebedi gerçekliğimizdir.
Yani sana düşen tek iş odak noktanı nesneden özneye
çevirmektir. Öfke, sessizlik veya aşkla ilgili kafa yorma. Tüm bunların kim
için olduğuyla ilgilen ve orayı merkez olarak belirle. Bu merkez sana yaşamının
en büyük deneyimini getirecektir. Seni bir süper-insan yapacaktır.
Sevgili
Osho,
On
bir yıl önce ilk kez huzurunda oturduğumda senin enerjinden, senin sevginden ve
senin karşında olmaktan o kadar etkilenmiştim ki elimden gelen tek şey ağlamak
ve sessiz bir ifadeyle ayaklarının önünde eğilmekti; ve yine de senin
tarafından çok iyi anlaşılmış gibi hissetmiştim. O zaman bana enerjimi içimde
tutmamı ve harama taşımamı söylemiştin. O zamandan beri bu öneriyi yanımda
taşıdım ve göbeğim en yakın arkadaşım, göbek deliğimin altındaki bölge ise
duygularımın aynası haline geldi. Tüm bu zaman süresince bu hayatta seninle
birlikte olabilmekten duyduğum sevinç ve minnet, sözcüklerimin çoğunun önünü
kesti. Sevgili Ustam, senin bu küçük önerinin ardında benim hayal bile
edemeyeceğim kadar çok şeyin yattığını hissediyorum. Lütfen hara hakkında birkaç
şey daha söyleyip bana biraz daha rehberlik edebilir misin?
Deva Radhika, hara yaşamın bedenden çıktığı merkezdir. O
ölüm merkezidir. "Hara" sözcüğü Japonca'dan gelir; bu yüzden
Japonya'da intihara hara-kiri denir. Bu merkez göbek deliğinin beş santim
aşağısında yer alır. Bu çok önemlidir ve dünyadaki hemen herkes bunu
hissetmiştir. Ama yalnızca Japonya'da onun anlamının derinine inmişlerdir.
Hintliler bile diğer merkezlerle ilgili sınırsız çalışmalar
yaptıkları halde harayla ilgilenmemişlerdir. Bunu göz ardı etmelerinin nedeni
ölümün herhangi bir önem taşıdığını düşünmemiş olmalarıdır. Ruhun asla ölmez,
öyleyse yalnızca enerjinin çıkıp başka bir bedene girmesi için kapı görevi
gören bir merkezle ilgilenmek niye? Onlar yaşam merkezi olan cinsellikle çalıştılar.
Yedi merkezle ilgili de çalıştılar ama Hint kutsal metinlerinde haranın adı
bile geçmedi.
Binlerce yıldır merkezlerle ilgili en yoğun çalışmaları
yapan insanların bile haradan söz etmemiş olmaları yalnızca rastlantı olamaz.
Bunun nedeni ölümü asla ciddiye almamış olmalarıdır. Bu yedi merkez yaşam
merkezleridir ve her merkez daha yüce bir yaşama aittir. Yedincisi en yüce
yaşamdır ve neredeyse Tanrı olursun.
Hara cinsellik merkezine çok yakındır. Daha yüksek
merkezlere, başındaki yedinci merkeze doğru çıkmazsan, tüm yaşamın boyunca
cinsel merkezde kalırsın ve onun hemen yanı başında hara vardır ve yaşam sona
erdiğinde canın bedeninden çıkacağı merkez orası olacaktır.
Radhika'ya bunu neden söyledim? Çok enerjikti ama daha
yüksek merkezlerin farkında değildi; tüm enerjisi cinsel merkezdeydi ve
taşmaktaydı. Cinsel merkezden taşmakta olan enerji tehlikelidir çünkü haradan
çıkmaya başlar. Ve haradan çıkmaya başladığında onu yukarılara taşımak daha da
zorlaşır. O yüzden ona enerjisini tutmasını ve fazla dışa vurmamasını
söylemiştim: Onu içeride tut! Yalnızca açılmakta olan —ki bu çok tehlikeli
olurdu— hara merkezinin tamamen kapalı kalmasını istedim.
O buna uydu ve tamamıyla farklı bir insana dönüştü. Artık
onu gördüğüm zaman ilk başta görmüş olduğum dışavurumcu haline inanamıyorum.
Artık o daha merkezinde ve enerjisi daha yukarıdaki merkezlere doğru olması
gerektiği yönde ilerliyor. Neredeyse dördüncü merkeze ulaştı ki bu sevginin
merkezidir ve son derece dengeleyici bir merkezdir. Onun altında ve üstünde üçer
tane merkez yer alır.
Kişi bir kez sevgi merkezinde olduğunda yeniden aşağıya
düşme olasılığı çok azdır çünkü daha yükseklere dair bir şeyi denemiştir. Artık
vadiler son derece karanlık, çirkin gelecektir çünkü güneşin aydınlattığı
zirveleri, çok yüksek olmasalar da yine de yükseklikleri görmüştür ve artık tüm
arzusu bu olacaktır...
Ve tüm âşıkların sorunu budur: daha fazla aşk isterler
çünkü gerçekte arzu duyulanın daha fazla aşk değil, aşktan da fazlası olduğunu
anlamazlar. Dilleri aşkla sona erer; aşktan daha yüce bir yol tanımazlar ve aşk
da artık tatmin edici gelmez. Tam tersine aşkı ne derecede hissedersen o
derecede aşka susarsın.
Dördüncü merkezdeki kişi ancak enerji beşinci merkeze doğru
yükselmeye başladığında sonsuz bir tatmin hisseder. Beşinci merkez boğazda yer
alır ve altıncı merkezse üçüncü gözdür. Yedinci merkez, sahastrara, başın
tepesindedir. Tüm bu merkezlerin farklı ifade ve farklı deneyimleri vardır.
Sevgi beşinci merkeze doğru ilerlediğinde sahip olduğun tüm
yetenekler, her türlü yaratıcı boyut senin için olasılık dahilindedir. Bu,
yaratıcılığın merkezidir. O yalnızca müzik, yalnızca şarkılar için değildir,
her türlü yaratıcılığa yöneliktir.
Hindu mitolojisinde güzel bir öykü yer alır. Bu bir
söylence olsa da özellikle beşinci merkezi anlatmak için güzel bir öyküdür.
Hint mitolojisine göre iyi güçlerle kötücül güçler arasında süregelen daimi bir
mücadele vardır. Bu iki taraf da okyanusta belli bir araştırma yaparlarsa bir
nektar bulacaklarını ve onu her kim içerse ölümsüzlüğe kavuşacağını
keşfederler. Ve hepsi onu aramaya başlar.
Ama her yerde olduğu gibi yaşam burada da dengeyi
kurar...Nektarı bulmadan önce onu altında saklayan zehri bulurlar. Kimse onu
denemeye hazır değildir; onu görmek bile hastalanmaya yetmektedir. Birisi;
dünyanın ilk hippisi, yani tanrı Shiva'nın belki bunu denemeye gönüllü
olabileceğini düşünür. Böylece Shiva'ya gidip denemek isteyip istemediğini
sorarlar. O da "Tamam" der.
Denemekle kalmayıp tamamını içer ki bu saf zehirdir. Onu
boynunda yani beşinci merkezde tutar. Beşinci merkez yaratıcılığın merkezidir.
Orası tamamen zehirlenir ve Shiva yıkım tanrısı olur. Hinduların üç tanrısı
vardır: Dünyayı yaratan Brahma, onu sürdüren Vishnu ve yok eden Shiva. Onun yok
ediciliği yaratıcı merkezinin zehirlenmesi sonucunda oluşmuştur. Ve bu zehir
öylesine güçlüdür ki bu küçük bir yıkımla da kalmaz; o varoluşu tümüyle yok
edecektir.
Vishnu onu sürdürmekten yoruldukça Shiva yok eder. O zamana
kadar Brahma unutmuştur —dünyayı yaratalı milyonlarca yıl geçmiştir ve yeniden
yaratmaya başlar— bu yalnızca eski bir rutindir. Brahma yaratıcı tanrıdır, oysa
Hindistan'ın genelinde Brahma'ya adanmış tek bir tapınak vardır çünkü o
kimsenin umurunda değildir. O işini yapıp bitirmiştir; onun hakkında bir şey
söylemek boşunadır. Vishnu'nun milyonlarca tapınağı vardır çünkü o devam
ettirici tanrıdır. Krishna ve Rama hep onun yeniden doğumlarıdır.
Ama kimse Shiva'yla boy ölçüşemez. Shiva'ya adanmış
sunaklar herkesinkinden fazladır. O bir hippi olduğu için fazla gösterişli
tapınaklara filan gerek duymaz, her yer, herhangi bir ağacın altı uygundur.
Sadece oval biçiminde yuvarlak bir taş koy; o fazla bir şey talep etmez, biraz
yaprak ekle; çiçek bile gerekmez. Oraya birkaç yaprak, başına da onu serin
tutacak birkaç damla su koy...bu yüzden insanlar aletler icat etmiştir; başının
üzerine küçük çaydanlıklar asarlar ve su yavaş yavaş damlar. Bu onu serin
tutmak içindir ki rahatsızlık duyup dünyayı yok etmesin.
Herkes ondan korkar, bu yüzden doğal olarak daha fazla
tapanı, daha fazla tapınağı, sunağı vardır. En küçük köyde bile en azından bir
düzine Shiva sunağına rastlarsın çünkü bunların hiçbir maliyeti yoktur; en
yoksul adamın bile bütçesi buna uygundur. Ve bu konuda düşünceli olmalıdır
çünkü Shiva yok edebilir. Onu tatmin etmek gerekir! Ve fazla bir talebi de
yoktur, yalnızca başını serin tut yeter. Çiçekler pahalıdır oysa birkaç parça
yaprakla ibadeti tamamlayabilirsin.
Shiva dünyanın yok edicisine dönüştü çünkü beşinci
merkezinde varoluşun tüm zehri birikmişti. Bu bizim yaratıcılık merkezimizidir
ve bu yüzden de âşıkların yaratıcılığa karşı belli bir eğilimi vardır. Âşık
olduğunda bir anda bir şeyler yaratma hissine kapılırsın; bu ikisi çok
yakındır. Doğru şekilde yönlendirilebilirsen aşkın en yaratıcı eylemine
dönüşebilir. O seni bir şair, bir ressam, bir dansçı yapabilir, her boyuttan
yıldızlara ulaşmanı sağlayabilir.
Üçüncü göz olarak adlandırdığımız altıncı merkez iki gözün
arasında yer alır. Bu sana tüm geçmiş yaşamlarına ve tüm gelecek olasılıklarına
dair bir berraklık verir. Enerjin üçüncü gözüne ulaştığında aydınlanmaya
öylesine yaklaşırsın ki aydınlanmaya dair bir şey kendini göstermeye başlar.
Üçüncü göz adamı bunu yayar ve yedinci merkeze doğru bir çekim hissetmeye
başlar.
Bu yedi merkez yüzünden Hindistan hiçbir zaman harayla
ilgilenmedi. Hara o hatta değil, sadece cinsel merkezin hemen yanında yer alır.
Cinsel merkez yaşam merkezi, hara ise ölüm merkezidir. Aşırı heyecan, aşırı
derecede merkezden dışarı kaymak, enerjini aşırı derecede sağa sola savurmak
tehlikelidir çünkü enerjini haraya doğru çeker. Ve bir kez bu rota
tamamlandığında onu yukarı doğru çekmek daha zorlaşır. Hara cinsel merkezle
eşit paralelliktedir ve enerji kolaylıkla buraya hareket edebilir.
Bu Japonların büyük bir keşfiydi; kendini öldürmek için
kafanı kesmen veya silahla beynini dağıtman gereksiz derecede acı vericidir;
tam olarak hara bölgesini zorlayacak küçük bir bıçakla yaşam acısızca yok olur.
Yalnızca o merkezi açtığında yaşam yok olur, tıpkı çiçeğin açmasıyla birlikte
kokusunun yok olması gibi.
Hara kapalı tutulmalıdır. Sana daha merkezde olmanı,
duygularını içinde tutmanı ve harana taşımanı söyleme nedenim buydu Radhika.
"O zamandan beri bu öneriyi yanımda taşıdım ve göbeğim en yakın arkadaşım,
göbek deliğimin altındaki bölge ise duygularımın aynası haline geldi."
Haranın sürekli olarak bilinçli bir şekilde enerjini
denetlemesini sağlayabilirsen onların dışarı çıkmasına izin vermez. O zaman
büyük bir yer çekimi, sağlam bir duruş, merkezinde olma hali hissetmeye
başlarsın ki bunlar enerjinin yukarı doğru çıkmasının temel gerekleridir.
Bana soruyorsun, "Senin bu küçük önerinin ardında
benim hayal bile edemeyeceğim kadar çok şeyin yattığını hissediyorum."
Kesinlikle bundan fazlası söz konusu...
Bir Polonyalı sokakta yürürken bir nalburun önünden
geçiyordu ve yedi saatte yedi yüz tane ağaç kesebilme kapasitesine sahip bir
elektrikli testerenin indirimde olduğu gözüne çarptı. Polonyalı bunun çok iyi
bir fiyat olduğuna kanaat getirip bir tane satın almaya karar verdi.
Ertesi gün testereyle birlikte dükkâna dönüp satıcıya
şikâyet etmeye başladı, "Bu alet reklamda söylendiği gibi yedi yüz ağacı
kesmenin yakınından bile geçemedi" dedi.
"Peki" dedi satıcı. "Arkada bir deneyelim
bakalım." Bir kütük bulup aleti çalıştırdı ve testere büyük bir gürültü
çıkardı.
"Bu ses de ne?" diye sordu Polonyalı.
Demek ki elektrikli testereyle değil elle kesiyormuş!
Radhika senin hara merkezinde o kadar çok enerji var ki
doğru şekilde yönlendirildiğinde aydınlanma hiç de uzak bir nokta değil.
İki önerim daha var: kendini olabildiğince merkezde tut.
Küçük şeylerin seni etkilemesine izin verme; biri öfkelidir, biri sana hakaret
eder ve saatlerce bunu düşünürsün. Biri bir şey söyledi diye bütün gecen berbat
olur...Hara daha fazla enerji taşıyabiliyorsa, doğal olarak o kadar daha fazla
enerji yukarıya çıkmaya başlayacaktır. Haranın yalnızca belli bir kapasitesi
vardır ve yukarı çıkan her enerji haradan geçer ama hara kapalı kalmalıdır.
Demek ki birincisi hara kapalı kalacaktır. İkincisi de her
zaman daha yüksek merkezler için çalışmalısın. Örneğin sık sık öfkeleniyorsan
öfke üzerine daha fazla meditasyon yapmalısın ki öfke yok olup o enerji şefkate
dönüşsün. Her şeyden nefret eden biriysen nefrete odaklanmalısın; nefret
üzerine meditasyon yap ve aynı enerjiyi sevgiye dönüştür.
Yukarı doğru gitmeye devam et, her zaman daha yukarıdaki
merdivenleri düşün ki varlığının en üst noktasına erişebilesin. Ve hara
merkezinden hiç sızıntı olmamalı.
Hindistan aynı nedenle cinsellikle fazlasıyla ilgilidir:
cinsellik de enerjini aynı şekilde dışarıya çekebilir. Çeker...ama en azından
cinsellik yaşamın merkezidir. Enerjiyi dışarı çekse de onu başka bir yere
götürecek ve yaşam akıp gitmeye devam edecektir.
Oysa hara ölüm merkezidir. Enerjinin haradan geçmesine izin
verilmemelidir. Enerjisi haranın içinden başlayan bir insanı kolayca ayırt
edebilirsin. Örneğin yanındayken boğuluyor gibi, enerjin emiliyormuş gibi
hissettiğin kimseler vardır. Sana kötü bir şey yapmadıkları halde onlar
yanından ayrıldıktan sonra daha iyi ve rahatlamış hissettiğini görürsün.
Bunun tam tersi olan, buluştuğunuz zaman sana kendini daha
neşeli ve sağlıklı hissettiren insanlar da vardır. Üzgünsen üzüntün yok olur;
öfkeliysen öfken yok olur. Bunlar enerjileri yukarılara doğru çıkmakta olan
insanlardır. Onların enerjisi senin enerjini de etkiler. Sürekli olarak
birbirimizi etkilemekteyiz. Ve bilinçli bir kimse kendine enerjisini yükselten
arkadaşlar ve refakatçiler seçer.
Bir nokta çok açıktır. Seni emen insanlar vardır, onlardan
uzak dur! Bu konuda net olmak çok daha iyidir, onlara hoşça kal de. Acı çekmeye
hiç gerek yok çünkü onlar tehlikelidir; senin de haranı açabilirler. Onların
haraları açıktır ve bu yüzden sende bir emilme hissi uyandırırlar.
Psikoloji henüz bunun farkında değildir ama psikolojik
hastalığı olan insanların bir araya konmaması gerektiği çok önemli bir
noktadır. Ve dünyanın her yerinde yapılmakta olan budur. Psikolojik
rahatsızlığı olan insanlar psikiyatri kliniklerinde bir araya getirilmektedir.
Zaten psikolojik hastalığa sahip birini, diğer hastalarla bir araya koymak,
enerjisini daha da aşağıya çekecektir.
Psikolojik hastalığı olan kimselerle çalışan doktorlar bile
bu konuda yeterince sağlam ipuçları vermektedir. Diğer meslekler içinde en çok
intihar eden meslek grubu psikanalistlerdir. Ve her psikanalist arada bir
diğeri tarafından tedavi edilme ihtiyacı duyar. Bu zavallı insanlara neler
olmakta? Psikolojik hastalığı olan insanlarla çevrelendikleri için sürekli
enerjileri emiliyor ve haralarını nasıl kapatacakları hakkında da hiçbir şey
bilmiyorlar.
Tıpkı enerjiyi yukarı doğru yönlendirmek için yapılan
meditasyonlar olduğu gibi, harayı kapamaya yönelik teknik ve yöntemler de
vardır. En iyi ve basit yöntem şudur: yaşamında olabildiğince merkezde kalmaya
çalış. İnsanlar sessizce oturmayı bile beceremez, sürekli pozisyon
değiştirirler. Sessizce yatamazlar, bütün gece bir sağa bir sola dönüp
dururlar. Bu bir rahatsızlıktan, ruhun derin bir rahatsızlığından başka bir şey
değildir.
Kişi dinlenebilmeyi öğrenmelidir. Ve bu küçük şeylerde hara
kapalı kalır. Özellikle psikanalistler bu konuda eğitim görmelidir. Bir de
psikolojik hastalığı olan insanlar bir araya getirilmemelidir.
Doğuda, özellikle Japonya'da haranın farkına varılmış olan
Zen manastırlarında böyle psikologlara gerek yoktur. Ama Zen manastırlarında,
Zen insanlarının yaşadığı ana kampustan uzaklarda ama aynı ormanlık veya dağlık
bölge içinde küçük kulübeler vardır. Psikolojik hastalığı olan kişi buraya
getirildiğinde ona dinlenebileceği, rahatlayıp keyif yapabileceği, ormanda
gezinebileceği ama konuşamayacağı bir kulübe tahsis edilir. Zaten etrafta
konuşabileceği kimse de yoktur. Yalnızca günde bir kez ona yemek getiren biri
gelir; onun da konuşmasına izin verilmez ve konuşsa bile adam yanıt
vermeyecektir. Böylece enerjisi tümüyle denetim altındadır. Konuşması, biriyle
karşılaşması bile olanaksızdır.
Psikanalistlerin seneler boyunca yapamadığının üç hafta
içinde yapılabildiğini duymak şaşırtıcı olabilir. Bu üç hafta içinde o kişi
normal insanlar kadar sağlıklı hale gelmiştir. Ve yapılan hiçbir şey; herhangi
bir teknik falan da yoktur. Yalnızca konuşmaması için yalnız bırakılmıştır.
Dinlenmek ve kendisi olabilmek üzere yalnız bırakılmıştır. Başka birinin
beklentilerini karşılama zorunluluğu yoktur.
Radhika iyi gittin. Sadece yapmakta olduğun şeye devam et,
enerjini içinde biriktir. Enerjinin birikimi otomatik olarak yukarıya doğru
hareket etmesini sağlar. Ve o yukarıya çıktıkça kendini daha huzurlu, daha
sevgi dolu, daha neşeli, daha paylaşımcı, daha şefkatli ve daha yaratıcı
hissedeceksin.
Işıkla dolu, yuvaya geri dönmüş gibi hissedeceğin günler
çok uzakta değil.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 4 -Varoluşun
Yolu Sabırdır
İçsel gelişim çok sakin ve sessizdir. Kendi adımlarını bile
duyamazsın. Yalnızca belli bir etaba ulaştığında bunun farkına varırsın. Ve bu
sürpriz olur çünkü onca zamandır hiçbir şey olmuyor diye düşünürken...
birdenbire çiçekler açıvermiştir. Sabırdan kastım budur. 24 Nisan 1987, Sabah
Sevgili
Osho,
Sen
neredeysen oraya gidiyor ve ayrılamıyorum. Yine de bir şeyler eksik. İki yolun
—içsel ve dışsal— kesişim noktasında, gözü yaşlı inatçı eşek açlık çekiyor.
Dışsal yol artık onu cezp etmiyor, etse bile umut çok çabuk yıkılıyor. Senin
parmağının Ay'ı işaret ettiğini gördüğü halde hâlâ içsel yolda fazla bir
ilerleme kaydedemiyor. Onunla nasıl konuşacağımı pek bilmiyorum. Ton balıklı
sandviçlerden tiksinerek açlık çekmeye alıştı. Bu sadece korku, tembellik ve
sabırsızlık mı? Sulu bir şakaya mı ihtiyacı var? Sevgili Osho lütfen onu
birazcık itele.
Uttama, anlaşılması gereken önemli noktalardan biri de
nihai olana erişene kadar içinde bir eksiklik hissinin kalacak olduğudur. Ve bu
his sana karşı değildir; bu his senin henüz varmadığını, hâlâ yol almaya devam
etmen gerektiğini hatırlatmak için oradadır.
Bu eksiklik hissini olumsuz alma; bu sağlıklı ve olumludur.
Senin nerede olduğunun farkında olduğun ve nerede olman gerektiğini bilecek
kadar duyarlı olduğunu gösterir ki, bu ikisi arasında da bu eksiklik duygusu
vardır.
Senin sorunu okumak istiyorum: "Sen neredeysen oraya
gidiyorum ve ayrılamıyorum."
Bunun farkındayım. Yıl boyunca oradan oraya taşınıp durdum
ve sen de sürekli benimle geldin. Bu benimle olmakla alakalı değil: bu benimle
aynı halde olmakla alakalı.
Hiçbir fırsatı, hiçbir anı kaçırmak istemiyorsun. Hiç
bilemezsin; belki bir gün gelir benden çok uzaklarda olursun. Yine de bir
şeyler eksik. Bir süre de eksik kalmaya devam edecek. Sen büyüyorsun ama
çiçeklenene kadar, meyve verene kadar epey bir süre büyümeye devam etmek
gerekiyor. Ve ruhsal gelişim mevsimlik çiçeklere benzemez; onlar birkaç hafta
içinde açıp hemen geçip giderler. Ruhsal gelişim ise ebedidir: bir kez
geldiğinde sonsuza kadar kalır. Doğal olarak sonsuzlukla karşılaştırıldığında
senin zaman ölçeğin çok ufak kalır. Birkaç gün geçer, ya da birkaç ay veya yıl,
yolunda gitmeyen bir şeyler mi var diye düşünmeye başlarız: doğru mu yapıyorum?
Ve bunlar doğal hislerdir. Ama seni izliyorum. Yanlış giden hiçbir şey yok, her
şey olması gerektiği gibi. Sessizce büyüyorsun. Tüm büyümeler sessizdir, hiçbir
ses çıkarmaz. Ve aniden bir gün...çiçekler beliriverir.
Üç gün önce Chuang Tzu Salonu'nun yanındaki çiçekler yoktu.
Sonra bir gün fırtına çıktı ve yağmurlar başladı ve sonra, sabahleyin güzelim
ayçiçekleri belirdi, bir gece içinde açtılar. Orayı görmüştüm, akşam çiçek
filan yoktu, sabah çiçekler açmıştı.
Büyüme zaman alır ama doğru an geldiğinde bir patlama olur.
Aniden, baştan aşağıya bahar gelmiştir. Ve bu olana kadar bir şeylerin
eksikliğini hissetmen iyidir. Bir an için bile bir şeylerin eksik olduğunu
unutmaman gerek. Bu tehlikeli olur.
Milyonlarca insan bunu tamamen unutmuştur. Mutlak bir
tatmin içindeler ve ihtiyaç duydukları her şeye sahip olduklarını, hiçbir şeyin
eksik olmadığını düşünüyorlar. Onlar dünyadaki en yoksul insanlar. Daha yükseklere
erişmek için arzuları yok; dağlara tırmanmak, yıldızlara gitmek istemiyorlar,
kendi karanlık mağaralarında son derece rahatlar. Onlara merhamet duymak gerek.
Onların tatminleri aynı zamanda ruhsal ölümleridir.
Seni sürekli bir ok gibi daha uzaktaki hedeflere doğru
hareket etmeye zorlayan bir ruhsal tatminsizliğe sahip olmalısın.
"İki yolun —içsel ve dışsal— kesişim noktasında, gözü
yaşlı inatçı eşek açlık çekiyor. Dışsal yol artık onu çekmiyor, çekse bile umut
çok çabuk yıkılıyor. Senin parmağının Ay'ı işaret ettiğini gördüğü halde hâlâ
içsel yolda fazla bir ilerleme kaydedemiyor." İçsel gelişim çok sakin ve
sessizdir.
Kendi adımlarını bile duyamazsın.
Yalnızca belli bir etaba ulaştığında bunun farkına
varırsın. Ve bu sürpriz olur çünkü onca zamandır hiçbir şey olmuyor diye
düşünürken...birdenbire çiçekler açıvermiştir. Sabırdan kastım budur.
Lübnan sedirlerini yetiştirmek için sabır gerekir.
Mevsimlik çiçekler gibi değildirler ve büyüdükleri anlaşılmaz. Her an
olmaktadır, bu ağaçlar her an büyümektedir. Ama varoluş işini sessizce görür.
Büyüyorsun ve tamamen yeni bir şey olup senin için bilinmez
olan bir yere ulaştığının farkına varmanı sağlayana kadar bunu anlayamazsın. Ve
bu her an gerçekleşebilir.
Sana düşen büyük bir sabra ve tüm varoluşun ruhsal olarak
büyümeye çalışanların yanında olduğuna dair güvene sahip olmaktır. Ruhsal
olarak büyümeye çalışan sen değilsin; varoluş senin aracılığınla daha büyük
yüksekliklere erişmeye çalışıyor.
"Onunla nasıl konuşacağımı pek bilmiyorum. Ton balıklı
sandviçlerden tiksinerek açlık çekmeye alıştı. Bu sadece korku, tembellik ve
sabırsızlık mı? Sulu bir şakaya mı ihtiyacı var?"
Bu birçok şeyin karışımı. Korku hep orada ve sen ölüm diye
bir şeyin olmadığını anlayana kadar da orada olacak. Korku ölümün gölgesidir. Ölüm
yok olduğunda gölge de yok olur.
Sabırsızlık da var ama sabırsızlığını büyümenin karşısında
değil ona destek olarak kullanmalısın. Sabırsızca çok sabırlı ol. Sabırsızlığın
yalnızca özlemini göstermemeli. Sabrının karşısında yer almamalı; yalnızca varlığının
billurlaşmaya dair, yaşamın daha mutlu olacağı, korkunun, ölümün kaybolup
kişinin kendi ölümsüzlüğüyle tanışacağı bir yere erişmeye dair sonsuz bir
arzuya dönüşmeli.
Ve bu tembellik değil. Öyle görünüyor çünkü her gün yeni
yerlerle karşılaşılmıyor; neredeyse orada duruyormuşsun, hiç kıpırdamıyormuşsun
gibi görünüyor. İçsel yolculuk sırasında birçok kişi böyle hissetti. Bunun
nedeni de hareketin doğası gereğidir.
Bir trende oturuyorsun ve tren hareket ediyor; onun hareket
ettiğini nereden biliyorsun? Tekerlekleri göremediğin için sana onun hareket
halinde olduğu fikrini veren tek şey iki yandan geçmekte olan ağaçlar, evler ve
istasyonlar. Onlar aksi yönde ilerliyor ve onlar ne kadar hızlı giderse sen de
trenin o kadar hızlı gittiğini düşünüyorsun.
Bir an için trenin gittiği yolun iki tarafında da hiçbir
şeyin olmadığını düşün, ters yönde ilerleyen hiçbir şey göremiyorsun. Trenin
hareket ediyormuş gibi gelir mi? Diyelim ki tren gökyüzünde gitse, ağaç, ev
veya istasyon olmadığı için sen de trenin hareketini hissedemezsin. Dünyanın
hareketini de bu yüzden hissedemiyoruz. Tüm trenlerden daha hızlı hareket
ettiği halde, onun hareketini hissetmeni sağlayacak aksi yönde giden bir şey
yok.
İçsel yolculukta da sorun budur. Tek başınasın. Ne ağaç
var, ne ev, ne de istasyon; tıpkı gökyüzündeki gibi. İlerleyip ilerlemediğini
nasıl hissedebilirsin? Kişi ancak alıştığının tersi şeylerle karşılaştığı zaman
hareket halinde olduğunu fark eder. O zaman aniden ne kadar hızlı hareket etmiş
olduğunu anlar. Aslında birkaç yaşam içinde bile aydınlanmayı başarabilirsen bu
çok hızlıdır. Ama ben bunu şimdi başarabileceğini söylüyorum; ihtiyacın olan
tek şey olan bitene olumsuz yaklaşmamak.
Zihnimiz çok olumsuz bir olgudur. Gevşemeye tembellik,
derin bir özleme sabırsızlık der.
Evet demeyi bilmez; güvenin tanımı da budur: evet demek.
Sen son derece iyi bir durumdasın, Uttama. Buna evet de ve
bunu olabildiğince derinden ve tam olarak söyle. Ve zihnin getirdiği her türlü
olumsuzluğu olumluya dönüştür. O, tembellik diyecektir. Ona öyle olmadığını
söyle; bu gevşemektir, bu dinlenmektir. O, sabırsızlık diyecektir. Ona öyle
değil de; bu derin bir özlemdir, kişinin kendi farkına varmaya, kendi
hazinelerini keşfetmeye, kendini bulmadan ölmemeye dair büyük tutkusudur.
Ve soruyorsun, "Sulu bir şakaya mı ihtiyacı var?"
diye. İşte bu elimden gelir! Ne zaman eşeğinin sulu bir şakaya ihtiyacı olursa
onu bana getirebilirsin.
Patrick ve karısı şehirden epey uzakta yaşıyorlardı ve
kadın doğurmadan kısa bir süre önce hastalandı. Doktor oraya vardığında hava
iyice kararmıştı. "Küçük hanım nerede?" diye sordu doktor.
"Ahırda bir köşede yere yığıldı" diye yanıt verdi
Patrick.
Patrick lambayı tutarken doktor da işine bakıyordu.
"Patrick bir oğlun oldu" dedi doktor.
"Doktor, buna içilir" dedi Patrick.
"Bir dakika, ışığı biraz daha yaklaştır, iki çocuk
babası oldun!" dedi doktor.
"Bir şişe açmak lazım" dedi Patrick.
"Bekle!" dedi doktor. "Işığı biraz daha
yakına getir. Üç oldu."
"Tabi bu kutlanacak bir durum" dedi Patrick.
"Bir saniye," dedi doktor, "Işığı
yaklaştırır mısın?"
"Sorun çıkarmak istemem ama doktor," dedi
Patrick, "bu kahrolası ışık onları çekiyor olmasın sakın?"
Uttama neşeli kal, büyük bir sevgiyle bekle. Her şeyin
kendi zamanı vardır, sabırsızlığın hiç anlamı yok. Varoluşun yolu sabırdır. Rahat
ol çünkü ne kadar heyecana kapılırsan, hedefin de o kadar uzağa düşer. Bu
deneyim yalnızca sen tamamıyla sessizleştiğinde, bir sessizlik gölüne
dönüştüğünde, enerjin tamamen gevşek olduğunda neredeyse yokmuş gibi olduğunda
gerçekleşecektir.
Sadece sıfır olduğunda bir rahme dönüşürsün. Ve bu hiçliğin
içinden senin özgün, sahici gerçekliğin doğacaktır.
Sevgili
Osho,
Seni
yeterince sevmiyormuşum, kıymetini yeterince bilemiyormuşum, kendimi yeterince
açamıyormuşum gibi geliyor. Sen tüm güzelliğin, zarafetin ve enginliğinle
yanımdan uçup giderken, ben gıcırtılı bir kağnının yanından yürüyormuşum gibi
hissediyorum. Sevgili Osho, içinde bulunduğum bu geciktirme hali beni çileden
çıkarıyor. Yanıt veremediğim nedir?
Prem Veena, sevginin yaradılışına ait olan bir, asla
yeterince sevememe hissi vardır. Yalnızca küçük bir sevgi yeterli gelir. Sevgi
büyüdükçe bu "Yeterince sevemiyorum" hissinin de daha çok farkına
varırsın. Bu çok büyük bir sevginin göstergesidir.
Biri bana gelip, "Seni çok seviyorum; seni her şeyimle
seviyorum" diyorsa sevgisi kesinlikle küçük olacaktır. Yoksa her şeyinle
sevmek çok müthiş bir olaydır; seni baştan sona değiştirir.
Bu yüzden sevginin yetersiz olduğuna dair endişelenmeye hiç
gerek yok. Daha çok sevmek istiyorsun ve sevgin büyükse asla yeterli
gelemeyecektir; her zaman istediğinden daha az olacaktır.
Aynı şey kıymet bilme konusunda da
geçerlidir. "Kıymetini yeterince bilemiyormuşum, kendimi yeterince
açamıyormuşum gibi geliyor" diyorsun. Birazcık kıymet bilme ve birazcık
açılma benim hedeflerim için yeterli. Çok küçük bir açıklıktan içeri
sızabilirim!
Kesin bir şey varsa o da senin Çin Setti olmadığın.
Bunu anlayabiliyorum. Benimle uzun zamandır birliktesin ve
beklentin olması doğal... Fakat ne kadar değiştiğini bilmiyorsun. Ben, bana geldiğin
günü tam olarak, fotoğraf gibi hatırlıyorum. Kendin için değil tamamen başka
bir neden için gelmiştin. Genç bir adam getirmiştin; onun için gelmiştin.
O tam bir çatlaktı; yalnızca su içerek yaşamak istiyordu.
Ve ben konuşmalarımdan birinde yıllarca yalnızca su içerek yaşamış bir adamı
tanıdığımdan söz ettiğim için onu bana getirmiştin çünkü yalnızca su içerek
yaşama sanatını öğretecek birini bulmak için oradan oraya gidip duruyordu.
Kendin hakkında tek kelime söylememiştin. Yalnızca bu
çocuğun, ya bu fikrinden vazgeçmesi ya da bunun nasıl yapılacağını öğrenmesiyle
ilgileniyordun çünkü bu bir işkenceye dönüşmüştü. İnsanlar bu şekilde
yaşayabilir ama bunun için yıllar süren eğitimlerden geçmek gerekir ve bunlar
seni bir yere götürmez. Ne gereği var? Yalnızca su içerek yaşasan bile bu seni
ruhani bir insan yapmaz, varlığına özgürlük katmaz. Ve her türlü yiyeceği
bırakıp yalnızca su ve havayla yaşayabilmek için on beş-yirmi yıl eğitilmen
gerekir.
Bu yüzden ona, "Sana adresi verebilirim ama beni
dinlersen oraya gitme çünkü bu adam çatlaktır. Sen şu anda yalnızca yarı çatlak
durumdasın, senin için geri dönüş mümkün. Eline ne geçecek? Neden bu fikre bu
kadar saplanmış durumdasın?" Saplantısının nedeni yalnızca saf hava ve
suyla yaşarsa fiziksel olarak ölümsüz olacağı inancıydı.
"Saçmalık bu", dedim! "Birçok insan yalnızca
hava ve suyla yaşadı ve hiç birisi hayatta değil; tek bir kişi bile ölümsüzlüğü
elde edemedi. Gerçekten ölümsüz olmak istiyorsan sana bunun yolunu
gösterebilirim çünkü bu ölümsüz olmakla değil keşfetmekle ilgilidir. Sen zaten
ölümsüzsün; yalnızca bunun farkında değilsin. Farkındalık kazanman lazım."
Ve ben ona farkındalık ve meditasyondan söz ederken bunlarla ilgilenmediği için
ortadan kayboldu ve bir daha da gelmedi.
Ama Veena yakalanmıştı. Bu kazara oldu! O zamandan beri
meditasyon yapıyor ve bazen başarılı oluyor; ki ne zaman meditasyonda başarılı
olursan başaramayacağın anlar olacaktır; gündüzler ve geceler olacaktır.
Doğal olarak bunca yıldan, on beş veya on altı yıldan sonra
"Sen tüm güzelliğin, zarafetin ve enginliğinle yanımdan uçup giderken, ben
gıcırtılı bir kağnının yanından yürüyormuşum gibi hissediyorum" diyor.
Mutlu olmalısın çünkü en azından gıcırtılı, külüstür bir
kağnıya sahipsin. Ona bile sahip olamayan milyonlarca insan var. Ve fazla
gıcırdıyorsa yalnızca İtalyan bir sannyasinden onu biraz yağlamasını
isteyebilirsin. Sarjano bunu yapabilir. Ve uçan bir kağnı yapmak büyük bir
sevinç ve mucize olacaktır; sadece kağnına biraz ilgi göster. Her şeye rağmen
gidiyor. Ya da belki sen onun gıcırtılı olmasından hoşnutsun çünkü bu sana
gidiyor olma hissi veriyor. Acele etme. Uçman gerekmiyor. Bazen bu tehlikeli
olabilir.
Daha geçen gün Kanada'dan bir mektup aldım. Genç bir kadın
buraya gelmek istiyor ama uçmaktan korkuyor. Şimdi Kanada'dan buraya külüstür
bir kağnıyla gelmek gerçekten çok uzun zaman alır. Bu yüzden bana, "Önce
bu paranoyamdan kurtulmama yardım edin. Uçağa adım bile atamıyorum" diyor.
Dünyanın her yerinde birçok çatlağım var! Ama hepsi çok iyi
insanlar. Birkaç gün önce de Almanya'dan başka bir kadın —ki onun sorunu daha
büyük— evden çıkmaya korkuyor, "Yardım edin, Pune'ya gelmek
istiyorum!" yazmış.
Şimdi uçmaktan korkan bu kadına tren, araba, otobüs, hatta
at gibi diğer ulaşım yöntemleri önerilebilir ama evinden çıkmaya korkan
kadına... Yine de onlara bir şey tavsiye etmem gerek ve tavsiye sadece benden
geldiği için işe yarayacak. Aslında kayda değer bir şey olduğu yok; bir tavsiye
uydurmam gerekiyor: "Ağzına bir soğan atıp evden çıkarsan başına asla
hiçbir tehlike gelmeyecektir!" Ve ben bunu tavsiye ettiğime göre soğanın
büyük bir sırrı olmalı...kısa süre sonra kadın burada olacaktır çünkü bu
korkular yalnızca zihin yapımı, zihin ürünüdür.
Uçma korkusu, evden çıkma korkusu
diye bir şey yoktur; her gün milyonlarca insan evinden dışarıya çıkıyor ve
binlercesi uçağa biniyor. Ve ölüm oranı doğal ölümden fazla olmadığına göre
yatağında uyurken ölmenle uçarken ölmen arasında pek bir fark yoktur.
Ölüm oranı aynıdır.
Aslında yatakta ölme şansın daha fazla çünkü insanların
yüzde doksanı öyle ölüyor. Korkman gereken bir yer var, o da kendi yatağın! Kaç
ondan! Onu göstermelik olarak tut ama asla üzerinde uyuma! Geceleri kapıları
kapayıp yerde yat çünkü birinin yerde yatarken öldüğü hiç duyulmamıştır. Ve
bunu da deneyenler var...
Benim resmi sekreterim Anando ölümden kaçmak için küvette
yatıyor! Çünkü kimse küvette ölmemiştir. Yatağı hazır duruyor, o yalnızca
göstermelik. Ne zaman Shunyo'dan onu bulmasını istesem, "Banyosuna
bak" demek zorunda kalıyorum. Ve küvette battaniyesi ve geceliğiyle uyuyor
oluyor. Ölümden kaçmak için harika bir yöntem!
Veena, içinde bulunduğun durum seni çileden çıkarmasın.
Büyüyorsun. Herkesin kendi büyüme hızı vardır. Bazıları hızlı, bazılar yavaş
büyür —onlar için doğal olanı hangisiyse— burada daha iyi veya daha kötü diye
bir durum söz konusu değildir. Bana sorarsan sen gayet doğru gidiyorsun. Bana,
şu anda doğanın izin verdiği en derin biçimde yanıt veriyorsun.
Bir şeyi zorlamak doğaya karşı gelmektir. Kabullenerek,
gevşeyerek, yetinerek, akışın seni almasına izin vermeye Lao Tzu "suyun
akış yolu" derdi. Bazen nehir hızla akar. Bazen de çok yavaş hareket eder.
Bazen şelaleler halinde dağlardan düzlüğe akarken müthiş bir hızdadır. Ama
kesin bir şey varsa o da hızlı veya yavaş her nehrin sonunda okyanusa
vardığıdır.
Ve birisinin daha önce, birisinin daha sonra varmasının
önemi yoktur. Önemli olan varmaktır.
Yalnızca şu anı düşün; neşeni, huzurunu, merkezinde olma
halini. Bunlardan ne kadar keyif alırsan o kadar hızla artarlar. Ama bir anda,
hızla çok zenginleşme gibi düşünme. Bu içsel dünyaya ait bir zenginleşme bile
olsa kişinin hızla zenginleşmek için yanlış yollara başvurması gerekir ve içsel
dünyada yanlış yollara başvurulamaz. Bu yarar değil zarar getirir. Dış dünyada
hızla zenginleşmek istendiğinde yanlış yollara başvurulur.
Ama benimle olmak için en azından bir şeyin daima
hatırlanması gerekiyor: biz kâr peşinde değiliz, ödül peşinde değiliz. Bizim
ödülümüz şu anda. Bizim kârımız şu anın içindeki sevincimizdir.
Farelli İtalya'dan gelip restoran açmış ve çok başarılı
olmuştu. Ama yine de muhasebeyi en basit şekliyle tutuyordu. Ödenmesi gereken
hesaplar puro kutusunda, ödenme vakti gelenler mikserin içinde, nakit paraysa
kasadaydı. Bir gün ekonomiden yeni mezun olmuş olan en küçük oğlu,
"Baba," dedi. "Nasıl olup da işi bu şekilde götürdüğünü
anlamıyorum. Ne kadar kâr ettiğini nereden anlıyorsun?"
"Şöyle evladım," diye yanıtladı Farelli,
"Gemiden indiğimde altımdaki pantolondan başka hiçbir şeyim yoktu. Sadece
bir pantolon. Bugün ağabeyin doktor, ablan öğretmen, sen de yeni mezun
oldun."
"Biliyorum baba ama..."
"Annenle benim güzel bir arabamız, güzel bir evimiz ve
işimiz var ve tüm bunları karşılayabiliyoruz. Yani bunların hepsini toplayıp
pantolonu çıkarınca geriye kalanın hepsi kârımızdır."
Onca önemsiz ayrıntıya takılmaya ne gerek var? Zavallı
İtalyan pek güzel idare ediyormuş! Şimdi bunların hepsini toplayıp pantolonu
çıkarınca geriye kalan her şey kâr oluyor.
Bu yolda hesap tutmana gerek yoktur. Her anı bütünlükle,
sevinçle yaşa ve devam et. O anın anısını bile taşıma: o bile yük olur, o bile
seni gerçekliğe doğal bir şekilde yanıt vermekten alıkoyar. Doğal olmak ve
yanıt verebilmek istiyorsan çok temiz, ayna gibi bir zihne ihtiyacın vardır.
Onun üzerinde hiçbir toz birikmemeli.
Ve Veena, benim görebildiğim kadarıyla gayet iyi
gidiyorsun. Ama bunlar insanlarda tekrar tekrar ortaya çıkan, belki daha iyisi
yapılabilir, belki kağnı yerine uçakla gidebilirim tarzında insana özgü
arzulardır. Bu fikirler yalnızca endişe yaratıp doğal büyümeni rahatsız
ederler.
Her anı yaşa ve belleğinde birikmelerine izin verme. Belleğini
temiz tut.
Ve hayal bile edemediğin şeylerin hepsi başına gelecek.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 5 -Yalnızca
Birazcık Kendini Kaybetme Mahareti
Turist olma, telaş içinde olma. Otur ve rahatla.
Sessizliğe, derinlere bak ve derinliğin gözlerine nüfuz etmesine izin ver ki
benliğine kadar ulaşabilsin. Bir an gelecek ve bakanla bakılan, gözlemleyenle
gözlemlenen bir olacak. O an meditasyondur. 27 Nisan 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Nietzsche
şöyle yazmış: "Canavarlarla savaşan kişi dikkat etmelidir ki kendi bir
canavara dönüşmesin. Sen dipsiz bir kuyuya uzun uzun baktığında, dipsiz kuyu da
sana bakar." Bu son cümle meditasyon sanatının çok güzel bir tanımı gibi
görünüyor. Yorum yapabilir misiniz?
Uaneesha, Friedrich Nietzsche çok tuhaf bir filozof, şair
ve mistiktir. Onun tuhaflığı felsefesinin alışılmış, akılcı yaşam görüşünden
farklı olmasında ve aynı zamanda düz yazıyla şiir yazmasında yatıyor. O, aynı
zamanda tuhaf bir mistiktir de çünkü hiçbir zaman mistisizmin alışılmış
yollarından yürümedi. Mistisizm onun başına gelmiş gibi görünüyor.
Belki hem bir filozof hem de şair olarak bir mistiğin
yaşayacağı deneyimlere açık bir hale geldi. Filozof saf mantıktır, şair ise saf
mantıksızlıktır. Mistik ikisinin de ötesindedir. O, mantıklı veya mantıksız
diye sınırlandırılamaz. Hem ikisidir hem de hiçbiri.
Bir filozofun aynı zamanda şair de olması çok seyrek
görülür çünkü bu ikisi tam zıttır. İnsanın içinde müthiş bir içsel gerginliğe
neden olur. Zaten Nietzsche de bu gerginliği en uç noktasına kadar yaşamıştır.
Bu, onu en sonunda deliliğe kadar götürmüştür çünkü bir yandan Batı
felsefesinin en zeki ürünlerini verirken, bir yandan da öylesine şairane bir
bakış açısına sahipti ki bu iki uç, içinde sürekli bir mücadeleye neden olmuş
olmalı. Bir şair ve bir filozofun aynı yastığa baş koyması pek kolay değildir.
Şair olmak veya filozof olmak kolaydır ama ikisinin bir arada olması kişiyi
inanılmaz zorlar.
Nietzsche hiçbir bakımdan vasat biri değildir; filozof olarak
da en az şair olarak olduğu kadar deha sahibidir. Ve sorun yürekle zihin
arasındaki gerilim yüzünden daha karmaşık bir hal alıyor. O bir filozoftan daha
fazlasına, felsefeden, şiirden daha fazlasına açılmaya başlıyor. Mistizmden
kastım budur.
Onun söylediği çok büyük bir önem taşıyor:
"Canavarlarla savaşan kişi dikkat etmelidir ki kendi bir canavara
dönüşmesin."
Her zaman çok dikkat etmeden de dost
seçilebileceğini ama çok uyanık olmadan bir düşmanın kaldırılamayacağını
söylüyorum çünkü dostun seni değiştirmeyecektir ama düşmanın değiştirecektir.
Dostla kavga etmezsin, tartışmazsın; o seni olduğun gibi kabul eder, sen de
onu. Oysa düşmanla durum tamamen farklıdır. Sen onu yok etmeye
çalışırsın, o da seni. Ve doğal olarak birbirini
etkileyecek, birbirinizden yöntemler, yollar ve teknikler kapmaya
başlayacaksınızdır.
Bir süre sonra kimin kim olduğunu bulmak neredeyse imkânsız
olacak, ikisi de aynı şekilde davranmak, aynı dili kullanmak, aynı seviyede
olmak zorunda. Kendi yüksekliğinde kalarak aşağıda, karanlık vadideki
düşmanınla savaşamazsın; onun seviyesine inmen gerekir. En az onun kadar
acımasız ve kurnaz olman gerek, hatta kazanmak istiyorsan belki daha bile
fazla.
Nietzsche haklı. "Canavarlarla savaşan kişi dikkat
etmelidir, ki kendi bir canavara dönüşmesin. Sen dipsiz bir kuyuya uzun uzun
baktığında, dipsiz kuyu da sana bakar."
Bu cümlenin ikinci kısmı gerçekten de meditasyonun özünü
oluşturuyor: o boşluğa, hiçbir şeye, dipsiz bir kuyuya bakmaktır. Ve sen dipsiz
bir kuyuya baktığında bu tek taraflı kalmaz, dipsiz kuyu da senin gözlerinin
içine bakmaktadır.
Sana baktığımda yalnızca ben sana
bakmıyorum; sen de bana bakıyorsun. Dipsiz kuyu da kendine has bir yolla sana
bakar. Boş gökyüzü, uzaklardaki yıldızlar da sana bakar. Ve dipsiz kuyuya da
senin içine bakma izni verirsen, kısa bir süre sonra kendinle onun sessizliği
arasında büyük bir uyum olduğunu, onun bir parçasına dönüştüğünü görürsün.
Dipsiz kuyu hem senin içinde hem de dışında olacaktır.
Onun bu söylediği hem müthiş derecede güzel hem de
doğrudur. Meditasyon yapan kişi dönüşmek istediği şeylere bakmalıdır. Sessiz,
bulutsuz gökyüzüne bak. Yeterince bakarsan, içindeki küçük düşünce bulutlarının
yok olacağı bir noktaya geleceksin ve bu iki gökyüzü bir olacak. Ne iç ne de
dış kalacak: sadece tek bir genişlik olacak.
Meditasyon yapanlar binlerce yıldır sabah yeni doğan güneşe
bakar çünkü günün geri kalan kısmında güneşe bakmak çok güçleşir. Oysa yeni
doğmuş, ufukta yeni beliren güneşe bakmak gözler için tehlikeli değildir. Ve
izin verdiğinde ufkun her yanına yayılan ışık ve renkler senin içinde de
yayılmaya başlar; ufkun bir parçası olursun. Artık yalnızca izleyici değil
manzaranın bir parçasısındır.
Eski bir Çin hikâyesine göre resme karşı büyük bir ilgisi
olan ve büyük bir koleksiyona sahip olan bir imparator en güzel resmi yapana
çok büyük bir ödül vereceğini duyurmuş.
Ülkenin en iyi ressamları başkentte toplanıp çalışmaya
koyulmuşlar.
Ressamlardan biri, "Bu benim en azından üç yılımı
alır" demiş.
İmparator, "Ama ben çok yaşlıyım" diye itiraz
etmiş.
Ressam, "Endişelenmenize gerek yok" demiş.
"Ödülü bana hemen verebilirsiniz. Siz hayatınızdan emin olamasanız bile
ben resmimden eminim. Ödülü talep ediyor da değilim. Yalnızca daha önce hiç
yapılmamış bir iş yapacağımı söylüyorum. Size bir resmin aslında nasıl olması
gerektiğini göstermek istiyorum; yani ne kadar ömrünüz olduğunu unutun, ödülü
de unutun. Bana üç yıl ve sarayda ayrı bir yer verin. Ben çalışırken kimse
oraya gelemez; üç yıl boyunca yalnız bırakılmam gerekiyor."
Her gün imparator için heyecanla dolmuştu. Adam çok ünlü
bir ressam olmakla kalmayıp aynı zamanda bir Zen ustasıydı da. Sonunda o üç yıl
geçti ve ressam imparatoru çağırıp o odaya aldı. Tüm duvar boyunca güzel dağlık
bir ormanın resmini yapmıştı. Şelaleler ve ormanın çevresini dolanan sonra
ağaçların, dağların arasında kaybolan küçük bir yol vardı.
