24 Mart 2014 Pazartesi

Yasal

Merhaba.
Web sitemizin amacı kesinlikle yayın evlerine ya da yazarlarına zarar vermek değildir.
Görme engelli arkdaşlar web sayfamıza eklediğimiz e-kitapları, metin okuyucu programlar sayesinde dinleyebilirler.
Amacımız görme engelli kardeşlerimiz için bir kaynak oluşturabilmektir, engelli olmayan arkadaşlar kitap hakkında fikir sahibi olduğunda İlgili kitabı; yayın evi, sahaflar, kütüphane ve kitapçılardan temin edebilirler.
Bu web sitesi aşağıda adı geçen kanuna İstinaden görme özürlüler için hazırlanmıştır.
- 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler bölümünde yer alan Ek Madde 11 (Ek madde:03/03/2004 – 5101/26.mad)
” Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir. Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur.
Yani T.C. Kanunlarına göre kar amacı gütmediğimiz sürece edebi romanlarda dahil olmak üzere engelliler için üretilmiş bir nüshası olmayan her eserin e-kitabını oluşturabiliriz.
Eğer web sitemizde yayınlanıyor olan bir eserin engelliler için üretilmiş bir nüshası var ise lütfen bizimle iletişim sayfamızdan irtibata geçiniz.