Resim öylesine canlı, öylesine üç boyutluydu ki imparator
bunun bir resim olduğunu tamamıyla unutarak ressama, "Bu yol nereye
gidiyor?" diye sormuş.
Ressam, "Bu yolu daha önce hiç takip etmedim ama
birlikte yürüyüp nereye gittiğini görebiliriz" diye yanıt vermiş. Hikâyeye
göre ressamla imparator bu yolu takip edip, ormana girmişler ve bir daha da
geri dönmemişler. Resim hâlâ durur ve iki kişinin o yolun üzerindeki ayak
izleri görünür. Bu son derece inanılmaz görünse de taşıdığı anlam müthiş
derecede önemlidir. Ressamın söylediği şey, kişi o resimde kaybolamadığı sürece
resmin resim olmadığıdır. Manzaranın bir parçası olamadığın sürece bir şey seni
ayrı tutmaktadır; kendine günbatımı veya gündoğumu da olsa onunla bütünleşme,
bir olma iznini vermiyorsun demektir.
Meditasyon yapan kişi farklı yollarla, yaşamın farklı
yönleriyle kaybolmayı öğrenmelidir. Onlar senin artık olmadığın anlardır,
yalnızca saf sessizlik, dipsiz bir kuyu, bir gökyüzü, üzerinde hiçbir kıpırtı
olmayan sessiz bir göl kalmıştır. Onunla bir olmalısın. Ve gereken tek şey
oradan geçen biri, bir turist, acelesi olan biri olmamak. Otur ve rahatla.
Sessizliğe, derinlere bak ve derinliğin gözlerine nüfuz etmesine izin ver ki
benliğine kadar ulaşabilsin.
Bir an gelecek ve bakanla bakılan, gözlemleyenle
gözlemlenen bir olacak. O an meditasyondur: ve varoluşta bunun dışında altın
deneyim yoktur. Bu altından deneyimler senin olabilir... kendini sonsuz, senin
taşıyamayacağın kadar büyük bir şeyin içinde kaybedebilmen için yalnızca biraz
sanat, birazcık hüner gerekir. Ama o seni taşıyabilir. Ve bunu ancak onun seni
taşımasına izin verdiğinde deneyimleyebilirsin.
Friedrich Nietzsche haklı: o kendi deneyiminden yola çıkmış
olmalı.. Onun Batıda doğmuş olması talihsizliktir. Doğuda yaşasaydı, Gautam
Buda, Mahavir, Bodhidharma veya Lao Tzu'yla aynı kategoride olurdu. Batıda ise
bir akıl hastanesine gitmeye zorlandı.
Kendisi de bunu çözemiyordu. Bu çok fazlaydı: bir yandan
büyük filozof akılcılığı, bir yandan şair sezgileri ve arada da o aniden
beliren anlık mistik deneyimler....bu çok fazlaydı. Bunun altından kalkamadı ve
dağılmaya başladı. Bunların hepsi birbirinden o kadar farklı, o kadar zıttılar
ki.. .bir şekilde onları bir araya getirmeye tüm gücüyle çalıştı ama onları bir
araya getirme çabasının kendisi sinirsel olarak çökmesine neden oldu.
Aynı deneyim Doğuda bambaşka bir olay olarak yaşanırdı. Bu
bir çöküş yerine yepyeni bir buluş olurdu. Doğu binlerce yıldır bununla
uğraşıyor, tüm dehasını tek bir şeye adamış durumda; o da meditasyon.
Meditasyonun her kenarına, köşesine bakmış durumda ve hem şiire, hem felsefeye
sorun çıkmadan, herhangi bir zıtlık veya gerilim olmaksızın izin verebilecek
kapasiteye sahip. Tam tersine meditasyon sayesinde hepsi değişik enstrümanların
aynı parçayı çaldığı bir çeşit orkestraya dönüşüyor.
Dünya birçok talihsizliğe sahne olmuştur ama bunların
arasından en çok Friedrich Nietzsche'ye üzülürüm çünkü ne büyük bir potansiyele
sahip olmuş olduğunu görebiliyorum. Ama yanlış bir ortamda oluşu, kendisinden
önce gelen birinin olmayışı ve kendi başına, yalnız olarak bunu çözebilecek bir
yol bulamayışı...bunlar kesinlikle bir birey için, her birey için tek başına
çözülemeyecek kadar fazladır.
Binlerce yıldır insanlar birçok köşesinden tuttu ve artık
Doğuda her türlü dahiyi özümseyebilecek bir ortam oluştu. Ve deha meditasyona
zarar vermeyecek; meditasyon zenginleşeceği gibi kişinin kendi boyutu da —şiir,
edebiyat, bilim— zenginleşecek.
Nietzsche yalnızca yanlış yerdeydi ve yalnızca onun deli
olduğunu düşünebilen yanlış insanlarla çevriliydi. Ve onlara gerçekten deli
gibi görünüyordu.
İki çocuk kumsalda oynuyordu. Biri diğerine sordu:
"Büyüyünce ne olmak istiyorsun?"
Çocuk, "Ben büyüyünce büyük bir peygamber olmak
istiyorum" dedi. "Çok büyük hakikatlerden konuşacağım."
Diğeri, "Ama peygamberleri kimsenin dinlemediği
söylenir. Niye peygamber olasın ki?" diye sordu.
"Ah," dedi çocuk. "Biz peygamberler çok
inatçıyızdır."
Bu inatçılık başlı başına bir sorun olmuştu çünkü tüm
toplum ona karşıydı, tek başına, tek elle insanların aklının bile ermediği ama
yanlış anlamak için kesinlikle hazır oldukları kendi hakikati için savaşan bir
adamdı. Kişi dürüstse ve hiçbir şey anlamıyorsa, "Anlamıyorum" demesi
gerekir. Ama insanlar dürüst değildir. Bir şeyi anlamadıkları anda onu yanlış
anlamaya başlarlar. Yanlış anlamaları, cehaletlerini gizleme yöntemleridir.
Bazı hakikatlere ulaşmış olanlar kesinlikle inatçı insanlardır.
Onları çarmıha da gersen fikirlerini değiştiremezsin. Onları tımarhaneye
tıkabilirsin ama içlerinde hissettikleri hakikati yerine getirmeye devam
edeceklerdir. Onların içgörüleri yaşamlarından daha değerli hale gelmiştir.
Doğu, özellikle geçmişte, peygamberler, filozoflar, şairler
ve mistikler için daha verimli bir toprak olmuştur. Bu artık geçerli değildir
ama yine de havada geçmişin bir yankısı mevcuttur. Batı Doğuyu da bozmuştur.
Batı Sokrates geleneğinin zehirlendiği, İsa'nın çarmıha gerildiği bilgisine
sahipken, Doğu tamamen masumdur. Herkesin kendi hakikatini dile getirmeye hakkı
olduğu kabul edilmiş bir gerçekti. Ona katılmıyor olman onu öldürmen gerektiği
anlamına gelmiyordu. Ona katılma; bu da senin hakkın. En azından birbirimizle
aynı fikirde olmamız gerekmediği konusunda aynı fikirde olabiliriz. Ama
tartışma yapamadığında kılıçları konuşturmanın da alemi yok. Kılıçlar
tartışmanın yerine geçemez.
Ama bu hava son iki bin yıldır değişmektedir çünkü bu ülke
tekrar tekrar barbar, uygarlaşmamış, felsefe hakkında hiçbir fikirleri olmayan
kültürsüz insanlar tarafından istila edilmektedir. Ve son olarak, son üç yüz
yıldır Batı, Doğunun zihnini bozmak için eğitim sistemi; liseleri,
üniversiteleri aracılığıyla, olası her yolu deniyor.
Artık Doğuda bile çarmıha gerilmek mümkün. Birkaç gün önce
Hindu dininin ileri gelen liderlerinden biri, Katoliklerin Papası'na denk düşen
Shankaracharya Svarupananda birkaç günlüğüne buradaydı. Neelam beni bu durumdan
haberdar ettiğinde ona, bana karşı kesinlikle bir şeyler söyleyecektir dedim.
Ama son gün, gitmeden bir gün önce benimle ilgili konuştuğu için bundan haberim
olduğunda çoktan gitmişti.
Benim hakkımda söylediği öyle zavallı bir şey ki insan ona
karşı büyük bir acıma duyuyor. Büyük Doğu felsefe geleneğine ne oldu? Ki bu
insanlar bu gelenekleri temsil ediyor. Benim için, "O insanlık tarihinde
hiç görülmediği kadar tehlikeli bir adam" demiş. Ve bunun nedenini de
söylememiş. Bu benim için bir iltifattır. Ama en azından bana bu kadar büyük
bir iltifat etmesinin; "insanlık tarihinde hiç görülmediği kadar"
demesinin nedenini sorma hakkım var. Ve benim nerem tehlikeli?
Doğunun yolu bu değildi. Bu yorumu dinlerken aklıma asıl
shankaracharya, Adi Shankaracharya geldi. O neredeyse bin dört yüz yıl önce
yaşamıştı. Genç yaşta, otuz üç yaşında öldü. Yeni bir sannyasin geleneği
yarattı, her dört yön için birer tane tapınak yaptırdı ve her yön için bir
tane, yani dört değişik shankaracharya atadı. Onunla ilgili olarak tüm ülkeyi
dolaşıp en büyük, en meşhur filozofları alt ettiğini hatırladım, o zamanki
ortam bambaşkaydı.
Büyük filozoflardan biri de Mandan Mishra'ydı: çok sayıda
takipçisi vardı, hâlâ onun adının verilmiş olduğu bir yer mevcuttur. Orada
defalarca bulundum. En güzel nehirlerden biri olan Narmada'nın kıyısındadır.
Bu, nehrin dağdan indiği yer olduğu için müthiş güzelliğe sahip bir yerdir.
Buranın adına Mandan Mishra'nın anısına Mandala denmiştir.
Shankara Mandan'la tanıştığında otuz yaşlarında olmalı.
Kasabanın hemen dışında birkaç kadın bir kuyudan su çekiyorlardı. Onlara,
"Büyük filozof Mandan Mishra'nın nerede yaşadığını öğrenmek
istiyorum" dedi.
Kadınlar gülüşmeye başlayıp, "Endişelenmeyin, hemen
içeri girince bulursunuz" dediler.
Shankara, "Ama nasıl bulacağım?" diye sordu.
Ona, "Bulursun çünkü onun evinin etrafındaki
papağanlar bile —büyük bir bahçesi ve içinde bir sürü papağanı vardır—
Upanishadlar'dan, Veda'lardan şiirler okur. Upanishadlar'dan güzel şiirler
okuyan papağanlar duyarsan bunun Mandan Mishra'nın evi olduğundan emin
olabilirsin. Buna inanamadı ama gidip gördüğünde inanmak zorunda kaldı. O
sırada yetmiş yaşlarında olan Mandan Mishra'ya sordu, "Çok uzak bir
yoldan, ta Güney Hindistan'dan seninle bir münazara yapmaya geldim. Yalnız bir
şartım var: yenilirsem ben senin takipçin olacağım, sen yenilirsen de sen benim
takipçim olmak zorundasın. Doğal olarak senin takipçin olursam benim
peşimdekiler de senin takipçin olacak. Aynı şey senin için de geçerli."
Yaşlı Mandan Mishra bu genç adama bakıp, "Sen çok genç
olduğundan bu meydan okumayı kabul edip etmeme konusunda biraz duraksıyorum.
Ama eğer ısrar ediyorsan başka yolu yok; kabul etmek zorundayım. Ama binlerce
münazaraya katılmış yetmiş yaşında bir adamın otuz yaşında biriyle tartışması
doğru görünmüyor. Bunu dengelemek için bir önerim olacak" —ve müthiş değerli
olan da bu atmosferdi— "sana kararı verecek yargıcı seçme şansı
tanıyacağım. Git bir yargıç bul. Çok gençsin ve kaybetsen bile en azından
yargıcı kendin seçmiş olma tatminine sahip olmanı istiyorum."
Peki yargıcı nereden bulacaktı? Genç adam Mandan Mishra'nın
karısı hakkında birçok şey duymuştu. Adı Bharti'ydi. Yaşlıydı, altmış beş
yaşındaydı. "Yargıç olarak karını seçiyorum" dedi.
Ortam buydu, öylesine insani, öylesine sevecen...Önce
Mandan Mishra ona seçme şansını vermiş, sonra da o Mishra'nın kendi karısını
seçmişti. Bharti, "Ama bu doğru olmaz. Ben onun karısıyım ve kaybedersen
benim önyargılı olduğumu, kocamın tarafını tuttuğumu düşünebilirsin."
Shankara, "Hiçbir şüphe duymam söz konusu değil"
dedi. "Sizin dürüstlüğünüzle ilgili çok şey duydum. Yenilirsem, yenilirim.
Ve eminim ki kocanız da yenilirse bu gerçeği saklayacak olan en son kişi
sizsiniz."
Münazara altı ay sürdü ve insanoğlunun düşünmüş olduğu her
noktada tartıştılar, münakaşa ettiler, alıntılar ve yorumlar yaptılar ve altı
ayın sonunda Mandan Mishra'nın karısı, "Shankara kazandı, Mandan Mishra
yenildi" dedi.
Bu altı ay boyunca binlerce kişi onları dinlemişti. Bu iki
alabildiğine rafine mantığın konuşmalarını dinlemek çok büyük bir deneyimdi ve
Mishra'nın karısının Shankara'yı galip ilan etmesi de müthiş bir deneyimdi. Bir
süreliğine ortalık tamamen sessiz kaldıktan sonra Bharti, "Ama unutma ki
sen yalnızca yarı galip sayılırsın çünkü kutsal metinlere göre karı ve koca bir
bütünü oluştururlar. Ben Mandan Mishra'nın öteki yarısıyım. Bir yarıyı yendin,
şimdi ötekini de yenmelisin" dedi.
Shankara kayıptaydı. Altı ay boyunca oldukça zorlanmıştı,
hatta birçok kez pes etmeyi düşünmüştü çünkü yaşlı adam bu yaşında bile son
derece keskin bir zekâya sahipti. Daha önce kimse Shankara'nın önünde altı ay dayanamamıştı
ve şimdi karısı kendisine bu zaferin yarım kaldığını söylüyordu. Bharti,
"Ama ben de sana yargıcını seçme şansı veriyorum" dedi.
"Mandan Mishra'dan daha iyisini nerede
bulacağım?" diye yanıt verdi Shankara. "Siz o kadar sade ve adil
insanlarsınız ki." Ama Bharti çok zekiydi, Shankara'nın hayal ettiğinden
bile daha zekiydi ve ona cinsellik ilmiyle ilgili sorular sormaya başladı.
Shankara, "Beni affedin ama ben cinsel perhizdeyim ve
cinsellik hakkında hiçbir bilgim yok" dedi.
Bharti, "O zaman yenildiğini kabul etmen gerek ya da
bunu araştırmak ve deneyimlemek için bir süre istersen sana zaman tanımaya
hazırım" diye yanıt verdi.
Öyle tuhaf bir durumda kalmıştı ki, altı ay istedi ve altı
ay süre tanındı. "Git ve öğrenebileceğin kadar şey öğren çünkü bu konuyla
başlayacağız ve sonra diğer konulara geçeceğiz" dedi Bharti."Mandan
Mishra'yı yenmek basit bir şey değil ama bu iki katı zor olacak çünkü ben daha
zorlu bir kadınım. Kocamın yenildiğini ilan edebiliyorsam ne kadar zorlu biri
olduğumu anla. Bu kolay olmayacak. Eğer korkuyorsan geri dönme; aksi taktirde
seni altı ay bekleyeceğiz."
Bu atmosfer binlerce yıl devam etti. Öfkelenmek, karşı tarafı
kötüye kullanmak, haklı olduğunu fiziksel kuvvetle, silahla veya ordularla
kanıtlamak söz konusu değildi. Bunlar barbar yöntemler olarak görülüyordu;
bunlar kültürlü insanlara göre değildi.
Nietzsche yanlış zamanda yanlış yerdeydi; kendi zamanının insanları
tarafından anlaşılamamıştı. Şimdi yavaş yavaş ona olan ilgi artıyor; git gide
daha çok insan onunla ilgilenmeye başlıyor. Belki gelişini biraz
erteleyebilseydi bu kendisi için daha iyi olacaktı. Ama ne zaman geleceğimiz ve
ne zaman gideceğimiz bizim elimizde değil. Ve onun dehasına sahip olan kimseler
her zaman zamanından önce gelirler. Ama yine de Budaların arasındaki saygın
yerini alması gerekir. O gün fazla uzakta değildir.
Batının tüm diğer sözde büyük filozofları unutulduğunda
Friedrich Nietzsche hâlâ hatırlanıyor olacak çünkü o hâlâ araştırılması gereken
derinliklere sahiptir, sadece görmezlikten gelinmiş içgörüleri vardır ve deli
diye bir kenara atılmıştır.
Deli bile olsa bunun önemi yoktur. Söyledikleri öyle
doğrudur ki o doğruluğa varabilmek için kişinin deli olması gerekse bile buna
değer.
Sevgili
Osho,
Yakın
zaman önce güce duyulan istekten söz ettin. Bu isteğe, bu özleme sahip olmanın,
kendi kendinin ustası olmanın önemini anlattın. Aynı zamanda sık sık her
arzunun insanın hayal kırıklığı duymasının temel nedeni olduğunu
tekrarlıyorsun. Lütfen istek ve arzu arasındaki farkı açıklar mısın?
Gyan Saahaba, istek ve arzu neredeyse aynı şeymiş gibi
görünseler de aralarında çok büyük fark vardır. Arzu her zaman bir şeylere
yöneliktir. Daha fazla para, daha fazla prestij, daha fazla saygınlık, bilgi,
erdem, öteki dünyada daha iyi bir mevki; bunlar hep arzulardır. Milyonlarca
arzu duyulabilir çünkü dünyada arzu nesnesi olabilecek milyonlarca şey vardır.
Arzu her zaman bir nesneye ihtiyaç duyar.
İstek nesnel değildir; ona bir şeyin daha katılmasını
istemez. İstek kısaca senin yaşam gücünün ta kendisidir ve içinde gizli olan
çiçekleri açığa çıkarmak için, sen olabilmen için bütünlüğüyle baskı yapar.
İsteğin bildiği tek bir şey vardır o da sensin ve senin
altın geleceğin. Sen şu anda yalnızca tohumdan ibaretsin. Ama yıldızlara erişen
ulu bir ağaca dönüşebilirsin.
En önemli Hollandalı ressamlardan biri olan Vincent Van
Gogh da tıpkı Nietzsche gibi deli ilan edilmişti. O da tımarhanede kalmak
zorunda kaldı ki kimseye zararı yoktu; yalnızca resimleri diğer insanların
fikirlerine uymuyordu. Ne garip...bu dünyada kimseye zararın olmadan kendi
kafana göre resim yapmakta bile serbest değilsin.
Öyle yüksek ağaç resimleri yapıyordu ki yıldızları bile
geride bırakıyorlardı - yıldızları aşıyorlardı. Doğal olarak insanlar ona,
"Bu tamamen delilik. Yıldızların ötesine geçen ağacı nerede gördün?"
diye soruyorlardı.
Ve her zaman verdiği yanıt müthiş derecede önemlidir. O
şöyle derdi. "Benim için ağaçlar dünyanın isteğini simgeler. Dünya
yıldızların ötesine ulaşmak istiyor ve göreceksiniz bir gün bunu başaracak. Bu
daha sadece başlangıç o yüzden o kadar yüksek ağaçlar görmüyorsunuz. Ama ben
çok uzaklardaki geleceği görebiliyorum."
Oysa biz şairleri ve geleceği görenleri bile zararsız
öngörüleri için bağışlayamıyoruz. Fakat bu ne güzel bir düşüncedir: dünya
yıldızların ötesine ulaşmak istiyor. Bu isteği tanımlıyor.
Arzu her zaman sahip olmaya yöneliktir. İstek ise her zaman
bilince yöneliktir.
İstek yaşam gücüdür, varlığınızın bir alevidir. Başka
hiçbir şey istemez; yalnızca kendisinin bütünüyle açığa çıkmasını ister. Tohum
olarak kalmak istemez, yalnızca bir düş olarak kalmak istemez, gerçekliğe
dönüşmek, gerçek bir olgu olmak ister.
Gyan Saahaba, senin sorununu anlayabiliyorum. Bu birçok
kişinin aklına gelmiş olabilir çünkü her zaman arzunun aleyhinde konuştum ama
Friedrich Nietzsche'nin Zerdüşt'ünden söz ederken onun istek fikrinin sonuna
kadar yanındaydım.
Bir gül goncasında çiçekler açtığında bu istektir. Onlar
goncanın içinde saklanmaktaydı ve cisme gelmek istiyorlardı tıpkı senin içinde
gizlenen Gautam Buda'nın, Zerdüşt'ün dışarı çıkmaya çalıştığı gibi. Sen bir
tohumsun. Bu fikir senin içine yerleştikten sonra tohumun içinde kendini
çözmeye başlayan bir yılan keşfedeceksin; bu istektir. Nietzsche buna güce dair
istek demiştir. Ben buna gerçekleşmeye dair, mutlak olarak kendin olmaya dair
istek diyorum.
Arzu çok tehlikeli bir şeydir çünkü arzunun içinde kaybolabilirsin
ki bu milyonlarca kişinin başına gelmiştir. Arzular ormanı çok sıktır ve sonu
yoktur; her arzunun ardında bir başkasını bulursun. Ve hiçbir arzu doyum
getirmez. Her arzu sana yalnızca yeni bir düş kırıklığı getirir, yeni bir arzu
getirir. Ama bu arzulama eylemi; kendini gerçekleştirme isteği, potansiyelinin
nihai olarak çiçek açması isteği olarak kullanabileceğin enerjini alıp götürür.
Arzu istekten uzak düşmektir.
Benim buradaki çabam seni arzulardan tek noktalı isteğe
geri çekmek; kendini bilmek isteyen, kendisi olmak isteyen, içinde gizlenenleri
cisme kavuşturmak isteyen istek.
Mendel usta işi, terzi dikimi, kaliteli bir takım elbise
yaptırmak için yıllarca para biriktirmişti. Ama dışarıda takımıyla biraz
dolaştıktan sonra bazı sorunlar olduğunu fark etti ve terziye geri döndü.
"Kollar fazla uzun" dedi Mendel.
"Sorun değil, yalnızca kollarını daha ileri doğru uzat
ve dirseklerini bük" dedi terzi.
"Ama paçalar da fazla uzun."
"Tamam sorun değil, dizlerini kırarak yürü."
"Yakalarda fazla yüksek, kafamın yarısının üstüne
çıkıyor." ,
"Tamam. Yalnızca kafanı biraz yukarıya doğru
uzat."
Böylece Mendel ilk terzi dikimi takım elbisesiyle dış
dünyaya çıkmış. Bir çiftin yanından geçerken kadın, "Şu zavallı adama
bak" demiş. "Büyük bir hastalık geçirmiş olmalı".
Adam eklemiş, "Ama üzerindeki takım elbise son derece
kaliteli!"
Arzuların sana kaliteli bir takım elbise kazandırabilir ama
her şey hatalı olacağı için seni de aynı hastalıktan muzdarip edecektir.
Arzuların senin yalnızca kendin olabilmeni, tam olarak kendi kaderini yaşamanı
engeller.
İstek kişinin kendi kaderini yerine getirmeye dair duyduğu
özlemdir.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 6 -Yalnızlık
Tek Başınalığın Yanlış Anlaşılmış Halidir
Ortalama bir Amerikalı günde beş saat televizyon izliyor,
insanlar radyo dinliyor...sadece kendileriyle yüzleşmemek için. Bütün bu
faaliyetler tek bir neden yüzünden yapılıyor, yalnız kalmamak için çünkü
yalnızlık çok ürkütücü. Ve bu fikir başkalarından alınma bir şey. Yalnız
olmanın ürkütücü bir durum olduğunu sana kim söyledi? 25 Nisan 1987, Sabah
Sevgili
Osho
Geçen
gün tek başına doğduğumuzu, tek başına yaşadığımızı ve tek başına öleceğimizi
söyledin. Ama doğduğumuz günden beri, ne yaparsak yapalım, kim olursak olalım
birileriyle ilişki kurmaya, daha da ötesi, özellikle tek bir kişiyle
yakınlaşmaya karşı bir çekim hissediyoruz gibi görünüyor. Lütfen bu konuda
yorum yapabilir misin?
Dhyan Amiyo, sorduğun soru her insanın aklında olan bir
sorudur. Tek başımıza doğuyor, tek başımıza yaşıyor ve tek başımıza ölüyoruz.
Tek başınalık bizim doğamızda var ama bunun farkında değiliz. Bunun farkında
olmadığımız için kendimize yabancı kalıyor, tek başınalığı müthiş bir güzellik
ve mutluluk; sessizlik ve huzur; varoluşun içinde rahat olmak olarak
göreceğimize onu yalnızlıkla karıştırıyoruz.
Yalnızlık tek başınalığın yanlış anlaşılmış halidir. Tek
başınalığını yalnızlık olarak algıladığın anda tüm içerik değişir. Tek
başınalığın kendine has bir güzelliği, bir ihtişamı, olumlu bir hali vardır;
yalnızlıksa zavallı, olumsuz, karanlık ve kasvetlidir.
Herkes yalnızlıktan kaçar. O bir yara gibidir; acır. Ondan
kaçmanın tek yolu kalabalığın içinde olmak, toplumun bir parçası haline gelmek,
dostlar edinmek, bir aile kurmak, eşe ve çocuklara sahip olmaktır. Bu
kalabalığın içinde temel çaba yalnızlığını unutmak üzerinedir.
Ama kimse asla bunu unutmayı başaramamıştır. Senin doğanda
olan bir şeyi ne kadar görmezlikten gelmeye çalışsan da onu unutamazsın; o
kendini tekrar tekrar dayatacaktır. Ve sorun git gide daha karmaşık bir hal
alır çünkü onu hiçbir zaman olduğu gibi görememişsindir; kendini doğuştan
yalnız saymışsındır.
Sözlük anlamları aynıdır; bu, sözlükleri hazırlayan
insanların zihninin nasıl işlediğini gösteriyor. Yalnızlık ve tek başınalık
arasındaki sonsuz farkı kavrayamıyorlar. Yalnızlık bir boşluktur. Bir şey
eksiktir, onu doldurmak için bir şeyler gerekir, ama hiçbir şey onu dolduramaz
çünkü bu başından beri bir yanlış anlaşılmadır. Sen yaşlandıkça bu boşluk da
büyür. İnsanlar yalnız kalmaktan o kadar korkarlar ki bu yüzden en aptalca
şeyleri yaparlar. Tek başına kağıt oynayan adamlar gördüm; diğer elin sahibi
orada değildi. İki eli de kendilerinin oynayabileceği oyunlar icat etmişlerdi.
Bir şekilde kişi bir meşguliyet edinmeye çalışıyor. Bu, insanlarla veya işle
ilgili bir meşguliyet olabiliyor... İşbağımlısı insanlar var; hafta sonunun
yaklaşmasından korkuyorlar; ne yapacaklar diye? Ve hiç bir şey yapmazlarsa
kendi kendilerine kalacaklar ve bu en acı deneyimdir.
Dünyada, çoğu kazanın hafta sonlarında gerçekleştiğini
duymak şaşırtıcı olabilir. İnsanlar arabalara atlayıp konvoy halinde tatil
yerlerine, deniz kenarına, dağlara koşuyorlar. Oraya varmak sekiz saat, on saat
sürse de yapabilecekleri bir şey yok çünkü tüm kalabalık onlarla gelmiş
durumda. Şimdi kendi evleri, mahalleleri, şehirleri deniz kıyısındaki tatil
kasabasından daha sakin ve huzurlu. Hep beraber geldiler. Bir şeylerle meşgul
olmak uğruna...
İnsanlar kağıt oynuyor, satranç oynuyor, televizyon
izliyor. Ortalama bir Amerikalı günde beş saat televizyon izliyor, insanlar
radyo dinliyor...sadece kendileriyle yüzleşmemek için. Bütün bu faaliyetler tek
bir neden yüzünden yapılıyor, yalnız kalmamak için; çünkü yalnızlık çok
ürkütücü. Ve bu fikir başkalarından alınma bir şey. Yalnız olmanın ürkütücü bir
durum olduğunu sana kim söyledi?
Tek başınalığı tatmış olan kimseler onun bambaşka bir şey
olduğunu söyler. Bundan daha güzel, daha huzurlu, daha keyifli bir şey
olmayacağını söylerler.
Ama sen kalabalığı dinliyorsun. Yanlış anlayarak yaşayan
insanlar öylesine çoğunlukta ki bir Gautam Buda veya Zerdüşt kimin umurunda? Bu
tek tek bireyler yanılıyor olabilir, sanrılara kapılmış, kendilerini ve seni
kandırıyor olabilirler ama milyonlarca insan yanılıyor olamaz. Ve milyonlarca
insan kendi başına kalmanın hayattaki en korkunç deneyim olduğu, cehennem gibi
olduğu konusunda hemfikir.
Oysa bu korku yüzünden, bu yalnız kalmanın içsel
cehenneminden kaçmak için girilen hiçbir ilişki tatmin edici olamaz. Çünkü onun
kökleri zehirlenmiştir. Karını sevmiyorsun, onu yalnız kalmamak için
kullanıyorsun; o da seni sevmiyor. O da aynı paranoyaya sahip; seni yalnız
kalmamak için kullanıyor.
Doğal olarak sevgi adı altında her şey yaşanabilir; tabi
sevgi dışında. Kavgalar, tartışmalar yaşanır ama bunlar bile yalnızlığa tercih
edilir; en azından yanında birisi var ve onunla meşgul olduğun için
yalnızlığını unutuyorsun. Ama sevginin gelişmesi olanaksızdır çünkü onun için
gereken en temel şey orada değildir.
Sevgi asla korkudan doğmaz. "Geçen gün tek başına
doğduğumuzu, tek başına yaşadığımızı ve tek başına öleceğimizi söyledin. Ama
doğduğumuz günden beri, ne yaparsak yapalım, kim olursak olalım birileriyle
ilişki kurmaya çalışıyoruz" diyorsun.
Bu başkalarıyla ilişki kurma isteği kaçıştan başka bir şey
değildir. En küçük bebek bile yapacak bir şey bulmak ister; başka bir şey
bulamasa bile ayak parmağını emmeye başlar. Tamamen boş bir iştir, hiçbir şey
kazandırmaz ama yine de yapacak bir şeyler bulmuş olmak adına yapılır. Tren
istasyonlarında, havaalanlarında oyuncak ayılarıyla gezen çocuklar görürsün,
onlar olmadan uyuyamazlar. Karanlık yalnızlıklarını daha da tehlikeli hale
getirir. Oyuncak ayı büyük bir koruma sağlar; yanlarında biri vardır.
Senin Tanrın da büyüklerin oyuncak ayısından başka bir şey
değildir.
Olduğun gibi yaşayamıyorsun. İlişkilerin ilişki değil. Çok
çirkinler. Karşındaki insanı kullanıyorsun ve onun da seni kullandığının gayet
farkındasın. Ve birini kullanmak onu bir şeye, bir eşyaya indirgemektir. O
kişiye hiç saygın yok.
"Daha da ötesi, özellikle tek bir kişiyle yakınlaşmaya
karşı bir çekim hissediyoruz gibi görünüyor" diyorsun.
Bunun psikolojik bir nedeni var. Sen bir anne ve bir baba
tarafından büyütüldün; oğlan çocuğuysan anneni sevmeye ve rakibin olduğu için
babanı kıskanmaya başlarsın; kız çocuğuysan da babanı sever ve rakip olduğu
için annenden nefret etmeye başlarsın. Artık bunu kanıtlayan geliştirilmiş
doğrular var ve bunun sonucunda da hayatın berbat olur. Oğlan kadın kalıbı
olarak annesinin imgesini taşır. Sürekli bir şartlanma içindedir; yalnızca bir
tek kadını o kadar yakından tanımaktadır. Onun yüzü, saçları, sıcaklığı, her
şeyi içinde, psikolojisinde bir iz bırakır. Aynı şey kız için de babayla ilgili
olarak geçerlidir.
Büyüdüğünde bir adama veya bir kadına âşık olur ve
"Belki de biz birbirimiz için yaratılmışızdır" diye düşünürsün. Kimse
kimse için yaratılmamıştır. Peki o zaman niye tek bir kişiye karşı çekim
hissediyorsun? Bu içindeki anne veya babanın bıraktığı iz yüzündendir. O kişi
bir şekilde annene veya babana benziyordur.
Tabi ki başka hiçbir kadın annenin tıpatıp kopyası olamaz,
zaten kendine bir anne değil eş arıyorsun. Oysa içindeki iz senin için doğru
kadını belirler. Onu gördüğün anda kafanda hiçbir soru işareti kalmamıştır.
Anında ona karşı bir çekim hissedersin; içindeki iz hemen harekete geçer; bu
kadın sana uygundur, bu adam sana uygundur.
Bu, arada bir plajda, sinemada veya parkta buluşmaktan
ibaret olduğunda iyi bir şeydir çünkü birbirini bütünüyle tanımazsın. Ama
ikiniz de birlikte yaşamak, evlenmek için sabırsızlanırsınız ve bu âşıkların
atabileceği en tehlikeli adımlardan biridir.
Biriyle evlendiğin anda o kişiyi bütün olarak görmeye
başlarsın ve her şeyi seni şaşırtmaya başlar: "Bir yanlışlık olmalı, bu
adam/kadın o değil" çünkü içinde taşıdığın ideal kişiyle örtüşmemektedir.
Ve sorun katlanarak artar çünkü o da senin uymadığın bir ideali kendi içinde
taşımaktadır. Sen içinde ideal olarak anneni taşıyorsun. Bu yüzden evlilikler
yürümüyor.
Yalnızca çok seyrek olarak evlilikler başarılı olur ve
Tanrı sizi o evliliklerden korusun çünkü onlar psikolojik olarak hastalıklı
evliliklerdir. Bazı insanlar sadisttir, başkalarına işkence etmekten zevk
alırlar ve bazı insanlar da mazoşisttir ve kendilerine işkence etmekten zevk
alırlar. Eşler bu iki kategoriye dahil olduklarında evlilikleri yürür. Biri
mazoşist, diğeri sadistse bu mükemmel bir evliliktir çünkü biri işkence
çekmekten, diğeriyse işkence etmekten zevk alır.
Ama normalde kendinin sadist mi yoksa mazoşist mi olduğunu
görüp de diğer uçtan birini bulmak çok zordur. Yeterince şuur sahibiysen
psikologa gidip kim olduğunu, sadist mi yoksa mazoşist mi olduğunu
öğrenmelisin. Sonra da sana uygun birinin olup olmadığını sorabilirsin.
Bazen, kazara bir sadist ve mazoşist evlenirler. Onlar
dünyanın en mutlu insanlarıdır; birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayabilirler.
Bu nasıl bir ihtiyaçtır? - ikisi de psikopattır ve işkence gibi bir hayat
yaşarlar. Ama aksi taktirde evlilik yürümeyecektir ve bunun basit bir nedeni
vardır: içimizde taşıdığımız iz buna izin vermez.
Evlilikte bu ilişkiyi istemenin ardındaki temel neden bile
karşılanmaz. Karınla beraberken kendi başına olduğundan bile daha yalnızsındır.
Bir karı kocayı bir odada yalnız bırakmak ikisine de eziyet etmek anlamına
gelir.
Dostlarımdan biri emekliye ayrılıyordu; büyük bir
sanayiciydi ve benim tavsiyem üzerine emekliye ayrılıyordu. Ona, "Bu kadar
çok şeye sahipsin, oğlun da yok. İki kızın var ve ikisi de zengin ailelere
gelin gitti. Neden hâlâ gereksiz yere bunca dertle, işle, güçle, vergilerle
filan uğraşasın? Her şeyi bırakabilirsin, yeterince paran var. Bin yıl yaşasan
da yetecek kadar paraya sahipsin." dedim.
"Haklısın" dedi. "Ama asıl sorun iş değil
karımla yalnız kalacak olmam. Bana bizimle yaşayacağına söz ver hemen şimdi
emekliye ayrılayım."
"Bu çok tuhaf dedim. "Sen mi emekliye
ayrılıyorsun, yoksa ben mi?"
"Şartım bu." dedi. "Tüm bu sorunlarla
uğraşmaktan hoşnut muyum sanıyorsun? Hepsi karımdan kaçmak için."
Karısı birçok yerde gönüllü işler yapıyordu. Bir
kimsesizler yurdu, dullar için sığınak ve yoksullar ve tedavi masrafını
karşılayamayacak olan dilenciler için bir hastaneyi yönetiyordu. Ona da aynı
soruyu sordum, "Sabahtan akşama bu işlerle uğraşmaktan zevk alıyor
musun?"
"Zevk almak mı? Bu daha çok kendi kendine işkence
etmek gibi" dedi.
"Peki niye kendine böyle işkence ediyorsun?"
"Arkadaşından kaçmak için. Onunla yalnız kalmak başıma
gelebilecek en kötü şey."
Ve bu görücü usulü yapılmış bir evlilik değil bir aşk
evliliğiydi. Onlar evlenmek için ailelerine, tüm topluma, karşı çıkmışlardı
çünkü farklı dinlerden ve farklı kastlardan geliyorlardı, ama içlerindeki iz
onlara karşılarındakinin doğru kadın ve erkek olduğunu söylemişti. Ve tüm
bunlar bilinçsizce gerçekleşiyor. Belli bir kadına veya erkeğe neden aşık
olduğun sorusuna yanıt bulamayışın da bu yüzden. Bu bilinçli bir seçim değil.
Bu senin içindeki bilinçsiz iz tarafından verilmiş bir karar.
Amiyo tüm bu çaba, birini bulmak veya meşgul olmak için bin
bir türlü şeyle uğraşmak hep bu yalnızlık düşüncesinden kaçmak için. Ve bunun
meditasyon yapan insanla sıradan insanın ayrıldığı nokta olduğunu net olarak
kavramanı istiyorum.
Sıradan insan yalnızlığını unutmaya çalışırken, meditasyon
yapan kişi tek başınalığıyla daha yakından tanışmak ister. O dünyayı bırakmış,
yalnız kalabilmek uğruna mağaralara, ormanlara, dağlara çıkmıştır. O kim
olduğunu bilmek ister. Bu kalabalıkta zordur; dikkat dağıtıcı birçok şey
vardır. Ve tek başınalığı tadabilen kimse insanın tadabileceği en büyük
mutluluğu yaşamıştır çünkü senin varlığın mutludur.
Tek başınalığınla uyumlu hale geldiğinde başkalarıyla da
ilişki kurabilirsin; o zaman ilişkilerin sana büyük bir sevinç katacaktır çünkü
korkuya dayalı değillerdir. Tek başınalığını keşfettiğinde yaratıcı olabilir,
istediğin kadar çok şeyle uğraşabilirsin çünkü bu uğraş artık senin kendinden
kaçışın olmayacaktır. Artık o senin kendini ifade edişin olacaktır; potansiyelini
ortaya çıkarışın olacaktır.
Ancak böyle bir insan tek başına da toplum içinde de
yaşasa, bekar da evli de olsa her zaman mutlu, huzurlu ve sessiz olacaktır.
Onun yaşamı bir dans, bir şarkı, bir çiçeklenme, güzel bir kokudur. Ne yaparsa
yapsın o kokuyu da beraberinde getirecektir.
Ama atılacak ilk temel adım tek başınalığını mutlak bir
şekilde bilmektir.
Sen kendinden kaçmayı bu kalabalıktan öğrendin. Herkes
kaçtığı için sen de kaçtın. Her çocuk bir kalabalığın içine doğar ve diğer
insanları öykünmeye başlar; onlar ne yapıyorsa, o da aynılarını yapar. O da
aynı kederli durumun içine düşer ve hayatın bundan ibaret olduğunu düşünmeye
başlar. Ve yaşamı tümüyle kaçırır.
Bu yüzden size hatırlatıyorum: tek başınalığı yalnızlıkla
karıştırmayın. Yalnızlık kesinlikle hastadır, tek başınalık ise mutlak
sağlıktır.
Ginsberg, Doktor Goldberg'e gider. "Evet,
hastasınız."
"Bu yeterli değil, başka bir görüş daha
almalıyım."
"Peki" der Doktor Goldberg, "aynı zamanda
çirkinsiniz de."
Hepimiz sürekli aynı yanlış anlamalara kapılıyoruz. Benim
insanlarımın, hayatın anlam ve önemini bulmak için atılacak ilk ve en temel
adımın kendi, tek başınalığının içine dalmak olduğunu bilmelerini istiyorum.
Senin tapınağın, kendi Tanrının yaşadığı yer orası ve onu başka yerde
bulamazsın. Aya veya Mars'a kadar gidebilirsin....Varlığının en derininde saklı
olan özüne girebildiğin anda gözlerine inanamayacaksın: içinde öyle büyük bir
neşe, öyle çok kutsanma, aşk taşıyorsun ki...ve bu kendi hazinelerinden kaçıyordun.
Bu hazineleri ve tükenmez oluşlarını gördükten sonra
ilişkilere ve yaratıcı alanlara girebilirsin. İnsanlara onları kullanmak yerine
sevgini paylaşarak yardım edebilirsin. Sevginle onlara onur kazandırırsın;
saygılarını tüketmezsin. Ve çaba göstermeksizin onların da kendi hazinelerini
keşfetmeleri için bir kaynak oluşturursun. Ne yaparsan yap etrafındaki her şeye
sessizlik, huzur ve kutsamayı yayarsın.
Oysa bu temel nokta ne aileler, ne toplum ne de
üniversiteler tarafından öğretilmiyor.
İnsanlar sefalet içinde yaşamaya devam ediyor ve bunun
doğal olduğunu kabul ediyorlar. Herkes sefil bir durumda olduğuna göre sen de
öyleysen en azından bu istisnai bir durum değil.
Ama size şunu söylüyorum: siz birer istisna olabilirsiniz.
Yalnızca çabayı doğru yere göstermediniz.
Sevgili
Osho,
Geçen
gün üçüncü gözden Sizinle ve varoluşla bağlantıya geçmeyi sağlayan bir kapı
olarak söz ediyordunuz. Kendimi ne zaman, açık, akışkan ve Sizinle, diğer
insanlarla ve kendi doğamla bağlantıda hissetsem bunu yüreğimde bir sessizlik
ve genişleme, bazen de ışık yayılımı olarak hissediyorum. Sevgili Osho, bu
Sizin söz ettiğiniz gibi bir deneyim mi yoksa üçüncü gözden bağlantı kurmakla,
yürekten bağlantı kurmak arasında bir fark var mı veya bunlar farklı aşamalar
mı?
Vedant Armond, senin yaşadığın da kendi içinde değerli bir
deneyim ama üçüncü göz deneyimi gibi değil. Üçüncü göz deneyimi senin
yaşadığının biraz daha üstünde bir deneyim. Doğuda mistikler bilincin evrimini
yedi merkeze göre sınıflandırır. Senin deneyimin dördüncü merkeze yani yüreğe
ait. O yedi merkezin tam ortasında olduğu için en önemli merkezlerden biridir.
Onun üstünde de, altında da üçer tane merkez yer alır. Bu yüzden aşk son derece
dengeleyici bir deneyimdir.
Senin tarifin şöyle, "Kendimi ne zaman, açık, akışkan
ve Sizinle, diğer insanlarla ve kendi doğamla bağlantıda hissetsem bunu
yüreğimde bir sessizlik ve genişleme, bazen de ışık yayılımı olarak
hissediyorum. Bu sizin söz ettiğiniz gibi bir deneyim mi?"
Ben yüreğin üzerinde yer alan üçüncü gözden söz ediyordum.
Yüreğin üzerinde üç tane merkez yer alır. Bunlardan biri boğazındadır ve
yaratıcılığın merkezidir, diğeri iki kaşının arasındadır, tam ortadadır ve ona
üçüncü göz denir. Tıpkı dış dünyayı tanımak için iki göze sahip olduğun
gibi...üçüncü göz yalnızca bir metafordur ve kendini bilme, kendini görme
deneyimini temsil eder.
Son merkez sahastrara yedincidir ve başının üzerinde yer
alır. Bilinç yukarı doğru çıktıkça önce kendini sonra da tüm evreni bilirsin;
bütünü ve onun bir parçası olarak da kendini bilirsin.
Eski dilde yedinciye "Tanrıyı bilme" , altıncıya
"kendini bilme", beşinciye, "yaratıcı olma" dördüncüye de
"sevgi dolu, paylaşımcı olma ve diğerlerini bilme" deniyordu.
Dördüncüye vardığında yolculuğun kesinleşmiştir; yedinciye ulaşacağın garantidir.
Dördüncüden önce yoldan çıkma olasılığın mevcuttur.
Birinci merkez cinsellik merkezidir ve yaşamın sürebilmesi
yani üreme içindir. Hemen üzerinde, cinsel enerji yukarıya çıkarılabilir ve bu
harika bir deneyimdir çünkü kişi ilk kez kendi kendine yettiğini hisseder.
Cinsellikte her zaman diğer bir kişiye ihtiyaç vardır.
İkinci merkez doyumun merkezidir; sen kendi kendine yetersin. Üçüncü merkezde
araştırmaya başlarsın- sen kimsin? Bu kendi kendine yeten varlık kimdir? Tüm bu
merkezler önemlidir...
Kim olduğunu bulduğun anda dördüncü merkez açılır ve aşkın
kendisi olduğunu görürsün.
Dördüncüye varmadan önce yolculuk başlamıştır ama onu
tamamlayamama olasılığın da vardır. Yoldan çıkabilirsin. Örneğin kendini tatmin
içinde, kendi kendine yeter halde bulduğunda orada kalabilirsin, daha fazla bir
şey yapmaya gerek duymazsın. "Ben kimim?" sorusunu bile
sormayabilirsin. Bu yeterlilik öyle çoktur ki tüm sorular yok olur.
Böyle anlarda hedefe varmadan ortada bir yerde takılıp
kalmaman için bir ustaya ihtiyaç vardır. Ve bunlar güzel noktalardır.... tatmin
içindeyken daha ileri gitmeye ne gerek var? Ama usta sana söylenip durmaya
devam eder senin kendini bilmeni ister; tatmin içinde olabilirsin ama en
azından kendini bil. Kendini bildiğin anda yeni bir kapı açılır çünkü yaşamın,
aşkın ve sevincin farkına varırsın. Orada kalabilirsin; öyle zengin bir yerdir
ki, daha ileri gitmeye gerek yoktur. Ama usta seni dürtmeye devam eder,
"Daha ileri git! Aşkın en saf enerjisini bulana dek varoluşun ihtişamını
göremezsin."
Dördüncüden sonra artık yoldan çıkamazsın. Varoluşun
ihtişamını bir kez gördükten sonra yaratıcılık kendiliğinden yükselmeye başlar.
Güzelliği tatmış olduğun için sen de güzellik yaratmak istersin. Yaratıcı olmak
istersin. Yaratıcılık için müthiş bir özlem belirir. Ne zaman aşkı hissetsen
hep onun bir gölgesi olarak yaratıcılığı da hissedersin. Yaratıcı bir insan
artık yalnızca dışarıya bakarak yaşayamaz. Dışarıda birçok güzellik vardır...
ama o, dışarıda sonsuz bir gökyüzü olduğu gibi, içeride de onu dengeleyecek bir
sonsuzluğun olması gerektiğini fark eder.
Etrafta bir usta varsa ne güzel; yoksa da bu deneyimler
seni ileriye götürecektir.
Üçüncü gözün bir kez açıldığında kendini ve bilincini tüm
genişliğiyle gördüğünde Tanrının tapınağına çok yaklaştın demektir;
merdivenlerde durmaktasındır. Kapıyı görürsün ve tapınağın içine girip içeride
ne olduğunu görme isteğine karşı koyamazsın. Orda evrensel bilinci,
aydınlanmayı, nihai bağımsızlığı bulursun. Orada sonsuzluğu bulursun.
İşte bunlar yedi merkezlerdir; arayanın birinden diğerine
sistematik bir şekilde geçebilmesi için keyfi şekilde yapılmış ayrımlardır.
Aksi halde, kişi kendi başına uğraştığında bu işin içinden çıkamama olasılığı
çok fazladır. Özellikle dördüncü merkezin altında, hatta bazen de üzerinde
tehlike söz konusudur.
Birçok şair beşinci merkezde, yetenek merkezinde yaşayıp
daha ileri gitmemişlerdirbüyük yapıtlara imza atmış birçok ressam, dansçı,
şarkıcı asla üçüncü göze kadar çıkmamışlardır. Üçüncü gözde kalmış olan
mistikler de vardır. Kendi içsel güzelliklerini görüp öylesine tatmin
olmuşlardır ki vardıklarını sanmışlardır. Seni bekleyen daha başka bir şeyler
olduğunu söyleyecek birine ihtiyaç vardır; yoksa kendi cehaletinle bulacağın
yol önceden kestirilebilir değildir.
Mike polis teşkilatına katılmaya
karar verdi ve bunun için sınava girdi. Sınavı yapan çavuş karşısındaki adayın
İrlandalı olduğunu anlayınca ona basit bir soru sormaya karar verdi.
"İsa'yı kim öldürdü?"
Mike endişeli göründüğü ve bir şey söylemediği için çavuş
ona endişelenmesi gerekmediğini, kendisine düşünmek için zaman tanıyabileceğini
söyledi. Mike eve dönerken yolda Paddy'le karşılaştı.
"Eee" dedi Paddy, "polis olabildin mi
bari?"
"Sadece polis olmakla da kalmadım" dedi Mike
"aynı zamanda ilk vakamın da üzerindeyim."
İnsan, doğası gereği, bu yolu ve tuzakları, kişinin takılıp
kalabileceği güzel noktaları bilen ve onu potansiyelinin son noktasına erişene
dek itmeye -kişi istemese bile- devam edecek şefkate sahip birinin yardımına
ihtiyaç duyar.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 7 -Sevgi:
En Saf Güç
Benim için Tanrı yalnızca birdir, sevgi ise hakikattir.
Tanr ı bir mit, sevgi ise milyonlarca insanın deneyimidir. Tanr ı bir sözcükten
ibarettir sevgiyse yüreğinde bir dansa dönüşebilir.
25 Nisan 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Nietzsche'nin
istek kavramından söz ettiğinde bu Nazilerin aynı kaynaktan yarattığı ve Batıda
hâlâ geçerli olan isteğin tam zıt kutbuydu. Bu ikisinin farkından söz edebilir
misin?
Prem Pankaja, dahilerin kaderi yanlış anlaşılmaktır. Bir
dahi yanlış anlaşılmıyorsa aslında dahi filan değildir. Kişi kitleler
tarafından anlaşılabiliyorsa o zaman sıradan zekânın düzeyinde konuşuyor
demektir.
Friedrich Nietzsche yanlış anlaşılıyordu ve bu yanlış
anlaşılma korkunç bir felakete neden oldu. Ama belki de bu kaçınılmaz bir
şeydi. Nietzsche gibi bir adamı anlayabilmek için onunla aynı veya daha yüksek
bilinç düzeyinde olman gerekir.
Adolf Hitler öylesine geri zekâlı bir insandı ki
Nietzsche'nin anlamını kavramış olabilmesi olanaksız ama onun felsefesinin
Mesihliğine soyundu. Ve o geri zekâsının doğrultusunda yorumlar yaptı, yorum
yapmakla da kalmayıp bunları eyleme döktü ve bunun sonucunda İkinci Dünya
Savaşı patlak verdi. Nietzsche güç istencinden söz ederken bunun hakim olma
isteğiyle hiç ilgisi yoktur. Ama Nazilerin ona yüklediği anlam budur.
Güç istenci, hükmetme isteğiyle taban tabana zıttır.
Hükmetme isteği aşağılık kompleksinden ileri gelir. Kişi kendine onlardan aşağı
değil üstün olduğunu kanıtlayabilmek için diğerlerine hükmetmek ister. Ama bunu
kanıtlaması gereklidir. Kanıt olmazsa onların altında kalacağını bilir; bu
yüzden bunu saklayacak birçok kanıta ihtiyacı vardır.
Gerçekten üstün olan kişinin kanıta ihtiyacı yoktur, o
zaten üstündür. Bir gül güzelliğiyle ilgili bir tartışmaya girer mi? Dolunay
ihtişamını kanıtlamakla uğraşır mı? Üstün insan bunu zaten bilir, hiçbir kanıta
ihtiyacı yoktur; bu yüzden hükmetme isteği de duymaz. Kesinlikle bir güç
isteğine sahiptir ama burada çok ince bir ayırım yapmak gerekir. Güce istek duyması
demek kendini bütünüyle ifade edecek olgunluğa erişmek istemesi demektir.
Bunun başka kimseyle alakası yoktur, yalnızca bireyin
kendisiyle alakalıdır. O çiçek açmak, potansiyelinde gizli olan tüm çiçekleri
açığa çıkarmak, gökyüzünde ulaşabileceği kadar yukarıya uzanmak ister. Burada
kıyas bile söz konusu değildir, başkalarından daha yukarıya çıkmak istemez-
yalnızca kendi potansiyeline erişmek ister.
Güç istenci mutlak surette bireyseldir. Gökyüzünün en
yukarılarında dans etmek, yıldızlarla konuşmak ister ama kimseye üstünlüğünü
kanıtlamak gibi bir derdi yoktur. Rekabetçi değildir, kıyaslayıcı değildir.
Adolf Hitler ve takipçileri Naziler, dünyaya çok büyük bir zarar verdiler çünkü
Nietzsche'nin doğru şekilde anlaşılmasının önüne geçtiler. Ve bu yalnızca tek
bir şey için değil, diğer kavramlar için de geçerliydi; tümüyle yanlış
anladılar.
Bu daha önce hiçbir mistiğin veya şairin içine düşmemiş
olduğu kadar üzücü bir yazgı. İsa'nın çarmıha gerilmesi ve Sokrates'in
zehirlenmesi bile Nietzsche'nin yazgısı kadar kötü değil: o öyle büyük bir
ölçekte yanlış anlaşıldı ki, Hitler onun ve felsefesinin adına sekiz milyon
kişiyi öldürdü. Bu biraz zaman alacak. Adolf Hitler ve Naziler ve İkinci Dünya
Savaşı unutulduktan sonra Nietzsche'nin gerçeği su yüzüne çıkacak. O geri
gelecek.
Daha geçen gün Japon sannyasinlerimden biri bana
kitaplarımın kendi dilinde en çok satanlar arasına girdiğini ve hemen
yanlarında da Nietzsche'nin kitaplarının yer aldığı haberini verdi. Birkaç gün
önce de aynı haber Kore'den gelmişti. Belki de insanlar bizim kitaplarımız
arasında benzer bir şeyler buluyor.
Ama Nietzsche'nin yeni baştan yorumlanması gereklidir ki
Naziler tarafından onun güzel felsefesinin üzerine yüklenmiş onca saçmalık bir
kenara atılabilsin. Onun arındırılmaya, vaftiz edilmeye ihtiyacı var.
Küçük Sammy dedesine ünlü bilim adamı Albert Einstein'dan
ve onun görecelilik kuramından söz ediyordu.
"Peki" dedi dedesi. "Bu kuram ne
anlatıyormuş?"
"Öğretmenimizin dediğine göre bunu tüm dünyada
yalnızca birkaç kişi anlayabiliyormuş" dedi Sammy. "Ama yine de bize
nasıl bir şey olduğunu anlattı. Görecelilik şöyle: bir adam güzel bir kızın
yanına oturduğunda bir saat bir dakika gibi geliyor ama bir dakikalığına kızgın
ateşin üzerine oturunca bu bir saat gibi geliyor ve buna görecelilik kuramı
deniyor."
Dede sessizce başını sallayıp
yavaşça, "Sammy," diye sordu, "senin Einstein bununla mı
geçiniyor?"
İnsanlar her şeyi kendi bilinç düzeylerince anlayabilirler.
Nietzsche'nin Nazilerin eline düşmüş olması yalnızca bir
rastlantıydı. Onlara savaşmak için bir felsefe gerekiyordu ve Nietzsche de
savaşçının güzelliğini takdir eder. Uğrunda savaşılacak bir düşünceye
ihtiyaçları vardı ve Nietzsche onlara iyi bir neden verdi; üstün insan için
savaşmak.
Tabi hemen üstün insan fikrine sahip çıktılar. Kuzeyli
Alman Aryanları Nietzsche'nin yeni insan ırkı: üstün insanı olacaktı. Dünyaya
hükmetmek istiyorlardı ve Nietzsche buna çok yardımcı oluyordu çünkü insanın en
temel özleminin güç istenci olduğunu söylüyordu. Onlar bunu hükmetme istenciyle
değiştirdiler.
Şimdi tam bir felsefeleri olmuştu: Kuzeyli Alman Aryanları
üstün bir ırktı çünkü onlar üstün insanı yaratacaklardı. Güç istencine
sahiptiler ve tüm dünyaya hükmedeceklerdi. Daha alt seviyelerdeki insanlara
hükmetmek onların kaderiydi. Bariz bir matematik söz konusuydu, üstün olan daha
alt seviyede olanı yönetmeliydi.
Bu güzelim kavramlar... Nietzsche onların böylesine
tehlikeli olabileceğini ve tüm insanlığın üzerine bir kâbus gibi çökebileceğini
asla hayal bile edemezdi. Ama yanlış anlaşılmanın önüne geçemezsin, elinden
hiçbir şey gelmez.
Viski, puro ve ucuz losyon kokan bir sarhoş sallanarak
otobüse bindi ve bir Katolik rahibinin yanına oturdu.
Kendisinden rahatsız olmuş olan rahibe bakan sarhoş,
"Hey Peder, sana bir sorum var" dedi. "Artrite ne sebep
olur?"
Rahip soğuk ve ters bir şekilde, "Ahlaksız yaşam
tarzı, fazla içki, sigara ve hafif kadınlarla düşüp kalkmak" diye yanıt
verdi.
"Vay canına!" dedi sarhoş.
Bir süre yola sessizlik içinde devam ettiler. Rahip kendini
suçlu hissetmeye başladı. Bariz şekilde Hıristiyan merhametine ihtiyacı olan
birine soğuk davranmıştı. Sarhoşa dönüp, "Üzgünüm oğlum" dedi.
"Sert çıkmak istemezdim. Ne kadar zamandır bu artrit belasından muzdaripsin?"
"Ben mi?" dedi sarhoş. "Ben artritten
muzdarip filan değilim de gazetede okuduğuma göre Papa öyleymiş!"
Elden ne gelir? Bir şey bir kez ağzından çıktıktan sonra
karşındakinin onu nasıl alacağı tamamen ona kalmış.
Ama Nietzsche öylesine önemli ki Nazilerin onun
düşüncelerine bulaştırdığı tüm bu pislikten arındırılması gerekiyor. Tuhaf olan
yalnızca Nazilerin değil, dünyadaki diğer filozofların da onu yanlış anlamış
olmaları. Belki de o öylesine büyük bir dahiydi ki sözde büyük adamlar bile onu
anlayamıyorlardı.
O, düşünce dünyasına sayısız yeni görüş kazandırıyordu ve
tek bir görüş bile onu dünyanın en büyük filozoflarının arasına sokabilirdi;
oysa onun düzinelerce görüşü vardır ve hepsi de insanlığın daha önce hiç aklına
gelmemiş olan, mutlak derecede özgün görüşlerdi. Nietzsche doğru anlaşılmış
olsaydı şüphesiz, o üstün insanın oluşması için gereken havayı ve toprağı
sağlayabilirdi. O, insanlığın dönüşüme uğramasına yardımcı olabilir.
Ona karşı müthiş bir saygı ve yanlış anlaşıldığı için de
üzüntü duyuyorum; hatta yanlış anlaşılmakla da kalmayıp tımarhaneye
tıkılmıştır. Doktorlar onun deli olduğuna kanaat getirmişti. Onun görüşleri
sıradan zihnin öylesine uzağındaydı ki sıradan insan onun deli olduğunu kabul
etmekten mutluluk duyuyordu: "O deli değilse biz çok vasatız." O deli
olmalı, tımarhaneye tıkılmalıydı.
Benim hissettiğime göre o hiçbir zaman delirmedi. Yalnızca
kendi zamanının fazla ilerisindeydi, fazla içten ve doğrucuydu. Siyasetçilere,
rahiplere ve cüce zihinlilere aldırmadan ne yaşadıysa tam olarak onu aktardı.
Ama bu cüceler öyle kalabalık ve o öylesine tek başınaydı ki onun deli
olmadığını duyamadılar. Delirmediğinin kanıtı da tımarhanede yazdığı son
kitabıdır.
Ama onun deli olmadığını söyleyen ilk adam benim. Öyle
görünüyor ki bu dünya öylesine kurnaz ve politik zihniyetli ki insanlar sadece
kendilerine şöhret kazandıracak, kalabalıktan alkış alacak olan şeyleri
söylüyorlar. Sizin o büyük düşünürleriniz bile o kadar büyük değil.
Onun tımarhanede yazdığı kitap en iyi kitabıdır ve kesin
bir delildir çünkü deli bir adam onu yazamazdı. Son kitabı Güç İstenci'dir.
Onun basıldığını göremedi çünkü kimse deli bir adamın kitabını basmak istemedi.
Birçok yayıncının kapısını çaldı ama hep geri çevrildi ve şimdi herkes bunun
yazdığı en iyi kitap olduğu konusunda hemfikir. Ölümünden sonra kız kardeşi bu
kitabı bastırabilmek için evini ve bazı başka şeyleri sattı çünkü bu onun son
arzusuydu ama kitabın basıldığını göremedi.
O mu deliydi yoksa biz mi delirmiş bir dünyada yaşıyoruz?
Deli bir adam Güç İstenci gibi bir kitap yazabiliyorsa o zaman deli olmak
nükleer silahları üst üste yığmakta olan Amerikan Başkanı gibi akıllı olmaktan
daha iyidir.
Bu adama aklı başında, Friedrich Nietzsche'ye de deli mi
diyorsunuz?
Yaşlı bir Kızılderili bir barda otururken saçı sakalı
birbirine karışmış bir hippi içeri dalıp bir içki ısmarladı. Hippinin küfürleri
herkesi bardan kaçırdı ama yaşlı Kızılderili sakin sakin oturmaya devam etti.
Sonunda yaşlı hippi dayanamayıp, "Hey kırmızı adam. Ne
bok yemeye bana bakıp duruyorsun? Deli misin nesin?" diye laf attı.
"Hayır" diye yanıt verdi Kızılderili, "yirmi
yıl önce bir buffaloyla seviştiğim için tutuklanmıştım da, sen oğlum olabilir
misin diye bakıyordum."
Sevgili
Osho,
Üstün
insandan söz ederken devenin aslana dönüşmesi gerektiğini söyledin. O aslana
karşı büyük bir çekim hissediyorum ama onunla temas kurmaktan korkuyorum.
İçimdeki aslanın güçle bir ilgisi olduğunu hissediyorum. Gücümü sevgimi
kaybetmeden nasıl kullanabilirim? Gücümü
kullanıp aynı zamanda açık bir yürekle nasıl kalabilirim? Bana göre sevgi ve
güç çelişiyormuş gibi geliyor. Bu doğru mu? Lütfen bunun hakkında bir şeyler
söyleyebilir misin?
Dhyan Agni, senin sorduğun soru, Pankaja'nın sorduğu
sorunun aynısı. Nietzsche'yle ilgisi olmasa da sen de aynı yanlış anlamaya
sahipsin. Kısaca şöyle soruyorsun: "Gücümü sevgimi kaybetmeden nasıl
kullanabilirim? Gücümü kullanıp aynı zamanda açık bir yürekle nasıl
kalabilirim? Bana göre sevgi ve güç çelişiyormuş gibi geliyor." Bu senin
yanlış anlaman. Sevgi ve güç çelişmez. Sevgi dünyadaki en büyük güçtür. Ama
bunu yeniden anlaman lazım: güçten kastım diğerlerinin üzerinde kurulan güç
değil. Başkalarının üzerindeki güç sevgi değil saf nefrettir, zehirlidir ve yok
edicidir.
Ama bana ve bunu bilen herkese göre sevginin kendisi güçtür
ve en büyük güçtür çünkü sevgiden daha yaratıcı bir şey yoktur. Sevgiden daha
doyurucu, daha besleyici hiçbir şey yoktur. Sevdiğin zaman tüm korkular yok
olur ve kendin sevgiye dönüştüğün zamansa ölüm bile önemini kaybeder.
İsa, "Tanrı sevgidir" dediğinde hakikatin fazla
uzağında değildir. Tanrı kesinlikle güçtür, en büyük güçtür. Ben İsa'nın
görüşünü geliştirmek istiyorum: ben Tanrı sevgidir değil sevgi Tanrıdır
diyorum. Benim için Tanrı yalnızca bir simge, sevgi ise hakikattir.
Tanrı bir mit, sevgi ise milyonlarca insanın deneyimidir.
Tanrı bir sözcükten ibarettir sevgiyse yüreğinde bir dansa dönüşebilir.
Senin yanlış anlamanın nedeni gücü başkalarının üzerindeki
güçle karıştırıyor olman. Ve bu yalnızca senin yanılgın değil. Dhyan Agni,
milyonlarca insan böyle düşünüyor. Ve bu yanlış anlama nedeniyle sevginin
güzelliğini yok ediyorlar. Ondan bir cennet yaratmak yerine birbirleri için bir
cehennem yaratıyorlar çünkü herkes sevgi adı altında birbirine hükmetmeye
çalışıyor; bunun altında hükmetme arzusu yatıyor.
Sevgi kendi içinde koşulsuzdur. Yalnızca vermeyi,
paylaşmayı bilir ve karşılığında bir şey arzulamayı bilmez. Karşılık beklemez.
Onun sevinci ve ödülü paylaşmaktan gelir. Gücü de paylaşmaktan gelir. O kadar
güçlüdür ki milyonlarca insanla da paylaşsa yüreğinden sevgi taşmaya devam
eder; o tüketilemezdir. Onun gücü budur.
Bana soruyorsun, "Gücümü sevgimi kaybetmeden nasıl
kullanabilirim?" diye. Hükmetmek istiyorsan o zaman kesinlikle sevgini kaybetmen
gerekecek. Ama sevmek istiyorsan istediğin kadar güçlü şekilde sevebilirsin.
Sevgiyle güç arasında bir çelişki yoktur. Güçle sevgi
arasında bir çelişki olsaydı sevgi güçsüz, kısır, yaratıcılıktan uzak, zayıf
olurdu; güç ise tehlikeli ve yıkıcı bir hal alıp, insanlara işkence etmekten
zevk almaya başlardı.
Sevgi ve gücün ayrı düşmesi dünyanın sefaletine neden olur.
Sevgi ve güç tek bir enerjide birleştiğinde büyük bir dönüşüme neden
olabilirler. Yaşam bir mutluluğa dönüşebilir. Ve bu yalnızca yanlış anlaşılmalardan
kurtulma meselesidir.
Bu tıpkı iki artı ikinin beş ettiğini düşünmek gibidir ve
biri sana yanlış hesap yaptığını gösterir: iki artı iki dört değil beş eder. Bu
yanılgını düzeltmek için çok inatçı biri mi gerekiyor? İkiyle ikinin dört veya
beş ettiğine dair fikrini değiştirmen için saatlerce tepetaklak durman mı
gerekir? Yoksa bu yanılgıyı düzeltebilmek için bir ölüm orucuna mı
başlayacaksın? Ya da yanlış hesap yaptığın için dünyadan ve tüm zevklerinden
elini çekip önce ruhunu arındırman mı gerekiyor; yoksa nasıl doğru hesap
yapabilirsin?
Bunlar basit hesaplar ve anlayış sahibi bir adam bunları
saniyede değiştirebilir. Bu yalnızca nerede yoldan çıkmış olduğunu bulmakla
ilgilidir. Kendini tekrar yola koy.
"Dün gece çok acayip bir rüya gördüm" diye
psikiyatrına anlatıyordu adam. "Annemi gördüm ama bana bakmak için yüzünü
çevirince yüzünün sizin yüzünüz olduğunu gördüm. Tahmin edebileceğiniz gibi
bundan çok rahatsız oldum; aslında hemen uyandım ve tekrar uyuyamadım. Yatağın
içinde durup sabah olmasını bekledim ve sonra kalkıp kola içtim ve randevuma
yetişmek için buraya geldim. Bana bu garip rüyanın ne anlama geldiğini
açıklayabileceğinizi düşündüm."
Psikiyatr yanıt vermeden önce bir an için sessiz kaldı,
"Ne, kola mı? Sen buna kahvaltı mı diyorsun?"
Zavallı adam rüyayı, neden annesinin yüzünün psikiyatrın
yüzüne dönüştüğünü anlamak için gelmişti ama psikiyatr için sorun bu değildi.
Onun için sorun kolaydı.
Sadece insanları konuşurken izle, çok şaşıracaksın;
yanılgılar her yerdedir. Sen bir şey söylüyorsun, başka bir şey anlaşılıyor;
başka biri bir şey söylüyor, sen başka türlü anlıyorsun.
İnsanlar şu anda söylediklerinin yalnızca yüzde beşini
söylüyor olsalardı dünya çok daha sessiz ve sakin bir yer olurdu ve o yüzde beş
de kesinlikle gerekli olan her şeyi kapsardı. Bu asgari değil azami bir bakış
açısıdır. Deneyebilirsin: telgraf çekiyormuş gibi yalnızca en gerekli şeyleri
söyle, yalnızca on kelime kullan. Ve hiç fark ettin mi? Telgrafın sıkışık bir
şekilde mektuptan daha fazlasını söyler. Telgraf gibi olursan şaşırarak
göreceksin ki gün boyunca yalnızca birkaç kez konuşman gerekecek.
Oturduğum mahallede emekli bir matematikçi vardı. Tüm
hayatı boyunca öğretmenlik yaptığı için emekli olmak ona çok ağır geliyordu.
Karısı onunla senelerdir konuşmuyordu. "Çünkü o sıkıcı bir adam"
diyordu," Ne zaman ağzını açsa hemen matematikten söz etmeye başlıyor. En
iyisi onunla hiç muhatap olmamak."
Diğer komşuların hiçbiri de ondan pek hoşlanmıyordu, hatta
komşulardan biri bu adam bana ziyarete gelip saatlerce kaldığı zaman benim için
tasalanıyordu. Bu yaşlı adamın bana işkence ediyor olmasından endişeleniyordu.
Bana bir tavsiye verdi: "Sana bu adamdan kurtulman için bir tavsiye
vereceğim. Senin eve doğru geldiğini gördüğün anda hemen şemsiyeni eline al ve
kapının yanına gidip çıkmak üzere olduğunu söyle."
Ona, "Sen bu adamı tanımıyorsun" dedim.
"Öyle desem bile hemen benimle gelmek isteyecektir, ki bu daha büyük bir
işkence olur. Burada olmak daha iyi. Hem bana işkence gibi gelmiyor, bir şey
söylemem gerekmediği için öyle, sessizce oturabiliyorum. O her şeyi tek başına
hallediyor. Hiç durmadan konuşup duruyor ve en sonunda bana teşekkür edip,
'Seninle sohbet etmek ne kadar güzel' diyor. Ben de, 'Senin yanında ben bir
hiçim. Ama senden biraz biraz bir şeyler kapıyorum' diyorum."
İnsanlar senin konuşmanı değil dinlemeni ister. Ve basit
bir şey olan dinleme sanatını öğrenebilirsen, dünyadaki birçok yanlış anlaşılma
da ortadan kalkacaktır.
Çok yaşlı bir çift radyoda dini bir yayını dinliyorlardı.
Vaiz konuşmasını şöyle noktaladı, "Tanrı hepinize şifa vermek istiyor,
sadece ayağa kalkıp bir elinizi radyoya, diğerini de vücudunuzda hasta olan
yere koyun."
Yaşlı kadın zar zor ayağa kalkıp radyonun yanına gidip, bir
elini radyoya, diğer elini de romatizmalı bacağına koydu. Kocası ise bir elini
radyoya diğerini de cinsel organının üzerine koydu.
Kadın sinirle
atıldı, "Fred! Vaiz Tanrı hastalara şifa verecek dedi, ölüleri diriltecek
değil!" Ama yanlış anlaşılmanın önüne geçemezsin.
Sevgi ve gücün çeliştiği fikrine nereden kapıldığını
bilemiyorum. Bu fikri değiştir çünkü onu değiştirdiğinde o da seni ve tüm
yaşamını değiştirecektir.
Sevgi güçtür, en saf ve en büyük güç.
Sevgi Tanrıdır.
Hiçbir şey ondan daha yüce olamaz.
Ama bu güç diğerlerini esir alma arzusuna veya yok edici
bir güce dair değildir.
Bu güç yaratıcılığın esas kaynağıdır.
Ve bu güç seni bambaşka bir varlığa dönüştürecektir. Başka
kimseyle derdi yoktur.
Onun tek derdi senin tohumlarını nihai çiçeklenmeye
erdirmektir.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 8 -Evin
Yolunu Unutmuşsun
Mutluluğun başka bir yerden bulunması gerekmiyor; o her
zaman seninleydi ama bir acı çekme bulutu onu örtmüştü. Mutluluk bizim
doğamızdır. Başka bir deyişle: Acı çekmek için çaba göstermen gerek, mutlu
olmak içinse hiç çaba göstermen gerekmiyor. Yaln ızca acı yaratmak için çaba
sarf etmeyi bırak.
26 Nisan 1987, Gündüz
Sevgili
Osho,
Meditasyonlarım
esnasında git gide daha çok içime bakmaya çalıştıkça çoğu zaman orada kimsenin
olmadığını hissediyorum. Bu sonsuz bir kara deliğin içine düşmek gibi bir şey.
Bu yüzden çok geriliyorum ve kaçmak istiyorum. İçimde bir ben yoksa o zaman
kimi seveceğim? Lütfen kendime ve defalarca söz ettiğin o tamlığa karşı bu
sevgiyi bulabilmeme yardım et.
Shivam Anette, sorduğun soru meditasyon yapan insanları
ilgilendiren en önemli sorulardan biridir. Soruna geçmeden önce birkaç ayrımın
anlaşılması gerekiyor.
Ben "İçe dönün" dediğimde bu orada seni bekleyen
birini bulacağın anlamına gelmiyor. Tam tersine daha çok içe döndükçe, egon git
gide daha da azalır. Sen varsındır ama o ben olma hissi git gide yok olur.
İçinde bu ben yoktur ama bu olmadığın anlamına gelmez. Saf halinle orada
olduğun, kimseye kıyasla değil, yalnızca kendin olarak, herhangi bir bağlamda
değil, mutlak kendi başınalığınla olduğun anlamına gelir. Hayatımız boyunca bir
ego, bir ben olarak var olduğumuzdan, bu benin yok olması doğal olarak bir
korku ve kaçma hissi yaratır. Bu doğal olsa da doğru değildir.
Bu korkunun, karanlığın, endişenin, gerginliğin içine
girmelisin çünkü ben ölmekte. Şu ana dek hep onunla özdeşleşmiş olduğundan sen
de ölüyorsun gibi gelecek. Ama tek bir noktayı göz önünde tut: sen bu korkuyu
ve benin yok oluşunu, gerginliği, karanlığı, hiç kimse olmama durumunu
izliyorsun. O izleyici sensin.
İçe dönmek bu tanığı mutlak saflığında, hiçbir şeyle
kirletilmemiş haliyle, hiçbir şeyi yansıtmamakta olan saf bir ayna gibi
bulmaktır. Aynalar düşünebilseydi — iyi ki düşünemiyorlar— ve birileri sürekli
onlara bakarak büyütülselerdi, kim olduklarıyla ilgili bir fikir edinirlerdi.
Ve yıllarca hep birini yansıttıktan sonra kendileriyle ilgili belli bir imaj
yaratmış olurlardı; yansıtıcı oldukları imajı.
Bir gün aynada hiç kimsenin yansımadığını gözünde
canlandırmaya çalış. Ayna korkuya kapılacaktır. Ayna derin bir boşluğa
düşüyormuş hissine kapılacaktır, karanlık, kasvetsiz, var olmanın mevcut
olmadığı bir yer; o kimdir? Kimse aynaya bakmadığı için kimliği yok olmuştur.
Ayna değişmemiştir, aslında ayna saftır. Ama bu saflıkla daha önce hiç karşılaşmamıştır;
kimse onu bu saflıkla tanıştırmamıştır. Meditasyon seni kendi saflığına taşır.
Senin saflığın tanıklık etmek, izlemek, farkında olmaktır. "Bu izleyici
kim?" diye değil, "Orada kimseyi bulamıyorum" diye soruyorsun.
Bulamayan kim? İşte o sensin. Hiçliği bulacaksın, içinde
hiçbir şeyin yansımadığını göreceksin; boşluğu bulacaksın. Dikkatini nesneye
değil kendi öznelliğine vermen gerek. Kesin olan bir şey var: tanık orada ve bu
içsel yolculuğa bu tanığı bulmak için, varlığının saf aynasını bulmak için
çıkılıyor.
"Meditasyonlarım esnasında git gide daha çok içime
bakmaya çalıştıkça çoğu zaman orada kimsenin olmadığını hissediyorum."
diyorsun. Ama orada hiç kimse olmadığını bulanın sen olduğunun farkında
değilsin. Ama sensin! Orada kendini başka biri olarak bulacağını mı sanıyorsun?
Orada sana, "Merhaba Shivam Anette, nasılsın?" diyecek birini
bulacağını mı sanıyorsun? Asıl bu seni korkuturdu, "Aman Tanrım! Bir değil
iki kişiyim!"
Orada kimsenin olmadığına dair hissin tamamen doğru bir
his. Doğru yoldasın. Yalnızca hâlâ orada olduğunu ve izlediğini görmeye devam
et. Tüm bunlar nesnelerdir; bu hiç kimse, bu karanlık, korku, gerilim...
"Bu sonsuz bir kara deliğin içine düşmek gibi bir şey. Bu yüzden çok
geriliyorum ve kaçmak istiyorum"
Tüm bunları izle. Bunlar hep senin eski alışkanlıkların.
Kendi derinliklerinde hiç bulunmadın bu yüzden tanışmadığın, bilmediğin
şeylerden korkuyorsun. Hep dolanıp durdun ama bu dışarıdaydı ve içindeki evinin
yolunu bile unuttun. Başlangıçta bu sana ucu bucağı olmayan bir boşluk gibi
görünecektir. Ona izin ver. Karanlığın da kendine has bir güzelliği vardır.
Karanlık derin ve sessizdir: tadını çıkar! Ondan kaçmaya hiç gerek yok.
" İçimde bir ben yoksa o zaman kimi seveceğim?"
Kesinlikle kimsenin içinde bir ben yoktur. Ama bundan çok
daha önemli bir şey var: senin oluşun, varlığın, saf var oluşun.
Sen ona ben diyorsun çünkü dışarıda böyle bir referansa
ihtiyacın var.
Hiç küçük bebekleri izledin mi? Başlangıçta kendilerinden
isimleriyle bahsederler, "Johnny acıktı" gibi. Onların yaptığı çok
daha doğrudur. Ama bir toplumun içinde bu delilik gibi görünür. "Johnny mi
acıktı? Neden ben acıktım demiyorsun?" "Johnny" dendiğinde
acıkan bir başkasıymış hissi uyandırır. Johnny senin başkaları tarafından
kullanılması gereken ismindir. Bu ismi kendinden bahsederken sen kullanamazsın.
Kendinden bahsederken ismini değil "ben" i kullanman gerekir.
Bu Thomas Alva Edison'un başına gelmiştir. O en büyük
mucitlerden biriydi, bin tane şey icat etmişti. Onun icat etmemiş olduğu bir
şey bulmak zordur. O kadar saygı görüyordu ki kimse ona adıyla hitap etmiyordu.
Meslektaşları kendisine profesör, öğrencileri ise efendim diyordu ve tabi
kendisi de adını kullanmıyordu.
Sonra birinci dünya savaşı başladı ve insanlar ilk yiyecek
kuyruklarıyla tanıştı. Edison da kuyruğa girdi ve sıra ona gelince memur,
"Thomas Alva Edison kim?" diye bağırdı. Edison da sağa sola baktı,
neredeydi bu Thomas Alva Edison? Memurun aklı karışmıştı çünkü elindeki
numaraya göre bu önündeki adam o olmalıydı. Tüm kuyruğun da aklı karışmıştı.
Herkes birbirine bakıyordu.
Sonunda kuyruğun en sonlarından bir adam, "Bayım
hatırladığım kadarıyla sizi daha önce görmüştüm. Thomas Alva Edison
sizsiniz" dedi.
"Edison yanıt verdi, "Siz öyle diyorsanız
öyledir." Memur, "Deli misin nesin?" diye söylendi.
O da, "Deli değilim" diye yanıt verdi. "Ama
bu ismi neredeyse otuz yıldır duymamıştım. Unutmuşum. Kimse beni böyle
çağırmıyor. Babam ben küçükken ölmüştü. Annem de öldü. Bu artık çok uzaklarda
kalmış bir anı gibi. Thomas Alva Edison gibi bir ismim olduğunu hatırlıyorum
ama otuz yıldır bu ismi duymadım. O adamın beni tanıması iyi oldu; yoksa tek
başıma bu ismi çıkaramayacaktım."
Bu seyrek bir vakadır ama otuz yıl, özellikle de Edison
gibi yaratıcı bir adam için çok uzun bir zamandır. Onun otuz yılı bizim üç yüz
yılımıza denktir.
Başka kimselere ismiyle, kendine ise ben diye hitap etmek
sadece sosyal bir buluştur.
Ama içinde başka biri yoktur ve başka biri gittiğinde o ben
de gider.
Ama endişeye hiç gerek yok. Benini bulamayacaksın ama daha
büyük bir şey bulacaksın: var oluşunu, varlığını...
Ben "Kendini sev" dediğimde bu hiç içlerine
dönmemiş kişilere yöneliktir çünkü onlar yalnızca ikiliğin dilinden anlarlar.
Kendini sev, kendini seven ve sevilen diye ikiye böl demektir. Bunu düşünmemiş
olabilirsin ama içine döndüğünde kendini sevmezsin, sevgi sen olursun.
Sevgi denen enerji sen olursun.
Sevgiyle dolarsın, sevgi yayarsın.
Sevgi senin yaydığın koku olur.
İçinde ismin yok, egon yok. İçinde saf var oluştan
ibaretsin ve o saf var oluşun içinden sevginin aroması yükseliyor.
Sevgili
Osho
Sizinle
olmak, Sizin güzelliğinizi görmek, Sizin o sıcak sesinizi duymak, varlığınızı
hissetmek, tüm bunlar benim içimde Zerdüşt'ün "ayın büyük gelgiti"
olarak adlandırdığı derin özlemi yeniden açığa çıkardı. Bu yeterli mi? Bu beni
en son noktaya götürür mü?
Shantu Abhinava, bu yeterli değildir. Bu seni Zerdüşt'ü
"ayın büyük gelgiti" olarak adlandırdığı şeye götürmez ama başlangıç
olarak iyidir. "Sizinle olmak, Sizin o sıcak sesinizi duymak, varlığınızı
hissetmek, tüm bunlar benim içimde Zerdüşt'ün "ayın büyük gelgiti"
olarak adlandırdığı derin özlemi yeniden açığa çıkardı. Bu yeterli mi? Bu beni
en son noktaya götürür mü?" diye soruyorsun.
Bu yeterli değildir ve tek başına seni son noktaya
ulaştırmayacaktır. Değindiğin her konuda daha derinden kavraman gereken şeyler
var. "Sizinle olmak" yeterli değildir; kendinle olmalısın. Benimle
olarak alacağın yalnızca bir tattır, yeterli besin değil. Buradan kendi başına
olmayı öğrenmelisin.
"Sizin güzelliğinizi görmek"... bunlar iyi
göstergeler ama kendi güzelliğini ne zaman göreceksin? Ben yalnızca bir ok
görevi görebilirim. Ama bu ok her zaman senin merkezini gösterir. Bu güzel bir
ok olabilir, onu taktir edebilirsin ama onun amacı bu değildir. Okun amacı onun
gösterdiği yönde ilerlemendir.
Kendi güzelliğini görmelisin.
Sadece benim sesimi değil, varlığının o sakin, sessiz
sesini de duymalısın.
Benim varlığımı deneyimlemek iyi bir başlangıçtır ama kişi
burada durmamalıdır. Kendi varlığını da deneyimlemen gerek. Seni Zerdüşt'ün
"ayın büyük gelgiti" dediği yere ulaştıracak olan budur.
Usta yalnızca bir yapı taşıdır. Her yapı taşının üzerinde
sana -devam et, hedefe yaklaşıyorsun- diyen bir ok var. Ve üzerinde ok yerine
bir sıfır olan taşa vardığında eve de ulaşmışsın demektir. Ayın büyük gelgiti
budur.
Bu kendi kendine gerçekleşmez; senin biraz hareket etmen,
biraz çaba göstermen gereklidir. Ve bu çabanın son derece rahat olması gerek-
işin sırrı budur. Çabanın ne olduğunu biliyoruz ama onlar gerginliğe, endişeye,
tasaya dönüşüyor.
Şimdi başka tür bir çabayı öğreniyorsun, Lao Tzu buna çabasız
çaba der çünkü son derece rahatsındır, hiçbir yere gitmen gerekmez. Yalnızca
kendi içinde rahatlamaktasındır. Uzaklarda bir yerler ulaşılması gereken bir
hedef, elde edilmesi gereken bir başarı bulup kendine doğru yolda mıyım, yanlış
mı, böyle bir hedef var mı yoksa hayal ürünü mü gibi diğerlerinden duymuş
olduğun endişeler yaratacak değilsin. Benimle netleşen bir şey varsa o da senin
hayal ürünü olmadığın.
Tanrı bir hayal ürünü olabilir, cennet bir hayal ürünü
olabilir.
Sen gerçeksin.
Kendi içinde rahatlamak demek, dışarıya yönelmek değil,
normalde dışa dönük olarak hareket eden enerjini geri çekmek demektir. Hiçbir
yere gitme yalnızca şu anda ve burada ol. Gerilim veya endişe söz konusu değil.
Sessizce kendi varlığına girip büyük bir mevcudiyet
hissedeceksin, ve Zen'de tek elin alkış sesi denilen sessiz sesi işiteceksin.
Hayal bile edemeyeceğin güzellikte bir yer göreceksin. Ve o çok yakın, hemen
senin merkezinde yer alıyor.
Bu küçük bir yolculuk ama yapılması gerekiyor ve öyle tuhaf
bir şekilde yapılması gerekiyor ki yapan ortadan kalksın, neredeyse uyurken
olduğu gibi. Uykuyu yapan kişi olmazsın, uykunun gelmesini çaba göstererek
başaramazsın- ancak engel olursun. Kendi varlığının, mevcudiyetinin içine
girmek de onun gerçekleşmesine izin vermek gibidir.
İşte bu en büyük çaba olan çabasızlıktır ki ayın büyük
gelgitini ve nihai deneyimi getirecek olan da budur. Tek kelimeyle meditasyon
bütünüyle rahatlamaya eşittir. Hiçbir şey yapmadan, sessizce oturursun ve
çimenler kendiliğinden büyür.
Sevgili
Osho,
Dostoyevski'nin
yazmış olduğu bir satır beni çocukken çok etkilemişti. O, "Acı çekmenin
içinde mutluluğu arayın" diyordu. O zamanlar kayda değer hiçbir şeye
fedakârlık yapmadan veya çok çalışmadan erişilemeyeceğini düşünüyordum. Seninle
tanıştıktan ve senin sevgi, yaşam, keyif alma ve kutlamaya dair mesajını
yudumladıktan sonra geçmişteki düşüncemin mazoşistçe ve intihar eğilimli
olduğunu gördüm. Dostoyevski'yi çok seviyorum ve tüm yapıtları benim için çok
değerli. Ama artık onun içinde onun önüne geçen çok derin bir üzüntü olduğunu
ve bunun karşıtı olan şeyin eksikliğini görüyorum. Lütfen bu konuya biraz ışık
tutabilir misin?
Jivan Mada, Fyodor Dostoyevski çok özel bir vakadır; o bir
dahidir. Biri dünyanın en iyi on romanını seçmek istese bunlardan en azından
üçü onun romanları olurdu.
Onun insanlığa ve onların sorunlarına bakışı, senin sözde
psikanalistlerinden çok daha büyüktür. Hatta büyük mistiklerin yüksekliklerine
eriştiği anlar vardır. Ama o hasta bir ruhtur; kendisi başlı başına bir psikolojik
vakadır.
Onun büyük bir merhamete ihtiyacı vardır çünkü çok büyük
acılar çekmiştir. Bir anlık neşeyi bile tatmamıştır; o saf acı, saf öfkedir.
Ama yine de belki de dünya edebiyat tarihinin en iyi romanlarını yazmıştır.
Karamazov Kardeşler'de öyle içgörüleri vardır ki ne İncil, ne Kuran ne de Gita
onunla rekabet edemez.
Onunla ilgili tuhaf olan da budur: ruhu ele
geçirilmişçesine yüce görüşler hakkında yazıyordu ama kendi hayatını cehennem
gibi yaşıyordu. Ve bunu yaratan da kendisiydi. Asla kimseyi sevmedi ve asla
kimse tarafından sevilmedi. Kahkaha diye bir şeyin varlığından bihaberdi,
hastalıklı derecede ciddiydi. Bir an bile mutluluğu görememiş olduğunu
düşünüyorum. İnsanlık tarihinde bu kadar hasta olup da bu kadar net bir bakışa
sahip olan bir tek kişi daha yoktur. O bir tarzı olan deli bir adamdı.
"Dostoyevski'nin yazmış olduğu bir satır beni çocukken
çok etkilemişti. O, 'Acı çekmenin içinde mutluluğu arayın' diyordu"
diyorsun.
O cümle birçok kişiye cazip gelecektir çünkü birçok kişi
acı çekmektedir ve kişi ancak mutluluğu aramaya devam ettiği sürece acıya
katlanabilir; bugün bulmasa bile belki yarın bulacaktır. Acıya yalnızca umut
aracılığıyla katlanılabilir. Böylece kişi tüm hayatını mutluluğun peşinde acı
çekerek geçirebilir.
Senin bu cümleden etkilenmiş olman tehlikelidir. Kişi
mutluluğu aramamalı; acı çekmesinin nedenlerini aramalı çünkü acı çekmekten
kurtulmanın tek yolu budur. Ve bundan kurtulduğun anda mutluluk oradadır.
Mutluluk oturup beklemen gereken bir şey değildir. Sonsuza kadar beklesen de
acının nedenlerini yok etmediğin sürece mutluluk sana gelmez.
Bu cümleye katılmıyorum ve, "Acı çekmenin içinde
acının nedenlerini arayın" diyorum.
Mutlulukla ilgili zaman harcama; o senin meselen değil. Sen
acı çekiyorsun; içinde bulunduğun durum bu. Ona neyin neden olduğunu
—kıskançlık mı, öfke mi, aşağılık kompleksi mi— bul.
Buradaki mucize şudur: meditasyon olarak acının içine
girebilir ve en derinlerdeki köklerine kadar izleyebilirsen, yalnızca bu izleme
sayesinde acı ortadan kaybolur. İzlemekten başka hiçbir şey yapman gerekmez.
Asıl nedeni izleyerek bulursan acı yok olacaktır ve eğer kaybolmuyorsa da bu
yeterince derinden izlemiyor oluşundandır.
Demek ki bu tek bir kıstası olan basit bir yöntemdir:
yeterince derinden...tıpkı bir çiçeği koparıp köklerine baktığın gibi
izliyorsan o ölür çünkü kökleri topraktan söküldüğünden hayatta kalamaz. Işığa
çıkmak onların ölmesine neden olur.
Acı, yalnızca kökleri içeride kaldığı sürece hayatta kalır.
Onun köklerinin bilincine erdiğin anda acı yok olur. Acının yok oluşu ise
mutluluk denen şeydir.
Mutluluğun başka bir yerden bulunması gerekmiyor; o her
zaman seninleydi ama bir acı çekme bulutu onu örtmüştü. Mutluluk bizim
doğamızdır. Başka bir deyişle: acı çekmek için çaba göstermen gerek, mutlu
olmak içinse hiç çaba göstermen gerekmiyor. Yalnızca acı yaratmak için çaba
göstermeyi bırak.
"O zamanlar kayda değer hiçbir şeye fedakârlık
yapmadan veya çok çalışmadan erişilemeyeceğini düşünüyordum." İşte bu
Hıristiyanlığın tüm dünyaya yaymakta olduğu hastalıktır. Aslında gerçek bir
değere sahip olan her şey rahatlık, sessizlik ve sevinç sayesinde elde
edilmiştir. Bu fedakârlık ve çok çalışma fikri sana daha çok acı getirecektir.
Ama bir kez bu fikir kafana yerleştikten sonra kendi kendini yeterince
çalışmadığın, yeterince fedakârlık yapmadığın için acı çektiğine
inandıracaksın.
Bir şeyler yaratmak için çok çalışmak gerekir. Gerçek bir
değere, doğruluğa, sevgiye, aydınlanmaya sahip olan şeyler için fedakârlık
yapmak gerekir. Ve koyun sürüsünden senin deneyimine bir saldırı geldiğinde
fedakârlık yapmaya hazırsındır ama ödün vermeye değil.
Gerçeği bulmak için değil onu bulduğun zaman başın derde
gireceği için fedakârlık yapmak gereklidir. Sevgiyi bulmak için değil onu
bulduktan sonra başın derde gireceği için fedakârlık yapmak gerekir. O zaman ya
ödün verir ya da fedakârlık yaparsın. Korkaklar ödün verir. Cesareti olanlarsa
fedakârlık yapar ama bu bir şey elde etmeye yönelik değildir.
" Seninle tanıştıktan ve senin sevgi, yaşam, keyif
alma ve kutlamaya dair mesajını yudumladıktan sonra geçmişteki düşüncemin
mazoşistçe ve intihar eğilimli olduğunu gördüm."
Çok önemli bir şeyi anlamış olman güzel. Tüm o fedakâr,
çalışkan, kendi kendine işkence eden azizlerin hep mazoşist ve intihar
eğilimlidirler. Ve kendilerine tapıldığı için kendilerine daha çok işkence
etmeye devam ederler.
Onlara tapınan insanlar da aynı arzuya sahiptirler ama
cesaretleri yoktur; onlar da belki başka bir hayatta aziz olmak isterler. Bu
hayatta en azından bu azizlere tapınmaktadırlar.
Tüm insanlık tarihi boyunca hep mazoşist, sadist ve intihar
eğilimli insanlar egemen durumda olmuştur. Bu yüzden bunca sefalet mevcuttur.
Bu dünyada mutlu olmak suç işlemek gibidir, bunca ölünün arasında sevinçle dans
edersen kimse seni affetmez.
Her zaman Hıristiyanlığın dünyanın en büyük dini haline
gelmesinin nedeninin İsa'nın çarmıha gerilmiş olması olduğunu düşünmüşümdür.
Düşün ki o kız arkadaşıyla plajda geziyor olsaydı, o bundan keyif aldığı halde
Hıristiyanlık olmayacaktı.
Peki neden en büyük din haline geldi? Neredeyse dünya
nüfusunun yarısı Hıristiyan'dır.
Çünkü
o senin en derin arzunu temsil eder. Sen de çarmıha gerilmek istersin ve farklı
şekillerde kendini çarmıha germektesindir de; bunu sorumluluk, ulus ve din adı
altında gerçekleştirirsin.
İsa şöyle der: "Herkes kendi çarmıhını kendi sırtında
taşımalıdır." Ama niye? Bu çok tuhaf bir görüntü oluştururdu, nereye
gidersen git, sırtında çarmıh olacak. Ama kimse buna itiraz etmedi. Kimse,
"Niye?" diye sormadı. Ben herkes gitarını sırtında taşısın desem
hemen suçlanıyorum! Biri hastalıklı bir şey söylemediği zaman tüm dünya ona karşı
çıkıyor.
Sırtında çarmıhını taşımak hasta bir fikirdir. Başka bir
şey taşıyamaz mısın? Mesela bir çiçek sepeti. İlla bir şey taşımak istiyorsan
dünyada bundan daha güzel şeyler var. Çarmıh bunlardan biri değil. Bir bambu
flüt taşı mesela...hem o çok daha hafiftir. Hem onunla bir şey yapabilirsin,
onunla güzel bir şarkı çalıp dans edebilirsin. Çarmıhla kendini ona germekten
başka ne yapabilirsin? O zaman onu taşımak niye? Neden onu hemen şimdi yok edip
bu gereksiz yükten kurtulmayasın?
İsa yalnızca otuz üç yaşındaydı ve çarmıhı taşırken üç kere
düştü çünkü çok ağırdı. Bu bir moda haline gelirse doğal olarak insanlar daha
da ağırlarını, herkesinkinden ağır bir çarmıhı taşımaya çalışacaktır. Küçük bir
çarmıh taşıyorsan, bundan utanacak, ben çocuk muyum diyeceksin. Yolda giderken
birçok kez düşüp, oranı buranı kırman için daha ağır bir çarmıh gerekecek.
Ama Hıristiyanlık mazoşisttir. Yaşamın tadını çıkarmak
hakkında hiçbir fikri yoktur. Yalnızca yaşamını adamayı bilir ve bunu aptal bir
masal uğruna yapar. Şarkı söylemek, dans etmek ve kutlamakla ilgili hiçbir
fikri yoktur.
"Seninle tanıştıktan ve senin sevgi, yaşam, keyif alma
ve kutlamaya dair mesajını yudumladıktan sonra geçmişteki düşüncemin mazoşistçe
ve intihar eğilimli olduğunu gördüm" diyorsun.
Onda yalnızca hüzün değil aynı zamanda mutlak bir intihar
dürtüsü de mevcuttur; yaşamın kendisinden yorulmuş ve bıkmıştır. En iyi kitabı
olan Karamazov Kardeşler'deki karakterlerden biri, İvan Karamazov çok önemli
bir şey söyler. Belki de onun ağzından Dostoyevski'nin kendisi konuşmaktadır.
İvan Karamazov şöyle der: "Eğer bir Tanrı varsa ve
onunla karşılaşırsam ona biletini geri verip, 'Bana sormadan neden bana yaşam
gönderdin? Buna ne hakkın var? Al biletini geri veriyorum' diyeceğim." Bu
intihar dürtüsüdür.
O, çok kederli bir şekilde yaşadı ve hep var olmanın hiçbir
anlam ifade etmediğini, hiçbir önem taşımadığını, kazara olduğunu, bulunacak
hiçbir şey —ne hakikat, ne sevgi, ne sevinç—olmadığını yazdı. Onun vardığı tüm
neticeler yanlıştır. Ama o çok kapasiteli biriydi, bir dahiydi. Yanlış şeyler
de yazsa öyle sanatsal, öyle güzel bir şekilde yazmıştır ki milyonları —seni de
olduğu gibi Jivan Mada— etkilemiştir.
Tehlike şuradadır: sözcükler güzel olabilir ama verdikleri
mesaj zehirlidir, saf zehirdir. Görüşleri çok derindir ama bu 'hep yaşamda daha
fazla acı, daha fazla ıstırap bulmaya yönelik bir derinliktir. Tüm eserlerinde
yaşamın baştan sona boş bir alıştırma olduğunu kanıtlamaya kararlıdır. O, o
zamanın çağdaş felsefe akımı olan varoluşçuluğu etkileyerek bir öncü olmuştur.
Ben de onu seviyorum ama onun için üzülüyor ve ona acıyorum
da. O dans edebilecek, âşık olabilecek, müthiş bir bütünlük ve yoğunlukla
yaşayabilecek bir adamdı. Ama o yaşamdansa ölüme hizmet etti. Onu oku, okunacak
ondan daha iyi bir şey yoktur ama bir psikopatı, çok derinden hasta olan,
tedavi edilemeyecek bir adamı okuduğunu unutma.
Onun tüm eserleri gündoğumunu bilmeyen karanlık bir geceden
ibarettir.
Tamam mı Maneesha?
Tamam Osho.
Toplantı 9 -Senin
Dansa Dönüşmeni iştiyorum
Sorularını yanıtladığımda daha çok ilgi göstermelisin çünkü
senin gerçekliğini değiştirebilirim. Bana düşen iki iş var: hem bir özlem
duymanı, ulaşılacak olan hedefe bir göz atmanı sağlamak hem de yolu temizleyip
parçalarını yağlamak— çünkü bazı yönlerden hiç kıpırdamadın, hâlâ bir hurda
mezarlığında yatıyorsun— ve sana tekerlek takıp yola sürmek.
26 Nisan 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Nietzsche'nin
vecizesine göre: "Kişi en çok erdemleri için cezalandırılır." Bunun
doğruluğunu tüm açıklığıyla senin sayende görüyorum. Ama toplumun
standartlarına göre erdemli olan bir kimse bile az da olsa —kıskançlık ve
eleştiriyle— cezalandırılıyor öyle değil mi? Sanki kişi illa çekişmek zorunda
oysa erişmek tamamıyla bambaşka bir durum. Bu doğru mu?
Shivam Anette, sorduğun soru meditasyon yapan insanları
ilgilendiren en önemli sorulardan biridir. Soruna geçmeden önce birkaç ayrımın
anlaşılması gerekiyor.
Maneesha, Friedrich Nietzsche'nin, "Kişi en çok
erdemleri için cezalandırılır" vecizesi senin görmüş olduğundan çok daha
derin ve farklı bir anlam içerir.
Erdem sahibi bir insan hiçbir şekilde iki yüzlü değildir;
dürüst ve doğrucudur. Toplumsa ikiyüzlülerden oluşmuştur; erdemin de
ikiyüzlülük olmasını istedikleri için gerçek erdemlerle hiç alakası olmayan
sahte erdemler yaratmışlardır.
Toplumun erdem görüşünü kabullenen insanlar asla
cezalandırılmaz; ödüllendirilir ve saygı görürler. Onlar taşlanmaz, çarmıha
gerilmez. Aziz, ermiş, bilge kimseler olarak taçlandırılırlar; onlara her türlü
onur payesi verilir. Ama bunun temel koşulu toplumun erdem kavramına uyuyor
olmalarıdır. Bu, gerçek bir erdem midir diye sormamaları, araştırmamaları
gerekir.
Topluma mutlak şekilde teslim olmak, bütünüyle onun esiri
olmak gerekir. Toplum ancak o zaman —yalnızca kölelere, ruhsal olarak intihar
etmiş kimselere— saygı duyar. Bunlar gerçekten erdemli kimseler değildir.
Sadece farklı toplumlara bakarak, gerçek erdemle, sözde erdemin birbiriyle
taban tabana zıt olduğunu görebilirsin.
Hindistan'da şişman ve çirkin Hindu rahipleri görebilirsin
çünkü inek kutsal bir hayvan olduğundan, Hindulara göre süt ürünleri tüketmek
bir erdemdir. Bu yüzden Hindu rahipleri süt ürünlerini tüketmeye ve yağ
bağlamaya devam eder; göbek ne kadar büyükse, aziz de o kadar büyük olacaktır.
Eğer azizin yüceliğini ölçmek istiyorsan göbeğini ölçmelisin.
Jaina rahipleri günde yalnız bir kez ve onu da ayaküstü
yerler. Her şeyi olabildiğince rahatsız hale getirmek bir erdemdir. Ben rahatça
oturup yemek yemenin neresinde günah olduğunu göremiyorum. Ve günde yalnızca
bir kez yiyebildikleri için yiyebildikleri kadar çok yerler çünkü yine yirmi
dört saat daha beklemeleri gerekecektir. Bu yüzden bedenleri incelir ve
göbekleri büyür ama bu da saygı gören bir şeydir.
Jainaların bir mezhebinde bir azizin kusursuzluğa ulaşması
için çıplak dolaşması gerektiğine inanılır. Peki erdem çıplak olmanın
neresindedir? Hayvanların hepsi çıplaktır. Önce bu rahipler bedenlerine
olabilecek her şekilde işkence ederler. Ellerinden başka hiçbir şey
kullanmazlar: yemek yerken ellerini kap gibi kullanmak zorundadırlar, tabak
kullanmazlar. Bu dünyadan, dünya nimetlerinden elini çekme olarak yorumlanır.