23 Mart 2014 Pazar

TAVASİN Hallac-ı Mansur


Tasavvufun  baş  kişilerinden  olan  Hallac-ı
Mansur,  9.  yüzyıldan  günümüze  kadar
gelen zaman içerisinde izleri silinemeyen bir
düşünce  adamıdır,  İnsanın  “Tanrılaşması”
(Enel  Hak)  fikrini  ortaya  koyması,  bunu
kişiliğinde  özdeşletirme  sonucu  hayatıyla
ödeyen  Mansur,  kendinden  sonra  gelen
tasavufçuları da büyük ölçüde etkilemiştir.
TAVASİN  onun  zindanda  yazdığı
eserlerinden biri, aynı zamanda günümüze
ulaşan  tek  eseridir.  Elinizdeki  basıma
Hallac'ın  "Vasiyetnamesi”  ile  aynı
düşünce  etrefında  toplanan  Yezidilerin
kutsal kitapları Mushafa Reş, Kitabu-I Cilve
ve  tasavufun  batıya  yansıyan  biçimi  olan
Katar  Metinlerinden  örnekler  de  kitabın
sonuna eklenmiştir. Mezopotamya Kitaplığı
Dizisinde sunduğumuz TAVASİN'in birçok
bakımdan özel bir yere sahiptir kuşkusuz.
ISBN 975-386-026-9
YABA YAYINLARI : 60
Bilim - Kültür Dizisi
Tarih / Mezopotamya Kitaplığı: 4
ISBN 975 - 386 - 026 - 9
1.Basım,  Haziran 1995
2.Basım,  Ocak 2001
• 3.Basım, Ağustos 2002
• Vasiyetnameyi Arapçadan Çev.: Selim Atay
• Editör: Aydın Doğan
• Kapak düzeni:D.Piranlı
• Dizgi: Hasan Karagöz
• Basım, cilt: Engin Matbaası
YABA YAYINLARI
Galipdede Cad. 67/1,
80050 Tünel - Beyoğlu /İSTANBUL
Tel/Faks: (0 212) 293 36 06
e-posta: yabayayinlari@hotmail.com
Hallac-ı Mansur
TAVASIN
«Ene'l-Hak (:Ben Tanrıyım)»
Çeviren
YAŞAR GÜNENÇ
3. Basım
yaba
İSTANBUL
İÇİNDEKİLER
Çevirmenin önsözü: Mansur'un
Tanrılaşma ve Şeytanlaşma Serüveni.. 8
TAVASİN
1 - Peygamberlik Işığı Üzerine Ta-Sin,...................... 15
2 - Kavrayış Üzerine Ta-Sin ,...................................... 20
3 - Arınmışlık Üzerine Ta-Sin,................................... 23
4  - Daire Üzerine Ta-Sin,........................................... 27
5 - Nokta Üzerine Ta-Sin,.......................................... 30
6 - Sonsuz Zamanın Öncesi
ve Çift Anlamlılık Üzerine Ta-Sin,...................... 38
7  - Tanrısal İrade Üzerine Ta-Sin ,............................. 47
8 - Tekliğin Duyurulması Üzerine Ta-Sin,.................. 49
9  - Tevhidde Kendine Dönük
Bilinçler Üzerine Ta-Sin,.......................................52
10 - Biçimlerden Kopma Üzerine Ta-Sin,................... 55
11 - Gizem Bahçesi,.....................................................60
EK:
• Hallac-ı Mansur’un Vasiyeti,.................................... 67
• Yezidi'lerin Kutsal Kitapları
ve Şeyh Hâdî'nin İlahisi
(John S. Guest),.......................................................... 71
• Kitab'ül Cilve ... ........................................................ 75
• Mushaf a Reş .............................................................81
• Şeyh Hâdî'nin İlahisi,................................................. 85
5
KATAR METİNLERİ
Yaşar Günenç,,............................................................89
• MARC de SMEDT (Ruh Ekmeği),............................ 92
• PATER NOSTER,(Babamız)........ ............................ 93
• KATAR ŞİİRLERİ(Denis SAURAT).......... ............. 94
• Kaybolacak Olsaydın,.................................................97
• WILLIAM BLAKE (Kaplan),................................ 104
+Hallac-ı Mansur’un Eserleri,.................................... 107
Tablo: Jean Piêrre Alaux
7
MaNSUR’UN TANRILAŞMA
VE ŞEYTANLAŞMA SERÜVENİ
Eb  u’l  Muğis  el-Hüseyin  bin  Mansur  el-Hallac,  857  yı­
lında  İran'ın  Tur  kasabasında  doğdu.  Dedesinin,  Zerdüşt  di­
ninden  olduğu  söylenir.  Tasavvuf  eğitimi  gördükten  sonra
Huzistan'da,  Tanrıyla  birleşme  yolunu  öğretmek  amacıyla
konuşmalar  yapan  Mansur,  birçok  yandaş  topladı  ama  o  ka­
dar  da  düşman  edindi.  Kendisini  yalancılıkla  suçlamaları  ve
halkı  kışkırtmaları  yüzünden,  Horasan'a  gitti;  orada  beş  yıl
kalıp  görüşlerini  yaydıktan  sonra  Bağdad'a  geldi.  Müritle­
rinden  dört  yüz  kişilik  bir  kalabalıkla  Hacca  gitti;  Mekke’de
onu  büyücülükle  suçladılar.  O  zaman,  yeniden  uzun  bir  yol­
culuğa  çıktı;  Hindistan  ve  Türkistan'da  yıllarca  dolaştı;  902
yılında  Mekke'ye  geldi.  Arafat'ta,  kendisini  herkesin  aşağı­
lamasını  Tanrı'dan  diledi.  Bağdat'da  «kendi  cemaati  uğruna
lânetlenmiş  olarak  ölmek»  isteğini  açıkça  dile  getirdi:  «Ey
Müslümanlar,  beni  Tanrı'dan  kurtarınız.»,  «Tanrı,  benim  ka­
nımı  size  helâl  etmiştir;  beni  öldürünüz!»  diye  çağrıda  bulu­
nuyordu.
(1)
Düşmanları onun idamını istiyorlardı; bu sırada
(1) «Hallac-ı Mansur» (Prof. Dr. A. Schimmel; Çev. Sofi Huri; İstanbul, 1969)
8
«Enel Hak» (Ben Tanrıyım) dediği söylenir. Müritleri tutuk­
landı.  Kendisi  de  tutuklanıp  dokuz  yıl  süreyle  hapsedildi.