Bu, aptallığın en uç noktasına kadar gider. Jilet
kullanmadıkları için saçlarını elleriyle yolmak zorunda kalırlar. Bu çok çirkin
bir görüntüdür. Binlerce insan bunu izlemek için toplanır; Jaina rahiplerinin
saç, sakal ve bıyıklarını yoldukları bu özel hadise çok kutsal sayılır.
Gözlerinden yaşlar gelir. Orada binlerce insanın ortasında çırılçıplak
durmaktadırlar; tüm bedenleri göbekleri dışında bir iskelet gibidir ve tüm bu
insanlar bu sahneyi büyük bir saygıyla izlerler. O saçları toplayıp —çünkü
onlar kutsaldır— madalyonlar yaparlar. Bu azizlerin bastığı toprağı öperler
çünkü o kutsal bir topraktır.
Ben bunun içinde hiçbir erdem göremiyorum. Bunu yapan, bu
aptallığı sergileyen adam kesinlikle bir mazoşisttir ve onu izlemek için
toplanmış insanlar da sadisttirler. İnsanların işkence çekmesinden, kendi
kendine işkence eden bir insanı izlemekten zevk alırlar. İki taraf da hastadır.
Ama mazoşistler büyük azizler, sadistlerse onların takipçileri olarak kabul
görür.
Gerçek
erdem bambaşka bir şeydir. Kendi varlığını derinlemesine araştırmayı, toplumun
kurallarına, fikirlerine ve şartlanmalarına ters düşse bile kendi iç görüne
göre yaşamayı gerektirir.
Nietzsche şöyle diyordu, "Kişi en çok erdemleri için
cezalandırılır." Ama bunların kendi erdemlerin, kendi keşiflerin olması
gereklidir. Ve ne pahasına olursa olsun bunlara göre yaşayacak cesarete, asiliğe
sahip olmalısındır.
Yargıçlar Sokrates'e şöyle söylemişlerdi: "Seni
affedebiliriz ama artık konuşmaman şartıyla. Senin hakikat olarak gördüğün şey
içinde yaşadığın insanlar tarafından kabul edilemez bir şey. Senin hakikatin
onları rencide ediyor. Söz verirsen —ve sana güvenebiliriz çünkü senin sözünün
eri bir adam olduğunu biliyoruz— bir daha konuşmayacağına, sessiz kalacağına
söz verirsen hayatını kurtarabilirsin."
Sokrates'in verdiği yanıt, bir şekilde hakikatle ilgilenen
hiç kimsenin unutamayacağı bir yanıttır: "Ben yalnızca hakikat hakkında
konuşabilmek için yaşıyorum. Ve şimdi karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye
çalışanlara hakikati yayarak yaşama borcumu ödüyorum. Konuşamayacaksam yaşamak
için bir neden göremiyorum. Benim yaşamım ve hakikate dair mesajım
eşanlamlıdır. Lütfen beni baştan çıkarmaya çalışmayın. Hayatta kalırsam
konuşmaya devam ederim".
Yargıçlar kaybetmişti. İçlerinden bir tanesi, "Çok
inatçısın Sokrates" dedi.
Sokrates, "İnatçı olan ben değilim" diye yanıt
verdi. "İnatçı olan hakikattir, erdemdir. Hakikat ödün nedir bilmez. Küçük
bir yaşam için ödün verip de kınanmaktansa ölmek daha iyidir. Zaten yaşlıyım,
yakında öleceğim. Ve ölümü kabul etmek çok daha güzel çünkü ölüm de böylece
anlam kazanmış oluyor. Onu, ölümün bile beni konuşmaktan alıkoyamayacağı bir
zeminde kabul ediyorum."
Toplumun erdemleri vardır. Dünyada yüzlerce toplum
olduğundan doğal olarak da yüzlerce farklı erdem vardır. Bir şey bir toplumda
erdemli sayılırken diğerinde erdemsizlik olarak kabul edilir.
Örneğin tüm dünya ekonomisi faiz sistemi üzerinden işler.
Para tek elde kalmayıp ne kadar hızlı dönerse toplum o kadar zenginleşir ama
para ancak teşvik olduğunda hızla dönebilir. Bundan bir şey kazanacak
olmadıktan sonra paramı niye bir başkasına vereyim? Faiz paranın elden ele
dolaşmasını sağlamak üzere geliştirilmiş bir stratejiden başka bir şey
değildir. Ve para ne kadar hızlı hareket ederse toplum da o kadar zenginleşir.
Müslümanlar yoksuldur çünkü dinlerinde faiz günahtır. Faiz
almak veya vermek büyük günahtır. Bu yüzden Müslümanlar zengin olmaz, olurlarsa
da toplum tarafından kınanırlar. Bankadan kredi alamazlar çünkü bunun için faiz
ödemeleri gerekir. Müslümanlık Hıristiyanlıktan sonra dünyanın en büyük ikinci
dini olmasına karşın onların fakir kalmalarının tek nedeni vardır: faizin günah
olarak kabul edilmesi.
Başka hiçbir toplum faizi günah saymaz. Bunun neresi
günahtır? Birinin parasını alırsın ve karşılığında bir şey ödersin yoksa sana
durup dururken parasını niye versin? Faiz bir çeşit kira gibidir. Ama
Müslümanlara göre bu öyle ayıp bir şeydir ki, bu günahı işleyen kimse toplumda
tüm saygınlığını kaybeder. Aynı kimse başka herhangi bir toplumda saygınlık
kazanacaktır çünkü zengin olacaktır ve zenginliğe saygı duyulur.
Vejetaryenlerin görmezlikten geldiği basit bir gerçek
vardır, o da hiçbir vejetaryene Nobel ödülü verilmemiş olduğudur. Nobel
ödüllerinin yüzde kırkı Musevilere gider ki bu orantısız bir rakamdır; yüzde
altmışı dünyanın geri kalanına, yüzde kırkı ise Musevilere gidiyor. Peki
vejetaryenler niye bu güne kadar tek bir Nobel kazanamamıştır? Bunun yanıtı
yedikleri yemektedir çünkü zekânın gelişmesi için kesinlikle gereken bazı
vitaminler eksik kalır. Vejetaryen bir toplumda et yememek bir erdemdir ama
zekânı yitirmene neden olur.
Etin yerine geçebilecek şeyler bulunabilir ama ben otuz
yıldır vejetaryenlere döllenmemiş yumurtaları yemelerini söylüyorum çünkü bu da
tamamen vejetaryendir çünkü içinde yaşam yoktur. Ve zekânın kesinlikle ihtiyaç
duyduğu tüm vitamin ve mineralleri de içerir, aksi taktirde zekân geri kalır.
Vejetaryenler konferanslarında konuşmam için beni
çağırmaktan vazgeçtiler; bana düşman oldular. Oysa ben tamamen onların yararına
olacak bilimsel bir şeyden bahsediyordum. Ama gerçekleri görmektense
geleneklerine kulak vermeyi tercih ediyorlardı.
Toplumun kavramlarının yarattığı erdemler sadece insan
zekâsının ürünüdür. Bunlara uyarsan iyi şekilde ödüllendirilirsin. Ama
Nietzsche'nin sözünü ettiği erdemler hiçbir toplum tarafından kabul
edilebilecek şeyler değildir. Bireyin kendi zekâsının berraklığında, kendi
yüreğinin sessizliğinde, varlığının anlayışında bulabileceği ve takip edeceği
erdemlerle ilgilidir. Bu yüzden çarmıha gerilecek, taşlanacaktır çünkü
kalabalık tarafından kabul edilemez olacaktır.
Diyorsun ki, "Nietzsche'nin vecizesine göre: 'Kişi en
çok erdemleri için cezalandırılır'. Bunun doğruluğunu tüm açıklığıyla senin
sayende görüyorum. Ama toplumun standartlarına göre erdemli olan bir kimse bile
az da olsa —kıskançlık ve eleştiriyle— cezalandırılıyor öyle değil mi?"
Hayır Maneesha, kıskançlık veya eleştiriyle
cezalandırılmıyor. Kesinlikle kendi erdemi tarafından cezalandırılıyor —ki bu
bambaşka bir şeydir— çünkü aptalca, kendine işkence edecek, zekâsına ters
düşecek bir şey yapması gerekiyor. Ancak o zaman toplumun beklentilerini yerine
getirip erdemli olabilecektir.
Ama bu azizler ve erdem sahibi kimseler kıskançlık veya
eleştiriyle cezalandırılmıyorlar.
Eleştiri o erdemlerin peşinden gitmeyenleri hedef alıyor,
kıskançlık dünyevi şeylerden elini çekmek yerine yaşamın tadını çıkarabilenlere
karşı duyuluyor. Erdemli kimseler cezalandırılıyor ama kendi erdemleri
tarafından; ancak egoları öylesine tatmin olmuş durumda ki her şeyi yapmaya,
hatta intihar bile etmeye hazırlar.
Jainizm dünyada intiharın bile bir erdem olarak kabul
edildiği tek dindir. Tabi ki belli bir yönteme uygun olarak gerçekleştirilmesi
gerekiyor: kişinin ölene kadar oruç tutması gerekiyor. Bu son derece eziyet
edici, uzun bir süreç çünkü sağlıklı bir insan yemek yemeden doksan gün boyunca
hayatta kalabiliyor. Ve o doksan gün sürekli bir açlık ve ölüm beklentisiyle
geçiyor ve etrafındaki insanlar dini şarkılar söyleyip ona tapınıyorlar.
Resimleri sanki çok ruhani bir şey yapıyormuşçasına gazetelerde büyük bir
saygıyla yayınlanıyor: o, ayıplanan bedeni geride bırakıyor. Bugün bile
insanlar bunu yapıyorlar.
Yani cezalandırılıyorlar ama başkaları değil kendi
erdemleri tarafından. Sence kimse başka biri intihar ediyor diye kıskançlık
duyar mı? Sence kimse onu eleştirir mi? Ona tapanlar, onu eleştirecek olan kim
olursa hemen öldürürler.
"Sanki kişi illa çekişmek zorunda oysa elde etmek
tamamıyla bambaşka bir durum."
Bu doğru. Toplum ve kutsal kitaplar hakikatin, sevginin,
sessizliğin, huzurun, kardeşliğin yüce erdemlerinden söz ediyorlar. Ama
bunların yalnızca sözü ediliyor; uygulanmaları gerekmiyor. Evet sevgi adı
altında istediğin kadar insanı öldürebilirsin. Hıristiyanlık sevgisi adı
altında milyonlarca insan katledilmiştir. Barış adı altında da milyonlarcası
Müslümanlar tarafından öldürülmüştür.
Bu güzel sözcükler sadece süsleme amaçlıdır. Sana uyman
için güzel bir felsefe sunarak kendini iyi hissettiriyorlar, öylesine güzel,
erişilmez yıldızlar; fakat onlara erişmeye çalışma çünkü bir hakikat insanı
toplumda kabul görmez!
Toplum yalanlara göre yaşar, öyle çok yalan vardır ki
doğruluğun peşindeki insan bunları açığa çıkaracağı için tehlikelidir. Bir
sevgi insanı kabul göremez çünkü toplum nefretle yürür: bir millet diğerinden,
bir din bir başkasından, bir ırk öbüründen nefret eder. Öylesine çok gruba,
mezhebe ayrılmışlardır ki ve hepsi de birbirinden nefret etmekte ve birbirini
yok etmek istemektedir. Sevgiden sadece bahset, onun hakkında yazılar yaz ama
ona göre yaşama çünkü bir sevgi insanı tehlikelidir. Bu, nefret ve öfkeyi
gördüğü anda sana karşı olacağı anlamına gelir.
Bir sevgi insanı için milliyet nefrete verilmiş güzel bir
isimden başka bir şey değildir. Dini örgütler senin örgütüne, sürüne, grubuna
dahil olmayanlardan nefret etmek için bulunmuş sofistike yollardan başka bir
şey değildirler.
Nietzsche haklı; tüm yaşam deneyimini o küçük cümlenin
içine sıkıştırmış. O erdemlerinden çekti.
İtalyan rahip vaazında cinsellik ve ahlaktan bahsediyordu.
"Cinsellik pis bir şeydir" diye bağırdı. "Bu gün burada yalnızca
iyi kızlar görmek istiyorum. Kilisedeki tüm bakire kızların ayağa kalkmasını
istiyorum."
Hiç kimse yerinden kıpırdamadı. Uzun bir aradan sonra seksi
bir sarışın kucağında bir bebekle ayağa kalktı. "Bakire istiyorum
dedim" diye bağırdı öfkeli rahip.
"Peder," diye sordu kadın. "İki aylık bir
bebeğin kendi başına ayağa kalkmasını mı bekliyorsunuz?"
Ben Yunanistan'dayken sannyasinlerimden biri, yardımcım
Amrito, Ortodoks Yunan Kilisesinin vurguladığı en önemli niteliklerden birinin
bekâret olduğunu söyledi. "Peki Yunanistan'da bakire olan var mı?"
diye sordum.
"O başka bir mesele" diye yanıt verdi. "Ben
hiç rastlamadım."
Bir öğreti olarak güzel olsa da gerçekte bekâret bir erdem
değildir, doğaya karşı geliştir.
Gerçekte zeki hiçbir erkek bir bakireyle evlenmemelidir;
biraz deneyim beklemek gerekir."
Birini işe alırken, "Niteliklerin nedir? Tüm
sertifikalarını getir" dersin. Bir kadınla bütün hayatını birlikte
geçirmek üzere evleneceksin ve bakire olarak kalmışsa en azından şimdiye kadar
hiçbir erkeğin onu cazip bulmadığını akıl edebilmelisin, peki sen niye bu
aptallığa düşesin ki? Önce ona kaç kişiye âşık olmuş olduğunu sor. Ne kadar
deneyimi varsa o kadar iyi bir refakatçi olacaktır çünkü deneyim her zaman
değerlidir. Deneyim her alanda bir erdemdir!
Sevgili
Osho,
Halil
Cibran'dan ve Zerdüşt'ten söz ederken sözlerin benim yorumum olmaksızın,
doğrudan varlığımın merkezi' ne nüfuz ediyormuş gibi geldi. Bir ahenk ve birlik
deneyimi yaşarken, bir yandan da bir nektarın varlığımı doldurmakta olduğunu
hissettim. Bazen ağlamadığım halde gözlerimden yaşlar boşalıveriyor ve
neredeyse her konuşmandan sonra kendim olarak bildiğim şeyin çok ötesinde bir
şeyle temasa geçiyor ve uzun süre de öyle kalıyordum. Soru ve yanıtlarla aynı
şey olmuyor. Seninle otururken gelen, ne olduğunu bilemediğim özel his yine var
ama söz ettiğim derinlik ve yoğunlukta değil. Bu ikisi arasında nasıl bir fark
var?
Prabodh Nityo, senin sormuş olduğun soru başka birçok soru
doğuruyor. Hepsine kısaca değinmek istiyorum çünkü bu yalnızca senin için değil
herkes için önemli.
Öncelikle bana göre soru-cevap seansları daha önemli çünkü
onlar seninle, senin gelişiminle alakalı. Karanlıkta el yordamıyla yürümeye,
yolunu bulmaya çalıştığın bir gerçek. Sen Zerdüşt'ün veya Halil Cibran'ın
seviyesinde sorular soramazsın ve ben senin gerçekliğine göre yanıtlar vermek
zorundayım.
Zerdüşt'ü veya Halil Cibran'ı dinleyerek harika vakit
geçirebilir, ağlayıp, gözyaşı dökebilir, müthiş hissedebilirsin ama bu hep
havada kalır! Aynı kalır, hiçbir şekilde değişmezsin. Bazen insanların
ulaşabilmiş olduğu noktalarla ilgili bir fikir edinebilmen, o uzaklardaki
yıldızların farkına varabilmen için Buda'dan, Chuang Tzu'dan, Zerdüşt'ten
bahsediyorum. Onlar göründüğü kadar uzakta değiller; bizim gibi insanlar onlara
erişmiştir. Onlar senin erişebileceğin mesafededir.
Zerdüşt'ten, Buda'dan, Bodhidharma'dan ve binlerce diğer
kişiden bahsetme nedenim bu: içinde bir özlem yaratmak. Ama bu özlem tek başına
yeterli değildir. Ardından da sana bir yol çizmem gerekiyor; seni içinde
bulunduğun kargaşadan çıkarıp, dört bir yana dağılmış olan parçalarını bir
araya getirip....bacakların, kafan nerelerdeyse onları bulup, sonra da seni o
yola itmem gerekiyor.
Soru-cevap seansları seninle, senin gelişimin, ilerlemenle,
senin bulunduğun yerle ilgili. Zerdüşt ve Halil Cibran'dan söz ettiğim
konuşmalar ise olman gereken ama henüz varamamış olduğun yerlerle ilgili.
Bu yüzden sana katılmıyorum. Buda'dan bahsedilirken kafanda
beliren hayallerden keyif alıyor olabilirsin... Hiçbir şey yapman gerekmez;
müthiş bir şiire, müthiş bir şarkıya, müziğe, kulak verir harika bir dans
izlersin. Ama sen şarkı söylüyor, şiire, dansa dönüşüyor olmazsın. Ve ben senin
dansa dönüşmeni istiyorum; senin erişilmemiş olan yüksekliklere kadar
çıkabilmeni istiyorum.
Bu yüzden hayallerdeki diyarlardan bahsettiğim gibi, senin
içinde saklandığın ve karanlığa çıkma konusunda da isteksiz davrandığın
karanlık inlerinden bahsederek dengeyi sağlamam lazım. Işıktan bahsedildiğini
duymak istiyorsun ve bu hoşuna gidiyor ama yine de kendi karanlık ininde
saklanmaya devam ediyorsun. Garip yerleri, güzel öyküleri dinlemek istiyorsun
ama bu yalnızca hoş vakit geçirme amaçlı.
Sorularını yanıtladığımda daha çok ilgi göstermelisin çünkü
senin gerçekliğini değiştirebilirim. Bana düşen iki iş var: hem bir özlem
duymanı, ulaşılacak olan hedefe bir göz atmanı sağlamak hem de yolu temizleyip
parçalarını yağlamak —çünkü bazı yönlerden hiç kıpırdamadın, hâlâ bir hurda
mezarlığında yatıyorsun— ve sana tekerlek takıp yola sürmek.
İkinci işim daha zor ve o kadar zevkli de değil. Ama
kesinlikle gerekli. İkinci olarak sana bir şeyi hatırlatmam gerekiyor. Ben sana
Zerdüşt'ten söz ederken....bu çok karmaşık bir durum, çünkü ben doğrudan
Zerdüşt'ten değil, Friedrich Nietzsche'nin icat ettiği Zerdüşt'ten söz
ediyorum. Zerdüşt'e o müthiş görüşleri katan Nietzsche'dir.
Zerdüşt...birçok kez onun özgün kitapları bana geldi ama
onlar öylesine sıradan ki üzerlerinde hiç konuşmadım. Nietzsche ise Zerdüşt'ü,
Halil Cibran'ın tamamen kurmaca bir isim olan Almustafa'yı kullandığı gibi
yalnızca sembolik bir figür olarak kullanıyor. Nietzsche tarihi bir ismi
kullanıyor ama bunu tamamen kurmaca bir şekilde yapıyor. O kendi görüşlerini
Zerdüşt'ün ağzından belirtiyor.
Bu yüzden öncelikle hatırlaman gereken şey bunun Nietzsche'nin
Zerdüşt'ü olduğudur; asıl Zerdüşt'le hiçbir alakası yoktur. İkicisi, ben ondan
bahsederken Nietzsche'nin ne demek istemiş olduğunu hiç umursamıyorum, onun ne
demek istediğini bilemem de. Ama o Zerdüşt'ü nasıl kullanıyorsa ben de onu aynı
şekilde kullanıyorum. Yani bu çok karışık bir hikâye! Bu benim Nietzsche'm ve
Nietzsche üzerinden benim Zerdüşt'üm. Bu yüzden uçmakta olduğun yüksekliklerin
Zerdüşt'le hiç alakası yok.
Yüzlerce mistik hakkında konuşuyorum ama konuşan hep benim.
Ve bir gün şans eseri bu insanlarla bir yerlerde karşılaşırsam bana çok kızgın
olacaklarını biliyorum. Büyük bir öfkeyle, "Ben asla öyle bir şey demek
istememiştim" diyecekler. Benim sorunumsa şu: "Ben senin ne demek
istediğini nereden bileyim?" Ben yalnızca kendim ne demek istediğimi
bilebilirim. Yani ister Zerdüşt, ister Buda, İsa veya Chuang Tzu olsun hiç fark
etmez, onları aktardığım anda altına kendi imzamı atmış olurum. Dinlediğin
daima benim.
Ben senin sorularını yanıtlarken daha çok senin gelişmenle,
senin gerçek, dünyevi sorunlarınla ilgileniyorum. Bu yüzden yanılma, birçok
insan yanılıyor. Ben sana hep hatırlatıyorum ama insanların hafızaları pek iyi
değil.
Ben Varanasi'de Gautam Buda hakkında konuşurken Budizm
alanında tanınmış bir akademisyen bana şöyle demişti: "Ben de aynı kutsal
kitabı okuduğum halde siz öyle müthiş derinlik ve yükseklikleri açığa
çıkardınız ki Gautam Buda'ya duyduğum inancı sağlamlaştırmış oldunuz."
Ben de, "Kızmazsan....aslında bana olan inancını
sağlamlaştırman gerek" diye yanıt verdim.
"Ne?" diye sordu.
"Evet" dedim. "Okuduğun şeyler büyük
ihtimalle Buda'nın kastettikleriydi, o derinlik ve yükseklikler ise benim kendi
deneyimlerim."
Ama ne yaparsın ki dünya aptallarla dolu. Budist aptalların
seni dinlemesini istiyorsan sadece Buda kelimesini söylemen yeterli, ondan
sonra ne istersen söyleyebilirsin. Hinduların seni dinlemesini istiyorsan da
Krishna'dan bahsetmelisin.
Ben hep kendi hakkımda konuşuyorum; başkası hakkında değil,
hem bunu nasıl yapabilirim ki? Beş bin yıl önce konuşurken Krishna ne düşünüyordu,
kim bilir aklında ne vardı?...ama beni dinliyor ve "Tanrım, Krishna'nın
böyle derinliklere ve yüksekliklere sahip olduğunun farkına varamamışız"
diye düşünüyorlar. Krishna hiçbir şeye sahip değildi. Bunlar benim herhangi
birinin üzerine geçirdiğim kendi derin ve yüce deneyimlerim; onlar yalnızca
askı görevi görüyor, ben deneyimimi onların üzerine asıveriyorum.
Büyük akademisyenler bile.... demin bahsettiğim adam
Varanasi Üniversitesi Budizm Fakültesi'nin dekanı Bhikshu Jagdish Kashyap'tı ve
çok eğitimli bir adamdı. Ama bu söylediğimi söylediğim anda bana karşı düşman
oldu. "Derinlik ve yüksekliklere ne oldu?" dedim.
İnsanlar isimlere çok daha fazla meraklıdırlar. Sana,
"Zerdüşt şunu söylemiş" dediğimde daha dikkatli dinlersin. Zerdüşt
isim olarak bile öylesine eskidir, öylesine peygamberliği çağrıştırır ki
mutlaka önemli bir şeyler söylemiş olmalıdır...ki bana güvenin; onu tanıyorum,
zavallı adamın biridir. Ama bunu sakın kimseye söylemeyin! Bu seninle aramızda
bir şey.
Michelangelo, Şistine Şapeli'nin tavanını boyarken sırt
üstü yatmaktan yorulmuş ve yüz üstü dönüp aşağıda, dua etmekte olan yaşlı bir
kadın görmüş. İskelenin kenarından sarkıp, "Ben İsa'yım. İsa Mesih! Beni
dinlersen mucizelerime tanık olursun!" diye bağırmış.
İtalyan kadın yukarı bakıp tespihini sıkıca kavrayarak
yanıt vermiş, "Kapa çeneni. Annenle konuşuyorum!"
Michelangelo bu yaşlı kadına bir oyun oynamak istemiş
olmalı ama bu yanıtı alınca kaybeden kendi olmuş. Ne olursa olsun anne annedir
ve tabi iki yaşlı kadın konuşurken araya girmemek gerekir....sen git dışarıda
oynamaya devam et!
Bu yüzden bozulma. İstediğin buysa ben herhangi bir tarihi,
mitolojik, kurmaca karakter hakkında konuşup durabilirim; kafamdan yeni
karakterler de yaratabilirim. Sana anlattığım her şeyin gerçekten olmuş
olduğuna inanıyor musun? Olmalılar çünkü çok önemliler. Ama sana bu hikâyeleri
uydurduğumu söylesem o kadar ilgi duymamaya, yükseklerde uçmaya başlarsın.
Arada sırada yükseklerde uçmanı da istiyorum ama bu
yalnızca hayali bir uçuş. Senin gerçekten bir gün o yüksekliklere erişmeni
istiyorum ama bunun için tatbiki, sebep-sonuç ilişkisi içeren işler yapman
gerekiyor.
Seni biraz uçurayım şimdi....
New Yorklu bir iplik tüccarı olan Goldstein Alabama'da
müşteri bulmak için çaresizce çabalıyor ama hep Yahudi düşmanlığıyla karşı
karşıya kalıyordu. Bir mağazanın müdürü onunla dalga geçti: "Tamam
Goldstein. Senden iplik satın alacağım ama burnunun tepesinden o Yahudi çükünün
ucuna kadar ne kadar mesafe varsa o kadarını."
İki hafta sonra kargodan sekiz yüz kartonluk birinci kalite
iplik çıkınca müdür şok geçirmiş. Kargoya iliştirilmiş bir de not varmış:
"Cömert siparişiniz için sonsuz teşekkürler. Fatura yoldadır. İmza: New
York'ta yaşayan, Kiev'de sünnet olmuş Jacob Goldstein."
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 10 -Yaşam
Kısa Değildir, Yaşam Sonsuzdur
Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler
zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla
büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi
görünür.
27 Nisan 1987, Sabah
Sevgili
Osho,
Bana
bir keresinde Doğuda gündoğumunu, Batıda da günbatımını görebilmem için bütün
pencerelerimi açık tutmam gerektiğini söylemiştin, içimde öyle çok olasılık
barındırıyorum ki çoğu zaman onları yeterince derinden inceleyecek zamanı
ayırmıyormuşum gibi geliyor. Daha çok sanki onlarla temas ettiğim anda onları
öylesine iyi tanıyorum ki hemen bir sonrakine geçme dürtüsünü hissediyorum.
Yaşam çok kısa ve keşfedilecek ve geliştirecek çok fazla şey varmış gibi
görünüyor. Ben yüzeysel ve fazla mı aceleciyim? Yaşamımdaki tek süreklilik
Sensin ve asla senin derinliğine temas edemeyecekmişim gibi hissediyorum.
Lütfen sevgili Ustam bana biraz rehberlik et.
Indradhanu, herkes kendi hissine göre yol almalı; bir
şeyden diğerine geçme konusunda kendini rahat hissediyorsan bu senin için
doğrudur. Buradaki tek mesele ne yaparsan yap bunun sana gerginlik değil, büyük
bir keyif veriyor olması gerektiğidir. Kendini herhangi bir olasılığı daha
derinden incelemeye zorlarsan kendi içinde bir gerginlik yaratmış olursun. Eğer
bu sana yeterli geliyorsa, belli bir olasılığa temas etmek sana yeterli gıdayı
veriyorsa o zaman devam et. Demek ki doğal olan bu; senin doğal hızın bu.
Kişi asla kendi doğasına karşı gelmemelidir. Bana göre tek
günah budur; kendi doğana karşı gelmek. Kendi doğanla büsbütün bir uyum içinde
olmak ise tek erdemdir. Ve kendini asla kimseyle kıyaslama, herkes farklıdır,
herkes farklı şeylerden hoşlanır. Bir kez kıyaslamaya, "Biri benden daha
yavaş ve derinden ilerliyor, ben fazla hızlı gidiyorum" diye düşünmeye
başladığın anda içinde bir gerilim oluşacaktır: "Belki de fazla aceleci
davranıyorum." Tüm bu gerginliklerin nedeni kıyaslamadır.
Bir şeyi hatırla: Kendi doğanla uyumlu olmalısın,
başkasınınkiyle değil. O yüzden hep kendi içini hisset. Öyle hoşuna gidiyorsa,
öyle yap. Eğer gerginlik veriyor, zorlama geliyorsa bu sana göre değil
demektir. Öyle yapma. Her zaman yaşam nehriyle birlikte git. Asla akıntıya
karşı gitmeye, nehirden hızlı akmaya çalışma. Sadece mutlak bir rahatlık
içinde, her an kendini yuvada, rahat, varoluşun içinde huzurlu hissederek git.
Unutmaman gereken ikinci şey de yaşamın kısa değil sonsuz
olduğu ve bu yüzden de aceleye hiç gerek olmadığıdır. Acele etmek yalnızca bir
şeyleri kaçırmana neden olur.
Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler
zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla
büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi
görünür.
Biz hep buradaydık ve hep burada olacağız; tabi ki aynı
biçimlerde, aynı bedenlerde değil. Yaşam evrimleşmeye, daha yüce evrelere
erişmeye devam ediyor. Ama bunun bir sonu olmadığı gibi, bir başlangıcı da yok.
Başlangıçsız bir yaşamla, sonsuz bir yaşamın ortasında var oluyorsun. Daima bu
iki taraflı sonsuzluğun ortasında yer alıyorsun.
Koşullandırılmaların sana yaşamın tek olduğu fikrini
veriyor. Hıristiyan inanışı, Musevi inanışı, Müslüman inanışı —ki hepsinin
temelinde bir tek yaşama sahip olduğumuzu savunan Musevi inancı yatıyor— Batıya
korkunç bir hız deliliği aşılamıştır. Her şey o kadar hızlı yapılmak zorunda ki
bundan keyif almak veya kusursuzca tamamlayabilmek imkânsız. Bir şekilde
bitirmeyi başarıp aceleyle bir sonraki şeye geçiyorsun.
Batılı insan çok yanlış bir görüşe göre yaşıyor: Bu,
kişinin zihninde öyle büyük bir gerilime yol açmıştır ki asla hiçbir yerde
rahat hissedemez, hep bir yerlere yetişmeye çalışır ve sonun ne zaman
geleceğini bilmediğinden de hep endişelidir. Sondan önce her şeyi yapmak ister.
Oysa sonuç bunun tam tersi olur: birkaç tane şeyi bile zarafet içinde, güzelce
ve kusursuzca yapamaz.
Onun yaşamı öylesine ölümle gölgelenmiştir ki neşe içinde
yaşayamaz. Neşe verici her şey ona zaman kaybı gibi görünür. Bir saatliğine de
olsa sessizce oturamaz çünkü zihni ona, "Bu bir saati neden boşa
harcıyorsun? Şunu-bunu yapıyor olabilirdin" demektedir.
Tek
yaşam kavramı nedeniyle Batıda meditasyon fikri asla ortaya çıkmamıştır.
Meditasyon son derece rahatlamış, acelesi, endişesi, yetişmesi gereken bir yeri
olmayan ....sadece an be an, ne gelirse onun tadını çıkaran bir zihne ihtiyaç
duyar.
Doğuda meditasyonun ortaya çıkması kaçınılmazdı çünkü
yaşamın sonsuz olduğu fikri bile rahatlamanı sağlar. Korkusuzca rahatlayabilir,
keyifle flütünü çalabilir, dans edip şarkı söyleyebilir, gündoğumuyla,
günbatımının tadını çıkarabilirsin. Tüm yaşamından keyif alabilirsin. Yalnızca
onunla da kalmayıp ölmenin keyfini de çıkarabilirsin çünkü ölüm de müthiş bir
deneyimdir, bir doruk noktasıdır.
Batıda ölüm yaşamın sonu olarak görülür. Doğu ise ölümü
upuzun bir yaşam sürecinin güzel bir hadisesi olarak algılar; pek çok ölüm
yaşanacaktır. Her ölüm bir sonraki yaşam, bir sonraki biçim, tanımlama ve
bilinç başlamadan önce yaşamının vardığı sonuç noktasıdır. Sen sona ermiyor
yalnızca başka eve taşınıyorsun.
Bu bana Nasrettin Hoca'yı hatırlattı. Hoca uyurken evine
hırsız girmiş. Aslında gerçekten uyumuyor da, gözlerini kapalı tutuyor, arada
bir de açıp hırsızın neler yaptığına bakıyormuş. Ama kimsenin işine karışmak da
ona göre değilmiş. Hem hırsız onun uykusuna karışmadığına göre, o da adamın
mesleğine niye burnunu sokacakmış ki? Bırak ne yapacaksa yapsın.
Hırsız bu adamda bir gariplik olduğunu sezip biraz
endişelenmeye başlamış. Evde ne var ne yoksa dışarı taşırken arada elinden bir
şey kayıp düşse, gürültü çıksa bile adam bir türlü uyanmıyormuş. Hırsız böyle
bir uyku halinin insan ancak uyanıkken olabileceğinden işkillenip, "Bu ne
acayip bir adam ki evini olduğu gibi boşaltmama rağmen gıkını bile çıkartmıyor"
diye düşünmüş. Bütün eşyaları, yastıkları, ne var ne yoksa hepsini olduğu gibi
dışarı çıkarmış.
Tam her şeyi kendi evine taşımak üzere bir araya getirip,
bağlamaya başladığında birinin onu takip etmekte olduğu hissine kapılmış. Bir
de dönüp bakmış ki peşindeki adamla evde uyuyan adam aynı kişi. "Neden
peşimden geliyorsun?" diye sormuş.
"Peşinden filan gelmiyorum, beraberce taşınıyoruz
işte. Her şeyi aldığına göre ben evde bir başıma ne yapayım? Ben de mecburen
seninle geliyorum." Bu rahatlık Doğuya mahsustur, ölüm konusunda bile Doğu
bu hissini sürdürür: sadece evi değiştiriyor olmak...
Hırsız paniğe kapılmış "Affet beni, eşyalarını geri
al."
Hoca şöyle yanıt vermiş, "Buna hiç gerek yok. Ben
zaten taşınmayı düşünüyordum; baksana ev harabeden beter durumda. Bundan beter
bir ev olmaz. Hem ben de çok tembel bir adamım. Birinin bana bakması gerek. Her
şeyi götürüp de beni burada tek başıma bırakmanın alemi var mı?"
Hırsız hayatı boyunca bu işi yaptığı halde hiç böyle birine
denk gelmediği için korkuya kapılmış. Bir kez daha, "Her şeyi geri
al" demiş.
Hoca bu kez, "Yoo!" demiş. "Planda hiçbir
değişiklik yapmayacağız. Sen bu eşyaları olduğu gibi taşıyacaksın. Yoksa doğru
karakola giderim. Sana efendi gibi davranıp hırsız demiyorum, bana göre sadece
taşınmama yardımcı olan bir adamsın."
Aslında aceleye hiç gerek olmadığı için bu kısa ömür fikri
tehlikeli bir fikirdir. Doğunun bunca fakirliğe karşı, kederli ve umutsuz
olmamasının nedeni budur. Batı zengindir ama bu zenginlik ne maneviyatına ne de
gelişimine hiçbir katkıda bulunmamıştır. Aksine Batı fazla gergindir. Oysa
yaşamın sunabileceği tüm konfora sahip olabildiğine göre daha rahat olması
gerekir.
Aslında temel sorun, Batının içten içe yaşamın kısacık
olduğunu, hepimizin sırada beklediğini ve her anın bizi ölüme daha çok yaklaştırdığını
bilmesidir. Doğduğumuz anda mezara doğru giden yolculuğumuz da başlamış
demektir. Her an yaşam kesintiye uğramakta, gitgide daha da kısalmaktadır. Bu
durum gerginlik, keder ve endişeye yol açar. Hiçbirini yanımızda
götüremeyeceğimizin farkına varınca, tüm konfor ve lüksler, tüm zenginlikler
anlamsızlaşmaya başlar. Ölüme tek başına gideceksin.
Doğu rahattır. Birincisi ölümü önemsemez, onu yalnızca bir
şekil değiştirme olarak kabul eder. İkinci olarak da öylesine rahat
olabildiğinden, ölümden sonra da kendisiyle gelecek olan içsel zenginliklerin
farkına varır. Ölüm bu zenginliği senden alamaz.
Ölüm dıştaki her şeyini alır ve içsel olarak kendini
geliştiremediğin taktirde, doğal olarak hiçbir şeyi ölümden koruyamayacağına ve
sahip olduğun her şeyi yitireceğine dair korku duyarsın. Ancak içsel benliğini
geliştirip, dış etkenlerden bağımsız olarak huzur, mutluluk, sükûnet ve neşeye
kavuşabilmişsen, benliğinin ait olduğu bahçeye varıp, saf bilincinin
çiçeklendiğini görebilmişsen, ortada ölüm korkusu diye bir mesele kalmaz.
Indradhanu, bir kez daha tekrar ediyorum, bir şeyi unutma;
sen ölümsüz bir varlıksın. Şu anda bu bilgiyi deneyimlemediğin için, bunu bir
inanç olarak değil de sınanacak bir tez olarak kabul edebilirsin.
Benim söylediklerimi hiçbir zaman bir inanç olarak
benimsemeni değil, yalnızca bir tez olarak kabul etmeni istiyorum. Ben
doğrusunu biliyorum diye size birtakım inançlar dayatmam doğru olmaz. Gerçeği
bildiğim için sana, "Bu yalnızca sınayacağın geçici bir tezdir"
diyebilirim çünkü sınadığın taktirde bu tezin bir inanç değil de kesinlik
kazanmış bir bilgi olarak senin kendi gerçeğine dönüşeceğinden adım gibi
eminim. Yalnızca kesinlik kazanmış gerçekler seni kurtarabilir. İnançlarsa
kağıttan gemiler gibidir. İnsan varoluş okyanusunu kağıttan bir gemiyle
geçebileceği yanılgısına kapılmamalıdır. Bunun için inanç değil, kesinlik
gerekir. Kendi adına deneyimlemiş olduğun doğrulara ihtiyaç vardır. Başka
birinin doğrusuna değil, kendi doğruna....O zaman bu bilinmeyen, yabancı
okyanusa açılmak bir sevince, müthiş bir heyecan ve coşkuya dönüşecektir.
Ama daima kendi doğanla uyum içinde ol.
Bazı ağaçlar yavaş, bazıları hızlı büyür; yavaş veya hızlı
büyümenin özel bir tarafı yoktur. Bu iki ağacın ortak noktası ise kendi
doğalarını takip ediyor oluşlarıdır. Etrafına bakıp kıyaslamaya başlamak ve
fuzuli endişelere kapılmak yalnızca insana mahsustur.
Ortada bir sorun olduğunu hissettiğinde yüreğinin içine
bak. Rahat hissediyorsan doğru yoldasın. Yüreğin senin kıstasındır. O rahatsız
olmuşsa demek ki yolunu değiştirmen gerekiyor; bir şeyler doğru gitmemiş, bir
şeyler yoldan sapmış.
Yüreğin senin kılavuzundur. O doğayla tam bir uyum içinde
olduğunda, yüreğinin içinde güzel bir dans ve müzik vardır. Doğadan
uzaklaştığında ise müzik gürültüye dönüşür, dans aksar. Bunlar yüreğinin, doğru
yolda olup olmadığının farkına varman için sana gönderdiği işaretlerdir,
konuştuğu dildir.
Başka birinin kılavuzluğuna ihtiyacın yok. Senin kılavuzun
kendi içindedir.
Sevgili
Osho,
Evet
benim uykumu böldün, şimdi sabah güneşine uyanmaktayken, kuşlar şarkı söylüyor
ve yapraklar sabah esintisiyle dans ediyorlar. Senin bahçende oturmak öylesine
tatlı ki. Seninle oturmak her gün biraz daha fazla neşe veriyor. Bu günlerde
senin mevcudiyetinden kaynaklanan bu yaşam özü fazlasıyla arttı mı yoksa hep
var olan bir şeyi ben yeni mi fark etmeye başlıyorum?
Nitayanando, senin şu anda deneyimlemekte olduğun hep
buradaydı ama sen burada değildin. Şimdi ilk kez sen de buradasın; bu yüzden
farkına varıyorsun. Buraya birçok kez gelmiş olabilirsin ama bu yalnızca
bedensel olarak geçerliydi. Zihnin başka bir yerlerde dolaşıyordu, varlığın
burada değildi. Artık, şu anda ve burada olma hünerini kaptığın için bu
hissettiğin yaşamsal öz gitgide artacak çünkü senin mevcudiyetin gitgide daha
da billurlaşacak.
Bu özsuyu her zaman buradaydı, çiçekler hep açıyordu, o
serin esinti hep esiyordu, ağaçlar ve güneşin ışınları hep vardı ama sen
kördün.
Gözlerini ilk kez açtın ve duyuların canlandı. Onlar
canlandıkça seni bekleyen deneyimler daha da derinleşecek. Hepsi senin
duyarlılığına, farkındalığına ve sessizce burada ve şu anda olabilmene bağlı.
Şu anda bu özü hiç hissetmeyen, hiçbir şey hissetmeyen ve
hiçbir şey olmadığı fikriyle geri dönecek olan birileri de olabilir. İşte
zihnin seni böyle kandırıyor; asla kendi körlüğünü, farkında olamayışını,
kendini veremeyişini fark etmene izin vermiyor. Tam tersine biri başka birine
"Bir şey kaçırdın" dediğinde o kişi hemen, "Sen hipnotize
olmuşsun! Ben aklı başında bir insanım sen beyninin yıkanmasına izin vermiş ve
düşünmeyi unutmuşsun" diye atılır.
İnsanlar kendi körlüklerine sahip çıkarlar; kendi
bilinçsizliklerine, sefaletlerine, kendilerine ait olan şey cehennem bile olsa
ona sahip çıkar, korurlar. Ama gerçekten benimle olabilmek için tüm
kalkanlarını bir kenara bırakıp savunmasız hale gelmelisin çünkü biz
birbirimizle dövüşmek için burada değiliz. Biz derin bir ilişki kurmak, derin
bir uyum ve tüm farklılıkların içinde eridiği bir ahenk yakalamak üzere
buradayız...ve burada olan bir sürü insan değil; tek bir sessizlik, anlayışın
getirdiği tek bir huzur.
Savunmalarını bir kenara bırakamayanlara büyük bir merhamet
duymak gerekir. Onlar akılcı varlıklar olduklarını düşünebilirler ama aslında
bilinçsiz varlıklardır. Gözlerin mantığa ihtiyacı yoktur çünkü onlar ışığı
mantığın yardımı olmaksızın da seçebilirler; yalnızca kör olanlar ışığı düşünüp
üzerinde —onun yanında ya da karşısında olmak, ona inanmak ya da inanmamak
üzerine— mantık yürütürler ama gözleri gören ne onun yanında ne de
karşısındadır, ne ona inanır ne de inanmaz. O yalnızca bilir: ışık oradadır. O
keyfine varılacak bir şeydir, üzerinde tartışılacak değil.
Nitayanando, sen herkesin içinde olmasını istediğim bir
durumdasın. Ama insanlar çok acayip! Büyük bir astronom sinagogdaki konuşmasını
noktalıyordu:
"....Ve bazı meslektaşlarımız dört-beş milyar yıl
içinde güneşimizin de büyük olasılıkla yok olacağına inanıyorlar."
"Kaç yıl dediniz?" diye sordu Mrs. Siegel salonun
arkasından.
"Dört veya beş milyar" diye yanıt verdi bilim
adamı.
"Ohh!" dedi Mrs. Siegel. "Milyon dediniz
sandım da."
İnsanlar ne kadar acayip...sanki anladı da! Varoluşun
içinde dört veya beş milyar fark etmez ama büyük ihtimalle onun bildiği en
yüksek rakam milyondur. Dört milyar ise sorun değil.
Eğer zihninle dinliyorsan böylesine anlar kaçınılmaz
olacaktır ama zihninle değil de yüreğinle dinliyorsan hiç böyle bir an
gelmeyecektir. Ve yürekle dinlemek tek gerçek dinleme yoludur.
Senin deneyimlerin çok taze. İçsel deneyimlerin güzelliği
de budur; hep taze kalırlar. Onları mekanik hale getiremezsin. Yarın ve ondan
sonraki gün, sen burada olduğun sürece aynı parfüm, aynı mevcudiyet, aynı öz
farklı bir tatla, daha derin bir algılayışla ve daha büyük bir duyarlılıkla hep
burada olacak.
Maneviyatta hiçbir şey eskimez, her daim taze kalır. Ve
onun tazeliği seni de son nefesine kadar genç tutar. Bir mistik her zaman genç
ölür. Yaşı yüz veya yüz yirmi olsa da fark etmez. O hep genç ölür çünkü yaşam
kaynağı sürekli tazelenmektedir; taze bir rüzgâr içinden geçmekte, taze güneş
ışınları içinden geçmekte, taze ay ışığı ve taze yıldızlar hep içinde
yükselmektedir.
Nityanando, bu senin için bir kutsama. Yolu kaybetme. Doğru
noktaya geldin. Git gide daha çok o noktayı merkez al.
Sevgili
Osho,
Devemi
iyi bağlamayı başardım. Aslan uzak, bilinmez ormanlarda kükrüyor, çocuk henüz
ana rahmine düşmedi, inatçı katır ise yerinden kıpırdamıyor. Yorum yapabilir
misin?
Devaprem, Zerdüşt'ün inatçı katırdan hiç haberi yoktur; sen
tamamen farklı bir kategoriye ait gibi görünüyorsun. Ne devesin, ne aslan, ne
de çocuk; sen katırsın. Ve katırın işi çok zordur.
Katırın asla çocuk sahibi
olamayacağını hiç düşündün mü? Katırlar üremez çünkü onlar atla, eşeğin
kırmasıdırlar. Hem atın, hem de eşeğin en kötü özelliklerini toplamışlardır.
Ama iyi bir tarafları vardır: yeni bir kuşak daha
yaratmadan ölüp giderler.
Bunun üzerinden bir kez daha geçmeni istiyorum. Aynaya
bak... çünkü Zerdüşt mutlak kategorilerini oluşturmuştur ve bunların arasında
katıra yer yoktur. Aynada göreceğin bir deve olacaktır.
Ve sen, "Deveyi bağlamayı başardım" diyorsun.
Deveyi gerçekten bağlamayı başarıp başarmadığını kanıtlayacak tek kıstas
aslanın kükremesidir. Oysa sen "Aslan uzak, bilinmez ormanlarda
kükrüyor" diyorsun. Devenin aslana dönüşmesi gerekiyor....deve aslana
dönüşecek kapasiteye sahip.
Bunlar Zerdüşt'ün kullandığı metaforlar. Deve esarete karşı
geldiği anda bir aslana dönüşür ve aniden kükreme belirir! En güzel
deneyimlerden biri aslanın kükremesini duymaktır. Ve bu öyle bir süreçtir ki
katır aslana dönüşürse...aslan yalnızca bir geçiş, bir köprü görevi görür ve
çocuk da hep orada durmaktadır. Bu çocuğun rahme düşme meselesi değildir;
herkes gebedir, herkes çocuğa gebe olarak doğar, yalnızca doğru fırsat
gereklidir....
Deve o doğru fırsatı barındırmaz ama aslan çocuğun doğması
için gereken fırsatı barındırır. Fakat sen basit yoldan gideceğine inatçı bir
katırda takılıp kalmışsın. Başka türlü bir katıra rastladın mı hiç? Hepsi
inatçı olurlar, bu onların büyük bir özelliğidir.
Ama tam olarak nerede olduğunun farkına var. Hiçbir insan
katır değildir çünkü biz kırma değiliz. Deveyle başlaman lazım. Ve aslanın
kükremesini de uzaklardan, "uzak, bilinmez ormanlardan" duymaman
gerekiyor. O aslanın kükremesinin sana faydası yoktur. Kükreme senin yüreğinin
en derin yerlerinden gelmelidir. Ve o kükreme sayesinde, ilk kez olarak çocuğun
yolda olduğunun farkına varırsın. Çocuk bizim kaderimizdir. Kişi en sonunda bir
çocuk kadar masum, hayranlık ve merakla, güven ve sevgiyle dolu ve varoluşla
mutlak derecede uyumlu hale gelmelidir. Çocuktan kasıt budur. Bunlar yalnızca
metafor. Ama "inatçı katır yerinden kıpırdamıyor" derken ne demek
istediğini anlıyorum.
Papa bir İtalyan köyünde vaaz veriyor, büyük bir sessizlik
içinde olan köylüler de dikkatle onu dinliyorlarmış.
"Doğum kontrol hapı kullanmayın" demiş Papa.
Güzel bir senyorina atılmış, "Oyunu oynamıyorsan, kurallarını da
koyamazsın!"
Bu basit bir şeydir: oyunu oynamıyorsan kuralları koymaya
da hakkın yok. Katırın özelliği de budur: bulunduğu yerden bir santim bile
kıpırdamak istemez. Bu bakımdan zihinlerimiz katırlara benzetilebilir.
Zihnini izleyebilirsin; o hiçbir şeyi değiştirmek istemez.
Her değişiklik zorluk ve yeni baştan alışma, yeni düzenlemeler yapma
gerekliliğini getirir ve hiçbir değişiklik ölüme önem katmaz. Sana hatırlatmak
isterim ki zihin ölü bir makine, biyolojik bir bilgisayardır sadece. Her türlü
değişime ve dünyada zihinlerini bir kenara bırakabilecek cesaretteki insanlar
sayesinde gerçekleşmiş olan her türlü evrime karşı direnir.
Zihni bir kenara bırakmaktan kastım meditasyondur. Zihin
bir katır, meditasyon ise en uzak ufuklarda güneşin üzerinden geçen, daima
bilinmeyene girmeye hazır bir kartaldır.
Devaprem, katır hiçbir yere kıpırdamıyorsa onun üzerinden
in. Katırın üstünde oturup aptal gibi görünmeye ne gerek var? Katırın üzerinden
in! Kendi ayaklarınla yürümek daha iyidir; en azından ilerleyebilir, daha iyi
bilinç düzeylerine ulaşabilirsin.
Din tamamıyla tek bir kelimenin içine sıkıştırılabilir ve o
kelime meditasyondur. Ve meditasyon katırdan aşağıya, zihinden aşağıya
inebilmenin basit bir yoludur. Bırak zihin olduğu yerde kalsın; sen onsuz
hareket etmeye başla. Ve bir kez zihnin aracılığı olmadan düşünebilmeye
başladığında Zerdüşt'ün kategorilerini anlayacaksın. Önce kendini bin tane
açıdan esaret altında göreceksin: geleneklerinin esiri, eğitiminin esiri,
dininin ve çeşit çeşit batıl inançlarının esiri....Bir sürü esaretle
karşılaşacaksın. Biraz cesaretle, bırak deve bu esaretlere karşı ayaklansın.
Dünyadaki tüm büyük ustalar ruhunu belli bir statükonun
altında tutan esaretlere karşı bir devrim yapılması gerektiğinde ısrar eder. Ve
bir kez bu esaret fırlatılıp atıldığında deve bir metamorfoz geçirerek aslana
dönüşür. O aslında hep aslandı ama esaretleri yüzünden bir deveye dönüşmüştü.
Ve o cesur, bilinmeyene dalmaya, tek başına olmaya hazır
bir aslana dönüştüğü anda çocuk da fazla uzaklarda değildir. İkinci metamorfoz
gerçekleşecek ve aslanın çocuğa dönüşmeye başladığını göreceksin. Ve çocuk
mutlak bağımsızlık halidir.
Çocuğun bilgeliği onun saflığından gelir; onun sadeliği
egosu olmayışından kaynaklanır. Çocuğun tazeliği senin benliğinin tazeliğidir
ki o asla yaşlanmaz, daima genç kalır. O binlerce bedenden geçmiştir; onlar
genç olmuş, yaşlanmış, sonra ölmüştür. Oysa bilinç genç ve taze bir şekilde,
okyanusa doğru dans etmeye devam eder. Çocuğun meraklı gözleri senin varlığının
varoluşun büyük gizemlerine açılan kapısıdır.
Bilim adamı da gizemleri ve onların esrarını keşfetmeye
çalışır ama onun yöntemi şiddettir; o sevgiden çok tecavüz gibidir. O keser,
saldırır. Bilim adamının doğaya yaklaşımı insanca değil insanlık dışıdır.
Çocuk ve bilge de varoluşun gizemlerine erer ama bunu oyun
gibi, sevgi yayarak yapar. Ve varoluşun kendisi de yüreğini bu sevgi dolu
çocuğa, sırlarını onun meraklı bakışlarına açmaya hazırdır.
Lao Tzu der ki, "Bilgiyi bıraktığın anda bilge
olursun."
Varoluşun gizemlerini soruşturmayı bıraktığın anda varoluş
kapılarını sana açar, seni buyur eder. Ve varoluşun gizemlerine bir misafir
olarak girmek onurlu bir şeydir. Doğaya saldırmak, doğayı zorlamak ise
barbarlıktır. Bilimin yaklaşımı hâlâ barbarcadır ve meditasyon halinde olmayı
öğrenene kadar da barbarca kalacak. Sadece meditasyon bilimin barbarlığını
değiştirip, onun varoluşla olan ilişkisini masum bir aşk ilişkisine
çevirebilir.
Altın gelecek işte bu olacaktır: bilim varoluşla bir
mücadele veya çekişme yerine bir aşk ilişkisine girdiğinde, onunla tezat değil,
derin bir ahenk, derin bir dostluk içinde varolabildiğinde.
Şimdiye kadar Bertrand Russel gibi en büyük düşünürler bile
barbarca bir dil kullandılar. O Doğanın Fethi???????? adında ünlü bir kitap
yazmıştır. Doğayı ele geçirme fikri başlı başına çirkin bir şey. Biz onun bir
parçasıyız: parça bütünü nasıl ele geçirebilir? Sol elimin beni ele
geçirebileceğini aklın alıyor mu? Ve biz varoluşun öyle küçük bir parçasıyız ki
bu ele geçirme fikri tamamıyla boş bir romantizmden ibarettir.
Ancak farklı bir bilime kesinlikle ihtiyaç var: bilim bu
haliyle başarısız oldu. Eski din başarısız oldu. İnsanlığa kurtuluşu, söz
verdiği şeyler olan mutluluğu, rahmeti, Tanrısallığı sağlayamadı. Verdiği tüm
sözler yalan çıktı.
Şimdi bilimin de başarısız olduğunu söylemek istiyorum.
Doğayı ele geçirirken yalnızca yok etmeye yarayan silahlar, atom enerjisi ve
nükleer füzeler üretti. Doğayı ele geçirmek yerine tüm gezegen için bir
mezarlık hazırlamayı başarmış oldu. Bilim başaramadı. Kısaca ele geçirme fikri
başlı başına barbarca ve şiddet dolu bir fikir olduğu için yaşama daha iyi
hizmet etmeyi başaramadı.
Yeni bir dinsellik ve yeni bir bilimsel yaklaşım bulmalıyız
ve bu ikisi de birbirlerinden farklı olmamalı. İkisi aynı madalyonun iki yüzü
olabilir: içsel bilince uygulanırsa din, nesnel dünyaya uygulanırsa bilimdir.
Ama temel gerçeklik masumdur, meraklıdır ve gözleri sevgi
doludur....bir dostluk, bir ahenk, bir aşk ilişkisinden ibarettir.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 11 -Kutsal
Olan Seni Dilsiz Bırakır
Bunlar hayatın gizemleridir: bir şeyi ifade edemediğin
zaman, ifade etme dürtün de gitgide çoğalır. Müzisyen kendi yoluyla ifade eder,
şair kendi yoluyla ifade eder, ressam kendi yoluyla ifade eder ama kimse
başarılı olamaz çünkü bazı şeyler tüm ifade biçimlerinin ötesinde kalır.
17 Mayıs 1987, Sabah
Sevgili
Osho,
Duyduğuma
göre Gautam Buda'nın işinin aydınlanmasıyla birlikte sona erdiğini, oysa senin
işinin de aydınlandıktan sonra başladığını söylemiştin. Bu konuda bir şeyler
söyleyebilir misin?
Prem Pankaja, herkes tarafından hatırlanması gereken en
önemli şeylerden biri de soruna başlayış şeklindir. Soru, "Duyduğuma
göre..." diye başlıyor. Genelde insanlar bu ilk kısmı atıp "Böyle
söylemiştin" diyor. Ve bu ikisinin arasında çok büyük bir fark var, öyle
büyük bir fark ki bu ikisinin arasında bir köprü kurmak bile mümkün değil ve
bunun anlaşılması gerekiyor.
Söylenen şey senin duyduğunla aynı şey olmayabiliyor. Bunun
bariz bir nedeni var o da benim farklı bir oluş noktasından konuşuyor olmam,
seninse bambaşka bir noktadan dinliyor olman. Bu aktarım esnasında birçok şey
değişime uğrayabiliyor.
Benim söylemiş olduklarımı tamamen farklı algılamış
olabileceğini hatırlamak her zaman bir anlayışa işaret eder. Senin sorun duymuş
olduğunla ilgili olmalıydı çünkü duymamış olduğun bir şeyle ilgili nasıl soru
sorabilirsin ki?
Gautam Buda hayatı boyunca insanların söylediklerini
yazmasına asla izin vermemiştir. Buna gösterdiği neden ise yazarken kişinin
dikkatinin bölünüyor oluşuydu. Yazarken artık bütün olarak dinlemiyor olursun.
Hem dinlemek hem de yazmak zorundasındır ve onun söyledikleri öyle hassas
şeylerdir ki bütün olamadığın taktirde bunları kaçırırsın. Bu yüzden yazmak
yerine, yüreğine bütünlüğünle ve yoğunluğunla yaklaşıp bunların içine sinmesine
izin ver.
O, kırk iki yıl boyunca sürekli olarak konuştu. Ölümünden
sonra beliren ilk sorun müritlerinin aklında kalan her şeyi yazmalarıydı yoksa
tüm bunlar yitip gidecek, bu da insanlık için büyük bir kayıp olacaktı. Onlar
hem büyük bir hizmet vermiş, hem de büyük bir zarara yol açmış oldular. Her
şeyi yazdılar...ama garip bir durumla karşılaştılar- herkes farklı bir şey
duymuştu. Herkesin hatırladıkları, akıllarında kalanlar birbirinden farklıydı.
"Buda'nın söylediği budur!" iddiasıyla otuz iki
ayrı ekol ortaya çıktı. Yalnızca bir adam; sonsuza kadar hatırlanması gereken
biri, onun en yakın müridi, Buda sağken henüz aydınlanmamış olan Ananda, tevazu
içinde, "Ben henüz aydınlanmamışken aydınlanmış olan bir bilincin söylemiş
olduklarını nasıl tam olarak duyabilirim? Onun söylediklerini yorumlayacak,
kendi fikirlerimi katıp, kendi rengimi, kendi nüansımı vereceğim. Benimle aynı
anlamı taşıyamaz çünkü ben henüz o gören gözlere ve işiten kulaklara sahip
değilim" dedi. Tevazu içinde aklında kalanları yazmasıyla ortaya çıkanlar,
Budizm'in temel kitabını oluşturdu. Hepsi "Gautam Buda'nın söylediğini
duymuştum ki...." diye başlar.
Ve tüm o otuz iki felsefe ekolü, Maitreya ve Ananda'dan çok
daha büyük akademisyenlerden oluştukları, yorum yapmaya, kavramlara anlam
katmaya, sözcüklerden bir sistem oluşturmaya çok daha yatkın oldukları halde yavaş
yavaş reddedildiler. Bu reddedilişin tek nedeni ise o basit başlangıç cümlesini
atlamış olmalarıydı, "Duymuştum ki..." Onlar, "Gautam Buda derdi
ki" diyorlardı yani Buda'yı ön plana çıkarıyorlardı.
Ananda'nın versiyonu evrensel olarak kabul görmüş versiyondur.
Garip ... aydınlanmış olan kişiler de vardı ama onlar sessiz kaldılar çünkü
onların duydukları ifade edilebilecek şeyler değildi. Bir de aydınlanmamış ama
kendini son derece açık bir şekilde ifade edebilen dahi filozoflar vardı ve
müthiş tezler yazdılar ama bunlar da kabul görmedi. Ve ne aydınlanmış bir kişi,
ne de büyük bir filozof olan, sadece Buda'nın mütevazı bir bakıcısı olan
kişinin sözleri kabul gördü. Bunun nedeni de bu başlangıçlardır,
"Duymuştum ki... gerçekte bunu söylemiş olup olmadığını bilmiyorum.
Kendimi onun üzerine koyamam. Ben yalnızca benim içimde yankılanmış olanları
yani kendi zihnimdekileri aktarabilirim; Buda'nın zihinsiz sessizliğini
değil."
Budist metinler bu yüzden dünyada Usta ve müridi, yani
varmış olanla varmaya çalışan arasındaki büyük farkı ortaya koyan nitelikteki
tek kutsal metinlerdir.
Pankaja, diyorsun ki, "Duyduğuma göre Gautam Buda'nın
görevinin aydınlanmasıyla birlikte sona erdiğini, oysa senin görevinin
aydınlandıktan sonra başladığını söylemiştin." Bu, bariz olanın tamamen
göz ardı edildiği tarihteki o acayip olaylardan biridir.
Birkaç tane akademik açıdan oldukça üstün Budist rahibiyle
konuştum, tartıştım. Bunlardan biri Bhikshu Sangharakshita'ydı. O bir
İngiliz'di ama gençliğinde arayış içindeyken, Hıristiyanlığın verecek hiçbir
şeyi olmadığını görüp Budist olmayı seçmişti. Onunla tanıştığımda çok
yaşlanmıştı. Budizm hakkında öylesine sevgi ve içgörü dolu kitaplar yazmıştır
ki kişi hayranlıkla dolar.
En önemli Budist metinleri uzmanı ve son derece derin, bilgi
dolu birçok eser vermiş olan
Bhikshu Ananda Kausalyayan'la da birçok kereler görüştüm.
Bir üçüncü kişi ise Doktor Bhikshu Jagdish Kashayap'tır. O da büyük Budist
Bilimler Enstitüsü'nün başkanıdır.
Bu kişilerden hiçbiri bu farkın, Ananda'nın aslında yetkin
bir şekilde aktarabileceği tek şeyi, yani kendi varlığındaki yansımayı
aktardığı için onun versiyonunun daha mütevazı ve doğru olduğunun ayrımına
varamamışlardı. Bu farka parmak bastığımda hepsi şaşırdılar: "Tüm
yaşamımız boyunca bu konu üzerinde çalışmış olduğumuz halde bunun herhangi bir
önemi olduğunu düşünmemiştik. Bunu yalnızca Ananda'nın yazış sitiline
vermiştik" dediler.
"Birkaç Zen ustası dışında hiçbir Budist bana
katılmayacaktır" diye de ekledim. Asya'nın tümü Budist'tir. Farklı
ülkelerde farklı şekiller ve törenler edinmiştir. Ama bir şey her yerde
sabittir: Buda'nın altı yıllık son derece zorlu bir uğraşın sonucunda
aydınlandığı inancı. O, altı yıllık bir uğraştan sonra aydınlanmıştır; bu
böylece kabullenilmiştir.
Ama Buda'nın yaşantısına baktıktan sonra onun gerçekten
altı yıl uğraştıktan sonra aydınlanmaya ulaştığının söylenebileceğini ama bunun
hakikatin tümü olmadığını gördüm. Bu hakikatin küçük bir kesiti bile değildir.
Hakikat şudur ki o ancak aydınlanmaya ait tüm arzusunu, çabasını ve umudunu
bıraktığı anda aydınlanmıştır.
Çabalayıp durmak ve rahatlamak arasındaki boşluk ve hakikat
diye bir şeyin varolduğu fikrini bir kenara bırakmak— Ona söylenen her şeyi
yaptığı halde kendisine hâlâ bir sükûnet inmemişti. Kendi varlığının en
derinlerine nüfuz edebilmeyi başaramamıştı. Tüm kapıları çaldığı halde
hiçbirisi açılmamıştı. Öyle bütün ve yoğun bir uğraş göstermişti ki yapılması
gereken başka bir şeyler daha olabileceğini aklı almıyordu.
Onun dolunaylı bir gecede, kıyısında aydınlanmış olduğu küçük
Niranjana ırmağına gitmiştim. O gün en önemli deneyim gerçekleşmiştir; ki
Budistler, takipçiler bundan hiç söz etmez. Onların da suçu yok çünkü bu
önemsiz gibi görünür. O bedenine işkence etmişti, ayladır oruç tutuyordu, çok
zayıf düşmüştü ve Niranjana da oldukça küçük bir ırmaktır. Sabah banyosu için
ırmağa girmişti ama en küçük ırmağın akıntısı bile onun için çok fazlaydı;
akıntıyla ırmağın aşağısına doğru kaymaya başladı. Akıntıdan çıkmayı
başaramadığı için bir ağacın köklerine tutundu.
O an çok önemli bir andı. Irmağın içinde, bir ağacın
köklerine tutunmuş vaziyette dururken içinde bir fikir belirdi, "Ne
aptalca bir hayat yaşayıp duruyormuşum? Bütün bu dünyadan elini çekme, bu zorlu
çaba, beni hakikate yaklaştıracağına sadece güçsüzleştirdi. Bana yaşamın
bereketini sunacağına, beni ölüme yaklaştırdı. Tüm okulların öğrettiği bu
türden bir disiplin nasıl olup da benim hayat okyanusunu geçip diğer kıyıya
ulaşmamı sağlayacak?"
Kafasında beliren, tüm yaşam biçimine
dair bu soru işareti, o berrak anda, o sabah, güneşin doğmakta olduğu o saydam
anda tüm varlığında bir şeyleri değiştirdi. O, krallığından vazgeçmişti; o anda
vazgeçişinden de vazgeçti. Bu dünyadan vazgeçmişti, o anda o dünyadan da
vazgeçti. Hırs, güç ve prestijden vazgeçmişti ve o anda aydınlanmaya ulaşma
çabasının da hırstan, arzudan başka bir şey olmadığını görüyordu.
Daha sonsuz bir yaşama, hakikate dair bir arzu da olsa yine
de o bir arzuydu.
Irmaktan çıkmaya çalışırken o arzusu da yok olmuştu. Bir
bodhi ağacının altında dinlendi. Hayatında ilk kez tümüyle rahatlamıştı.
Gitmesi gereken bir yer, bulması gereken bir şey veya çaba göstermesini
gerektiren hiçbir durum yoktu. Ve inanılmaz bir şekilde, aradığı o sükûnet
yağmur gibi üzerine yağmaya başladı.
Akşama doğru tamamen farklı bir insandı; sakin, serinkanlı
ve rahattı. Aradığı merkez buydu —buna gülmüştü— Çünkü aranan aslında arayanın
ta kendisiydi. Çok saçma bir şey yapmıştı. Varlığının merkezi kendinden ayrı
bir şey değildi. Tüm arzular, tüm hırslar ortadan kalkmışsa, yapacağın hiçbir
şey yoksa, yapacağın hiçbir şey kalmamışsa öylece, huzurla oturursun... O
merkezi bulmuştu. Merkez oydu.
Başka bir yerlerde olan, başka bir nesne söz konusu
değildi.
En mühim Danimarkalı filozoflardan biri olan Kierkegaard,
"Öznellik her şeydir" demişti. Buna din, hakikat veya Nirvana
diyebilirsin. Ama bu senin kendi öznelliğin, kendi varlığındır...
Ve o gece güzel bir olay oldu. O gece dolunay vardı —birkaç
gün önce burada da dolunay, o gecekiyle aynı dolunay vardı— ve yakın köylerden
birinden bir kadın...
Hindistan'da insanlar ağaçlara, hayvanlara, taşlara,
dağlara, Güneş'e, Ay'a taparlar. Bu yüzeyde çok çocukça görünse bile,
derinlerde önemli olan neye taptığın değil tapma eyleminin kendisidir. İster
Güneş'e, Ay'a, ister bir ağaca veya nehre tap, bunlar yalnızca bahanelerdir ve
esas olan tapınmanın kendisidir. O kadın Buda'nın altında oturduğu ağaca
tapıyordu.
Ay yükselmişti ve yılın en güçlü, en güzel Ayı'ydı. Ve Buda
ormanın sessizliğinde, ırmağın kıyısında bu ağacın altında otururken neredeyse
bir tanrı gibi görünüyordu; özellikle de o kadının gözüne. O ağaçtan bir şey
dilemiş ve arzusu gerçekleşmişti, bu yüzden de ağacın tanrısına sunmak için söz
vermiş olduğu leziz yemekleri getirmişti. Ağacın tanrısının dışarı çıkıp ağacın
altına oturmakta ve onu beklemekte olduğunu düşündü.
Buda da açtı; günlerdir hiçbir şey yememişti ve Sujata — ismi
buydu— yemekleri sunduğunda kabul etti. Bu altı yıllık işkence dolu arayışında
ilk kez hiçbir gerilim veya rüya olmaksızın uyudu. Yalnızca gitgide derinleşen
bir sükûnet deneyimi vardı; uykusu samadhi'ye dönüşüyordu. Düşünceler ve
arzular olmadığında ve zihin sessizleştiğinde uyku samadhi'ye dönüşür,
aydınlanmaya dönüşür.
Ve sabah gözünü açtığında ... gözünde canlandırmaya çalış
... ne gidilmesi gereken bir yer, ne de yapılması gereken bir şey var. Ve
gökyüzünde son yıldızın da yok olduğunu görürken, kendisinin de gökyüzünde yok
olduğunu gördü. Buna Nirvana yani yok olma adını verdi. O yok olup, saf bir
sükûnete, hiçbir şeye...neşeli bir sükûnete, içinde bir şarkı, görünmez bir
dans barındıran bir sükûnete dönüştü.
Bu onun aydınlandığı gündü. Yirmi beş yüzyıldır Budist
âlimler bu aydınlanmayı altı yıllık zorlu bir çabanın sonucunda elde ettiğini
sanıyorlar. Ben onlardan kesinlikle ayrılıyorum. Ve benim doğruluğumu
kanıtlayamıyorlar ... ve de çıldırdığımı çünkü söylediğim doğru olmuş olsaydı,
yirmi beş yüzyılda insanların bunu görebilmiş olması gerektiğini düşünüyorlar.
Yine de ben onun aydınlanmaya erişme sebebinin, bu arzusundan vazgeçmiş olması
olduğunu söylüyorum.
Pankaja, Buda'nın işinin aydınlanmasıyla sona erdiğini
söylemişim. O çok fazla çabalıyordu. Ben asla aydınlanmak için çabalamadım;
hiçbir disiplini, hiçbir kutsal kitabı, hiçbir dini veya dünyadan elini çekmeyi
gerektiren hiçbir yolu takip etmedim. Ben kendimi en başından beri Buda'nın
altı yıllık zorlu bir çabadan sonra ulaştığı noktada; bir ağacın altında
rahatça otururken buldum. Herkes —öğretmenlerim, arkadaşlarım— benim delirmiş
olduğumu düşünüyordu. Ben bile bazen, "Belki de haklıdırlar çünkü herkesin
bir hırsı var, benimse hiç yok. Herkes bir şey olmak istiyor, bense sessizce
oturup hiçbir şey yapmamak, yalnızca kendim olmak istiyorum" diye
düşünüyordum.
Buda'ya göre aydınlanması çabalarının neticesiydi. Benim
işim aydınlanmamdan sonra başladı. Ben asla onun peşine düşmedim. Bu,
açıklaması olmayan o esrarengiz durumlardan biridir. O benim kapımı çaldı ben
de "Gel, açığım" dedim. Kapıyı açma zahmetine bile katlanmadım. Çünkü
onu hep açık bırakmıştım.
Aydınlandığım gün benim işim başladı.
Benim işim seninle, Buda'nın işi ise kendisiyleydi.
Ben senin için yaşadım.
Hayatta olmak için başka hiçbir nedenim yok çünkü yaşam
bana verebileceği her şeyi ben istemeden verdi. Bana karşı çok cömert davrandı.
Ama aydınlanmamdan sonra içimde ilk kez bir dürtü hissettim; bu öyle basit,
öyle doğal bir şeydi ki herkesin başına gelmeliydi. Herkesin başına gelmediği
taktirde ise dünya sefalet ve acı çekmeye devam edecekti.
Gautam Buda kendisinin aydınlanmasını sağladı, bense
diğerlerinin aydınlanmasını sağlıyorum. Bu yüzden onun işinin tamamlandığı
noktada benimkisi başlıyor.
Sevgili
Osho,
Batıya
geri dönmeden önce sana söylemek istediklerimi ne zaman yazmaya kalksam kendimi
Lancelot kadar dili tutulmuş olarak buluyorum. Bu minnetten daha fazlası,
sevgiden daha fazlası, senden ve benden çok daha fazlası. Yine de bu hissi
aktarmaya yönelik bir özlem orada duruyor, güçlü ve gitmiyor; sessiz bir hüzün
ve yanmakta olan bir ateş söz konusu. Sevgili Ustam, Senin mevcudiyetinde,
senin buda alanında otururken sayısız kez içimi kaplamış olan uçsuz bucaksızlık
hissini nasıl ifade edebilirim?
Satyam Svarup, bu gerçekleştiği anda daima sevgiden
fazlası, sevinçten fazlası, minnetten fazlasıdır çünkü yaşam senden ve benden
de fazlasıdır. O öylesine çok boyutlu, öylesine engindir ki... Yalnızca bunun
farkında olmadığın zaman hislerini ifade edebilirsin. Oysa farkındalık hayatına
girdiği anda, açıklamalar kaybolmaya başlar, kendini ifade etmek imkansızlaşır
çünkü söyleyebildiklerin hep yetersiz kalacaktır.
Dünyadan, nihai olana erişebilmiş birçok insan geçmiştir
ama onların isimlerini bile bilmeyiz çünkü ona eriştikleri anda dilleri
tutulmuştu; sessizlik öylesine derindi ki başlarına geleni aktarabilecek bir
yol bulamıyorlardı.
Dünyada birçok mistik olmasına karşın yalnızca birkaç tane
usta vardır. Her mistik bir usta değildir. Bu nadir olarak gelen bir açık ifade
edebilme, sözcükleri, sözcüksüzlüğü içinde taşıyabilecek şekilde kullanabilme,
bir şeyleri sanki hiçbir şey söylenmemişçesine, söyleyen kişi yokmuşçasına
söyleyebilme yetisidir. Ve sen ne derece yok olursan, varlığın da o derece saf
bir mevcudiyete dönüşecektir.
Bana diyorsun ki, "Batıya geri dönmeden önce sana
söylemek istediklerimi ne zaman
yazmaya kalksam kendimi Lancelot kadar dili tutulmuş olarak
buluyorum."
Şanslısın. Böylesine sessiz kalmak mutluluğun bir
parçasıdır; söylenmesi gereken bir şey olduğunu bilir ama bunun bir yolunu
bulamazsın. Senden taşan büyük bir mutluluk, yüreğinde bir minnet olduğunu
bilirsin ve bunları ifade etmiyor olmak doğru görünmez. Oysa tüm sözcükler son
derece dünyeviyken bu deneyimlerse dünyevi olmaktan öylesine uzaktır ki onları
tercüme etmenin hiçbir yolu yoktur. İfade edilemez olanı aktarmaya çalışan
büyük ustalar bile bunun için tuhaf yollar bulmak zorunda kalmıştır.
Geçen gün, Keşmir'in Pakistan istilası altındaki bölgesinde
yaşayan bir adamın haberi geldi. Bu adam yüz yirmi beş yaşındaydı ve ölümle üç
kez dalga geçmişti. Bu onun üçüncü seferiydi.
Ölüyordu, doktorlar öldüğünü açıklıyor, dostları akrabaları
yas tutmaya, cenaze için hazırlıklar yapmaya başlıyorlar ve tam onu mezarlığa
götürmekte oldukları o final anında adam gözlerini açıp gülmeye başlıyordu. İlk
seferinde insanlar, "Herhalde yalnızca komadaydı da biz yanıldık"
diye düşündüler, ikinci seferinde daha uyanık davranıp her şekilde ölmüş
olduğunu tespit ettiler. Ama yine de aynı şey tekrarlandı. Onu tam gömmeye
başlayacakları o son anda, "Bekleyin!" dedi. "Şaka yaptığımı
görmüyor musunuz?"
Ve bunu şimdi, yüz yirmi beş yaşında bir kere daha
tekrarladı. Bu onun yaşamın ebedi, ölümünse yalnızca bir şaka olduğunu
göstermek için seçtiği tuhaf bir yol. Ve bunu kendi yaşamı aracılığıyla
söylüyor. Ve bu kez dedi ki, "Artık çok yaşlandım, bu taktiği daha fazla
sürdüremem. Herhalde bu seferki son olacak. Unutmayın, dördüncüsünde gerçekten
ölmüş olacağım."
Ama yakınları, "Sana inanamayız. Her seferinde, 'Bir
dahaki sefere gerçekten ölebilirim' diyorsun" dediler.
O yaşamın ve bilincin ebedi olduğunu gösteriyor. O bir
ustadır. Upanishadların söylediğini sözcükleri kullanmadan söylüyor: Amritasya
Putra; "Siz ebediyetin oğulları ve kızlarısınız." Ama bu söyleme
tarzı çok daha sağlamdır çünkü sözcükler çok şiirsel bir şekilde kullanılıp
doğru olmayabilir, şairin gerçek deneyimi olmayabilirler. Ama bu adam nasıl
derine inileceğini biliyor, hem de öylesine derine iniyor ki tıbbi olarak hâlâ
hayatta olduğunu kanıtlayacak bir yöntem kalmıyor.
Yaşamış olabileceğin ama sözcüklere dökemeyeceğin her
deneyim karşısında dilsiz kalman kaçınılmazdır. Güzel bir gün batımı görürsün;
ne söyleyebilirsin ki? Gökyüzünde kanat açmış bir kuş görürsün —öylesine
güzeldir, sanki özgürlüğün ta kendisidir— ama ne diyebilirsin? Ve ne dersen de,
hep hedeften yakına düşecektir.
Yalnızca sıradan şeyler ifade edilebilir.
Kutsal olan seni dilsiz bırakır.
Çünkü o "minnetten daha fazlasıdır..." Sen
"minnet" diyor ve kesinlikle bunu söylememiş gibi hissediyorsun;
sözcük öylesine küçük, deneyimin kendisi ise öylesine büyük ki, ama yine de bu
hissi aktarmaya yönelik büyük bir özlem söz konusu.
Bunlar hayatın gizemleridir: bir şeyi ifade edemediğin
zaman, ifade etme dürtün de gitgide çoğalır. Müzisyen kendi yoluyla ifade eder,
şair kendi yoluyla ifade eder, ressam kendi yoluyla ifade eder ama kimse
başarılı olamaz çünkü bazı şeyler tüm ifade biçimlerinin ötesinde kalır.
İfadenin ötesinde kalan şey Tanrıdır, hakikattir,
aydınlanmadır, özgürleşmedir. Ama bu sözcükler de onu tanımlamıyor yalnızca bir
şeyi gösteriyorlar, tıpkı Ay'ı gösteren parmaklar gibi.
Haklısın, "Sessiz bir hüzün ve yanmakta olan bir ateş
söz konusu. Sevgili Ustam, Senin mevcudiyetinde, senin buda alanında otururken
sayısız kez içimi kaplamış olan uçsuz bucaksızlık hissini nasıl ifade edebilirim?"
Simyasal bir değişimden geçmen gerekecek. Bu hüzün çok
güzel, acı verici değil; bu sadece ötelerdekini deneyimlemiş olup da onu ifade
edememenin hüznü. Ve onu ifade etmek için yanıp tutuşan arzu yaratıcılığa
dönüşecek; resim yapabilir, dans edip, şarkı söyleyebilirsin, ötedekini işaret
etmek için kendi yöntemini bulabilirsin ve o zaman bu ateş senin için işkence
olmaktan çıkar ve yaratıcılığın sevincine dönüşür.
Yani bunu bir hüzne, bir acıya dönüştürme. Kendini
kutsanmış hisset! Bunu büyük bir kahkahaya dönüştür. Bu yalnızca yatağın doğru
tarafından kalkma meselesi.
Manastırın baş rahibesi mutlu bir ruh halinde uyandı,
giyindi ve manastırda gezinmeye başladı.
"Günaydın Rahibe Augusta. Tanrı seni korusun. Halinden memnun musun?"
"Evet, efendim ama ne üzücü ki siz bu sabah yatağın
ters tarafından kalkmışsınız."
Baş Rahibe bu yorumu görmezlikten gelip yoluna devam etti
ve başka bir rahibeyle karşılaştı. "Günaydın rahibe Georgina, iyi
görünüyorsun."
"Evet efendim. Ama maalesef siz yatağın ters
tarafından kalkmışsınız."
Baş Rahibe, kafası iyice karışmış bir halde bu kez toy bir
rahibeyle karşılaştı, "söyle bana yavrum, sence de mi yatağın ters
tarafından kalkmış gibi görünüyorum?"
"Korkarım öyle efendim."
"Ama, neden? Size de kuşlar kadar mutlu ve keyifli görünmüyor
muyum?"
"Evet efendim ama Peder Vincenzo'nun terliklerini
giymişsiniz."
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 12 -Ötesinde
Olan Şey Sensin
Yapılması gereken şeyler vardır, bir de yapılması
gerekmeyen şeyler vardır. Yap ılabilecek olanlar nesnel dünyaya ait, sıradan,
gündelik, vasat şeylerdir. Kendili ğinden gerçekleşen, yapmakla olmayan şeyler
ise varoluşun daha üstün, yüce bir düzenine aittir. 17 Mayıs 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Bu
günlerde içime baktığımda belli karakteristik özellikleri olan bir kişilikle
değil, hiçbir şekilde önceden kestirilemeyen, sürekli değişen bir akışla
karşılaşıyorum. Bu durum bu bedendeki yaşamı çok kırılgan, savunmasız ve anlık
bir hale sokuyor; bu öyle bir his ki sanki etrafımdaki her şeye uzanıp, onları
köklerinden sarsıyor.
Deva Surabhi, insan tek değil birçoktur; birçokluk, bir
kalabalıktır. Kişilik olma hissi bir seraptır. O asla içe dönmediğin ve
kalabalıkla yüzleşemediğin için ortaya çıkar. Belki de bu kalabalıkla
yüzleşmemek için içe dönmezsin.
Sen evinin dışında yaşıyorsun ve evi, çoğu ölüp gitmiş olan
komşuların doldurmuş durumda. Ve çok derken gerçekten çoğu kastediyorum;
yüzyıllar öncesinden kalma, sıra sıra ölüler seninle yaşıyor; bu yüzden kişi
meditasyon yoluna ilk girdiğinde, bu ilk karşılaşma onu köklerinden sarsar.
Kişi bir tek kendi bireysel yüzü dışında birçok yüzle karşı karşıya gelir.
Birçok insan korkup yeniden dışarı kaçar ve içinde olup
bitenleri unutabilmek için kendini başka şeylere verir. Kendinle tek başına
yüzleşmek büyük bir cesaret gerektirir çünkü kendini tek başına yakaladığın
anda içinde nasıl bir kalabalık barındırdığınla yüzleşmek zorunda kalırsın.
Kalabalığın içindeki herkes gerçekten senmişsin rolü yapar ve kendi gerçek
bireyselliğini bulmanın da hiçbir yolu yoktur. Milyonlarca insan yalnızca bu
karşılaşmayla başa çıkamadıkları için meditasyondan uzak yaşarlar.
Yöntem çok basittir. Bodhidharma müritlerine şöyle derdi:
"Kendi içine baktığında orada senmişsin gibi rol yapan birçok kişiyle
karşılaşacaksın. Bazıları bunu senden bile daha iyi yaparlar çünkü seneler,
hatta yaşamlar boyunca senin rolünün provasını yapmaktadırlar. Bir fil havlayan
bir köpek sürüsünün karşısında nasıl davranırsa öyle davranmalısın, fil sanki
orada hiç kimse yokmuşçasına hiç istifini bozmaz... Sen de fil gibi olmalı ve
içindeki kalabalığa havlayan köpekler gibi davranmalısın."
Hindistan'da bu manzara artık seyrekleşiyor ama eskiden her
gün rastlanan bir durumdu çünkü tüm Maharajların —ve onlardan pek çok vardı —
tüm dini liderlerin ve —onlar da çoktular— filleri vardı. Aslında bir dini
liderin dindarlığı kaç tane file sahip olduğuyla ölçülürdü çünkü bu kolay bir
şey değildi, çok masraflıydı.
Buna her gün rastlanırdı; fil geçerken köpekler havlardı.
Bir köpeğin bir file havladığını görmek insanda garip bir his uyandırır: fil en
ufak bir aldırış bile göstermez; sanki orada kimse yokmuş, hiçbir şey
olmamaktaymış gibi... Ve köpeğin yüzüne bakınca 'umutsuzluk' kelimesinin
anlamını kavrarsın. "Bu ne garip yaratık...biz burada bir sürü köpek
havlıyoruz, o hiçbir şey olmuyormuş gibi yoluna devam ediyor."
Bir süre sonra bu köpekler yok olmaya başlar; niye
kalsınlar ki? "Fil görünüşe göre ya geri zekâlı ya da sağır ama bizim
dengimiz değil. Belki de bizim dilimizi anlamıyor ama ne olursa olsun bu eylem
amacına ulaşamıyor."
Bodhidharma haklıdır; meditasyoncu fil gibi davranmalıdır.
Ve bu şaşırtıcı olacaktır; içini kuşatmış —pek çok görünüş, pek çok ses—
uzaklaşmaya başlarlar. Kısa bir süre sonra bir an gelir ve öylesine uzak
görünmeye başlarlar ki onları rüyanda görmüş, duymuş olduğunu sanırsın. Ve
onlar geri çekildikçe...büyük bir sessizlik, müthiş bir sükûnet varlığına
yerleşmeye başlar.
Surabhi diyorsun ki, "Bu günlerde içime baktığımda
belli karakteristik özellikleri olan bir kişilikle değil, hiçbir şekilde
önceden kestirilemeyen, sürekli değişen bir akışla karşılaşıyorum. Bu durum, bu
bedendeki yaşamı çok kırılgan, savunmasız ve anlık bir hale sokuyor; bu öyle
bir his ki sanki etrafımdaki her şeye uzanıp, onları köklerinden
sarsıyor." Bu bir lanet gibi görünse de öyle değildir.
Sarsılabilen kökler senin köklerin değil ve onca kırılgan
ve onca anlık olan da sana ait değil. Tüm deneyiminde sana ait olan tek bir şey
var o da izleyendir, tanık olandır. Bu kırılganlığa, bu sürekli değişen
kişilikler akışına kim tanık oluyor? Köklerin sarsılmasını kim izliyor?
Kesinlikle o tüm bunların ötesinde.
O ötede oluş hali sana ait.
O ötede oluş hali sensin.
O senin bireyselliğin, o senin varlığın.
O tanıklığın içine yerleştiğinde seni rahatsız eden her şey
yok olacaktır. Bu sadece kendi içine dönme durumuyla ilk karşılaşma halidir.
Geri dönme; daha derine in.
Artık bir kişilik olarak varolmadığın iyi bir haber
Surabhi. Yalnızca bir tanık, bir izleyici olduğun için havalara uçmalısın çünkü
ebedi ve ölümsüz olan tek şey budur. Daha güzel bir deneyimin, daha derin bir
coşkunun, daha yüce bir aydınlanmanın aşamayacağı tek şey budur.
Sadece bu kişiliğin, bu kırılganlığın, bu korkunun, bu
kökten sarsılmanın kendinle özdeşleşmesine izin verme. Bunların üzerinde,
tepedeki bir gözcü gibi kalırsan kısa zamanda manzara bütünüyle değişecektir.
Papa ölüm döşeğinde yatıyordu. Doktoru kardinalleri bir
araya toplayıp onu kurtarmanın tek yolunun kalp nakli olduğunu açıkladı.
"İnsanlara haber vermeliyiz" dedi kardinaller,
"belki de kalbini bağışlamaya gönüllü olacak biri çıkar."
Bir duyuru yapıldı ve binlerce insan papanın balkonu
altında toplanıp, "Benim kalbimi al, benimkini al" diye bağırmaya
başladılar.
Şimdi kardinallerin bu kutsal insana kalbini verecek olan
kişiyi belirlemeleri gerekiyordu. "Papanın başının üzerinden bir tüy
bırakırız ve o tüy kimin üzerine inerse şanslı kişi o olur" dedi
kardinallerden biri.
Tüy balkondan aşağıya doğru süzülürken aşağıdaki
kalabalıktan şu sesler geliyordu, "Benim kalbimi al—püff! Benimkini
al—püfff'
Kalbimi al demek kolay ama o kadar yakınına gelince,
"Püff!" Herkes kendi içsel gerçeğini bilmek ister ama bunun için bir
şeyini yitirmen, bir bedel ödemen gerekir.
Varoluşta hiçbir şey bedelsiz değildir. Kendini bilmek
istiyorsan tüm sahte kimliklerini bir kenara bırakman gerekir. Onlar senin
yatırımın, gücün, saygınlığın, dinin, niteliklerindir. Onları bırakmak zordur;
ölüm gibi gelir.
Meditasyon kesinlikle bir nevi ölümdür, içinde sahte olan
her şeyin ölümü. Ve ancak o zaman sahte olmayan deneyimlenebilir.
Bu deneyimse yeniden doğuştur; yeni bir yaşam, yeni bir
insan tipinin doğuşudur.
Sevgili
Osho,
Senin
huzurunda otururken içimdeki büyük korku ve suçluluk duygusunun son derece
farkına varıyorum ve sana karşı tümüyle açık olabilmenin özlemini duyuyorum.
Yakın zaman önce içimde, en altlarda kıvrılıp yatmakta olan yılanın uykuda
olduğunu ve üçüncü çakranın kapısının hâlâ kapalı olduğunu hissettim. Kalbim
seninle uçmak istiyor. Yapabileceğim herhangi bir şey var mı?
Sambodhi Amrita, korku nedir? Korkular vardır ve korkular vardır:
ben onlardan söz etmiyorum. Ben en temel korkudan —tüm diğer korkular bu en
temel korkunun uzak yankılarıdır— yani ölüm korkusundan söz ediyorum. Yaşam
ölümle çevrilidir. Her gün birinin, bir şeyin öldüğünü görürsün, bir dakika
önce canlı olan bir şey artık ölüdür.
Her ölüm sana kendi ölümünü hatırlatır.
Kendi ölümünü unutman imkânsızdır çünkü her an bunu
hatırlatacak bir şey vardır. Demek ki anlaşılması gereken ilk şey korkudan
kurtulmanın tek yolunun ölümden kurtulmak olduğudur. Ve ölümden kurtulabilirsin
çünkü ölüm sadece bir fikirdir, bir gerçeklik değil.
Yalnızca başkalarının öldüğünü gördün, hiç kendini ölürken
gördün mü? Başka birini ölürken gördüğünde bu deneyimin bir katılımcısı değil
yalnızca ona dışarıdan bakan birisindir. Deneyim kişinin içinde gerçekleşir.
Tüm bildiğin onun artık nefes almadığı, bedeninin soğuduğu, nabzının
atmadığıdır. Peki yaşam sadece bunların toplamından mı ibarettir? Yaşam sadece
nefes almak mıdır? Yaşam sadece kalp atışı mıdır, kan dolaşımının bedeni sıcak
tutması mıdır? Eğer yaşam bundan ibaretse zaten tüm bunlara değmez. Eğer
yaşamım sadece nefes alıp vermemden ibaretse, o zaman nefes alıp vermeyi
sürdürmemin ne anlamı kalır?
Yaşam bunun ötesinde bir şey olmalı. Herhangi bir değer
taşıması için, yaşamın içinde sonsuzluğa dair bir şeyler barındırıyor olması,
ölümün ötesinde olması gerekir. Ve bunu bilebilirsin çünkü bu senin içinde var
olmaktadır. Yaşam senin içinde varolmaktadır, ölümse yalnızca başkalarının,
dışarıdan bakan gözlemcilerin deneyimidir.
Bu
tıpkı aşka benzer. Birinin başka birini sevişine bakıp da aşkı anlayabilir
misin? Göreceğin nedir? Birbirlerine sarılıyor oldukları ama sarılmak aşk
mıdır? Elele tutuştuklarını da görebilirsin ama aşk bu mudur? Dışarıdan bakarak
aşkla ilgili başka ne keşfedebilirsin? Keşfedebileceğin her şey tamamen boş
olacaktır. Bunlar aşkın ifade biçimleridir, kendisi değil. Aşk kişinin yalnızca
içindeyken bilebileceği bir şeydir.
En büyük Hint şairlerinden biri olan Rabindranath Tagore
dedesinin arkadaşı olan yaşlı bir adamdan oldukça rahatsızdı. Bu adam
yakınlarda oturduğundan sık sık evlerine gelmekte ve Tagore'nin başını
ağrıtacak bir şeyler yapmadan da gitmemekteydi. Mutlaka onun kapısını çalarak
sorardı, "Şiirlerin nasıl gidiyor? Tanrıyı gerçekten tanıyor musun? Aşkı
gerçekten biliyor musun? Söyle bana, şiirlerinde bahsettiğin tüm bu şeyleri
gerçekten biliyor musun? Yoksa sadece sözcükleri kullanmakta mı ustasın? En
aptal adam bile aşktan, Tanrıdan, ruhtan bahsedebilir. Ama senin gözlerinde
bunları gerçekten deneyimlediğine dair bir iz göremiyorum."
Tagore ona yanıt veremezdi. Aslında adam haklıydı da. Yaşlı
adam pazarda rastlaştıklarında onu alıkoyup sorardı, "Tanrı'na ne oldu?
Onu bulabildin mi? Yoksa hâlâ hakkında şiirler mi yazıyorsun? Unutma Tanrı
hakkında konuşmak onu bilmek demek değildir".
İnsanı son derece zor durumda bırakan biriydi. Tagore'nin
büyük saygı gördüğü —kendisi Nobel ödülü kazanmıştı— şair toplantılarında bu
adam da mutlaka bulunurdu. Sahnede tüm şairlerin ve Tagore hayranlarının
huzurunda onun yakasına yapışıp, "Hâlâ gerçekleşmemiş. Bütün bu aptalları
niye kandırıyorsun? Onlar küçük aptallar, sen daha büyük bir aptalsın. Onlar
ülke dışında tanınmıyor, sense tüm dünyada tanınıyorsun ama bu yine de Tanrı'yı
bildiğin anlamına gelmez" diyordu.
Rabindranath günlüğüne şöyle yazmıştı: "Onun
tarafından o kadar tacize uğramıştım, ve o denli delici gözleri vardı ki ona
yalan söylemek imkânsızdı. Onun mevcudiyeti bile insanı ya gerçeği söylemeye ya
da sessiz kalmaya zorluyordu."
Ama bir gün beklenen gerçekleşti....Rabindranath bir sabah
gezintisine çıkmıştı. Gece yağmur yağmıştı, saat çok erkendi ve güneş
doğuyordu. Okyanus altın rengindeydi ve yolun kenarında toplanan su birikintileri
de küçük göller oluşturuyordu. O küçük gölcüklerde de güneş aynı görkem, aynı
renk ve aynı coşkuyla doğuyordu. Ve yalnızca bunu deneyimlemek var oluşta
hiçbir şeyin diğerinden daha değersiz ya da daha üstün olmadığını, her şeyin
bir bütünün parçası olduğunu görmek, onun içinde ansızın bir şeyleri tetikledi.
Hayatında ilk kez o yaşlı adamın evine gidip kapıyı çaldı. Ve adamın gözlerine
bakıp, "Şimdi ne diyorsun?" diye sordu.
Aldığı yanıt şu oldu: "Artık söylenecek hiçbir şey
yok. Artık gerçekleşmiş, seni kutsuyorum."
Ölümsüzlüğünü, sonsuzluğunu, bütünlüğünü ve varoluşla
birliğini deneyimlemek her zaman mümkündür. Bunun için ihtiyacın olan tek şey
bu duyguları harekete geçirecek bir tetiktir.
Ustanın tüm işlevi bu deneyimi tetikleyecek bir durum
yaratmaktır ve aniden ölümün bulutları dağılacak, tüm güneş ışınlarıyla dolu,
müthiş bir yaşam, bereket dolu bir yaşam, şarkı ve dansla dolu bir yaşam
belirecektir.
Yapılması gereken ilk şey Amrita, ölümden kurtulmaktır.
Böylece tüm korkular yok olur. Her korkuyla tek tek uğraşmana da gerek kalmaz..
Zaten buna bir değil, birkaç ömür bile yetmez.
Diyorsun ki, "Büyük bir korkunun farkındayım..."
Herkes üç aşağı, beş yukarı bu korkunun farkındadır ama bu
korkunun kökü temeli kesinlikle yoktur. Ve suçluluk duyduğundan da
bahsediyorsun.
Korku doğaldır çünkü ölüm herkes tarafından bilinir.
Suçluluk duygusuysa doğal değildir; dinler tarafından yaratılmıştır. Dinler
yüzünden herkes bin bir türlü nedenden suçlu duruma düşmüş ve bu suçluluk
sırtlarında öylesine ağır bir yük olmuştur ki, şarkı söyleyemez, dans edemez,
hiçbir şeyin keyfini çıkaramaz hale gelmişlerdir. Suçluluk duygusu her şeyi
zehirler.
Benimle otururken bu senin için daha net hale geliyor çünkü
ben sizin aranızda bir yabancıyım; hiçbir suçluluk duygusuna sahip değilim.
Suçluluk duygusu hiçbir şekilde varoluşsal bir duygu değildir. Dinlerin
yarattığı bir şartlanmadır.
Benimle otururken her şey karşıtlıktan ötürü netlik
kazanıyor: karşında hiç suçluluk duymayan, korku duymayan, mutlak derecede tek
başına olan; tek başına dünyanın karşısında duran bir adam oturuyor. Tüm
suçluluk duygun doğal olarak bilinçsizce duruyor çünkü benzer şartlanmalara
sahip, benzer insanların içinde yaşıyorsun.
Benimle olmak bir aynayla olmak gibi.
Kendini ve sürekli yanında taşıdığın yükü görmekse
kesinlikle hüzün verici. Ama aynı zamanda önemli de çünkü onun farkına
varırsan, onu bırakabilirsin de. Suçluluk senin tarafından kabul edilmiş bir
duygu. Onu reddedebilirsin de ve bunu varoluşun bir parçası olmadığı için
yapabilirsin. O saçma bir teolojinin, ilkel bir dinin parçasıdır.
Diyorsun ki, "Sana karşı tümüyle açık olabilmenin
özlemini duyuyorum". Ve korku duyuyorsun çünkü ne kadar yaklaşır, kendini
ne kadar açarsan, o kadar suçluluk, üzüntü, kahır ve kınanma hissine
kapılıyorsun. Çok fazla aşağılanma yaşadın. Tüm dinler insanın masumiyeti
aleyhinde teoriler geliştirip onları suçlu kılmışlardır çünkü bu suçluluk
duygusu olmadan insanları esaret altına almak mümkün değildir. Ve esirlere
ihtiyaç vardır. Birkaç insanın iktidar hırsını tatmin edebilmesi için,
milyonlarca insanın esaret altına girmesi gerekir. Birkaç insanın Büyük
İskender gibi olabilmesi için, milyonlarcasının da ikinci sınıf insan konumuna
indirgenmesi gerekir.
Ancak tüm bunlar zihinsel şartlandırılmalardır ve bunları
yok etmek, kumun üzerine yazılmış yazıları silmek kadar kolaydır. Bu yazıları
kutsal kabul ettiğin, çok saygın kaynaklardan, dinlerin büyük kurucularından
geldiklerini kabul ettiğin için korku duyma. Bunlar önemli değildir. Önemli
olan tek şey zihninin tamamen temizlenmiş, boş ve sessiz olmasıdır.
Musa'yı, İsa'yı veya Buda'yı içinde taşımaya ihtiyacın yok.
Tamamen sessiz ve temiz bir alana ihtiyacın var. Ve sadece bu boşluk, seni
yalnızca bana değil, kendine ve varoluşun kendisine getirebilir.
"Yakın zaman önce içimde, en altlarda kıvrılıp
yatmakta olan yılanın uykuda olduğunu ve üçüncü çakranın kapısının hâlâ kapalı
olduğunu hissettim. Kalbim seninle uçmak istiyor. Yapabileceğim herhangi bir
şey var mı?"
Yapılması gereken şeyler vardır, bir de yapılması
gerekmeyen şeyler vardır. Yapılabilecek olanlar nesnel dünyaya ait, sıradan,
gündelik, vasat şeylerdir. Kendiliğinden gerçekleşen, yapmakla olmayan şeyler
ise varoluşun daha üstün, yüce bir düzenine aittir.
Sevginin büyümesini, çiçek açmasını istediğini
hissediyorsan, o zaman derin bir özlem içinde, bir tohum olarak bekle. Özlem
tohuma dönüşmeli. Ve bu bekleyiş, baharın gelip de tohumların uykudan çıkıp
canlı, hareketli çiçeklere dönüşecekleri zamanı sabırla beklemek... Özlem
oradadır. Yalnızca beklemek gerekir.
Ve bu sabırsız bir bekleyiş olmamalıdır çünkü sabırsız bir
bekleyiş varoluşa güvenmediğin anlamına gelir. Ve senin sabırsızlığın baharın
bir an bile önce gelmesini sağlamaz. Tam tersine sabırsızlığın baharın sana
gelmesini sağlayacak kapının önünü kapatan bir engel olabilir.
Yalnızca derin bir özlem, her hücrende hissettiğin bir
susuzluk ve tutkuyla orada ol.
Ve bahar hep gelir.
Senin baharın da gelecektir.
Başka bir şey yapman gerekmiyor.
Sadece olabildiğince sevgiyle ve yoğunlukla özlem duy ve
olabildiğince sabırla bekle.
Dünya dinleri insanların başına öyle çok hastalık sarmıştır
ki bunlar saymakla bitmez. Bu hastalıklardan biri insanları bu hayatta olmasa
bile bir başkasında ödüllendirileceklerine dair bir ödül hırsına bürümüş
olmalarıdır. İnsanları son derece açgözlü bir hale soktukları halde bir de
açgözlülüğün aleyhinde konuşurlar. Aslında kendi dinleri tamamıyla açgözlülük
üzerine kuruludur.
Özleminin açgözlülüğe dönüşmesine izin verme. Özlemin bir
aşk ilişkisi olmalıdır.
Özlemin hüzünlü değil, gebe bir kadınınki gibi sevinçli bir
durum olmalıdır. Özlemin seni gebe bırakır. İçinde her gün büyümekte olan
çocuğu hissedersin ve her an bir ödüle dönüşür. Bu cennete yollanmak ile
ödüllendirilmeye benzemez.
Dinler o kadar büyük ölçüde zarara yol açmışlardır ki onlar
affedilemezler. İnsanın tüm haysiyetini; özlem duymasını, sevgisini, beklemeye
ve baharın geleceğine dair güven duyma sevincini elinden almışlardır. Her
şeyini elinden almışlardır. Yalnızca hiçbir alakası olmayan, hiçbir bağlantı
kuramadığın belli ayinleri yerine getirirsen ödüllendirileceksin. Şimdi bir
heykelin etrafında yedi kez dolanmanın bir erdem edinmekle nasıl bir bağlantısı
olabilir?
Sürekli tespih çekmekte olan insanlar vardır. Dükkânına
bakarken, elinde tespihini saklayan insanlar gördüm. Tabi bir yandan belli bir
şey için pazarlık yapıp, bir yandan da tespih çekiyor olmak garip görüneceği
için tespihi bir torba içinde saklıyorlar. Ama bunu herkes görebilir, adam
durup dururken elini niye torbanın içinde tutsun?
Yani din torbanın içinde devam ediyor; dışındaysa pazarlık
etmeye, kazıklamaya, suistimal etmeye, yalan söylemeye devam ediyorlar. Ve
içerde, tespihi ne kadar çekerlerse o kadar erdem kazanıyorlar. Erdem
cennetteki paradır; banka hesabında ne kadar erdem birikti? Tibet'te bundan da
iyisini bulmuşlar. Küçük dua çarkları var, hepsi de birer duayı temsil ediyor.
Böylece her türlü işi yaparken yanlarında bu aleti taşıyor ve arada da onu
döndürüyorlar. O dönmeye devam ediyor, yavaşlayınca bir kere daha
çeviriveriyorlar...
Bu aletten taşıyan bir lamayla karşılaştığımda ona,
"Aptallık ediyorsunuz. Bunu elektriğe bağlasanıza. O zaman siz ölseniz de
kalsanız da o sonsuza kadar dönüp durur" dedim.
Ama adam onunla dalga geçtiğimi anlamadı. "Bu çok iyi
bir fikir! Ancak o zaman tamamen özgür olabiliriz. Yoksa bu engelleyici bir şey
ve bunun yüzünden hiçbir şeye kendini tam olarak veremiyorsun" dedi.
Sevişirken bile bu çarkı döndürüyorlar, karı koca, ayrı birer tane çarka
sahipler ve bunları döndürüyorlar. Şimdi bu çok zor bir şey: zaten sevişmek
başlı başına zor bir şey, ilkel bir jimnastikken; bir de üstüne üstlük dua
çarklarını döndürmeye devam etmek zorundasın.
Basit ve masum bir din tüm dünyayı değiştirebilirdi. Ama
kurnaz din adamları, saf, masum, çocukça, etrafa meraklı gözlerle, neşeyle
bakan, cennet ve cehenneme dair saçma fikirlere kafa yormayıp, her anı büyük
bir aşkla yaşayan bir dinin yayılmasına izin veremezlerdi.
Ve daha fazlasını —arzulamadan— bekleyerek, hak ederek, baharın
gelmesi için daha fazla alan, daha fazla sessizlik yaratarak... Yalnızca birkaç
tane değil binlerce çiçek açması için...
Sufi mistiklerinden biri bu konuda küçük bir şiir
yazmıştır: "Bahar için uzun zaman bekledim; geldi. Ve öyle bereketli, öyle
bol çiçekle geldi ki, kendime küçük bir yuva yapabilecekken bana hiç yer
kalmadı."
Yaşam sınırsızca sunar, yalnızca açık olmayı bilmen
gerekir. Ama asla bir ödül peşinde olma.
Üç adam aynı gün ölüp cennete giderler. Hepsi teker teker
Aziz Peter tarafından sorgulanır. Aziz Peter önce birinci adama kaç kere
sevişmiş olduğunu sorar: "Hiç! Ben bakirim diye yanıt verir adam. Aziz
Peter ona çevrede dolanabilmesi için bir Mercedes verir ve ikicisine aynı
soruyu yöneltir. "Sadece bir kez" diye yanıt verir adam, "O da
evlendiğim gece." Ona da bir Toyota'nın anahtarlarını vererek üçüncüsüne
geçer. "Ben o kadar çok kere seviştim ki sayısını bile
hatırlamıyorum" diye itiraf eder adam. Aziz Peter de ona bir bisiklet
verir.
Çok zaman geçmeden Mercedes'i kullanan adam o kadar
sıradışı bir şey görür ki başını çevirip bakar. O sırada bir ağaca çarpar ve
Cennet Hastanesine götürülürken doktor melekler ve polis melekler kendisine
kazanın nedenini sorarlar.
"Şok ediciydi, gerçekten şok edici!" diye inler
zavallı adam. "Papa John Paul'u patenle gördüm!"
Senin tüm dinlerin üç aşağı, beş yukarı ödül ve ceza
üzerine kuruludur. Ben senin dinlerin yarattığı bozulma ve kirliliğe karşı
tamamen saf bir hale gelmeni istiyorum. Sessiz, sevgi dolu, daha fazlasının
gerçekleşmesini bekleyen bir zihne sahip ol. Yaşam öylesine engindir ki onu ne
kadar araştırırsak araştıralım tüketemeyiz. Gizem zamandan bağımsızdır.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 13 -Meditasyon
Olmadan Hiçbir Şey Yolunda Gitmez
Meditasyon kendi başına çıktığın bir araştırmadır. Tam
olarak seni nelerin olu şturduğunu, içinde nelerin sahte nelerinse gerçekten
sen olduğunu anlamak için araştırıyorsun. Bu sahte olandan gerçeğe, fani
olandan ölümsüze, karanlıktan aydınlığa doğru yapılan muazzam bir yolculuktur.
18 Mayıs 1987, Sabah
Sevgili
Osho,
Ölüm
ve meditasyon arasında güçlü bir bağ olduğunu hissediyor ve bunu hem büyüleyici
hem de ürkütücü buluyorum. Seninle birlikte oturduğumuzda, gözlerimi kapatıp
meditasyon yaparken kendimi güvenli hissediyor, tek başımayken ise korkuyorum.
Lütfen bu konuda yorum yapar mısın?
Dhayan Sagar, meditasyon ve ölüm arasında yalnızca güçlü
bir bağ yoktur, ikisi neredeyse aynı şeydir; aynı deneyim üzerine iki farklı
bakış açısıdır. Ölüm seni bedeninden, zihninden, sen olmayan her şeyden ayırır.
Ancak bu ayrılma senin iradenin dışında gerçekleşir. Sense bu ayrılmayı
istemediğin, rıza göstermediğin ve kendini bırakamadığın için direnç
gösterirsin.
Aynı şekilde meditasyon da sen olmayan her şeyi benliğinden
ve gerçeğinden ayırır. Ama burada direnç yoktur ve tek fark budur. Direnç
yerine son derece büyük bir istek, bekleyiş ve tutkulu bir davet vardır. Onu
istersin, yüreğinin derinliklerinden gelen bir arzu duyarsın.
Yaşanan deneyim aynıdır: sahte olanla gerçeğin birbirinden
ayrılması. Fakat ölüme karşı duyduğun direnç yüzünden bilincini yitirir, bir
koma durumuna girersin. Ölüm anında bazı şeylere tutunduğun ve bırakamadığın
için, bu ayrılmanın gerçekleşmesine izin vermez, tüm kapı ve pencereleri sıkıca
kapatırsın. Duyduğun yaşam arzusu o anda doruk noktaya ulaşmıştır. Ölüm
düşüncesi bile seni en derin köklerine kadar ürkütür.
Ancak ölüm doğal bir olgu olduğu gibi kesinlikle gereklidir
de; olması gerekir. Yapraklar sararıp dökülmezse, yeni, taze yapraklar da çıkamaz.
İnsan eski bedeninin içinde yaşamaya devam ederse, daha iyi, daha taze, yeni
bir başlangıç için daha fazla olasılık barındıran bir eve taşınamamış olur.
Belki bu kez önceki hayatında seçtiği yolu seçmeyecek ve aynı çölde
kaybolmayacaktır. Belki de bilinç dolu yepyeni bir göğe doğru yol alacaktır.
Her ölüm bir son olduğu gibi, bir başlangıçtır da. Sona çok
fazla takılı kalma. Bu eski, çürümüş, sefil bir hayat biçiminin sonu; yeni bir
hayata başlayıp, aynı hataları tekrarlamamak için verilmiş büyük bir fırsattır.
Yeni bir maceranın başlangıcıdır. Ancak, yaşama tutunup onu bırakmak
istemediğin için yine de olayların doğası gereği gerçekleşmesi gerektiğinden
bilincini yitirirsin.
Aydınlanmayı başarmış birkaç kişi dışında hemen hemen
herkes bilinçsizce ölür çünkü ölümün ne olduğunu, yeni bir başlangıç, yeni bir
gündoğumu olduğunu bilmez.
Meditasyon kendi başına çıktığın bir araştırmadır. Tam
olarak seni nelerin oluşturduğunu, içinde nelerin sahte, nelerinse gerçekten
sen olduğunu anlamak için araştırıyorsun. Bu sahte olandan gerçeğe, fani
olandan ölümsüze, karanlıktan aydınlığa doğru yapılan muazzam bir yolculuktur.
Ancak zihin ve bedenden ayrılışı izleyebilme noktasına geldiğinde ve bu duruma
yalnızca bir gözlemci olarak katıldığında, ölüm deneyiminden pek bir farkı
yoktur. Ölmüyorsun...meditasyon yapan bir insan sevinçle ölür çünkü ölümün var
olmadığını bilir; ölüm onun sıkı sıkı tutunduğu yaşamı bırakamamasındadır.
Sagar diyorsun ki, "Ölüm ve meditasyon arasında güçlü
bir bağ olduğunu hissediyorum." Bu bağ vardır. Bu topraklardan çıkmış eski
kutsal kitaplarda usta bile ölüm olarak tanımlanır çünkü onun tüm işlevi, tüm
görevi meditasyonu öğretmektir. Bir başka deyişle, sana ölmeden ölebilmeyi
öğretiyor, ölüm deneyiminden geçip, canlı kaldığına şaşırarak, onun yalnızca
bir bulut gibi gelip geçtiğini, sana bir sıyrık bile atamadığını göstermeye
çalışıyordu. Bu durum karşısında duyulan büyülenme ve korku da bu yüzdendir.
Büyülenme herkesin içinden geçmek zorunda olduğu, defalarca içinden geçip, o
sırada bilinci yerinde olmadığı için unuttuğu gizemli deneyimi görüyor olmaktan
kaynaklanır. Korkunun nedeni ise ölümün yeni bir başlangıç değil, yalnızca bir
son olduğu düşüncesindedir.
Bu yüzyılın başında şöyle bir olay gerçekleşti. Varanasi
Kralı'nın bir ameliyat olması gerekiyordu. Bu oldukça büyük bir ameliyat olduğu
halde, inatçı kral hiçbir şekilde anestezi kullanılmasını istemiyordu.
"Ameliyatı yapabilirsiniz ama bu sırada ben de olup biteni izlemek
istiyorum, baygın olmak istemiyorum" diyordu. Doktorların kafası oldukça
karışmıştı. Bu tıp etiğine aykırıydı. Böyle büyük bir ameliyat çok fazla acı
verecek, hasta belki de ameliyat sırasında duyduğu acı yüzünden ölecekti.
Ameliyat sırasında hastanın baygın olması gerekiyordu.
Bekli de cerrahlık bilimi, anestezi sanatını ölüm
deneyiminden öğrenmiştir çünkü ölüm en büyük cerrahi operasyondur. Ölüm seni
bedeninden, zihninden, yüreğinden ayırır ki sen yetmiş, seksen sene boyunca
bunlarla özdeşleştirildin. Bu özellikler neredeyse, gerçek sen haline geldi. Bu
ayrılık oldukça acı verecek ama acının da bir sınırı vardır.
Hiç fark ettin mi? Katlanılmaz acı diye bir şey yoktur.
Katlanılmaz acı yalnızca dilde var olabilir. Her acı katlanılabilirdir. Acı
katlanılmaz olduğu an zaten baygın düşersin. Bilinç acıya katlanmanın bir yoludur.
O sıradan bir adam olsaydı doktorlar onu dinlemeyecekti ama o bir kraldı. Hem
de çok sevilen bir kral. Tüm ülke onu büyük bir bilge olarak tanırdı.
Cerrahları ikna etti, "Merak etmeyin bana hiçbir şey olmayacak. Yalnızca
ameliyata başlamadan önce bana beş dakika zaman tanıyın ki kendimi meditasyon
haline sokabileyim. Bir kez meditasyona girdikten sonra zaten bedenimden çok
uzaklarda olacağım. Ondan sonra isterseniz bedenimi küçük parçalar halinde
kesip biçebilirsiniz. Ben yalnızca bir gözlemci olacağım. Olup bitenler
başkasına oluyormuşçasına uzak bir gözlemci."
Bu çok kritik bir andı. Ameliyatın hemen gerçekleştirilmesi
gerekiyordu yoksa hasta ölebilirdi. Bu durumda iki seçenek kalıyordu, ameliyatı
gerçekleştirip hastanın uyanık olmasına izin vermek, ya da ameliyat yapmayarak,
bilimin eski yolunu takip etmek. Ama bu ikinci durumda ölümün gerçekleşeceği
kesindi. Birinci seçenekte ise bu kadar ısrar ettiğine göre, hastanın bu durumu
idare etme şansı olabilirdi belki. Onu ikna edecek bir yol bulamadıkları için
ameliyata başladılar.
Bu anestezi kullanılmadan, hasta meditasyondayken
gerçekleştirilen ilk ameliyattı. Kral yalnızca gözlerini kapadı ve tamamen
sessizleşti. Cerrahlar bile kralın etrafındaki değişikliği hissettiler. Yaydığı
titreşimler, hissedilen mevcudiyeti değişmiş, yüzü yeni doğmuş küçük bir
bebeğinki gibi rahatlamıştı ve beş dakika içinde ameliyata başladılar. Ameliyat
iki saat sürdü, doktorlar korkudan titriyordu; aslında kralın kurtulup,
kurtulamayacağından emin değillerdi. Bu şok belki de fazla güçlü gelecekti.
Fakat ameliyat sona erince kral, "Artık gözlerimi açabilir miyim?"
diye sordu. Bu tüm dünyada tıp alanında çok tuhaf bir vaka olarak tartışıldı.
Cerrahlar krala ne yaptığını sordular. Şöyle yanıt verdi: "Hiçbir şey
yapmadım. Meditasyon yapmak benim hayatım. An be an sessizlik içinde yaşıyorum.
O beş dakikayı istememin nedeni, bu kadar riskli bir ameliyat yapacağınız için
varlığımın içinde hiç titremeden çok sağlam bir şekilde yerleşmem gerekiyor
olmasıydı. O zaman her şeyi yapabilirdiniz çünkü bunları bana yapmıyor
olacaktınız. Ben bilinçtim ve bilinci değil, sadece bedeni ameliyat
edebilirsiniz."
Bana diyorsun ki "Seninle birlikte otururken bir
şekilde kendimi güvende hissediyorum."
Benimle veya kendi başına oturuyor olman arasında hiçbir
fark yoktur. Bu yalnızca zihinsel bir güvencedir. Usta oradayken o sıçramayı
yapmaktan bir zarar gelemeyeceği düşüncesidir. Bir şeyler ters giderse nasıl
olsa bunu düzeltebilecek biri vardır.
Meditasyonda asla hiçbir şey ters gitmez.
Meditasyon olmadan ise her şey zaten ters gidiyordur.
Meditasyon olmadan hiçbir şey yolunda gidemez; tüm yaşamın
ters gidiyordur. Yalnızca umut içinde yaşıyorsun ama hiçbir zaman umutların
gerçekleşmiyor.
Yaşamın uzun, upuzun bir trajediden ibaret. Bunun nedeni
ise senin bir meditasyon ve farkındalık halinde olmayışın. Meditasyon ölüme
benzer. Deneyim olarak ise tamamen aynıdırlar. Fakat tavır ve yaklaşım olarak
birbirlerinden farklıdırlar. Ve bu fark öyle uçsuz bucaksızdır ki meditasyonun
yaşamın ta kendisi, ölümün ise yalnızca bir düş olduğu söylenebilir.
Bizim içinde bulunduğumuz; birçok insanın meditasyon
yaptığı ve bir ustanın hazır bulunduğu bu durum ruhsal bir okulun işleyiş
biçimidir. Kendini güvende hissediyorsun. Yalnız başına değilsin. Bir şeyler
ters gitse anında yardımına koşulacak. Ama hiçbir şey ters gitmeyecek.
Bu yüzden hem benimle birlikte otururken, hem de yalnız
başınayken meditasyon yap. Meditasyon, gerçekleştirilirken asla hiçbir şeyin
ters gitmeyeceğine dair kesin garanti verilebilecek tek eylemdir. Sırf kendi
varlığını sana gösterirken herhangi bir şey nasıl ters gidebilir? Ve sen hiçbir
şey yapmıyor olursun, aslında yaptığın her şeyi bırakmış olursun. Düşünmeyi,
hissetmeyi, yapmayı, tüm eylemleri durdurursun. Geriye yalnızca bilinç kalır
çünkü o senin eylemin değil, sensin.
Varlığın bir kez bunu yaşadıktan sonra tüm korkular
kaybolur. Ve yaşam bambaşka bir boyuta dönüşür. Artık ne monoton, ne de
sıradandır. İlk kez, yalnızca kendinin değil, varolan her şeyin kutsal ve
Tanrısal olduğunu fark edersin. Her şey bir gizeme dönüşür ve bu gizemin içinde
yaşamak mutluluğun tek yoludur. Bu gizemin içinde yaşamak yağmur gibi üzerine
yağan bir kutsamanın içinde yaşamak demektir. Her an sana daha fazlasını
getirir. Daha derin ve daha yüce bir kutsanma getirir. Ve bunu hak ettiğin için
değil, yaşam zaten bunları büyük bir bereketle sunduğundan, almaya açık olan
herkesle paylaşmaya yükümlü olduğu için.
Ama meditasyonun ölüm gibi olduğu fikrine kapılma. Çünkü
ölüm senin kafanda olumlu çağrışımlara sahip değil.
Böyle bir fikre —ölüm gibi— kapılmak
seni uyanık bilinçliliği deneyimlemekten alıkoyar.
Aslında bu gerçek ölümdür. Sıradan ölüm gerçek bir ölüm
değildir çünkü yeni bir beden, yeni bir yapıyla yeniden buluşacaksın.
Meditasyon yapan kişi ise daha yüce bir şekilde ölür; bir daha asla bir bedenin
içinde hapis kalmayacaktır.
Zaten birçok yanlış anlama kafanda üst üste yığılmış halde.
Bunlardan bazıları son derece zararlı olabilir. Meditasyonla ölümü kafanda
özdeşleştirmek de kendine verebileceğin en büyük zararlardan biridir. Aslında
yanılmadığın halde ölümün anlamıyla ilgili çağrışımların meditasyona
girebilmeni engelleyecektir.
Ölümün git gide matemden çok bir kutlamayı, bir sonu değil
de yeni bir başlangıç, bir değişimi çağrıştırması için çalışmamın başlıca
nedenlerinden biri de budur. Bu çağrışımı değiştirmek istiyorum. Bu meditasyon
halinde olmak için gereken yolun önünü açacaktır.
Sen de benimle birlikte burada sessiz ve meditasyon
halindeyken kendini hâlâ canlı, git gide de daha canlı hissedebiliyorsan
korkmak için hiçbir neden yoktur. Bunu değişik durumlarda dene. Her zaman
yaşama ve onun gizemlerine dair büyük bir şifa, esenlik, bilgelik ve sezgi
kaynağı olduğunu göreceksin.
Sevgili
Osho,
Nietzsche
veya Gertrude Stein gibi, bir ustayla karşılaşmış olsalar büyük olasılıkla
aydınlanmış olacak olan dahiler öldüklerinde bir sonraki yaşamlarına nasıl bir
bilinç götürürler ve geçmiş yaşamlarından onların böyle büyük bir potansiyeli,
böyle büyük bir çiçeklenmeyi ve böyle büyük bir yoksunluğu yaşamalarını
sağlayacak nasıl bir şey taşımışlardı? Bu bir usta olmaksızın kendi yollarında
yürüme isteği miydi?
Pankaja senin sorun birçok şeyi içeriyor. Öncelikle, "
Nietzsche veya Gertrude Stein gibi, bir ustayla karşılaşmış olsalar büyük
olasılıkla aydınlanmış olacak olan dahiler öldüklerinde bir sonraki yaşamlarına
nasıl bir bilinç götürürler?" diye soruyorsun.
Anlaşılması gereken ilk şey, bilincin dehayla hiçbir ilgisi
olmadığıdır.
Herkes bir Gautam Buda olabilir ama herkes bir
Michelangelo, bir Friedrich Nietzsche olamaz.
Herkes bir Zerdüşt olabilir çünkü ruhani uyanış herkesin
doğuştan sahip olduğu bir haktır. Bu resim, müzik, şiir veya dans gibi yetenek
gerektiren bir şey veya bir deha değildir. Bir dahi müthiş bir zekâya sahiptir
ama bu yine de zihne özgüdür.
Aydınlanma ise zihne özgü değildir; o tamamen farklı türde
bir zekâdır. Bu yüzden öncelikle hatırlanması gereken şey, kendilerine doğru
çıktıkları yolda hedefi kaçıranın yalnızca Nietzsche gibi insanlar olmadığıdır.
Onlar büyük düşünürler, büyük dehalardı ama bunlar yine de zihinsel
özelliklerdir. Oysa bir Buda, Bir Lao Tzu, bir Zerdüşt olabilmek zihinden
dışarı çıkmayı, zihinsiz bir oluş halinde bulunmayı gerektirir. Bu yüzden büyük
veya küçük bir zihne, vasat veya dahi bir zihne sahip olmuş olmanın önemi
yoktur; önemli olan zihnin dışına çıkabilmektir. Zihnin dışına çıkabildiğin
anda kendi içine girersin.
Bu yüzden garip bir şekilde kişi ne kadar entelektüelse,
kendinden de o kadar uzaklaşır.
Zihni onu uzak yıldızlara götürür. O bir dahidir, büyük
şiirler, büyük heykeller yaratabilir.
Ama konu sen olduğunda senin yaratılmaya ihtiyacın yoktur
çünkü sen zaten oradasın.
Dahi yaratır, meditasyoncu ise keşfeder.
Bu yüzden Nietzsche, Stein ve Schweitzer'den, diğer
insanlardan ayrı bir kategori yaratma. Zihin dünyasında senden çok ileride, çok
daha zengin olabilirler ama zihinsizlik dünyasında senin kadar yoksullar. Ve
önemli olan yer de orasıdır.
İkinci olarak, "öldüklerinde bir sonraki yaşamlarına
nasıl bir bilinç götürürler?" diye soruyorsun. Bir sonraki yaşamlarına
taşıyabilecekleri bir bilince sahip değillerdir. Belli bir dehaya, belli bir
yeteneğe, belli bir zekâya sahiptirler ve bunu bir sonraki yaşamlarına
taşıyacaklardır ama böyle bilinçleri yoktur.
Bilinç bütünüyle farkı bir konudur. Onun yaratıcılıkla,
bilim veya sanatla hiç ilgisi yoktur; muazzam bir sessizlikle, huzurla,
merkezinde olmakla ilgisi vardır ve bu da onlarda yoktur.
Bu yüzden bilinci bir sonraki yaşama taşıma durumu söz
konusu değildir; çünkü buna zaten sahip değildirler. Yalnızca sahip olduklarını
bir sonraki yaşamlarına taşıyabilirler. Daha büyük dahiler, daha büyük
şarkıcılar, kendi alanlarında daha yetenekli kişiler olabilirler ama bunun ne
meditasyon, ne de bilinçle hiç ilgisi yoktur. Senin olduğun kadar, herkesin
olduğu kadar bilinçsiz kalacaklardır.
Burada hepinizin uyuya kalmış olması gibi; rüya görmeye
başlarsınız. Birisi çok güzel bir rüya görür, çok keyifli, çok renklidir, bir
diğeri ise kabus görebilir. Bunların ikisi de rüyadır. Ve uyandıklarında bu
güzel rüyayla kabusun birbirinden farklı olmadıklarını göreceklerdir; ikisi de
rüyadır. Onlar varoluşa ait değildir, zihnin yansıtmalarıdır.
Sıradan bir adam meditasyon yaptığında, Nietzsche, Albert
Einstein veya Bertrand Russel'la aynı mutluluk alanına varacaktır. O alan
değişmeyecek, o daha büyük bir düşünür olduğundan Russel için daha zengin bir
yer olmayacaktır. O değerler zihnin dışında geçerli değildir; zihnin dışında
konu dışı kalırlar.
Bu harikadır ve çok iyi bir haberdir çünkü bir oduncu veya
balıkçının da Gautam Buda'ya dönüşebileceğini gösterir. Eğitimsiz bir İsa,
eğitimsiz bir Kabir, herhangi bir deha belirtisi göstermeksizin
aydınlanabilmişlerdir çünkü aydınlanma bir yetenek değildir, varlığını
keşfetmedir. Ve herkesin varlığı mutlak surette eşittir. Komünizmin geçerli
olduğu tek yer —ne Sovyetler birliği, ne de Çin değil— budur. Komünizm ancak
kişi bir Gautam Buda, bir Zerdüşt veya bir Lao Tzu olduğunda var olur. Aniden
tüm ayrımlar, zihnin yetenekleri ortadan kaybolur. Yalnızca yukarısı ve
aşağısını ayırt edemediğin saf gökyüzü mevcuttur.
"Geçmiş yaşamlarından onların böyle büyük bir
potansiyeli, yaşamalarını sağlayacak nasıl bir şey taşımışlardı?" diye
soruyorsun.
Yapmakta olduğun şeyde her an gelişiyorsun. Bir savaşçı
belli bir savaşçı niteliğine; kılıcın belli bir keskinliğine erişecek ve bu
niteliği bir sonraki yaşamına taşıyacaktır. Bir matematikçi, matematik zekâsını
bir sonraki yaşamında daha yüksek zirvelere taşıyacaktır. Bu yüzden insanlar
böyle farklıdır ve eşit değildir çünkü herkes geçmiş yaşamlarında farklı şeyler
yapmış, farklı deneyimler biriktirmiş ve onları farklı bir biçimde
şekillendirmiştir. Kaybolan hiçbir şey yoktur. Yapmakta olduğun şey her neyse,
bir gölge gibi seninle kalacaktır. Seni takip edecek ve git gide daha da
büyüyecektir.
Eğer Nietzsche bir filozofsa, demek ki geçmiş yaşamlarında,
hem de birçoğunda, felsefeyle uğraşıyordu çünkü böyle büyük bir dehanın uzun
bir felsefe geçmişine ihtiyacı vardır.
Ama bu herkes için geçerlidir. Herkesin gelişmiş olsa da
olmasa da belli bir yeteneği vardır ve onu geliştirmek senin alacağın karar ve
ona uymana bağlıdır. Kendini bir kez o yola adadıktan sonra belli bir yönde
gelişmek için gereken sorumluluğu almış olursun. Yalnızca bireyler değil,
ırklar bile farklı yönlerde ilerleme kaydetmiştir.
Örneğin Hindistan'da Sihler Hindulardan farklı değildir.
Nanak adında aydınlanmış bir adamı takip ederler ve sadece beş yüz yıllık bir
geçmişe sahiptirler. Onlar farklı bir mezhep oluşturmuştur ama yine de
Hindu'durlar. Ve bu beş yüz yıl içinde dünyanın başka hiçbir yerinde
gerçekleşmemiş garip bir olgu ortaya çıkmıştır. Musevi bir ailede Hıristiyan
bir aile ferdi veya Müslüman bir ailede Hindu bir aile ferdi bulmazsın. Oysa
beş yüz yıldan beri, Sihlerin egemenliğinde olan Punjab'da, ailenin en büyük
oğlunun Sih olmasına dair bir anlaşma vardır. O, ailenin içinde kalır. Tüm
ailesi Hindu'dur, babası Hindu'dur, karısı Hindu olabilir ama o bir Sih'tir.
Ve en garip olanı da sadece Sih oldukları için o Hinduların
karakterlerinin değişmiş olmasıdır. Hindular şiddetsizlik adı altında
korkaklaşmışlardır; içlerinde saldırganlık kaynayıp dursa da, şiddetsizlik
idealine sahiptirler. Sihler ise şiddetsizliğe inanmazlar; şiddete de
inanmazlar, yalnızca kendiliğinden olmaya inanırlar.
Şiddeti ve şiddetsizliği gerektiren belli durumlar
olabilir; bunu bir yaşam ilkesi haline getiremezsin. Açık, orada ve o ana yanıt
verebilecek durumda olmalısın. Aynı kandan geldikleri halde —yaratılmaya
çalışan fark sadece komiktir— başlı başına yeni bir ırk yaratmışlardır.
Her Hindu Sih olabilir, her Müslüman bir Sih olabilir çünkü
bu çok basit bir değişim gerektirir. Saçını uzatmalı, saçını ve sakalını
kesmemeli, bir türban takıp saçını da içinde tutmalısın; Sih olduğunu göstermek
için çelik bir yüzük ve bilezik takmalı ve yanında bir kılıç taşımalısın. Ve
her zaman iç çamaşırı giymek zorundasın.
Bunların nasıl olup da bir insanı bu kadar değiştirebildiği
bir mucizedir ama Sihler, davranış olarak Hindulardan tamamen farklıdırlar.
Onlar savaşçıdır, korkak değil. Onlar daha dürüst, daha sade, daha
yüreklidirler.
Sadece küçük bir düşünce bile yalnız bir bireyi değil,
bütün bir ırkı değiştirmeye yetebilir.
Almanya'da Adolf Hitler'in daha önce
hiç yapılmamış bir şekilde, yalnızca onlara en saf Aryanlar, dünyayı yönetmek
üzere doğmuş olan ırk oldukları fikrini aşılayarak nasıl savaşçı bir ırk
yarattığına tanık olduk. Ve bu fikri bir kez zihinlerine yerleştirdikten sonra,
dünyayı neredeyse ele geçiriyordu. Beş yıl boyunca istilaya devam etti.
İnsanlar öyle korkmuşlardı ki, bazı ülkeler hiç savaşmadan teslim oluverdiler.
Onlarla savaşmanın ne alemi vardı?
Onlar insan ötesi varlıklardı. Bu fikirler de bir yaşamdan
diğerine taşınmaktadır.
Hindistan'da surdalar, yani dokunulmazlar vardır. Beş bin
yıldır dünyada başka kimsenin olmadığı kadar dışlanmış, baskı altında
tutulmuşlardır. Onların buluşmalarına katılırdım ama onlarla oturmama izin
vermezlerdi. Onlara, "Siz de herkes kadar insansınız ve aslında sizin
sağladığınız hizmet herhangi bir ülkenin başbakanının, hatta cumhurbaşkanının
yaptığından çok daha önemli. Ülke bu yöneticiler olmasa çok daha huzur ve barış
dolu olurdu ama siz olmasanız çökerdi. Siz onu temiz tutuyor, en pis işleri
yapıyorsunuz; bunun için saygı görmeniz gerekir."
Beni dinlerlerdi ama yine de diğer insanlarla eşit
oldukları düşüncesini kabul etmeye hazır olmadıklarını görürdüm. Beş bin yıldır
böylesine bir baskıya, aşağılamaya karşı gelmemişler, onu bir yaşamdan diğerine
taşıyıp durmuşlardı ve bu içlerine git gide daha çok kazınmıştı.
Pankaja, "Bu bir usta olmaksızın kendi yollarında
yürüme isteği miydi?" diye soruyorsun. Hayır, onların bir ustayla müridi
arasında yaşanan müthiş deneyimden haberleri yoktu. Bu yüzden asla kendi
yollarında gitmek için bilinçli bir karar vermiş değildiler.
Aslında Batıda ustalar var olmamıştır. Yalnızca
kurtarıcılar var olmuştur. Onlar usta değildir; aydınlanmanı değil
aydınlanmamanı sağlarlar. Yalnızca onlara inanman yeterlidir, onlar seni
kurtaracaktır, senin hiçbir şey yapmana gerek yoktur. Batı peygamberler,
Mesihler görmüştür, ustalar değil. Aslında mistikler de görmüştür ama onlar
anlaşılamayacaklarını anlayıp, Batıda sessiz kalmayı tercih etmişlerdir.
Doğuda binlerce yılda oluşmuş olan atmosfer birkaç kişiye
söylenemeyecek olan şeyleri söyleme cesaretini vermiştir. Bu upuzun miras bazı
mistiklerin ustalara dönüşebilmesini sağlamıştır. Batı ise yaşamın bir boyutunu
başlı başına kaçırmıştır.
Doğunun da kaçırmış olduğu pek çok şey vardır; bilimsel
zekâyı, teknolojik gelişmeyi kaçırmıştır. Yoksul kalmış ve herkes tarafından
kolayca işgal edilebilmiştir çünkü o ruhunu tek bir şeye adamıştı; geri kalan
her şey konu dışı kalıyordu: ülkeyi kimin yönettiği önemli değildi, önemli olan
aydınlanmış olup olmadığındı. Zengin veya yoksul olmak önemli değildi, önemli
olan kendini bilip bilmediğindi; tek hedefli bir kendini adama durumuydu. Bu
yüzden de Doğunun kendine has bir iklimi vardır.
Bu Doğu iklimine girdiğinde aniden bir değişiklik
hissedersin. Batı daha mantıklıdır, doğu daha sevecendir. Batı daha zihne
dönük, Doğu ise zihinsizliğe, meditasyona dönüktür.
Hayır Pankaja, onlar bir ustayı kaçırmış değillerdir; onlar
için böyle bir şeyin düşüncesi bile söz konusu değildi. Bugün bile milyonlarca
Batılı usta, mürit, meditasyon gibi gerçeklerden haberdar değildir. Yalnızca
Doğunun boyutuna girmiş ve asıl zenginliğin dış dünyada değil içerde olduğunu
görüp şoka uğramış olan genç kuşağın —o da çok küçük bir kısmının— bundan
haberi vardır.
Ginsberg ölüm döşeğindedir, "Rahibi çağırın" der
karısına, "ve Katolik dinine kabul edilmek istediğimi söyleyin."
"Ama Max" demiş karısı, "sen tüm hayatını
bir Ortodoks Yahudi olarak geçirdin. Sen neden bahsediyorsun? Şimdi nasıl olur
da dinini değiştirmeyi düşünebilirsin?"
Ginsberg şöyle cevap vermiş, "Bizden biri öleceğine
onlardan biri ölsün daha iyi."
İnsanlar Yahudi, Hıristiyan, Müslüman olarak yaşamış ama
sırf dindar olarak yaşamamışlardır.
Doğuda da yalnızca birkaç kişi saf bir dindarlık halinde
yaşamıştır. Ama o birkaç kişi bile Doğuyu tümüyle, sonsuz gibi görünen bir
kokuyla doldurmuşlardır.
Ama Doğu yalnızca psikolojinin "içe dönük" diye
tanımladığı kimselere cazip gelmişken,
Batı da dışa dönük olanları çekmiştir. Doğuya yönelmek içe
doğru gitmek anlamına, Batıya gitmek ise dışa doğru gitmek anlamına gelir.
Binlerce yıldır gerçek arayışçılar Doğuya gelmektedir.
Burada belli bir manyetik çekimle karşılaşmışlardır çünkü bunca insanın
meditasyon yaptığı bu topraklarda müthiş bir enerji alanı oluşmuştur. Bu
atmosferin içindeyken her şey sadeleşmeye başlar çünkü atmosfer kendinden
destekleyici ve besleyicidir.
Tüm dünyayı dolaştım ve Batının Doğunun zarafetinden nasıl
büsbütün habersiz olduğunu gördüm. Batılı insan neden kendisinden habersizdir?
En uzak yıldızı düşünür ama kendini düşünmez. Oysa Doğu tek bir hedefe bağlı
kalmış, kendi olmak, kendini bilmek için çalışmıştır. Kendini bilememiş, kendin
olamamışsan, yaşamın da boşa gitmiştir; çiçek verememiştir. Kaderini yerine
getirememiş olursun.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 14 -Hiç
Bitmeyen Aşk
İçindeki zihinden öte olana erişip asla kaybetmemek
mümkündür. Aşk her zaman inişli çıkışlı, bir an neşeliyken, bir sonraki anda
hüzünlüdür. Oysa bizim söz ettiğimiz aşk —iki ruhun, iki varlığın arasındaki
aşk— yalnızca başlar, asla sona ermez… 18 Mayıs 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Bir
keresinde Katmandu'da sana müridin ustaya duyduğu ihtiyacı sormuştum. Sonra da
ustanın da müride ihtiyacı olup olmadığını sormuştum ve sen üzerime,
gözyaşlarıyla karşıladığım, bilinmez bir çiçeğin yaprakları gibi sözcükler yağdırmıştın.
Lütfen bize ustanın müride duyduğu ihtiyaçtan söz edebilir misin? Sen varoluşun
bizim özlemimizi giderdiği cisimsiz cisim değil misin? Biz de bir şekilde senin
gıdan, besinin değil miyiz?
Sarjano, Katmandu'da soruna yanıt olarak neler söylediğimi
hatırlamıyorum. Ben hiçbir zaman söylediğim hiçbir şeyi hatırlamam. Bunun
sayesinde sorumluluğum sürüyor. Bir şeyi tekrar edemem çünkü hatırlamıyorumdur.
Ben yalnızca şu anda sorulmuş olan soruya ve onu sorana yanıt verebilirim.
Katmandu'yla şu an arasında ne sen aynı sen, ne de ben aynı
ben olarak kaldık. Ve Ganj nehrinden ne sular akıp geçti, demek ki her türlü
tekrar daima zamanın gerisinde kalır. Her türlü tekrar ölüdür, canlı değil.
Tüm insanlığın yalnızca yaşıyormuş rolü yapıp aslında
derinlerde ölü olmasının nedeni de budur; yanıt vermenin dilini unutmuştur.
Yalnızca tepki vermenin dilini bilir. Hafızaya göre davranır. Anın
farkındalığına, şu an ve buraya göre davranmaz. Geçmişle doludur.
Dünyadaki milyonlarca insan için şimdiki zaman yoktur.
Milyonlarca insan şimdinin tadını bilmeden yaşar. Ve geçmişle dolu olduğunda
bir mezarlığa dönüşürsün. Geçmiş ne kadar güzel olursa olsun yine de ölüdür. Ve
dans edemediği, şarkı söyleyemediği, soluk alamadığı sürece güzelliğin bir
anlamı yoktur.
Ben buradayım, sen buradasın öyleyse Katmandu'yu buraya
taşımak niye? Sen aslında aynı yanıtı yeniden duymak istiyorsun ama bu imkânsız
Sarjano. Beni bağışlaman lazım çünkü söylediklerimin tek bir kelimesini bile
hatırlamıyorum. Katmandu benim için en uzaktaki yıldızlar kadar uzakta, sanki
başka bir hayatta yaşanmış gibi.
Biz hâlâ hayattayken zamanını boşa harcamak niye? Yeni bir
soru sorabilir ve yeni bir yanıt alabilirsin. Yenisi daha taze, daha iyi
olacaktır. Yenisi daha olgun olacaktır.
Ama insanlar geçmişte yaşamaya alışıktır. Bu neredeyse
onların doğası haline gelmiştir. Onları mezarlarından dışarıya sürükleyip,
"Henüz ölmedin. Soluk al, hâlâ yaşıyorsun" demek çok güçtür.
Yaşlı, Musevi bir adam karısına bir hediye almak üzere bir
kuyumcuya girdi. "Bu ne kadar?" diye sordu satıcıya, gümüş bir haçı
işaret ederek.
"Altı yüz dolar efendim" diye yanıt verdi satıcı.
"Güzel" dedi adam. "Peki üzerindeki akrobat
olmadan ne kadara olur?"
İnsanlar geçmişi ne unutabilir ne de bağışlayabilir. İki
bin yıl geçmiş olsa da İsa hâlâ Musevi zihniyetince kabul edilebilir değildir.
İki bin yıl boyunca tek bir Musevi bile İsa'nın çarmıha gerilmesinden pişmanlık
duymamış, onu kendisinin de bir parçası olduğu bir suç eylemi olarak kabul
etmemiştir. Musevilerin kitabında İsa'yla ilgili tek bir satır bile olmayışı
şaşırtıcıdır. Bu öylesine değersiz bir mevzudur. Bizim yaşama karşı
yaklaşımımız da işte böyledir.
Ustanın müride duyduğu ihtiyaç ve bunun tam tersi nedir
diye soruyorsun. Bu sorunun sıkıştırılmış hali şöyledir: "Aşk âşık olanda
mı yoksa âşık olunanda mı var olur? Yoksa aşk ikisinin uyumunda mıdır?"
Yalnızca "ben" veya "sen"in olmadığı o
ender anlarda aşk çiçek açar. O ne âşıkta ne de âşık olunanda değil, ikisinin
arasındaki ayrımın kayboluşunda var olur. Tüm âşıkların hayal kırıklığına
uğramaları da bundandır çünkü organik olarak bir saniyeden uzun bir süre bir
olarak kalamazlar. Küçük bir şey olur ve ayrım geri döner; orada beklemektedir.
Eğer yirmi dört saat içinde yirmi dört saniyeliğine organik bir birlik ve uyum
yakalayabiliyorsan, kendini son derece kutsanmış ve müthiş derecede zengin
hissetmen gerekir.
Usta ve müridi arasındaki durum da aynıdır. Müridin ustadan
ayrı olduğunu unuttuğu, ustanın içinde eridiği ve onunla birleştiği o sessizlik
ve birlik anlarında aşktan daha yüce, aşktan ve birliktelikten daha derin bir
şey var olur.
Usta zaten varoluşla birleşmiştir. Ustayla birleştiğinde
aslında varoluşun kendisiyle birleşmiş olursun. Usta yalnızca bir kapı görevi
görür, kapı yalnızca bir boşluktur ve onun içinden geçersin.
Usta öteki dünyaya açılan bir kapıdır.
Ve bu öteki dünya organik bir birlik içinde, birleşme, usta
ve müridin birbirinin içinde erimesinde var olur. Bu aşkın en yüce biçimidir.
Bu en büyük dua, en derin şükran, ve insan bilincinin yaşayabileceği en sarhoş
edici deneyimdir.
Usta tek başınayken bir şeyi eksiktir; hiçbir nehrin içine
akmadığı bir okyanus gibidir. Mürit ise usta olmaksızın hiç kimse değildir.
Ustayla ise tüm varoluşa dönüşür. İkisi de birliktelikleri sayesinde
tamamlanırlar. Ve bu birliktelik bedene veya zihne değil de, içinde zihninin
ötesinde olana özgü olduğu için ona erişip asla kaybetmemek mümkündür.
Aşk her zaman inişli çıkışlı, bir an neşeliyken, bir sonraki
anda hüzünlüdür. Oysa bizim söz ettiğimiz aşk —iki ruhun, iki varlığın
arasındaki aşk— yalnızca başlar, asla sona ermez.
Ustalar genelde bu söylediğimi kabul etmezler ama bunu
kabul etmemeleri, dürüst olmadıkları anlamına gelir. Ve dürüst değillerse,
nasıl usta olabilirler?
Ustalar hiçbir şeye —sana, senin gözlerine, kalp atışına,
aşkına, senin birleşmene ve buluşmana— ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyorlar.
Bu bencilce bir tavır. Ve her kim hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi davranırsa o
bir usta değil, yalnızca öğretmendir. Onun kendisinin de mürit olmaya ihtiyacı
vardır. Birçok güzel hakikati işitmiş ama kendi adına hiçbir şey yaşamamıştır.
Gerçek bir usta, kendi dürüstlüğünden, tevazusundan ötürü,
her türlü ihtiyacın ötesinde olmadığını kabul eder. Elbette onun ihtiyaçları
son derece manevi ihtiyaçlardır.
O paylaşamazsa yaşayamaz. O şekilde var olması bile
imkânsızdır çünkü uykuda olan insanları uyandırmadığı, sefalet içinde olan
insanları dans eden güllere çevirmediği taktirde varlığı tüm anlamını yitirir.
Onların doyuma ulaşması sayesinde o tekrar tekrar aydınlanacaktır. Onun
aydınlanması kazara olmamıştır: Gerçek usta her an sürekli olarak
aydınlanmaktadır. Onun aydınlanması bir gelişme, ebedi bir gelişim sürecidir;
yoksa dünya çok daha yoksul olurdu...ki zaten yoksuldur.
Eğer Gautam Buda'nın hiçbir şeye ihtiyacı olmasaydı, kırk
iki yıl boyunca her yeri dolaşmak, anlayamayacaklarını çok iyi bildiği halde
insanlarla konuşmak çok güç bir görev olurdu. Bunu neden yapmıştır? Çünkü
çaresizdir, yapmak zorundadır. Bu kendi aydınlanmasının özünden gelen bir
davranıştı.
Önceden, özlemini duyduğu şey aydınlanmakken, artık tüm
dünyayı aydınlatmanın özlemini duyuyordu.
Sevgili
Osho,
Uzun
süredir seninle birlikte olan sannyasinlerinle son derece samimi konuşma
biçimini, Veena'yı fotoğraf netliğinde hatırlamanı, birinin ellerinin sıcak mı
soğuk mu olduğunu ve seni karşılarken nerede durduğunu hatırlamanı çok
seviyorum. Senin bizim varlığımızı tanıma biçimin öylesine güzel bir hediye ki
beni ağlatıyor. Tanınmakla ilgili bir şeyler söyleyebilir misin?
Prem Pankaja yaşamın en büyük sırlarından biri, senin için
büyük bir ruhani değere sahip olabilecek bir şeyin, gelişiminin önünde büyük
bir engel de olabileceğidir. Tanınmak da böyledir. Bu senin egondan
kaynaklandığında tehlikelidir; o zaman senin içinde sahte olanı güçlendirecek
ve gerçek olanın kapılarını kapayacaktır. Ama bu sade, masum bir yürekten egoyu
beslemek için değil, yalnızca senin de orada oluşunu, senin de var olduğunu,
senin de olduğun gibi kabullenildiğini ve saygı gördüğünü kutsayan bir
tanınmaysa, o zaman tanınma müthiş bir deneyim ve dönüşüme yol açabilir. Bu
tamamen sana, senin değerlendirmene bağlıdır.
Varlıklarını tanımaktan çekindiğim insanlar var ve bunun
nedeni, bunun bana değil, onlara zarar verecek oluşudur. Onların gözlerinde,
yüzlerinde tanınmak için derin bir arzu, bir açgözlülük görüyorum ve onları
görmezlikten geliyorum. Ama sadece burada olan ve bunun keyfini çıkaran
insanlar var. Aynı havayı soluyor olmaları, aynı çatının altında oturuyor
olmaları, aynı ağaçlarla çevrili olmaları yeter de artar bile. Bu bana Gautam
Buda'nın en yakın müridi olan Ananda'yla ilgili bir öyküyü hatırlatıyor. O
yalnızca bir mürit değil aynı zamanda Buda'nın kendinden büyük olan büyük
kuzeniydi de. Buda'yla daha derinden bir bağı olması, kanın sudan daha yoğun
olması ve "O yalnızca benim akrabam değil aynı zamanda benim küçüğüm
de" düşüncesi onun önünde birer engel oldu.
Kırk iki yıl boyunca Buda'nın yanında kaldığı halde
aydınlanamadı. Oysa ona gelen birçok kişi aydınlanmıştı. Ondan kabul töreni
istediği gündü. Buda'ya, "Kabul edilmek için geldim. Kabul töreninden
sonra senin müridin olacağım. Şu anda ise yalnızca ağabeyinim" dedi.
Hindistan'da kuzenler bile yaşça büyüklerse, ağabeylerle bir tutulur, saygı
görürler.
Ananda devam etti, "Hatırlamanı istediğim üç şartım
var ve bana sözünü tutacağına dair söz ver çünkü kabul edildikten sonra senin
sözün benim yaşamım, benim kanunum olacak, sana karşı çıkamayacağım. Bu yüzden
kabul edilmeden önce senden bana üç tane söz vermeni istiyorum. Ağabeyin olarak
benim arzularıma saygı göstermen gerekir."
Gautam Buda'nın en eski müritlerinden biri olan Sariputra
Ananda'ya, "Aptal olma" dedi. "Bu sözler senin gelişiminin
önünde engel olacaklar. Bu şartlar kabul edilmenin nedeni olan her şeyin önünü
kesecek. "Senin müridin olacağım" diyorsun ama derinlerinde asla bir
mürit olmayacaksın. Her zaman onun ağabeyi olduğunu bileceksin ve bu üç şart da
bundan daima emin olmanı sağlayacak."
Kabul ediliş koşulsuz olarak yapılmalıdır. Oysa Ananda
sıradan bir sannyasine kulak vermeyecekti. Sariputra Buda'nın en bilge
müritlerinden biriydi, ama Ananda'nın gözünde hiç kimseydi. Ananda bir kraldı,
kendi krallığına sahipti; Sariputra ise sıradan bir insandı. Ananda ona,
"Sen sus" dedi. "Bu iki kardeş arasındaki bir mesele, sen
karışma."
Kırk iki yıl sonra Gautam Buda ölürken Ananda ağlıyordu.
"Sariputra'yı dinlemedim" dedi üzüntüyle, "cahildim ve ısrarcı
davrandım. Bu şartlar benim egomun pekişmesinden başka hiçbir şeye
yaramadı."
Birinci şart, "Daima senin yanında kalacağım. Bilgiyi
yaymak için beni başka bir yere gönderemezsin" idi. İkincisi,
"İstediğim her soruyu soracağım ve sen bana 'Bekle, zamanı gelince bunun
yanıtını alacaksın' demeyeceksin.", üçüncüsü ise "Yanımda bir arkadaşımı
getirirsem, gece yarısında uykundan kalkmak zorunda kalsan bile onu kabul
edecek ve sorularını yanıtlayacaksın." şartıydı.
Gautam Buda güldü. O çok seyrek olarak gülerdi; tüm
yaşamında belki de üç veya dört kere gülmüştü. İnsanın cehaletinin aptallığı
karşısında defalarca güldü. Ananda kendisinden tamamen anlamsız şeyler istiyor
ama bunun karşısında neleri kaçırdığını bilmiyordu.
Buda şöyle yanıt verdi: "Sen benim ağabeyimsin. Sana
uymam, sana saygı göstermem lazım. Şartların kabul edilmiştir. Asla bir hata
olmayacak. Sana söz veriyorum ama bunu yüreğimde büyük bir ağırlıkla yapıyorum
çünkü neler kaçırdığının farkında değilsin. Sen özel bir yer edindiğini
sanıyorsun ama aslında burası tam da tevazu göstermen gereken yer."
Ama kör bir adam, kör bir adamdır. O da ancak bu şartlar
kabul edildikten sonra mürit oldu. Ve kanlı gözyaşları döktü çünkü her zaman az
da olsa bir egosu kaldı: "Binlerce müridin arasında benim özel bir yerim
var. Gautam Buda benden başka kimseye söz vermedi."
Ama ondan söz almamış olan kimselerin
sözleri yerine getirilmişti. Hiçbir şey istemeksizin kendilerini teslim edenler
eriştiler. O ise arkada kaldı. Buna inanamıyordu: "Sorun nedir?
Bunca düşük seviyedeki insan bağımsızlığa erişti, ki ben en
üstteki insanlardan biriyim.
Hem de ona en yakın olanım."
Ama bu yakınlık yalnızca fizikseldi. O Buda'nın uyuduğu
odada yatıyordu. Bir gölge gibi onu takip ediyordu ve böyle özel olduğu için de
büyük gurur duyuyordu. Onun varlığı Gautam Buda ve diğer herkes tarafından
tanınıyordu; ama bu tanınma onun zararına oldu, onun kaybına dönüştü.
Pankaja, asla tanınmayı arzulama. Tanınma geldiği zaman
mutlu ol, ondan zevk al, dans et... ama kendi başına geldiği zaman, sen
arzuladığında değil. Usta her zaman tanır; ancak yalnızca bundan fayda
sağlayacak olanları. Ve onun görmezlikten gelmesinden fayda görecek olanları da
görmezlikten gelir. Belki de neden görmezlikten gelindiklerini anlayacaklardır:
çünkü özel olmak, tanınmak istemektedirler.
Bundan vazgeç! Bunu bir ustanın huzurunda bile
bırakamıyorsan, o zaman bu nasıl müritlik? Sen kabul edilmedin mi? Şimdi bunu
ona bırak. Görmezlikten gelinmen gerektiğini hissediyorsa, seni görmezlikten
gelecektir ve bunun için minnettar olman gerekir. Ve tanınman gerektiğini
hissediyorsa seni tanıyacaktır ve bunun için de minnet duymalısın. Ama bu senin
açından bir talep olmamalı.
Talep ettiğin anda yakınlığı, derin ruhsal bağlantıyı
kaçırırsın. Çok uzağa düşersin çünkü arzun varlığına değil, egona, kişiliğine;
sen değil de senin düşmanın olan bir şeye aittir. Bu düşmanın çarmıha gerilmesi
gerekir.
Ego olmadan, bu "Ben" hissi olmadan bir çocuğun
masumiyetiyle tanışırsın. O zaman yıldızlı gökyüzü ve onun sahip olduğu
özgürlük tümüyle senin olacaktır.
Kendinin olduğun gibi farkına varmak daha iyidir: cahil,
eğitimsiz, bilgili, ahlakçı, püriten, bencil: neysen o olduğunun farkına varmak
daha iyidir.
Kendini ustadan saklamana hiç gerek yok.
Ustanın işlevi seni geliştirmek değil dönüştürmektir ki bu
ikisi farklı süreçlerdir.
Seni düzeltmek, seni süslemek, cilalamak demektir;
dönüştürmek ise senin bir ego olarak ölüp, "Ben" diye bir şey
bilmeyen, masum bir çocuk olarak yeniden doğmana yardımcı olmak anlamına gelir.
Yalnızca çocuksu bir bilinç yaşamın tüm güzelliklerine,
varoluşun büyüklüğüne erme kapasitesine sahiptir. Ve varoluş tümüyle yücelikle,
zaferlerle doludur. Varolan tek varoluş budur; onun güzelliği, onun hakikati
tek güzellik ve tek hakikattir. Ama bunlar yalnızca masum insanlara açıktır.
Masum olanlar kutsanmıştır çünkü Tanrının krallığı onlara
aittir.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 15 -Çoğu
insan Açılmadan iadedir
Herkes soru sormakta tereddüt eder ama bunun nedeni ve
mantığı farklı iki şeydir. Tereddüdün nedeni kişinin cehaletini göstermek
istemeyişidir çünkü her soru cehaletinin göstergesidir. Kişi başka bir aptalın
aynı soruyu sormasını umut eder. 19 Mayıs 1987, Sabah
Sevgili
Osho,
Kendimi
çok umutsuz hissediyorum. On yıldır sannyasin olduğum halde hâlâ bu durumda
olmaktan utanç duyuyorum. Senden yardım istemek konusunda tereddüt ediyorum
çünkü sözlerin birkaç tekrardan sonra içimde mekanikleşmeye başlıyor. Lütfen
yorum yapar mısın?
Prem Indivar, bu henüz yeterli umutsuzluk değil. Biraz daha
umutsuz ol. Umutsuzluğun içinde öyle bir nokta gelecek ki umut etmekten
vazgeçeceksin. Umutsuzluk da en derinlerde umuttan başka bir şey değildir. Bu
umudun tamamen, büsbütün yenilgiye uğramasına izin ver. Hiç umudun kalmadığı
noktada dramatik bir deneyim ortaya çıkacaktır çünkü umut arzunun, beklentinin
ve hırsın bir başka adıdır. Ve sen kendini tanımadan önce tüm arzuların, tüm
beklentilerin ve tüm hırsların yenilgiye uğraması ve seni yalnız başına
bırakmaları gerekir. Bir şey ummadan, bir şey arzulamadan, bir şey beklemeden
nerede olabilirsin? Dışarıya çıkabileceğin hiçbir yol kalmıyor. Umut, arzu,
hırs hep içe dönmekten kaçıp dışa yönelmenin yollarıdır. Bu yolda büsbütün
umutsuz olmak, umut etmeyi tamamen bırakacak kadar umutsuz olmak gerekir ve
aniden tek bir adım atman gerekmeden kendini içeride bulursun.
Umut bir çeşit afyondur: seni sarhoş eder. Acı dolu şu ana
katlanabilmek için gözlerin uzaktaki bir yıldıza sabitlenir: umuduna.
Milyonlarca insan kendilerini bulmadan yaşarlar; bunun nedeni ne Adem ve
Havva'nın işlemiş olduğu bir günah ne de kendi geçmiş hayatlarında işlemiş
oldukları bir günahtır. Tek günah insanlar geleceğe bakıp dururken, şimdiki
zamanın geçip gidiyor olmasıdır. Ve şimdiki zaman tek gerçekliktir gelecek bir
rüyadan ibarettir ve rüyalar ne kadar tatlı olurlarsa olsunlar asla
gerçekleşmezler.
Ama kendini bulmak bir rüya değildir. Şu anın içinde kendi
varlığının farkına varıştır. Bu yüzden endişelenme Prem Indivar, doğru yoldasın;
umutsuzlaşma yolunda... Bunun üzerine git ve umutsuzluğu iyice tüket. Azami
umutsuzluk noktasına ulaş. O zaman umut kendiliğinden yok olacaktır. Ve umut
yoksa sen varsındır.
Umut yoksa, şu an vardır.
Yaşlı bir kız kurusu öldüğünde iki yaşlı arkadaşı onun için
mezar taşı ısmarlamaya gitmişler. "Taşın üzerine ne yazdırmak
istersiniz?" diye sormuş mermerci. Yaşlı kadınlardan biri, "Aslında
oldukça basit bir şey düşündük" diye yanıt vermiş. "Bakire geldi,
bakire yaşadı, bakire gitti yazdırmak istiyoruz"
Mermerci şöyle önermiş, "Aslında hanımlar, şöyle
yazarsak sizin için çok daha kârlı olur, 'Açılmadan iade'."
Çoğu insan açılmadan iadedir ve bunun sorumlusu da yalnızca
kendileridir.
Diyorsun ki, "Çok umutsuz hissediyorum...." henüz
değil çünkü öyle olsaydı bu soru bile ortaya çıkmazdı. Hala umudun var.
Diyorsun ki, "On yıldır sannyasin olduğum halde hâlâ bu durumda olmaktan
utanç duyuyorum." Bu senin incinmiş olan egon, yoksa utanç yerine tevazu
hissederdin. Utanç duyacak ne var?
Yaşam küçük bir şey değildir. O
öylesine engin, biz ise öylesine küçüğüz ki... Okyanus çok büyüktür ve biz onun
içinde kendi küçük ellerimizle yüzmek zorunda kalırız. Yalnızca yüzmeye hiç
başlamayıp, kıyıda durup diğerlerine bakanların utanç duyması gerekir.
Sense yüzmeye başlamışsın...on yıl uzun bir zaman değil, on
hayat bile kısa bir zamandır.
Kişi son derece sabırlı olmalı. Utanç duyan senin
sabırsızlığın, utanç duyan senin egon.
Tevazu duymalısın, varoluşun enginliği karşısında, yaşamın
gizemleri karşısında....mütevazı olmalı, bir hiç olmalısın. Ancak o tevazu hali
içinde okyanus küçülüp, ellerin büyüyecektir.
Diyorsun ki, "Senden yardım istemekte tereddüt
ediyorum..."
Kastetmediğin şeyler söyleyip duruyorsun. Gerçekten
tereddüt ediyorsan neden soruyorsun? Aslında senin sorun tereddütle ilgili. Bu
konuda biraz daha soru sormalısın ki kendini daha çok açabilesin, daha çok
ortaya koyabilesin. Kendini gizleyip durma. Sormaktaki tereddüdün nedir? Ve
kendi içinde her şeyi mantıkla açıklamaya çalışıyorsun; tereddüdünü de mantıkla
açıklamaya çalışıyorsun.
Herkes soru sormakta tereddüt eder ama bunun nedeni ve
mantığı iki farklı şeydir. Tereddüdün nedeni kişinin cehaletini göstermek
istemeyişidir çünkü her soru cehaletinin göstergesidir. Kişi başka bir aptalın
aynı soruyu sormasını umut eder...biraz bekleyeyim diye düşünür çünkü
insanlığın gerçekliği, sorunları ve kendilerini arayışları birdir. Bu yüzden
senin sormak için cesaretini bir türlü toplayamadığın soruyu bir gün birisi
mutlaka soracaktır.
Ama unutma ki soru sormanın kendisinde bile değerli bir şey
vardır. Soruyu sorarken kendi cesaretini sergiliyorsun, soruyu sorarken bir
şeyi bilmediğini kabul ediyorsun, soruyu sorarken kendi sözde bilgeliliğini bir
kenara bırakıyorsun.
Bir soruyu sorabilmek, sorunun kendisinden daha önemlidir.
Bu herhangi bir soru olabilir ama önemli olan sorma eyleminin kendisidir. Bu
seni bana ve tüm diğer sannyasinlere, yol arkadaşlarına daha da yakınlaştırır.
Başka biri senin bilmediğini bilecek diye korkup, kapalı kalmazsın. Kendini,
cehaletini ortaya koyduğunda tüm korkun kaybolur. Daha insani, yol
arkadaşlarınla daha yakın bir hale gelirsin çünkü onların durumu da aynıdır.
Kişinin tereddüt etme nedeni budur.
Mantıksallık ise tamamen farklı bir durumdur. "Senden
yardım istemek konusunda tereddüt ediyorum çünkü sözlerin birkaç tekrardan
sonra içimde mekanikleşmeye başlıyor" diye mantık yürütürsün.
Bunları tekrar etmeye ne gerek var. Kişi bir şeyi ancak onu
mekanikleştirmek istediğinde tekrar eder. Senin zihninde robotsu bir taraf var;
bir şeyi tekrar ettiğinde o robotsu taraf devreye girer. O zaman onun hakkında
düşünmen gerekmez; robot taraf bunu halleder. Böylece düşünme yükünden,
sorumluluk yükünden kurtulmuş olursun. Ve bu robot taraf son derece verimlidir
çünkü mekaniktir. Ama onun da faydaları olduğu gibi zararları da vardır.
Normal dünyada, gün be gün çalışırken her gün evinin nerede
olduğunu, karının kim olduğunu hatırlamak zorunda kalsaydın, kalabalığın içinde
onu bulmak için herkesin yüzüne tek tek bakmak zorunda kalsaydın bu biraz zor
olurdu. Bu noktada robot taraf devreye girer. Evin yolunu bilir; her sapakta
sağa mı yoksa sola mı dönmen gerektiğini düşünmek zorunda kalmazsın. Radyoyu
dinlemeye devam edersin ve ellerin direksiyonu tam olarak senin evinin önüne
gelene kadar hep doğru yönde döndürür.
Kişi her şeyi tek tek düşünmek zorunda kalsaydı, yaşamda
epey beceriksizleşirdi. Bu durum kimi zaman güçlü bir robot tarafına sahip
olmayanların başına gelir, ki bunlar en zeki insanlardır ve tüm enerjileri
zekâya doğru aktığı için robot tarafları aç kalır.
Thomas Alva Edison, bu konuda göz önüne alınması gereken
vakalardan biridir.
Bir üniversitede üzerinde çalıştığı yeni bir bilimsel
projeyle ilgili bir konferans vermek üzere evden çıkarken karısına veda edip
onu öptü ve hizmetçilerine el salladı. Onu gören şoförü gözlerine inanamıyordu
çünkü hizmetçiyi öpmüş ve karısına el sallamıştı. Onun robot tarafı çok küçüktü
çünkü tüm yaşam enerjisini bu robot tarafa ihtiyaç duymadığı bilimsel
araştırmalara adamıştı.
Bir gün evde oturmuş bazı
hesaplamalar yaparken karısı kahvaltısını getirdi. Onun meşgul olduğunu görünce
kahvaltıyı yanına bıraktı ve tabağı gördüğünde onu neden rahatsız etmediğini
anlayacağını düşündü. Bu sırada arkadaşlarından biri de uğradı. Onun yaptığı
işe dalmış olduğunu görünce o da rahatsız etmek istemedi ve yapacak başka bir
şey bulamadığından kahvaltıyı bitirdi ve boş tabağı yanı başına bıraktı. Edison
kafasını kaldırıp önce arkadaşına sonra da boş tabağa baktı ve, "Biraz geç
kaldın. Kahvaltımı bitirmiştim.
Daha erken gelseydin birlikte yerdik" dedi.
Arkadaşı da, "Önemli değil" diye cevap verdi.
İçinde her şeyin birkaç tekrardan sonra mekanikleştiğini
söylüyorsun. Ama tekrar etmek niye? Tekrar etmek bir şeyi mekanikleştirme
yöntemidir. Tekrarlara takılıp kalmak istemiyorsan her zaman taze bir şeyler,
yeni bir şeyler yap. Ama normal hayatta tekrarın da yeri vardır.
Daha yüksek bilincin dünyasına girdiğinde tekrarlar
tehlikeli bir hal alır. Orada taze, masum, hiçbir şey bilmeyen bir zihne ve
durumlara mekanik, robot tarafıyla değil, yaşam kaynağının ta kendisiyle yanıt
vermeye ihtiyacın vardır.
Burada gündelik hayatla ilgilenmiyoruz. Bilinicimizi
yükseltmekle ilgileniyoruz.
Tekrarlama, taklit etme. Bir şeyi hatırla: her zaman taze
bir şekilde yanıt vermelisin. Durum eski bir durum olabilir ama sen eskimemelisin.
Genç ve taze kalmalısın. Sadece yeni yanıtlar dene. Mekanik yanıtlar kadar
verimli olmayacaklardır ama verimlilik ruhani dünyada çok büyük bir değer
taşımaz.... Ama tazelik taşır.
Bir hahamla bir rahip uçakta yan yana oturuyorlarmış.
Hostes yanlarına gelip, "Bir kokteyl alır mıydınız?" diye sormuş.
"Tabi" demiş haham. "Bir Manhattan
getirebilir misiniz lütfen?"
"Tabi efendim" demiş hostes. "Peki ya siz
Peder?"
"Genç bayan" demiş peder. "Sert bir içkiye
elimi süreceğime zina yapmayı tercih ederim."
"Bunu kaçırmışım" diye atılır haham. "Böyle
bir seçeneğim varsa ben de onun aldığından almayı tercih ederim."
İnsanlar taklitçidir ve taklit aptalca olmaya mahkûmdur.
Onlar başkalarının yaptığının aynısını yapmak ister. Bu tazeliği yok eder. Her
şeyi kendi tarzında yap; hayatını kendi ışığın doğrultusunda yaşa. Ve aynı
durum yeniden karşına çıksa bile yeni bir yanıt bulabilmek için uyanık ol.
Bu yalnızca biraz uyanık olma meselesidir ve bir kez bunun
keyfine vardığında...ki eski durumlara yeni tepkiler vermek çok zevklidir çünkü
o yenilik seni genç, bilinçli, mekaniklikten uzak ve canlı tutar.
Tekrarcı olma. Ama tekrarcı olma dediğimde bunu gündelik
hayat için söylemiyorum, pazar yerinde tekrar bir kuraldır. Ama içsel dünyada
da yanıtının tazeliği kanundur.
Sevgili
Osho,
Geçen
sabah seni gördüğümde öylesine tazelenmiş, öylesine yenilenmiş, öylesine
ışıklı, her zamankinden daha derin, daha yüce ve daha engin görünüyordun ki. Bu
sessizlik günlerinde neler oldu?
Anand Suresh, mistiklerin onları korkutmamak için insanlara
söylemediği pek çok şey vardır. Bunlardan biri de, farkında, bilinçli olduğun
anda daha önce senin için bilinmez olan şeylerin önüne serilmeye başlamasıdır.
Bedenle temasın özellikle aydınlanmadan sonra azalır.
Genelde aydınlanmayla birlikte daha sağlıklı olacağına dair
bir inanç vardır. İçsel bir anlamda daha sağlıklı olsan da bedenin daha
kırılganlaşır. Bu yüzden ne zaman hastalanmak için elime güzel bir fırsat geçse
bunu değerlendiriyorum; battaniyelerimin altında sadece dinlenmek ve tamamıyla
sessiz kalabilmek için. Doğruyu söylemek gerekirse hastalanmaya bayılıyorum
çünkü o zaman en azından yirmi saat kadar uyuma fırsatım oluyor. Bu dışarıdan
bakana uyku gibi görünse de benim için derin bir meditasyon oluyor.
Yani iki kolum ve eklemleri de kötü durumda olduğu için
sizin kutlamalarınıza, müziğinize bile katılamıyor ve tamamıyla istirahat
ediyordum. Ve ne yaparsam bütünüyle yaptığım için bu sana, "öylesine
tazelenmiş, öylesine yenilenmiş, öylesine ışıklı, her zamankinden daha derin,
daha yüce ve daha engin" gibi gelmiş olabilir.
Ben her zaman aynıyım. Ama merkezin git gide içe doğru
döndüğünde, dışarıya bakmak bile gözleri zorlayabilir, konuşmak bile zorlayıcı
bir çabaya dönebilir. Ama sessizliği tercüme edip size aktarmanın da başka bir
yolu yoktur.
Bu yüzden ne zaman böyle bir fırsatım olsa...örneğin
Amerikan hapishanelerinde geçirdiğim on iki gün boyunca yaptığım tek şey yirmi
dört saat boyunca uyumak, arada yıkanmak ve yemek yemek için iki kere kalkıp
sonra yeniden uyumaktı. Hapisten çıkarken gardiyan bana, "İlk kez girdiği
haliyle çıktığı halini karşılaştırabileceğim biriyle karşılaşıyorum. Ne kadar
parlak, ne kadar tazelenmiş görünüyorsunuz" dedi.
Ona, "Hapishane hayatı bana yarıyor" diye yanıt
verdim.
"Ne?" dedi hayretle.
"Evet" dedim, "Çünkü burada rahatsızlık
verecek hiçbir şey yok."
Tüm başkanlarına, başbakanlarına, meclis üyelerine her sene
en azından bir on iki günlüğüne hapiste yatma şansı tanınmalıdır. Bu deneyimi
besleyici bulacaklardır. Yalnızca bu sanatı kavramış olmaları ve bunu kolayca
geçirmeleri gerekir. Kolay olan her zaman doğrudur.
Teksaslı bir Amerikalı Fransa'ya gitmişti. Susayınca yolun
kenarında durup, bir evin kapısını çaldı ve "Bir bardak su alabilir
miyim?" diye sordu.
"Tabi" dedi Fransız ev sahibi.
"Neyle meşgulsünüz?" diye sordu Teksaslı.
"Birkaç tane tavuk yetiştiriyorum" dedi Fransız.
"Öyle mi? Ben de çiftçiyim." dedi Teksaslı,
" Ne kadar araziniz var?"
"Ön tarafta elli metre", diye yanıt verdi
Fransız, "arkada ise gördünüz gibi yüz metreye yakın bir araziye sahibim.
Sizin yeriniz ne kadar?"
"Kendi çiftliğimde sabah kahvaltı ettikten sonra
arabaya biniyorum, gidiyor, gidiyor ve akşam yemeğine kadar arazinin sonuna
gelemiyorum" dedi Teksaslı gururla.
"Öyle mi?" diye yanıt verdi Fransız, "Benim
de bir zamanlar öyle bir arabam olmuştu".
Bu tamamen nereden baktığına bağlıdır.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 16 -Yaşam Hiç Bitmeyen Bir
Döngüdür
Batılı zihniyet tamamen yanında iki, üç fotoğraf makinesi
taşıyan, yalnızca üç haftalık vize alabildiğinden, her şeyin fotoğrafını
çekebilmek için oradan oraya koşuşturan bir turiste dönmüştür. Ve bu üç hafta
içinde tüm ülkeyi ke şfetmek, tüm büyük anıtları görmek zorundadır. Oradayken
görmeye zamanı yetmediği için onlara ancak evde, fotoğraf albümünde rahat rahat
bakabilecektir.
19 Mayıs 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Bazen
konuşman sırasında bir anda bilincim geri geliyor ve nerede olduğumun fakında
olmadığımın ayırtına varıyorum ki konuşmanın da sonuna gelmiş oluyorsun.
Sözlerin bana ulaşıyor olmasına karşın uyanık olup olmadığımdan emin
olamıyorum. Bilincim yerinde değilse bu uyuyor olduğum anlamına mı geliyor?
Yalnızca bu iki olasılık mı mevcut? Bu ikisinin arasında başka bir aşama var
mı? İkisini birbirinden nasıl ayırt edebiliriz?
Mary Catherine senin sormuş olduğun sorunun yanıtı herkes
için gereklidir. İnsanlar uykuda ama bu sıradan bir uyku değil; gözleri açık
olarak uyuyorlar. Bu uyku fiziksel değil ruhsal uykudur.
Tıpkı fiziksel uykuda bilincinin rüyalarla dolu olduğu
gibi, ruhsal uykuda da bilincin düşünceler, arzular ve duygular gibi bin bir
türlü şeyle doludur.
Bu, komada olmak gibi bir bilinç yitimi değildir; bu
bilincinin çok fazla tozla örtülü olduğu bir bilinçsizlik halidir. Tıpkı bir
ayna gibi çok fazla toz katmanıyla kaplandığında yansıtma niteliğini, ayna olma
niteliğini yitirecektir. Ama ayna hâlâ oradadır, yalnızca tozunun silinmesi
gerekir. Bilincin de orada; sen fiziksel olarak uykudayken bile orada ama
uyanıkken olduğundan bile daha üstü örtülü.
"Bilincim yerinde değilse bu uyuyor olduğum anlamına
mı geliyor? Yalnızca bu iki olasılık mı mevcut? Bu ikisin arsında başka bir
aşama var mı? İkisini birbirinden nasıl ayırt edebiliriz?" diye soruyorsun.
Kişi komaya girdiğinde bilincini yitirdiği gibi
bilinçsizlik durumunda değilsin ama Gautam Buda'nın olduğu gibi açık bir
bilinçte de değilsin. Bu ikisinin arasında bir yerdesin. Kalın bir düşünce
katmanı seni şimdiki zamanda olmaktan alıkoyuyor. Beni dinlerken, dinliyor
olsan da bunun yüzeyde kalmasının nedeni de bu, çünkü derinlerde birçok düşünce
almış başını gidiyor. Dinliyorsun ama söylediklerim sana ulaşamıyor ve
konuşmayı bıraktığım anda aniden kesinlikle dinlemekte olduğunu ama bir şey anlamadığını
fark ediyorsun. Sözler sana nüfuz etmemiş, varlığının bir parçası haline
gelmemiş oluyor. Bir şeyler Çin Setti gibi bunun önüne geçiyor. O düşünceler
saydam olsalar da Çin Setti'nden bile daha kalınlar.
Sen ne uykuda, ne de uyanıksın —bu ikisinin ortasındasın—
gündelik mekanik faaliyetlerin söz konusu olduğunda uyanıksın ama açık bir
bilinç söz konusu olduğunda uykudasın. Saf bir bilinç, bulutsuz bir gökyüzü
gibi derin bir masumiyet orada değil.
Papa kardinalleriyle oturmuş bazı kağıtlar imzalıyordu.
Telefonu çaldı ve sekreteri cevapladı. "Kutsal efendimiz," dedi
kadın. "Kürtaj yasa tasarısı hakkında; bir gazeteci sizinle bu konuda
konuşmak istiyor."
"Beni rahatsız etme" dedi Papa işinden
alıkonulmuş bir halde.
"Ancak bu yasa tasarısı ile ilgili olarak ne yapmak
istediğinizi bilmek istiyor"
"Ödeyin gitsin" dedi Papa. "Hemen
ödeyiverin."
Papayı hangi konuma koyacaksın? Uykuda mı, uyanık mı? O
aradadır; o, yasa tasarısı (Ç.N: İngilizce'de "fatura" anlamına da
gelen "bill") sözcüğünü duymuştu ama kendi istediği şekilde
yorumladı. O yasanın kürtajla ilgili olduğunu tamamen unutmuştu ve o kesinlikle
kürtaj yaptırmamıştı. Ve bir fatura ödemek zorunda da değildi.
Ama bu hepimiz için böyledir. Hepimiz duymak
istediklerimizi duyuyor, yalnızca önceki inançlarımız, önyargılarımızla örtüşen
şeyleri algılıyoruz.
Duyduklarımızın yüzde doksan sekizinin bize ulaşamadığına
dair şaşırtıcı bir bilimsel araştırma söz konusu. Yalnızca yüzde iki sana
ulaşıyor. Öyle çok düşünceden, inançtan, şartlanmadan geçiyor ki hepsi
tarafından kesintiye uğratılıyor. Sana ulaştığında söylenenden, duyulandan
tamamen farklı bir şekil almış oluyor. Bu uzun bir eleme süreci ve hepimiz bu
elemeyi yapıyoruz. Bir şey yalnızca bizim zihnimizle, yani geçmişimizle
uyumluysa onu duyuyoruz. Oysa buna ters düşen bir şeyse elbette sesi yine de
duyuyoruz ama anlamı kaçırıyoruz.
Dinlemek büyük bir sanattır.
İnsanlar yalnızca duyar; çok az kişi gerçekten dinleyebilir.
Zamanın meşhur bir filozofu Gautam Buda'ya gelmişti. Bu
adam nihai olan, hakikat, Tanrı konulu tartışmalarda birçok filozofu alt etmiş
ve şimdi en büyük zaferini kazanmak üzere Gautam Buda'yla tartışmaya gelmişti.
Yanında Buda'nın yenilişini görmeleri için seçilmiş beş yüz de müridini
getirmişti.
Ama Buda kendisine çok garip bir soru sordu: "Duymak
ve dinlemenin anlamını ve aralarındaki farkı biliyor musun?"
Adam şaşırmıştı. O çok daha önemli konularda tartışmaya
gelmişken bu çok basit bir mevzuuydu. Hem bu ikisi arasında ne fark olabilirdi
ki...dile göre, sözlüklere göre duymak ve dinlemek aynı şeylerdi. Adam,
"Bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur ve bu kadar basit bir soru sormamış
olmanı umardım" diye yanıt verdi.
Gautam Buda, "Hem de çok büyük bir fark vardır"
dedi. "Ve sen bu farkı anlayamadığın taktirde karşılıklı konuşmak mümkün
olamaz. Ben sana bir şey söylerim, sen onu başka şekilde duyarsın. O yüzden benimle
gerçekten diyalog kurmak istiyorsan iki sene yanımda otur. Tek bir kelime
konuşmadan yalnızca dinle. Başkalarına ne söylediğimle ilgilenme; onları sana
söylemiyor olacağım. Bu yüzden söylediklerimin doğru olup olmamasına, bunları
kabul edip edemeyeceğine kafanı takma. Sen yalnızca tanık ol: sana fikrin
sorulmayacak."
"İki yılın sonunda buraya gelme nedenin olan
karşılıklı konuşmayı, tartışmayı gerçekleştirebiliriz. Ve alt edilmeyi çok
isterim o yüzden bunu beni yenmeni ertelemek için değil yalnızca karşılıklı
konuşmamızın mümkün olabilmesi için teklif ediyorum."
Tam o anda Buda'nın en büyük müritlerinden biri, hatta
belki de en büyüğü olan Mahakashyap gülmeye başladı. Uzakta bir ağacın altında
oturuyordu ve filozof, "Bu adam deli olmalı, niye böyle gülüyor?"
diye düşündü.
Buda, "Mahakashyap" dedi, "Bu yerinde bir
davranış değil, aydınlanmış biri için bile doğru değil yaptığın."
Mahakashyap, "Doğru, yanlış umurumda değil, ben
yalnızca bu zavallı filozofa acıyorum" diye yanıt verdi.
Ve filozofa dönüp şöyle dedi: "Bir tartışma yapmak
istiyorsan bunu hemen yap: iki yıldan sonra sadece sessizlik olacak, diyalog
değil. Bu adama güvenme. Beni de kandırdı ben de seninle aynı niyetle, onu alt
etmek için gelmiştim ama beni kandırdı. Bana, 'İki yıl yanımda oturup beni
dinle. Önce dinleme sanatını öğren. Ve konuşulanlar seni ilgilendirmeyeceği
için zihnini çalıştırmana da gerek yok' demişti.
"İki yıl uzun bir zaman; zihin nasıl düşüneceğini,
nasıl çalışacağını unutmaya başlıyor.
Gautam Buda'nın mevcudiyeti öylesine huzur verici, öylesine
sessiz ki, insan onun yanında bu sükûnetten müthiş keyif almaya başlıyor. Ve
onun sözlerini dinliyorsun... Ama bu sözler sana yöneltilmediği için kendi
önyargılarına, felsefene, dinine ve sana uyup uymadıklarını önemsemiyorsun. Aldırmadan,
sabah güneş doğarken kuşların şakımasını dinler gibi dinliyorsun.
"Ve iki yılda zihin yok olmaya başlıyor. Ve bu sözler
sana yöneltilmemiş olsalar da yüreğine ulaşmaya başlıyorlar. Zihin sessiz,
geçit açık, kapı açık olduğundan yürek onları buyur etmeye başlıyor. Bu yüzden
bu adama bir şey sormak, onunla boy ölçüşmek istiyorsan bunu hemen şimdi yap.
Başka bir adamın daha kandırılışına tanık olmak istemiyorum."
Gautam Buda, "Bu sana kalmış" dedi. "Beni
şimdi alt etmek istiyorsan, yenilgimi kabul ediyorum. Konuşup zaman kaybetmeye
ne gerek var? Bu zafer senin. Ama sen benimle bir diyalog kurmak istiyorsan,
senden çok fazla bir şey talep etmiyorum, yalnızca dinleme sanatını öğrenmen
için iki yıl."
Adam iki yıl boyunca Buda'nın yanında kaldı ve bu sürecin
sonunda onu tartışmada yenmek üzere yanına gitmiş olduğunu bile unuttu.
Takvimin ucunu tamamen kaçırmıştı. Günler geçti, aylar geçti, mevsimler geldi
geçti ama iki yılın sonunda o sükûnetten öylesine büyük bir keyif alıyordu ki
iki yılın geçmiş olduğunun bile farkında değildi.
Zamanın çok esnek bir şey olduğunun hatırlanması gerekir.
Acı çekiyorsan zaman daha uzun geçer; aniden dünyanın tüm saatleri daha yavaş
hareket etmeye başlamıştır; acı çekmekte olan bir adamcağızın aleyhinde bir
komplo söz konusudur. Zaman öyle ağır ilerler ki insan bazen onun durmuş
olduğunu sanır.
Sevdiğin biri ölmekteyken onun yanı başında oturuyorsun,
gecenin bir yarısı ve zaman durmuş gibi, bu gece asla sona ermeyecekmiş, her
gecenin sona erdiğine dair bilgin yanlışmış gibi hissedersin...bu gecenin
sonunda güneş doğmayacaktır çünkü zaman ilerlememektedir.
Ama sevinçliyken, yıllar sonra bir dostunla yeniden
karşılaştığında, epey zamandır yolunu gözlediğin sevgilinle buluştuğunda yine
aynı komplo söz konusudur. Tüm saatler daha hızlı ilerlemeye başlar; saatler
dakikalar gibi, günler saatler gibi, aylarsa haftalar gibi geçiverir. Zaman
esnektir, senin içsel durumunla paralel bir görecelilik içindedir.
Adam sükûnet dolu o iki yılı öylesine
keyifle geçirmişti ki iki yılın geçmiş olabileceğini idrak edemiyordu. Aniden
Buda ona sordu, "Tamamen unuttun mu? İki yıl geçti, iki yıl
önce bugün bana gelmiştin. Benimle tartışmak istiyorsan
artık hazırım."
Adam Gautam Buda'nın ayaklarına kapanmış.
Mahakshyap bir kere daha gülmüş, "Sana söylemiştim ama
beni kimse dinlemiyor. Neredeyse yirmi yıldır bu ağacın altında oturup
insanların bu adamın tuzağına düşmelerini engellemeye çalışıyorum ama kimse
beni dinlemiyor. Tuzağa düşüyorlar ve bana iki kere gülme fırsatı
veriyorlar."
Adam Buda'nın ayaklarına dokunduktan sonra, Mahakashyap'ın
ayaklarına da dokunmaya gidip ona, "Sana da minnettarım. Duymak ve
dinlemek arasındaki ayrımı öğrendim. Duymak beni çok bilgili biri yapmıştı,
dinlemek ise beni masumiyet, sessizlik ve anlayış getiren bir huzura
kavuşturdu. Artık ne bir sorum ne de bir yanıtım var; tamamıyla sessizim. Tüm
sorular, tüm yanıtlar yok oldu. Ağacın altında, senin yanında da oturabilir
miyim?" diye sordu.
Mahakashyap, "Hayır ben mürit kabul etmiyorum, o
Buda'nın işi" diye yanıt verdi. "Benim ağacımı kalabalıklaştırma
çünkü burada bile dinlenecek hiçbir şey yok, yalnızca arada sırada biri
geldiğinde ve onun tuzağa düşmekte olduğunu gördüğümde attığım kahkaha var. Sen
bu tuzağa düştün, şimdi kabulden geç, sannyasin ol."
Yalnızca o değil, iki yıl boyunca oturup, dinlemekte olan
beş yüz takipçisi de sannyasin oldular.
Mary Catherine sen eğitimli birisin; belki de fazla
eğitimli. Çok okumuşsun; belki de gereğinden fazla. Zihnin düşüncelerle
öylesine dolu ki. O düşünceler ne bilinçli ne de bilinçdışı olmayan bir durum
yaratıyor. Senin içinde her şey o kadar çok gürültü yapıyor ki belki ancak
bağırırsam sözlerim sana ulaşabilir ama ya fısıldadıklarım ne olacak? Ve
hakikat bağırılamaz, ancak fısıldanabilir. Aslında o yalnızca sessizlikle
söylenebilir, fısıldamak bile onun için fazla büyük bir laf kalabalığıdır.
Eğitimli zihnini bir kenara bırak. Burada kumdan kaleler
yapan, kelebeklerin peşinden koşan, deniz kabukları toplayan, varoluşun
içindeki her şeye, onu bir gizeme döndüren bir merakla bakan bir çocuk kadar
masum olmalısın.
Beni dinlemek yalnızca bir başlangıç; ondan sonra da
ağaçları, dağları, Ay'ı, uzaktaki yıldızları dinlemen gerek, hepsinin sana
iletecek mesajları var. Gündoğumu ve günbatımlarına kulak vermelisin....hepsi
çok uzun zamandır seni bekliyordu. Bir kez dinlemeye başladığında tüm varoluş
seninle konuşmaya başlar. Şu anda yalnızca kendi kendine konuşuyorsun ve kimse
dinlemiyor.
Bekleme... Dinlemeye, sessiz olmaya hemen şu anda başla
çünkü bir sonraki anın garantisi yoktur. Yarın bunu yapmak bugünkü kadar kolay
olmayabilir çünkü yirmi dört saat içinde kafanda biraz daha çöp toplamış
olacaksın. Bu yüzden ne kadar erken başlarsan o kadar iyi çünkü sessizce
oturamıyorsun. Şimdi başlamazsan şu ya da bu şekilde başka bir şey yapıyor
olacaksın....
Bunu erteleme. Her erteleme intihar gibidir; özellikle de
her şeyin ötesinde olana ait bir deneyim söz konusu olduğunda.
Sevgili
Osho,
En
azından Batı toplumlarında gençlik her şeymiş gibi kabul ediliyor ve belli bir
noktaya kadar, eğer yaşamın her boyutundan gelişmeyi sürdürmemiz gerekiyorsa,
bunun böyle olması normal. Ama bunun doğal bir sonucu olarak kişi gençlikten
uzaklaştıkça yaş günleri bir kutlama vesilesi olmaktan çıkıp, hayatın utanç
verici ve kaçınılmaz gerçeklerinden birine dönüşüyor. Birine yaşını sormak
saygısızlık addedilirken; beyaz saçlar boyanıyor, dişler yenileniyor, morali
bozulmuş olan göğüsler ve yüzler estetikle yukarı kaldırılarak, göbekler
gerginleştiriliyor, varisler içeriden destekleniyor. Biri size yaşınızı
gösterdiğinizi söylediğinde bunu kesinlikle bir iltifat olarak almıyorsunuz.
Oysa kendi deneyimime göre yaşlandıkça her yıl daha da iyi geçiyor ama kimse
bana bunun böyle olacağını söylememişti ve asla yaşlanmayı öven şarkılar filan
da duymuyoruz. Orta yaşlı sannyasinlerinin hatırına yaşlanmanın
güzelliklerinden bahsedebilir misin?
Maneesha, senin sorun birçok şeyi içeriyor. Öncelikle Batı
zihni tek bir hayata sahip olduğun düşüncesiyle koşullandırılmıştır. Yetmiş
yılın var ve gençlik bir daha asla gelmeyecek. Batıda bahar yalnızca bir kere
gelir ve doğal olarak da onun mümkün olduğunca uzun sürmesine; hâlâ gençmiş
gibi davranılmasına yönelik derin bir arzu söz konusu.
Oysa Doğuda yaşlı bir kimse her zaman saygı görmüş, kıymeti
bilinmişti. O deneyimlidir, birçok mevsimin gelip geçtiğini görmüş, iyi ve kötü
birçok deneyim yaşamıştı. O yıllanmış olduğu için artık toy da değildi.
Yalnızca ilerlemiş yaşla birlikte gelen belli bir bütünlüğe sahipti. Çocuksu
değildi, oyuncak ayısıyla gezmiyordu; genç değildi, âşık olduğunu sanarak
etrafta dolanmıyordu.
Tüm bu deneyimlerden geçmiş, güzelliğin de gelip geçici
olduğunu, her şeyin sona erdiğini, her şeyin mezara doğru ilerlediğini
görmüştü. Beşikten çıktığı anda, gideceği tek bir yol vardı; o da beşikten
mezara doğruydu. Başka hiçbir yere gidemezsin, denesen de bu yoldan sapamazsın.
Ne yaparsan yap sonunda mezara varırsın.
Yaşlı adam saygı görüyor, seviliyordu; yüreği belli bir
saflığa erişmişti çünkü türlü arzulardan geçip, her arzunun düş kırıklığına yol
açtığını görmüştü. O arzular onun için geçmişte kalmış anılardı. Her türlü
ilişkiyi yaşamış ve hepsinin sonunda bir cehennem azabına döndüğünü görmüştü.
Ruhun geçeceği tüm karanlık gecelerin içinden geçmişti. Belli bir uzaklık,
gözlemciye ait belli bir saflık elde etmişti. Artık herhangi bir futbol maçının
içinde yer almakla ilgilenmiyordu. Yaşayıp giderken belli bir dönüşüme uğramak
zorunda kalmıştı ve bu yüzden de saygı görüyor, bilgeliğine saygı duyuluyordu.
Ama Doğuda yaşamın, gençliğin bir kez gelip geçtiği, yetmiş
yıllık küçük bir kesit olmadığı inancı vardır. Bu, varoluşa dair her şeyin
ebedi bir hareket içinde olduğu gibi —yaz gelip yağmur yağması, sonra kış
gelmesi, sonra tekrar yaz gelmesi gibi— her şeyin bir çember gibi döndüğü ve
yaşamın da bir istisna olmadığı inancıdır.
Ölüm bir çemberin sonu, bir diğerinin başlangıcıdır.
Yeniden çocuk olacak, yeniden gençliğini yaşayacak ve yeniden yaşlanacaksın. Bu
en başından beri böyledir ve en sonuna, aydınlanıp da bu kısır döngünün dışına
çıkabilene ve tamamen farklı bir kanuna dahil olabilene dek de böyle olacaktır.
Bireysellikten evrenselliğe sıçrayabilirsin. Bu yüzden bir acele, bir yapışıp
kalma durumu söz konusu değildir.
Batı tek yaşama dayanan Musevi inancını temel almıştır.
Hıristiyanlık yalnızca Museviliğin bir dalıdır. İsa bir Musevi olarak doğmuş,
öyle yaşamış ve ölmüştür; asla bir Hıristiyan olduğunu bilmemiştir. Müslümanlık
da aynı Musevilik geleneğine dayalıdır.
Bu üç din de tek yaşama inanır. Bu çok tehlikeli bir
inançtır çünkü sana hata yapma, herhangi bir deneyimi yeterince yaşayabilme
şansı tanımaz; daima bir acele içinde olursun.
Batılı zihniyet tümüyle yanında iki, üç fotoğraf makinesi
taşıyan, yalnızca üç haftalık vize alabildiğinden, her şeyin fotoğrafını
çekebilmek için oradan oraya koşuşturan bir turiste dönmüştür. Ve bu üç hafta
içinde tüm ülkeyi keşfetmek, tüm büyük anıtları görmek zorundadır. Oradayken
görmeye zamanı yetmediği için onlara ancak evde, fotoğraf albümünde rahat rahat
bakabilecektir.
Ne zaman turistleri hatırlasam aklıma bir yerden diğerine,
Ajanta'dan Ellora'ya, Taj
Mahal'den Keşmir'e aceleyle koşturan yaşlı kadınlar gözümde
canlanıyor. Acele ediyorlar çünkü hayat kısa.
Vakit nakittir sözünü yaratan da sadece bu Batı
zihniyetidir. Doğuda akış yavaştır; acele edilmez çünkü ebediyet kişinin önünde
durmaktadır. Daha önce de buradaydık ve yine burada olacağız, öyleyse acele
etmek niye? Onun yerine her şeyin tadını tüm yoğunluğu ve bütünlüğüyle
çıkarmalı.
Yani, birincisi: tek yaşam düşüncesi yüzünden Batı gençliğe
kafayı takmış ve genç kalabilmek, gençliği uzatabilmek için elinden gelen her
şeyi yapmaya başlamıştır. Bu ikiyüzlülüğe neden olur ve bu da doğal gelişim
sürecini sekteye uğratır. Yaşlandığında gerçekten bilgeleşmeni engeller çünkü
yaşlılıktan nefret ediyor olursun; yaşlılık sana yalnızca ölümü
hatırlatmaktadır. Yaşlılık son noktanın fazla uzakta olmadığını, terminale
yaklaştığını, yalnızca bir kez daha düdük çaldıktan sonra trenin duracağını
hatırlatır.
Yaşlılık Batıda yalnızca son noktanın gelmekte olduğunu
hatırlatır ve noktalı virgülü uzatmak istersin. Ama kimi kandırmaya
çalışıyorsun? Kendin artık genç olmadığını fark ettikten sonra tüm dünyayı
kandırmaya devam etsen ne fark eder? Ama sen artık genç değilsin ve yalnızca
gülünç olmaktasın.
İnsanlar genç kalmak için çaba gösterir ama gençliğin elden
gidiyor olma korkusunun onları dolu dolu yaşamaktan alıkoyacağını bilmezler.
İkinci olarak da gençliği yitirme korkusunun yaşlılığı
zarafetle karşılamanı engelleyecek oluşudur. Böylece hem —neşesi ve
yoğunluğuyla— gençliği, hem de zarafet, bilgelik ve huzur getiren yaşlılığı
kaçırmış olursun. Tüm bunlar yaşama dair yanlış bir fikirden kaynaklanır. Batı,
yaşamın tek olduğu fikrini değiştirmediği sürece, bu iki yüzlülük, bu yapışıp
kalma, bu korku da değişmeyecektir.
Aslında yaşam tek bir ömürden ibaret değil, birçok kereler
yaşadın ve daha birçok kereler yaşayacaksın. Bu yüzden her anı olabildiğince
tam olarak yaşa; bir sonraki ana atlamak için acele etmene gerek yok. Vakit
nakit değildir, tüketilemez; o zenginler için olduğu kadar yoksullar için de
vardır. Zaman söz konusu olduğunda zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul
değildir.
Yaşam sonsuz bir döngüdür.
Yüzeyde görünür olanın kökü çok derinlere, Batı dinlerine
dayanır. Onlar sana yalnız yetmiş yıl biçerek son derece cimri davranmışlardır.
Bunu hesaplamaya kalkarsan yaşamının üçte birinin uykuya, üçte birinin ise
yiyecek, giyecek ve ev masraflarını karşılamak için çalışmaya gittiğini
göreceksin. Geriye kalan kısa süre ise eğitim, futbol maçları, filmler, saçma
sapan tartışma ve çekişmelere gidiyor. Bu durumda yetmiş senelik ömrünün yedi
dakikasını bile kendine ayırabilmişsen bilge biri sayılırsın. Ancak bütün ömrün
boyunca bu yedi dakikayı bile kendine ayırman zordur. Öyleyse nasıl kendini
bulacaksın? Varlığının, yaşamının gizemine nasıl ereceksin? Ölümün bir son
olmadığını nasıl kavrayacaksın?
Yaşam deneyimini başlı başına kaçırdığın için, ölüm gibi
müthiş bir deneyimi de kaçıracaksın. Yoksa ölümün korkulacak hiçbir tarafı
yoktur. Ölüm güzel bir uyku gibidir, rüyasız, başka bir bedene sessizce ve
huzurla geçebilmek için ihtiyaç duyduğun derin bir uyku. Ölüm cerrahi bir
olaydır, neredeyse anestezi gibidir. Ölüm düşman değil dosttur.
Ölümü dost olarak kabul ettiğin ve yetmiş senelik kısacık
ömrünü korkusuzca yaşamaya başladığında, yaşamının sonsuzluğunu
kavrayabildiğinde her şey yavaşlayacak ve koşuşturmaya hiç gerek kalmayacaktır.
İnsanlar her konuda aceleci davranıyor. Çantalarını
kaptıkları gibi, içine bir şeyler tıkıştırarak, —kendi karısı mı yoksa
başkasının karısı mı olduğunu bile görmeden— karısını öpen çocuklarına 'Hoşça
kalın' diyerek evden fırlayan adamlar gördüm. Böyle yaşanmaz. Hem bu hızla
nereye yetişeceğini sanıyorsun?
Genç
bir çift yeni bir araba almışlardı ve son sürat gidiyorlardı. Kadın sürekli,
"Nereye gidiyoruz?" diye soruyordu çünkü kadınlar biraz daha eski
kafalıdır. "Söylesene, nereye gidiyoruz?"
Adam çıkıştı, "Beni rahatsız edip durma. Sorun nereye
gittiğimiz değil ne hızda gittiğimiz?"
Hızın kendisi, varılacak olan yerden daha önemli hale
geldi. Hız daha önemli çünkü hayat çok kısa. Öyle çok şey yapman gerekiyor ki
bunların hepsini büyük bir hızla yapmazsan hiçbir şeyi yetiştiremezsin. Birkaç
dakikalığına da olsa sessizce oturamazsın; bu zaman kaybı gibi görünür. O
birkaç dakikada bile biraz daha fazla para kazanabilirsin.
Yalnızca gözlerini kapayıp zaman kaybetmek niye? Hem içinde
ne var ki? Bunu çok merak ediyorsan hastaneye gidip bir iskelete bakabilirsin.
Bir kez bu iskeleti gördükten sonra da yaşam daha da güçleşecek; karını öperken
bunu yapanın iki iskelet olduğunu bileceksin. Birisi röntgen gözlükleri icat
etmeli ki insan bu gözlükleri takıp etraflarındakilerin sırıtan iskeletler olduğunu
görebilsin. Büyük ihtimalle gözlükleri çıkarabilecek kadar hayatta
kalamayacaktır; onca sırıtan iskelet kalbini durdurmaya yetecektir...
"Tanrım, gerçek bu! Tüm mistiklerin 'İçe doğru bak" dedikleri bu
muydu? Sakın onları dinlemeyin!"
Batının bir mistik geleneği yoktur. O dışa dönüktür:
dışarıya bak, görecek o kadar çok şey var ki. Ama içte de iskeletten fazlasının
varolduğunun farkında değillerdir; iskeletin içinde bundan daha fazlası vardır.
Bu, senin bilincindir. Gözlerini kapayınca iskeletle değil kendi yaşam
kaynağınla karşılaşırsın.
Batının kendi yaşam kaynağıyla derin bir buluşma yaşaması
gereklidir, o zaman acele de ortadan kalkacaktır. O zaman kişi, yaşam gençlik
getirdiğinde gençliğin, yaşlılığı getirdiğinde yaşlılığın, ölümü
getirdiğindeyse ölümün tadını çıkaracaktır. Bileceğin tek şey karşına çıkan her
şeyin tadını çıkarmak, onu bir kutlamaya dönüştürmek olacak.
Ben gerçek dini her şeyi bir kutlamaya, bir şarkıya, bir
dansa dönüştürme olarak tanımlıyorum.
Yaşlı bir adam doktora gidip şöyle demiş, "Cinsel
dürtümle ilgili bir şeyler yapmak zorundasınız."
Doktor yaşlı, güçsüz adama şöyle bir bakıp, "Efendim,
bu cinsel dürtü yalnızca sizin kafanızdaymış gibi geliyor bana" demiş.
"Benim söylemek istediğim de bu ya evladım" demiş
yaşlı adam, "onu oradan biraz aşağıya indirmem gerekiyor."
Yaşlı bir adam bile bir playboy olmak istemekte. Bunun
kesinleştirdiği bir şey varsa o da gençliğini tam olarak yaşayamamış olduğudur.
O gençliğini kaçırdığı için hâlâ onu düşünmektedir. Artık bu konuda yapacak
hiçbir şeyi olmasa da zihni tümüyle, sürekli, o zamanlar acele içinde olduğu
için gençliğinde yaşayamadıklarını düşünmektedir.
Gençliğini yaşayabilseydi, tüm baskılardan, cinsellikten
serbest kalmış olacağı için cinsel dürtüsünü bir kenara bırakmak zorunda kalmayacaktı.
O zaten yok olmuş, yaşanmışlıkların sonucunda buharlaşıp gitmiş olacaktı. Kişi
kendini geri çekmeden; dini, din adamlarını araya karıştırmadan yaşamalıdır ki
cinsel dürtüsü yok olup gitsin. Yoksa gençliğini kilisede geçirdiği için
yaşlılığında da İncil'in arasında sakladığı playboy dergisini okuyacaktır.
İncil o yaşta yalnızca bu işe yarar; çocuklara yakalanıp gülünç duruma düşmemek
için playboy gibi dergileri arasında saklamaya...
Üç tane yaşlı adam bir parkta oturmuş laflıyorlardı. En
gençleri yetmiş, ortancaları seksen, en yaşlıları ise doksan yaşındaydı. En
genç olanları biraz üzgün görünüyordu. Ortanca olan sordu, "Neyin var, çok
üzgün görünüyorsun?"
Adam, "Çok büyük bir suçluluk
duygusu içindeyim" diye yanıt verdi. "Size anlatırsam belki üzerimden
bu yükü atmış olurum. Çok güzel bir kadın evimizde banyo yapıyordu. O bizim
evde bir misafirdi ve ben kapı deliğinden onu gözetlerken anneme
yakalandım."
Diğer iki adam gülerek şöyle dediler: "Seni sersem!
Herkes çocukluğunda böyle şeyler yapar."
Adam, "Ama bu çocukken olmadı ki, bugün oldu"
dedi.
İkinci adam, "O zaman gerçekten ciddi bir durum. Ben
de size üç gündür beni yiyip bitiren, kimselere açamadığım bir sıkıntımdan
bahsedeyim. Karım üç gündür sürekli beni reddediyor" demiş.
Birinci adam, "Bu çok kötü" diye yanıtlamış.
Ama içlerinden en yaşlı olanları gülerek şöyle demiş,
"Sor bakalım karısı neyi reddediyormuş."
O da sormuş ve ikinci adam, "Fazla bir şey değil. Beni
daha fazla utandırmayın. Bu basit bir şey. Karımın elini tutup üç kere bastırıyorum
ve önce o, sonra da ben uykuya dalıyoruz. Ama üç gecedir ne zaman elini tutsam,
'Bu gece olmaz, bu gece olmaz! Kendinden utanmalısın, yaşlı başlı adamsın. Bu
gece olmaz' diyor" diye anlatmış.
Üçüncü adam, "Bu da bir şey mi?" diye yanıt
vermiş. "Başıma gelenleri size itiraf etmem gerek çünkü siz benden
gençsiniz ve bu anlattıklarım ileride işinize yarayabilir. Dün akşam, gecenin
sonuna doğru, hava ağarmaya başlarken tam karımla sevişmeye hazırlanıyordum ki
bana dönüp, 'Ne yapmaya çalışıyorsun sersem herif?' diye sordu. 'Ne mi yapmaya
çalışıyorum, seninle sevişmeye tabi ki' diye cevap verdim. O da 'Bu gece bu
üçüncü oluyor. Ya uyu, ya da bırak ben uyuyayım. Sevişmek, sevişmek, sevişmek'
diye çıkıştı. Sanırım hafızamı kaybediyorum. Yani sizin sorunlarınız benimkinin
yanında hiç kalır. Baksanıza hafızamı kaybediyorum."
Yaşlı insanlara kulak verirsen şaşırırısın çünkü
konuştukları tek şey yaşamış olmaları gereken ama artık yaşayamayacaklarıdır.
Çünkü o zaman İncil okuyup, rahibi dinliyorlardı.
O rahipler ve o kutsal kitaplar insanları doğru yoldan
saptırmışlardır çünkü onlar doğaya aykırı fikirler aşılayıp doğalarına uygun
olarak yaşamalarını engellemişlerdir.
Yeni bir insanlığa ihtiyaç duyuyorsak tüm geçmişi silmeli
ve her şeye yeni baştan başlamalıyız. Ve ilk temel ilke şu olmalıdır: herkesin
ideallere göre değil kendi doğasına göre yaşamasına yardımcı ol, bunu öğret ve
korkusuzca, bütün ve yoğun yaşa. O zaman çocuklar çocukluklarının, gençler
gençliklerinin tadını çıkaracak, yaşlılarsa doğallıkla yaşanmış koca bir
hayattan sonra yaşlılığın getirdiği doğal zarafetten keyif alacaktır.
Yaşlılığın bir zarafet ve bilgelik taşıyor, ışık ve
neşeyle, tatmin, doyum ve mutlulukla dolup taşıyorsa...senin mevcudiyetinde
çiçekler açıp, sonsuzluğa dair bir koku beliriyorsa ancak o zaman gerçekten
yaşamış olduğun anlaşılabilir. Bunlar noksansa da bu bir yerlerde yoldan
saptığının, din adamlarına, yoldan çıkarıcılara, suçlulara kulak vererek doğana
karşı geldiğinin göstergesidir. Ve doğa her zaman öcünü alır. Ve onun öcü yaşlılığını
yok edip onu çirkinleştirmek, hem kendi gözlerinde, hem de başkalarının
gözlerinde çirkin hale getirmektir. Yoksa yaşlılık gençliğin bile sahip
olamayacağı bir güzelliğe sahiptir.
Gençliğin de kendine has bir
olgunluğu vardır ama bilgelik taşımaz. İçinde çok fazla ahmaklık, amatörlük
barındırır. Yaşlılıkta ise insan kendi yaşam tablosuna son rötuşları
eklemiştir. Ve bu rötuşları yaptıktan sonra kişi neşe içinde, dans ederek
ölmeye hazırdır.
Kişi artık ölümü buyur etmeye hazırdır.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 17 -Varoluş Halleder Göz Kulak
Olur
Varoluş kendi kendine yeterlidir. Ben senin varoluşla
ilişkini araştırmanı istiyorum ve o araştırmanın sonucunda ortaya çıkacak olan
şey inanç değil güven olacaktır. Güven duymanın kendine has bir güzelliği
vardır.
20 Mayıs 1987, Akşam
Sevgili
Osho,
Lütfen
oluruna bırakmakla tanıklık etmek arasındaki ilişki hakkında bir şeyler söyler
misin?
Prem Vijen, oluruna bırakmak tanıklığın içinde çiçek
açabileceği atmosferdir. Onlar neredeyse aynı deneyiminin iki tarafı gibidir;
birbirlerinden ayrı değildirler. Kişi tanıklık etmeden oluruna bırakamaz,
oluruna bırakmadan da tanık konumuna gelemez.
Oluruna bırakmak bütünüyle rahatlamak anlamına gelir:
hiçbir gerilim, hiçbir düşünce, hiçbir arzu kalmamıştır; zihin hareket
etmemekte, hiçbir yere gitmemekte, çalışmamaktadır. Sessizlik içindeki zihin
yaşamın en müthiş deneyimine izin verir; yeni bir olgu: tanıklık ortaya çıkar.
Hepimiz yaşıyoruz ve hepimiz bir parça bilince sahibiz,
aksi taktirde yaşam olanaksız olurdu. Ama bilincimiz çok yüzeyseldir, yalnızca
tenimizin altına kadar, hatta o derinliğe bile inemez.
Tanıklık ise senin kadar, varoluş
kadar derindedir. Kişinin yalnızca izlenmesi gereken ne kaldıysa onu izlediği,
varoluşun içinde yaşamın erişebileceği en derin noktadır: muazzam bir sükûnet,
müthiş bir sevinç, seni çevreleyen enfes bir varoluş ve derin bir coşku —
sözsüz bir şarkı, hareketsiz bir dans— söz konusudur. Tanıklık en derin dini
deneyimdir.
Yalnızca ona varmış olanlar gerçekten yaşamış sayılır;
diğerleri bitkisel hayattadır.
Gerçekten çoğu insan hayatlarını bitki gibi sürdürür.
Kendilerini bitkiden öteye götürecek hiçbir şey öğrenmemişlerdir. Bilincini
yükseltmekteki tek amaç bu bitkisel varoluştan çıkabilmektir. Oluruna bırakmak
gerekli olan topraksa, tanıklık, izlemek ve uyanık olmak ise tohumların
kendisidir. Senin sadece doğru tohuma doğru toprağı sağlaman gerekiyor, o zaman
varlığında nilüferlerin yetişmesi kaçınılmaz olacaktır.
Sevgili
Osho,
Varoluş
göz kulak olur ne demek?
Nirada, biz varoluştan ayrı değil, onun birer parçasıyız.
Ayrılmak istesek bile ayrılamayız. Yaşamımız varoluşla birlikte olmanın bir
bölümünü oluşturur. Ve varoluşla ne kadar birlikte olabilirsen o kadar canlı
olursun. Tam olarak, yoğun olarak yaşanmasına dair sürekli ısrarım bu yüzden,
ne kadar derinlemesine yaşarsan, varoluşla temasın da o kadar fazla olacaktır.
Sen ondan doğdun, her an, her soluğunla, her kalp atışınla yenilenmekte,
canlanmakta, yeniden doğmaktasın; varoluş sana göz kulak oluyor.
Ama biz kendi varlığımızın, kendi soluk alışımızın farkında
değiliz. Gautam Buda dünyaya son derece basit ama son derece değerli bir
meditasyon olan vipassana'yı armağan etmiştir. Vipassana sözcük olarak,
soluğunu —soluğun giriş ve çıkışını— izlemek anlamına gelir.
İnsanlar Buda'ya, "Bunu yapmakla ne olacak?" diye
soruyorlardı. O bir kuramcı değildi. Onlara "Yapın ve görün. Bunu deneyip
ne olduğunu bana bildirin. Bana sormayın" diyordu.
Soluk alıp verişini izledikçe büyük bir olaya tanık olmaya
başlarsın —soluğun aracılığıyla sürekli, kesintisiz bir şekilde varoluşla
bağlantı halindesindir— bunun tatili de yoktur. Uyusan da uyanık olsan da,
varoluş senin içine yaşam akıtmaya ve içinde ölü olan şeyleri de temizlemeye
devam eder.
Karbondioksit ölüdür ve içinde birikmeye başlarsa sen de
ölürsün. Oksijen ise yaşam demektir ve sürekli olarak içindeki karbon dioksitin
taze oksijenle yer değiştirmesine ihtiyaç duyarsın. Buna göz kulak olan kimdir?
Sen olmadığın kesin! Buna göz kulak olan sen olsaydın şimdiye kadar çoktan
ölmüş olurdun ve bu soruyu soramazdın. Bazen soluk almayı unuturdun veya bazen
kalbin atmayı, kanın bedeninde dolaşmayı unutabilirdi; her şey ters
gidebilirdi. Hata yapabileceğin bin bir türlü şey vardır. Ama hepsi derin bir
uyum içinde işlemeye devam eder. Bu uyum sana mı bağlıdır?
Yani ben "varoluş göz kulak olur" dediğimde
felsefi bir şeyden söz etmiyorum. Felsefe çoğunlukla anlamsızdır. Ben yalnızca
var olan bir gerçeklikten söz ediyorum. Ve bilinçli bir şekilde bu durumun
farkına varabilirsen, bu senin içinde büyük bir güven yaratacaktır. Benim
"varoluş göz kulak olur" deyişim senin içinde varoluşa güvenebilmenin
güzelliğini kazandırabilecek bir bilinci tetiklemeye yöneliktir.
Ben senin hayali bir Tanrıya, bir Mesih'e, seni koruduğunu
sandığın çocukça bir baba figürüne inanmanı istemiyorum. Bunların hepsi
varsayıma dayalıdır.
Bu dünyaya hiçbir kurtarıcı gelmemiştir.
Varoluş kendi kendine yeterlidir.
Ben senin varoluşla ilişkini araştırmanı istiyorum ve o
araştırmanın sonucunda ortaya çıkacak olan şey inanç değil güven olacaktır. Güven
duymanın kendine has bir güzelliği vardır çünkü kendi deneyiminden
kaynaklanmaktadır. Güven duymak seni rahatlatacaktır çünkü varoluş her şeyi
halletmektedir; endişelenecek bir şey yoktur. Gerilmeyi, acı çekmeyi
gerektirecek bir şey yoktur.
Güven duymak rahatlamanı, oluruna bırakmanı sağlar ve
oluruna bırakmak da tanıklığa zemin hazırlar. Bunlar birbirleriyle bağlantılı
olgulardır.
Üç tane yaşlı kadın, Catskill'de bir otelde oturmuş,
oğulları hakkında böbürleniyorlardı.
"Benim oğlum doktordur" dedi Bayan Fletcher.
"O hem dahiliyeci hem de cerrahtır ve o kadar çok para kazanır ki New
York'ta Park Avenue'da bir apartmana sahiptir."
"Çok iyi" dedi Bayan Cornfield. "Benim oğlum
da avukattır. Boşanma davaları, kazalar, vergi ve sigortayla ilgili davalara
bakar. O kadar başarılıdır ki Beşinci Caddede iki tane apartmanı vardır."
"Hanımlar" dedi Bayan Baum." İkiniz de bu
başarılı evlatlarınızla gurur duymalısınız.
Gerçeği söylemek gerekirse benim oğlum bir
eşcinseldir."
"Çok yazık" dedi Bayan Cornfield, "Peki geçinmek
için ne yapıyor?"
"Hiçbir şey" diye yanıt verdi Bayan Baum,
"İki tane arkadaşı var: biri park Avenue'da bir tane apartmanı olan bir
doktor, diğeri ise Beşinci Caddede iki apartmanı olan bir avukat." Varoluş
göz kulak olur.
Sevgili
Osho,
Kör
ve cahil bir insan, kör ve cahil bir terapistten ve onun kör tavsiyelerinden
nasıl fayda görebilir? Bu yalnızca karanlık tünelde birkaç tane havai fişek
patlatıp, birlikte biraz eğlenmek ve heyecan duymak, bu yolculuğu biraz
hafifletmek için midir? Asıl yardım ve rehberlik yalnızca senin gibi bir
ustadan gelmez mi? Lütfen yorum yapabilir misin?
Prem Ruchi, "Kör ve cahil bir insan, kör ve cahil bir
terapistten ve onun kör tavsiyelerinden nasıl fayda görebilir?" diye
soruyorsun. Kanser olursan, kanser olmamış bir doktorun sana yardım
edemeyeceğini mi söylüyorsun? Kansere yakalanmış bir doktor mu arayacaksın;
sana bir tek o mu yardım edebilir?
Hayatın içinde deneyime değil de uzmanlığa sahip olan
birçok kimseden yardım görürsün. Deneyimle uzmanlık arasındaki fark büyüktür
ama uzmanın da yardımcı olabileceği durumlar vardır.
Hatırlanması gereken ilk husus terapistin de senin kadar
kör ve cahil olduğudur ve belki de bu bir yeterlilik sağlar çünkü o da körlük
ve cehaletin ne anlama geldiğini bilmektedir. O senin kadar perişan bir
durumdadır, perişanlığın tadını bilmektedir. Onu senden ayıran tek şey onun
belli bir sanatta, terapi alanında uzmanlık sahibi oluşudur.
Terapi bilgisi kendine yardım etmesini sağlayamamış
olabilir ama bu bilginin sana faydası dokunabilir. En azından sende olmayan bir
uzmanlığa sahiptir. En azından senin sorununu analiz edebilir. Bu soruna bir
çözüm getiremeyebilir ama bazı sorunların çözüme değil, sadece analiz edilmeye
ihtiyacı vardır. Onun ne olduğunu bildiğinde, analitik olarak temeline inildiğinde
sorun da ortadan kaybolur.
Sigmund Freud'un psikolojik olarak senden farklı mı
olduğunu düşünüyorsun? Ama o başlı başına psikanaliz bilimini ortaya koymuştur
ve bu bilim birçok insanın aydınlanmasına olmasa da kör olduklarının,
karanlığın içinde el yordamıyla ilerlemeye çalıştıklarının ve bir ustaya
ihtiyaç duyduklarının farkına varmasına yardımcı olmuştur. Bu da azımsanacak
bir şey değildir.
"Bu yalnızca karanlık tünelde birkaç tane havai fişek
patlatıp, birlikte biraz eğlenmek ve heyecan duymak, bu yolculuğu biraz
hafifletmek için midir?" diye soruyorsun.
Terapistin elinden bu kadarı geliyor olsa bile, güzel bir
parti vermek —İtalyanlar gibi— karanlık bir tünelde havai fişekler patlatıp
yolculuğu daha keyifli bir hale getirmek bile büyük bir hizmettir. Belki çok
fazla yol alamayacak, doğru yolu bilmediğin için tünelin dışına çıkmayacaksın
hatta tünelin daha içine doğru girmiş olacaksın. Ama terapist seni en azından
harekete geçirmiş olacak. Senin tekerleklerini yağlamış olacak.
Bu hareketten başka bir şey doğacak. O en azından senin
içine bir özlem yerleştirecek. Sana gerekenleri sunamasa da içinde bir özlem,
bir hayal yaratmış olacak. Ve bu az buz bir şey değildir çünkü milyonlarca
insan böyle bir hayale bile sahip olmadan, kendi sefil hayatlarını öylesine
tatmin içinde yaşıyorlar ki, başka bir şeylerin mümkün olamayacağını, hepsinin
bu olduğunu düşünüyorlar.
Terapist en azından senin içinde bundan daha fazlası
olduğuna dair bir özlem doğurur ve bu yüzden ona minnet duyman gerekir. Onun
kendisi de arayışta olabilir; arıyordur ve bunu sana da bulaştırmıştır.
Sen sadece bir özlem ve arzu değil gerçek bir yardım ve
rehberlik istiyorsun. Çiçekleri istiyorsun ama tohumları istemiyorsun. Terapist
en azından tohumları ekip, toprağı hazırlayabilir. Seni durağan, uykulu
halinden uyandırıp, bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkarabilmek için
terapistlerden faydalanıyorum. O arzu bir kez uyandığı zaman, bir usta yardımcı
olabilir. Terapist çapalama işini üstlenebilir.
Asıl yardım ve rehberliğin ancak bir
ustadan gelebileceği doğrudur. Ama senin asıl yardıma ihtiyacın var mı? Asıl
rehberliğe ihtiyacın var mı? Bunları hak ediyor musun?
Büyük bir usta kapını çalsa bile onu buyur edebilecek
misin? Buna hazırlıklı mısın?
Bir ustayı kabul edebilmek, hatta onu tanıyabilmek bile
uzun bir hazırlığı gerektirir. Terapist bu hazırlığı yapabilir, böylelikle
gerçek ustanın karşısına geldiğinde terapist sana susuzluğu aşılamış
olduğundan, usta artık susuzluğunu giderebilir. Susuzluk olmaksızın en büyük
usta bile yardımcı olamaz.
Körlerin körlere yol gösteremeyeceğini, cahil bir kimsenin
bir başkasını ışığa, uyanışa götüremeyeceğini anlıyorum ama işe yarayacak başka
bir şey yapabilirler. Terapi dünyada başka hiçbir usta tarafından bir yöntem
olarak kullanılmamıştır, ama ben onu muazzam derecede faydalı buluyorum: o,
terapilere katılanların esas olana susamalarını sağlıyor. Terapist esas olanı
sunamasa da, ona karşı bir susuzluk duyulmasını sağlayabiliyor. Bunun için
minnet duymalısın çünkü sana verdiği bu hizmet küçük bir şey değildir.
Ve terapi iki tarafı da keskin bir bıçaktır. O katılımcıya
yardım ederken, aynı zamanda terapiste de fayda sağlar. Terapist de aynı
teknenin içindedir. O da el yordamıyla ilerlemekte, o da belirsizlik içinde,
"Hakikat diye, mutluluk diye, coşku diye bir şey vardır" diye garanti
veremeyecek bir konumdadır. Ama o da insanların susuzluğunu gördükçe kendi
susuzluğu da hiç olmadığı kadar artacaktır. Bunca insan bilinmeyene doğru bir
yolculuk gibi muazzam bir meydan okumanın farkına varıyorsa, onun kendisi de
bir yolcuya dönüşür. Bir yolcuya dönüşmemişse sana yardım ettiği halde kendine
bir yardımı olamamış demektir.
O sahte bir öğretmen de olabilir; terapist olmanın
tehlikesi de budur. Çok iyi bir öğretmen olduğunu çünkü birçok insanın gerçeğe
susamasını sağladığını düşünmeye başlayabilirsin. Ve belki de onlara sahte güzellikler
taşımaya da başlarsın çünkü onlar neyin sahte neyin gerçek olduğunu bilmez, bu
ayrımı yapamazlar.
Birçok sahte terapist vardır; onlar ustaya dönüşmeye
başladıkları anda sahteleşirler. Onlar usta değildir. Onlar da en az diğerleri
kadar arayıştadır; belki kendilerini daha iyi ifade ediyor ve daha bilgili
olabilirler. Terapist olarak kalıp, fazla bir şey bilmediklerini, yalnızca
belli bir uzmanlığa sahip olduklarını hatırlarlarsa sana ve kendilerine
yardımları dokunabilir. Yoksa Kabir'in dediği gibi: "Körler körlere yol
gösterir ve hepsi kuyuya düşerler." Gidecek başka bir yer yoktur, er ya da
geç içine düşecekleri bir kuyu bulacaklardır.
İsrailli bir adam Paris seyahati sırasında bir genelevi
ziyaret eder ve belli bir Michelle için de ısrar eder. Michelle'in uygun
olmadığı söylense de bin dolar vereceğini eklediğinde kadın kendisine getirilir
ve geceyi birlikte geçirirler.
Ertesi gece adam geri dönüp aynı cömert teklifte bulunur ve
yine geceyi birlikte geçirirler.
Sonunda üçüncü gece Michelle neden bu şımartıcı ilgiye
layık bulunduğunu sorar.
"Ben İsrailliyim de" der adam.
"Öyle mi?" diye atılır Michelle, "Ben de
İsrailliyim."
"Evet biliyorum" diye devam eder adam.
"Büyükannen benim ailemle aynı apartmanda oturuyor ve Paris'e gideceğimi
öğrenince de sana ondan istediğin üç bin doları götürmemi rica etti."
Bir Musevi daima bir Musevi'dir; yapabileceği başka bir şey
yok, kör bir adam, kör bir adamdır.
Terapistin son derece alçakgönüllü ve uyanık olması
gereklidir ve ona gelen insanların da şunun farkına varmalarını sağlamalıdır:
"Ben de hakikatten sizin kadar uzağım ama size sunabileceğim belli bir
uzmanlığa sahibim. Belki de bu sizin yolu bulmanıza yardımcı olacaktır. Ben
yolun kendisi değilim ama size belki yolu aydınlatabilecek bir mum
sağlayabilirim."
Bu çok fazla bir şey değildir, bir mumdur ama ruh için
karanlık bir gecede bir mum bile büyük bir şey, bir hazinedir çünkü yolunu
bulmasına yardım eder.
Terapist arayışta olanla usta arasında bir köprü
oluşturmalı, kendisi ustaya dönüşmeye çalışmamalıdır.
Sevgili
Osho,
Geçen
gece videoda ikinci kez hiçbir ustanın bir kadın tarafından ihanete
uğramadığını söylediğini duydum. Bunu anlamıyorum. Peki ya Sheela ve onun
çetesi? Onlar sana ihanet etmediler mi? Ben kendi adıma, şu anda sana ihanet
etmeyi aklımdan bile geçiremem ama bunu asla yapmayacağımdan da emin olamam.
Sheela'nın pozisyonunda olsaydım ne yapardım bilemiyorum. Tüm bunları söylerken
yüreğim acıyor ama zihnim alıp başını gidiyor ve anlamıyor.
Lütfen
yorum yap.
Prem Samyo, bir usta ancak kendisine inanılmasını talep
ediyorsa ihanete uğrayabilir. Bana ihanet edemezsin çünkü ben senin inancına
talip değilim. Benimle de olabilirsin, uzaklaşmayı da seçebilirsin. Benimle
olmak senin özgür seçimin. Uzaklaşmak için de aynı şekilde özgürsün.
Bana kimse ihanet edemez.
Ben sana böyle bir şans tanımıyorum.
Bunun temelini, olasılığını tümüyle ortadan kaldırdım.
Binlerce insan benim yanımda oldu ve ellerinden geldiği
kadar da yanımda yol almaya devam ettiler. Ama bu onlar için imkânsızlaşmaya
başladığında —ki ben imkânsız bir adamım, yani bu onların suçu değil—
kendilerine başka bir yol seçtiler. Ama benim bu konuda herhangi bir şikâyetim
yok çünkü ben onların sonsuza kadar yanımda olmasını beklemiyordum. Aslında o
kadar çok insanla uğraşmam gerekiyor ki eskilerden birkaç insanın kendi yolunu
çizip, yenilere yer açmasını istiyorum. Benim karavanım yeterince büyük.
Eski ustalar ihanete uğrardı ama bu onların suçuydu çünkü
onlar mutlak teslimiyet talep ederlerdi. Ben senden hiçbir şey istemiyorum.
Benimle yürümek senin seçimin ve bunu dilediğin sürece sürdürürsün ve istediğin
zaman da bana veda edersin.
Ben biraz tuhaf bir ustayım —ihanet edilemeyecek bir usta—
çünkü ben senden teslimiyet veya taahhüt beklemeyen, karşılığında hiçbir şey
istemeden, sevgime ve sessizliğime açık olabildiğinde buna şükrederek, elinden
geleni vermeye çalışan bir ustayım.
Benimle birlikte yol almak veya kendine farklı bir yön
seçmek ise tamamen senin kendi bireysel kararına kalmıştır. Kim bilir belki
karavana geri döner, ya da benimle daha ileride bir kavşakta buluşursun. Her
iki durumda da kapım sana açık olacaktır.
Seni benimleyken de, beni bırakırken de kabul ediyorum;
bana asla geri dönmeyecek olsan da, bana geri dönmek istesen de kabulümsün.
Benim tarafımdan hiçbir taahhüt beklentisi olmadığı için Prem Samyo,
"hiçbir usta bir kadın tarafından ihanete uğramamıştır" derken beni
hesaba katma. Ben eski ustalardan söz ediyorum; mutlak inanç, mutlak teslimiyet
peşindeydiler. Onlara karşı neredeyse ruhsal bir kölelik içinde olmanı
istiyorlardı ve bu durumun kendisi bazı insanların zihninde onlardan
bağımsızlaşma arzusunu doğuruyordu.
Benden bağımsızlaşmayı arzu edemezsin çünkü zaten
bağımsızsın. Bana ihanet etmeyi düşünemezsin çünkü bu saçma olacaktır. Ben
senden asla inanç talep etmedim, o yüzden onu geri alamazsın. Ben senden asla
hiçbir şey almadım o yüzden beni hayal kırıklığına uğratamazsın.
Benim kurduğum cümle geçmişteki ustalarla ilgiliydi.
Ben onların kategorisine dahil değilim.
Ben yeni bir çizginin; ustanın seninle dost olduğu, sana
özgürlük verdiği, senin kendi başına ayakta durabilmeni istediği —ne kadar
erken olursa o kadar iyi— yeni bir kategorinin başlangıcıyım. Hepinizin bana
ihanet ettiği, sükûnet içinde oturup kendi kendime olmanın keyfini
çıkarabileceğim günü dört gözle beklerim! Şu andan da keyif alabiliyorum ama
bunu bir kalabalığın içinde yapmak başka şey, tek başına banyonda yapmak
bambaşka.
Yani emin değilsen... bana ihanet etmek istemiyorsan ama
bundan emin değilsen. Kim bilir bunu belki yarın yapmak isteyebilirsin? Ama
unutma: bana ihanet etmek istesen bile bunu yapamazsın. Ben bunu imkânsız hale
getirdim.
Ben yalnızca bir dostum. Biz bu yolda karşılaşmış
yabancılarız. Sen benimle yürümekten keyif aldın, ben de senin benimle
yürümenden keyif aldım, bir arada olmaktan memnunduk. Ama "Artık ayrılma
vakti" dediğin anda senin gözyaşları olmadan, sevinçle ayrılabilmene
yardımcı olacağım çünkü o zaman bağımsız olacaksın, kendin olacaksın.
Beni incitecek kapasiteye sahip değilsin. Geçmişteki tüm o
ustalar inciniyordu ama bu durumu kendileri yaratıyorlardı. Ben senden bir şey
beklemiyorum o halde beni nasıl hayal kırıklığına uğratabilirsin? Ne yaparsan
yap, onu daha ne olduğunu bilmeden kutsayabilirim.
"Bay Baumgarten" dedi doktor. "Çok hasta bir
adam olmanıza rağmen sanırım sizi kurtarmayı başaracağım."
"Doktor bunu yapabilirseniz, iyileştiğim zaman yeni
hastanenize beş bin dolar bağışta bulunacağım."
Aylar sonra Doktor eski hastasıyla karşılaştı. "Nasıl
hissediyorsunuz?" diye sordu.
"Harika doktor, çok iyiyim, hiç daha iyi
olmamıştım."
"Sizinle konuşmayı düşünüyordum," der doktor,
"hastaneye yapacağınız bağış konusunda."
"Neden söz ediyorsunuz?" diye sordu Baumgarten.
"İyileşirseniz yeni hastaneye beş bin dolar katkıda
bulunacağınızı söylemiştiniz."
"Öyle mi demişim?" diye sorar hasta. "Bu
gerçekten ne kadar da çok hasta olduğumu gösteriyor."
Senden bir şey beklemek doğru değil çünkü sefalet
içindesin. İçinde bulunduğun sefalet yüzünden teslim olabilir, inanç duyabilir,
her türlü saçmalığa inanabilirisin. Ben geçmişte yapıldığı gibi senin
sefaletini kötüye kullanamam.
Ben senin bu sefaletten çıkmana yardımcı olmak istiyorum ve
benim ödülüm de bu olacak; seni gülümserken, şarkı söyleyip dans ederken
görebilirsem bu bana yeter de artar.
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho.
Toplantı 18 -Kutsallığın
Günışığı Vurmuş Dorukları
Güçlü rüzgârlar seni oraya buraya sürüklüyorsa, onlara
direnme: onlar sen direndiğin için güçlü görünüyorlar. Rahatla ve bırak seni
götürsünler. Onlarla git, bütün olarak git. 21 Mayıs 1987, Sabah
Sevgili
Osho,
İsa'nın
çarmıha gerildikten sonra Keşmir'e yaptığı yolculuğu anlatan kitabı yeni
bitirdim ve artık kafamda onunla ve hakikate karşı duyduğu giderilemez
susuzluğuyla ilgi net bir resim var. Senin veya Buda'nın aydınlanmadan önceki
hikâyelerinizde de aynı giderilemeyen susuzluk söz konusu. Oysa ben burada
kendimi senin yanında, rüzgârda savrulan, hakikati aradığı halde, onu istediği
yere çeken her şiddetli rüzgârla dikkati dağılan kuru bir yaprak gibi
hissediyorum. Senin huzurunda olmak gitgide bu arayışımı yoğunlaştırmamı ve bu
güçlü rüzgârları hakikate giden yolda daha önlere taşınmak için kullanabilmemi
sağlayacak mı?
Vimal İsa'nın bir sözü vardır: "İste ki o sana
verilsin, ara ki bulasın, kapıyı çal ki sana açılsın." Bunlar güzel sözler
ama ancak çok yüzeysel bir düzlemde. Bir şiirsellik içeriyorlar ve bir
gerçeklik payları da var ama maalesef ben onlarla aynı fikirde değilim.
Bu sözleri yeniden yazacak olsak ben şöyle derdim:
"İsteme ki sana verilsin" çünkü istemek arzulamaktır, istemek talep
etmektir, istemek sabırsızlıktır. İstemek güven demek değildir, sevgi demek
değildir. Sevgi asla istemez ama her şey ona sunulur. Asla istemez, ama her
zaman anlaşılır.
"Arama, yoksa onu kaçırırsın" çünkü her arayış
seni kendinden uzaklaştırır; her yol seni kendinden uzağa götürür, "Arama,
sadece ol, bulmuş olursun." Çünkü aradığın şey senin içinde. Bu uzakta
olan bir şey değil, arayanın ta kendisi. Aranması gerekmiyor çünkü o arayanın
ta kendisi. İstediğin veya aradığın anda değil sessiz olduğun anda o senindir,
sen osun.
"Kapıyı çalma, çünkü her kapı çalış seni dilenciye
çevirir". Çünkü çalınan tüm kapılar başkalarının kapılarıdır. Ve bu başka
birinin evinde bulunacak bir şey değildir; senin içindedir. Çalman gereken
hiçbir kapı yok. Sadece kesinlikle merkezinde olmalısın; o zaman kapılar hep
açık olacaktır. Lao Tzu veya Chuang Tzu böyle söylerdi. İsa da Doğuda doğmuş
olsaydı, biliyorum ki o da aynı şeyi söylerdi. Batının atmosferi böyledir; tüm
arayış nesneye yöneliktir ve kimse arayanın kendisini umursamaz.
Muazzam zekâlara sahip, yaşamlarında büyük buluşlara imza
atan müthiş bilim adamları vardır ama kendilerini tamamen ıskalarlar. Bunun
nedeni hep bir şeylerin arayışı içinde olmalarıdır; oysa kişinin kendisi zaten
oradadır; sadece rahat bir bilinçte bir oluruna bırakmışlık halinde olmak
gerekir.
Bu bana dünyaya ayak basmış en mühim kadınlardan biri olan
Rabiya el-Adabiya'yı anımsattı. O gerçek bir asidir ve asi olmayan hiç kimse
dindar olamaz. Asilik dindarlığın biricik temelidir. Gelenekçi olan, Ortodoks
olan asla dindar olamaz.
O sebze almaya pazara gidiyordu ve ülke çapında tanınan
büyük bir Sufi olan Cüneyt'le karşılaştı. Caminin dışında oturmuş yüksek sesle
dua ediyor ve gökyüzüne bakarak yakarıyordu, "Sesimi ne zaman duyacaksın?
Kapıları neden açmıyorsun? Bunca zamandır bekliyorum, beni duyuyor musun, yoksa
duymuyor musun? Senin kapını çalmaktan bitap düştüm.
Rabiya onun arkasında durduğu için tüm bunları duymuştu ve
kafasına vurdu. O arkasına dönüp baktı —dua etmekte olan birini rahatsız etmek
son derece dine aykırı bir davranıştı — ve bu garip kadını, Rabiya'yı gördü.
Kadın, "Cüneyt sen olgunlaşacak mısın yoksa olgunlaşmayacak mısın?"
diye sordu. "Gözlerin tamamen mi kör? Çünkü bütün kapılar açık duruyor.
Kapılar daima, yirmi dört saat, gece gündüz açık duruyor. Bu nasıl bir
saçmalıktır ki sen Allah'tan 'Kapıları aç' diye talep edip duruyorsun. Allah
bile bu konuda ne yapabilir; zaten açık olan kapıyı nasıl açabilir? Sadece
sessizce bak, kapılar dışarıda değil. Gözlerini kapat ve gör. Ve unutma seni
bir daha böyle saçmalarken görürsem gerçekten sert bir şekilde vuracağım! Kendi
duanla kendinden kaçıyorsun."
Bu ani bir aydınlanma deneyimiydi. Cüneyt gözlerini yumdu
ve içine baktı...kapılar açıktı. Aradığın şey senin içinde gizli ve aramaya
devam ettiğin sürece kaçırmaya da devam edeceksin.
Vimal hakikati aramayı ciddi bir olaya dönüştürme. Rahat
davran, unutma rahat, doğrudur. Güçlü rüzgârlar seni oraya buraya sürüklüyorsa,
onlara direnme: onlar sen direndiğin için güçlü görünüyorlar. Rahatla ve bırak
seni götürsünler. Onlarla git, bütününle git.
Lao Tzu bir ağacın altında otururken, sararmış bir yaprağın
yavaş, yavaş ağaçtan düşüşünü izleyerek aydınlandı. Rüzgâr onu bir oraya bir
buraya götürüyordu ve o buna karşı hiç direnmiyordu. O tümüyle her yere gitmeye
razıydı çünkü aradığın hakikat her yerdedir. Bunu görmek için gereken tek şey
rahatlamış bir bilinçtir.
O rüzgârlar sana karşı değil, senin dikkatini dağıtmak için
değil. Sorun senin direncindir. Sen arayışını çok ciddi bir hale getirdin.
Biraz daha oyuncu bir havada ol. Rüzgârla birlikte dans et; direnmeden onun
seni ister kuzeye, ister güneye, ister doğuya, ister batıya götürmesine izin
ver.
Bu direncinin altında senin egon yatıyor. İnsanlar,
"Ego nedir?" diye sorarlar. O senin varoluşa karşı gösterdiğin
dirençtir." Peki egosuzluk nedir?" O senin rahatça var olma halindir,
bir oluruna bırakma halidir. Rüzgâr seni nereye götürürse tam olarak git,
isteyerek, sevinçle, dans ederek, şarkı söyleyerek git.
Rüzgârın seni götürdüğü yerde hakikati bulacak değilsin.
Onu kendi direnmeyişinde, oluruna bırakışında, oyunculuğunda, ciddi
olmayışında, kahkahanda bulacaksın.
Hastalıklı insanlar —psikolojik olarak, ruhani olarak
hastalardı— insanlığa fazlasıyla uzun süre hükmetti ve herkesi fazlasıyla
ciddileştirdiler. Benim tüm yaklaşımım ise oyun oynamaya, ciddi olmamaya ve
rahat olmaya yönelik. Rahatlamak duadır. Dirençsizlik egosuzluktur. Ve
egosuzluk içinde her şeyi barındırır. Ciddi olanlar gergindir, ciddi olanlar
endişelidir. Ciddi olanlar daima doğru yolda olup olmadıkları konusunda
tasalıdır... ve yol gösteren hiçbir işaret de yoktur. Tüm yollar hayal
ürünüdür.
Varoluş gökyüzü gibidir, hiçbir yol içermez. Kuşlar uçar
ama hiçbir ayak izi bırakmazlar; gökyüzü olduğu gibi kalır. Bilincin de böyle
çok daha temiz ve çok daha açık bir alandır, üzerinde ne bir ayak izi, ne de
bir yol vardır.
Sen yoldan çıkmazsın. Bunun için öncelikle bir yol olması
gerekir. Hakikati bulmak bir hedef değildir, bir hırsa dönüştürülemez.
Hakikati bulmak kendini bulmaktır.
Ve ancak rahatlamış bir haldeyken kendini bulabilirsin. Kim
senin dikkatini kendinden başka bir yöne çekebilir? Rüzgâr seni kuzeye veya
güneye götürebilir ama seni kendinden başka bir yöne götüremez; sen neredeysen
oradasındır.
Eğer yaşamı oyuncu bir ruh haliyle yaşıyorsan en büyük
duayı, yolsuz yolu öğrenmişsin demektir.
Çoğu büyük şehirde dini bir telkine ihtiyaç duyulduğunda
ulaşılabilecek, banttan yayınlanan kısa bir vaazın dinlenebileceği bir telefon
hattı mevcuttur. Artık ateistler için de böyle bir hattın oluşturulması
gerektiği konuşuluyor: numarayı arıyorsun, kimse cevap vermiyor.
Bence bu bant kaydı gerçeğe kısa bir vaazdan çok daha
yakındır. Sessizliği dinleyebilirsen —kimse yanıt vermediği için kendi başına
kalmışsındır— bu bir meditasyona dönüşebilir.
Hedef diye bir şey yok. Gitmen gereken bir yer veya bulman
gereken bir şey yok.
Yalnızca, öylesine derin bir rahatlama haline
gelebilmelisin ki kendi içine yerleşebilesin.
Tam da o yerleşmenin sayesinde yuvaya dönmüş olacaksın.
Sevgili
Osho,
Geçen
gün sessiz selamının içinden beklenmedik bir hediye olan dansın çıktığında
yüreğim patlarcasına açılıverdi ve bir anda bir çocuk gibi masumlaşıp,
mevcudiyetinin gizemi karşısında huşu içine girdim. Senden gelen küçücük bir
hareketin bile nasıl olup da bizi böylesine derinden etkilediği hakkında bir
şeyler söyleyebilir misin?
Puja Melissa, sevgi dünyadaki en büyük simyadır. O küçücük
şeyleri büyük, eşsiz değerde deneyimlere dönüştürür. Sükûnet ve aşkla
karşılandığında, bir kuşun cıvıltısı bile Tanrının Musa'yla konuşmasından daha
değerlidir; çünkü bu kurgusal bir şey olduğu gibi, pek iyi bir şey de değildir.
Musa Tanrıyla buluşmak üzere Sina dağına çıktığında bir
mucizeyle karşılaştı: yemyeşil bir çalı alevlerle kaplıydı. O yaklaşınca çalı
ona bağırdı, "Musa ayakkabılarını çıkar! Kutsal topraklardasın." Pek
iyi bir başlangıç sayılmaz, öyle değil mi? Ama Musa çok itaatkâr bir insan
olmalı ki, "Kutsal olmayan yerler neresidir söyleyebilir misiniz?
Ayakkabılarımı kafamda mı taşımalıyım?" diye sormadı.
Tüm varoluş kutsaldır.
Ama zavallı adam hem konuşan hem de alevler içinde olduğu
halde yemyeşil kalabilen bir çalıdan öylesine etkilenmişti ki...
Tanrı ona on emir, on parça taş verdi ve hepsinin üzerinde
birer emir yazılıydı, "Aldatmamalısın"....pek hoş bir buluşma değil,
değil mi? Bir bakıma aşağılayıcı ve hakaret edici bir durum. Ve zavallı Musa o
on parça taşı da taşıdı; bayağı ağır olmuş olmalılar.
Ama tüm olayda en önemli nokta o alevler içindeki yeşil
çalıdır. Bana göre tüm bu buluşmanın tek önemli kısmı budur. Museviler o yanan
çalıyla pek ilgilenmemişlerdir; onlar daha çok on emir ve Tanrının kutsal
toprakları bildirmiş oluşuyla ilgilidirler.
Kendi içine dönersen bu deneyimin ta kendisiyle
karşılaşırsın: yaşamın alevleriyle, coşku ve mutluluğun çiçekleriyle bezeli
yeşil bir çalı bir arada var olmaktadır. Alevler devrimi, yeşil çalı ise
serinkanlılığı ve sakinliği temsil eder.
Sakin ve serinkanlı insanlarla karşılaşmış olabilirsin ama
onlar devrimci değildirler; onlar sönük, kalın kafalı, neredeyse geri zekâlı
kimselerdir. Ateşli devrimcilerle de karşılaşmış olabilirsin ama onlar da
devrimlerini anlamlı hale getirecek olan sakinliğe, sükûnete ve huzura sahip
değillerdir. Yoksa yemeğini pişiren ateş, evini de tümüyle yakabilir.
Benim için Tanrıyla Musa'nın buluşması basit bir
söylencedir. Gerçek din, esas din, senin sevginle, güveninle, sevincinle
ilgilenir. Ve sen sevginin gözlerinden bakabildiğinde küçük bir çiçek bile
alabildiğine esrarengiz bir şeye, uzakta bir kuşun ötüşü tüm kutsal kitaplardan
kutsal bir hale dönüşür.
Beni seviyorsun; bu yüzden küçük bir hareketimin bile senin
üzerinde muazzam bir etkisi oluyor. Bunun nedeni o hareket değil senin
sevgindir. Yanında oturan biri için o hareket hiçbir şey ifade etmiyor, elimin
bir kıpırdamasından ibaret görünüyor olabilir. Onun yüreği sevgiyle dolu
değilse elimin bu hareketi anlamsız gelecektir; eğer yüreği sevgiyle doluysa,
aynı el, onun zarafeti yaşamın daha büyük gizemlerinin, sırlarının bir
göstergesi haline gelecektir.
Bu, hayatın gizemlerinden biridir: sen onu nasıl görüyorsan
yaşam öyledir. Bir şairin gözlerine sahipsen aynı ağaçlar daha yeşil, daha
canlı olur; iletecek bir mesajları vardır ve bunu şairin kulağına fısıldarlar.
Ama eğer bir şair değilsen aynı ağaçların yanından geçip onların farkına bile
varmazsın. Her şey sana bağlıdır.
Tüm yaşam deneyimin gelişmekte olan bilincinle birlikte
gelişmeye devam eder. Bilincin giderek daha çok güzel tatlarla dolu bir hale
geldikçe, yaşam da daha Tanrısal bir hal alır. Beni sevdiğin için sözlerim,
yüreğin sevgiyle dolu olmasaydı sahip olamayacakları bir anlama sahip hale
gelir senin için. Senin duyduğun sevgi sözlerimin ve hareketlerimin anlamına en
azından yüzde doksanlık bir katkı yapar.
Bu katkıyı yüzde yüze çıkarabildiğin gün artık benim
hareketlerim senin hareketlerin, benim sözlerim senin sözlerine dönüşecek,
benim kalp atışım senin kalp atışın olacaktır. Ben bu duruma adanmışlık hali,
birleşme, iki ruhun tek bir ruh içinde erimesi hali diyorum.
Ama ne yazık ki dünyada sevgi adı altında öylesine sahte
şeyler var oluyor ki sahip olduğumuz bu en yüce kelimeyi kirletiyorlar.
İnsanlar arabalarına, evlerine "âşık" oluyorlar. Aşkın sıradan bir
şey değil de kutsal bir deneyim olduğunu anlayamıyorlar. Onu gündelik
gerçekliğin seviyesine indirgediğin anda korkunç şekilde yıkıcı davranmış
oluyorsun. Oysa gündelik gerçekliği aşkın seviyesine, kutsallığın güneş vurmuş
doruklarına taşıman gerek. Ama insanlar bunun tam tersini yapıyorlar ve bu
yüzden yok yere azap çekiyorlar. Yaşam bir ıstırap değildir: mutluluktur. Ama
kişinin bu sanatı kapması gerekir.
Brickman ve Horowitz Puerto Rico'da bir plajda
dinleniyorlardı.
"Bilemiyorum" dedi Brickman, "insanlar bu
Racquel Welch'te ne buluyor? Saçlarını, dudaklarını, gözlerini ve vücut
ölçülerini çıkar, geriye ne kalıyor?"
Horowitz yanıt verdi, "Karım."
Bunlar bizim aşk ilişkilerimiz. Bir şeyler eklemek,
varoluşu güzelleştirmek yerine, o kadar büyük bir olumsuzluk içinde yaşıyoruz
ki hep bir şeyleri eksiltiyoruz. Güzel bir kadının dudaklarını, saçlarını,
gözlerini çıkar bakalım ne kalacak? Ve tabi ki her şeye bakışında böyle bir
yaklaşım söz konusuysa yaşamın cehenneme hatta cehennemden bile daha kötü bir
şeye dönüşecektir.
Aşkın muazzam bir katkısı vardır, her şeyi güzelleştirir.
Düzyazıyı şiire, sıradan bir çiçeği sıra dışı bir şeye çevirir. Aşkın,
çevrendeki dünyayı tümüyle kutsal bir varoluşa dönüştürmek gibi bir sihri
vardır.
Ben aşk sanatını bilmeyene materyalist derim, Tanrıya
inanmayana değil. Ve Tanrıya inanan biri de bence dindar değildir. Ben aşkı,
güveni içinde geliştirmeye ve coşkusunu tüm varoluşa yaymaya devam eden kişiye
dindar derim.
İnsanlar öyle aptaldır ki sürekli varoluşun gizemini yok
etmek için, her şeyi bilmek için uğraşıp dururlar. Tabi bu yüzden, Racquel
Welch'i tanıyabilmek için onu laboratuar masasında kesip biçmek gerekir.
Saçlarını ayır, gözlerini ayır...bak bakalım ne kalacak. Ne güzellik, ne ruh ne
de yaşam kalacaktır; bilim böylelikle güzel bir kadının gizemini elinden almış
olur.
Din varoluşu gizemli kılar. Kuşların anlamsız ötüşlerini
büyük şiirler, büyük besteler kadar anlamlı kılar. Sıradan ağaçları en büyük
resimler kadar önemli bir hale sokar.
Cehennemde mi yoksa cennette mi
yaşamak istediğin sana kalmış çünkü nerede yaşamak istiyorsan onu yaratman
gerekir. O bir bilet alıp gidebileceğin gibi hazır bir şey değildir.
Yaratılması gereken bir şeydir. Aşk burayı ve şu anı
cennete çevirebilir.
Benim tüm öğretim buna dayalı: o kadar çok sev ki sonunda
aşkın kendisi ol, sen kendin bir sevgi kaynağı ol, başka bir şey olma.
"Hey adamım," dedi hippinin biri diğerine,
"radyoyu açsana."
"Tamamdır" dedi diğeri radyoya doğru eğilirken ve
"Seni seviyorum" diye fısıldadı radyoyu açarken.
Güzel kelimeleri o kadar cahilcesine yok ettik ki ve bunu
yaparken kendimizi de yok ettik çünkü biz tavırlarımızdan başka neyiz ki?
Melisa, sen benim hareketlerimde bir güzellik, bir zarafet,
bir önem görebiliyorsun çünkü yüreğin sevgiyle dolu. Sana güzelliğin bu
hareketlerde değil, ona bakan gözlerde olduğunu hatırlatmak istiyorum, içinde
yaşadığın cehennem veya cennet için sorumluluk almanı istiyorum. Ve bir kez bu
sorumluluk anlaşılabildiğinde kimsenin cehennemde yaşayacağını da sanmıyorum.
Sevgili
Osho,
Zihnin
bir kısmını gözlemleyen diğer kısmını ve izleyiciyi nasıl ayırt edebilirim?
İzleyici kendini izleyebilir mi? Bir keresinde onu yakaladığımı hissettim sonra
aynı günkü konuşmanda, "İzleyiciyi yakaladığını sanıyorsan onu kaçırmışsın
demektir" dediğini duydum. O zamandan beri bedenimde, düşüncelerimde ve
duygularımdaki hisleri izlemeye çalışıyorum. Çoğunlukla onlara kapılıp
gidiyorum. Ama arada sırada müthiş derecede rahatlamış hissediyorum ve hiçbir
şey kalıcı olmuyor; her şey hareket etmeye devam ediyor. Yapılabilecek herhangi
bir şey var mı?
Deva Waduda, kişi önce yürürken, otururken, yatarken, yemek
yerken bedenini izlemekle başlamalıdır. Kişi en belirgin olanından başlamalıdır
çünkü bu en basitidir ve sonra daha belli belirsiz deneyimlere geçebilir. Kişi
düşünceleri izlemeye başlamalı ve bunda uzman haline geldiğinde duygulara
geçmelidir. Duygularını da izleyebildiğini hissettiğinde, duygulardan daha
nazik, daha belirsiz olan ruh hallerini izlemeye başlamalısın.
İzlemenin mucizesi şudur: sen bedeni izlerken izleyici
kuvvetlenir, sen düşünceleri izlerken izleyici kuvvetlenmeye devam eder ve sen
duyguları izlerken, izleyici daha da kuvvetlenir. Ruh hallerini izlerken
izleyici öylesine kuvvetlenmiştir ki —tıpkı karanlık bir gecede bir mumun
çevresindeki her şeyi aydınlatırken kendisini de aydınlattığı gibi— kendisi
olarak, kendini izler halde kalabilir.
İzleyiciyi en saf halinde bulabilmek en muazzam ruhani
edinimdir çünkü içindeki izleyici senin ruhunun ta kendisidir; içindeki
izleyici senin ölümsüzlüğündür. Ama bir an bile olsa "onu yakaladım"
diye düşünme çünkü o an onu kaçıracağın andır.
İzlemek ebedi bir eylemdir; her zaman derinleşmeye devam
edersin ama asla bir sona varıp, "onu yakaladım" demezsin. Aslında
daha derine indikçe başı ve sonu olmayan ebedi bir eylemin içine girmiş
olduğunun da daha iyi farkına varırsın.
Oysa insanlar yalnızca başkalarını izler; asla kendilerini
izleme zahmetine katlanmazlar. Herkes diğerinin ne yaptığını, ne giydiğini,
nasıl göründüğünü izler, ki bu en yüzeysel izleme biçimidir. Herkes izleme
halindedir; izlemek yaşamına yeni tanıştıracağın bir şey değildir. Yalnızca
derinleştirilmesi, başkalarından alınıp kendi içsel duygularına, düşüncelerine,
ruh hallerine ve en sonunda da izleyicinin kendisine yönlendirilmesi gerekir.
İki Polonyalı yürüyüş yaparken yağmura tutulmuşlar.
"Çabuk ol" demiş adamlardan biri, "şemsiyeni aç."
"Hiç faydası olmaz" demiş diğeri, "şemsiyem
deliklerle dolu."
"Peki o zaman onu niye yanına aldın?"
"Yağmur yağacağını sanmıyordum."
Başka insanların saçma davranışlarına çok kolay
gülebilirsin ama hiç kendi kendine güldün mü? Hiç kendini saçma bir şey
yaparken yakaladın mı? Hayır kendine hiç bakmıyor, tüm bakışını diğerlerine
çeviriyorsun bu yüzden de sana bir faydası olmuyor.
Bu izleme enerjisini varlığını dönüştürmek üzere
değerlendir. Bu sana öyle bir mutluluk ve kutsama getirecektir ki bunu hayal
bile edemezsin. Bu basit eylemi bir kez kendi üzerinde kullanmaya başladığında,
bir meditasyona dönüşecektir.
Kişi her şeyden meditasyon yaratabilir.
Seni kendine doğru götüren her şey meditasyondur. Ve kendi
meditasyonunu bulabilmek son derece önemlidir çünkü onu bulurken, aynı zamanda
büyük bir neşe de bulursun. Ve bu sana dayatılmış bir ayin değil, kendi bulmuş
olduğun bir şey olduğundan onun derinine inmeyi daha çok seveceksin. Daha
derinine indikçe de daha mutlu, daha huzurlu, daha bütün, daha onurlu ve daha
zarif hissedersin.
Hepiniz izlemeyi bildiğinize göre bir öğrenme durumu söz
konusu değildir. Yalnızca izleme eyleminin yöneltildiği nesnelerin
değiştirilmesi söz konusudur. Onları daha yakına getir.
Bedenini izle, şaşıracaksın. Elimi izlemeden de, izleyerek
de hareket ettirebilirim. Sen bunun farkını göremesen de ben farkı hissederim.
İzleyerek hareket ettirdiğimde bir zarafet, güzellik, huzur ve sessizlik söz
konusudur. Her adımını izleyerek yürüyebilirsin ve bu sana yürümenin bir
egzersiz olarak sağladığı tüm faydaları sağladığı gibi, basit meditasyonun
nefis faydalarını da sağlayacaktır.
Bodhgaya'da bir meditasyon kampı esnasında oradaki tapınağa
gitmiştim. Tibet'ten, Çin'den ve Japonya'dan Budist lamalarla karşılaştım.
Hepsi ağaca saygılarını sunuyor ama kimse Buda'nın üzerlerinde millerce yürümüş
olduğu taşlara saygı göstermiyordu. Onlara, "Bu doğru değil, bu taşları da
unutmamalısınız. Gautam Buda'nın ayakları milyon kere onların üzerine bastı.
Ama sizin onlara niye hiç dikkat etmediğinizi biliyorum çünkü siz onun
yürürken, otururken, yatarken bedeninizin her hareketini izlemeniz gerektiğini
vurguladığını tamamen unuttunuz."
Tek bir anın bile bilinçsizce geçmesine izin vermemelisin.
İzler durumda olmak bilincini keskinleştirecektir. Dinin özü budur; gerisi
laftan ibarettir. Waduda, "Bundan başka bir şey var mı?" diye
soruyorsun. Hayır, yalnızca izlemeyi becerebilirsen, yapman gereken başka bir
şey kalmaz.
Benim buradaki tüm çabam dini olabildiğince basit hale
getirmektir. Tüm dinler bunun tam tersini yapmıştır: her şeyi çok karmaşık bir
hale sokmuşlardır; öylesine karmaşık ki insanlar bunları hiç denememişlerdir.
Örneğin Budist kitaplarına göre bir Budist rahibinin takip etmesi gereken otuz
üç bin tane ilke vardır; bunları hatırlamak bile imkânsızdır. Bu rakamın
kendisi bile aklını oynatmana yeter, "Bittim! Tüm hayatım
mahvolacak."
Ben sana, sana uyan, seninle uyum içinde olan tek bir ilke
öğretiyorum ve bu da yeterlidir.
Tamam mı Maneesha?
Tamam Osho.
-&-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)