«Ta  Sin  el-Azal»  ve  «Miraç»  adlı  yapıtlarını,  bu  tutukluluk
yıllarında  yazdı.  922  Yılında  ölüm  cezasıyla  yargılandı.
Kendisini  astılar,  sonra  başını  kesip  bedenini  yaktılar  ve
küllerini  minareden  Dicle'ye  attılar.  «Mucizeler  göstermek,
Tanrı'nın  gücünü  ele  geçirip  kötü  amaçla  kullanmak,  Tan­
rıyla  insan  arasında  aşk  bağlantısı  kurulabileceğini  öne  sür­
mek»,  ölüm  cezasının  gerekçeleriydi.  Mansur'un  idam  edil­
mesi  sırasında yandaşları, büyük  bir ayaklanma gerçekleştir­
diler.
«Bir  kere  her  vücudun  vahdet  içinde  olduğu  fikri  kabul
olununca,  mutassavvıf  kendini,  hem  Müslüman,  hem  kâfir
olarak  görür(...)  'Ben  Tanrıyım'  demek,  idam  cezasını  getir­
diğinden,  Sufizm,  darağacını,  Hıristiyanların  Haç'ı  yorumla­
dıkları  şekilde  tefsir  ettiler;  yani  (başı  kesilmeden  önce  da-
rağacına  çekilen  Mansur  gibi)  dar  ağacına  yükselme,  'sema­
ya  huruç  etmek'tir.(...)  Mansur'un  asılması  -yahut  haça  ge­
rilmesi-  Asılmış  Allah  efsanesi  gibi  çok  eski  misallere,
İsa'nın haça gerilmesine benzer. »
2
Doğu  yazınında  ve  düşüncesinde,  Hallac-ı  Mansur'un
etkisi  büyük  oldu.  «Hallac'ın  gönlüne  düşen  ateş,  benim  de
yaşamıma  düştü»  diyen  Feridüddin  Attar,  «Bîsernâme»'de
şöyle yazdı:
"Ben  Tanrıyım."  Mevlana  Celalettin  Rumi  de  man-
sur'dan  etkilenmiştir.  Yunus  Emre,  Nesimî,  Pir  Sultan  Ab­
dal,  Kaygusuz  Abdal  Türk  yazınında  onun  izleyicileridir.
Kaygusuz Abdal "Budalanâme"sinde şöyle yazar:
(2) Aynı yapıt.
9
«Muhît-i zevrak menem, Hak menemdür Hak menem
Tamu vü uçmağ menem, cümle mekân bendedir
Evvel ü Âhir menem, Gani vü fakîr menem
Zakir ü mezkûr menem, küfr ü iman bendedir
Cümleye mabud menem, Kâbe menem put menem
Adem'e maksûd menem, işde fulân bendedir.»
Yine «Budalanâme»'de:
«Hâlik'in  emri  beni  kûze-ger  balçığı  gibi  devrânın  çarhı
üzerine  koyup  dolab  gibi  döndürdü...  Gâh  beni  kûze  dizdi...
Gâh  saraylara  kerpiç  eyledi..  Gâh  insan  eyledi,  gâh  hayvan
eyledi.  Gâh  nebat,  gâh  maden  eyledi.  Gâh  yaprak,  gâh  top­
rak  eyledi..  Nice  bin  kerre  isimler ve lâkablar urundum. Ni­
ce bin kene türlü sûretlerden göründüm.»
Hallac-ı Mansur, bazı  konularda, çelişik savlar öne sür­
müştür;  bazan  kamutanrıcılıktan  yana  (panteizm)  çıkar,  ba­
zan  da  yalnız  seçkinlerin  Tanrıya  ulaşabildiğini  söyler.  Ona
göre,  Tanrıdan  başka  varlık  olmadığı  için,  «ben  filâncayım»
demek,  Tanrının  karşısına  ayrı  bir  varlık  olarak  çıkmak
amacı  taşır  ve  yanlıştır;  bu  yüzden,  «ben  Tanrıyım»  demek
gerekir.
Mansur'a  göre  Tanrı,  ışık  (nur)  olarak  görünür.  Bu
inancın  kökleri,  binlerce  yıllık  bir  tarihe  sahiptir.  Eski  Mı­
sır'da  Tot  (Yunanlıların  deyişiyle  Hermes)  inancına  göre
ruhlar,  parlak  bir  ışık  kaynağı  olan,  ölümsüzlük  yeri  Zuhal
yıldızından  koparak,  ölümlülük  yeri  dünyaya  düşerler.  Dün­
yada sınavdan başarıyla geçen ruh, Zühal'e geri döner.
3
Yine  eski  Mısır'da,  Ptah  inancına  göre:  «Ptah,  var  olan
her şeyi yaratmıştır. Ondan  önce var olmak ya da var olma­
mak  yoktu...  O  zamanlarda  ölüm  yoktu...  Birisi,  kendi  ken­
dine hareket ederek nefessiz soluk alıyordu. Başka tarafta
(3) Dünya İnançları Sözlüğü; Orhan Hançerlioğlu (Remzi Kitabevi Yayınları, 1993)
1 0
hiçbir  şey  yaşamıyordu.  Başlangıçta  karanlıklar,  karanlıkları
örtüyordu.  Boşlukta  birisi,  var  olma  durumuna  geçerek  ışı­
nım  gücüyle  yaşamaya  başladı.  Bundan  sonra  Ptah,  yaratma
işlemini gerçekleştirmiştir.
4
Mansur'da  Hurufilik  inancı  da  vardır.  Harflere  kutsallık
yükleme,  onlardan  anlamlar  çıkarma  demek  olan  Hurufilik,
Pitagoras'çılığa  ve  Yahudi  Kabala'sına  dayanmaktadır.  Bu
anlayışa  göre,  elif  harfi,  «Allah»  adının  ilk  harfi  olup,  Tan­
rı'nın  varlığını  simgeler.  Tüm  harfler  ve  biçimler  gibi  elif
de,  noktanın  uzantısı  olduğundan,  Tanrının  ilk  belirmesi
(madde dünyasında görünmesi) nokta biçimindedir.
Mansur,  Tanrı'nın,  Muhammed'in  bedeninde  sonra  da
kendi  bedeninde  belirdiğini  öne  sürer;  bu  Hıristiyanlığın
Tanrı İsa anlayışıdır.
Mansur,  Tanrı'nın,  Muhammed'in  yüreğini  nurlandırdı-
ğını  (yüreğin  kutsallığı),  yine  Muhammed'in  ve  kendisinin
ağzından  konuştuğunu  (sözün  kutsallığı)  savlamaktadır.  Yü­
reğin  (gönlün)  ve  dilin  (sözün)  kutsallığı,  Eski  Mısırda  da
kabul edilmiştir:
«Ptah,  yaratmak  istediği  tanrılar  ve  varlıkları,  ilk  önce
kalbinde  tasavvur  etmiş  ve  dille  (kelamıyla),  arzuladığı  şey­
lerin  olmasını  sağlamıştır.  Böylece  Ptah'ın  değişik  görüntü­
leri  olan  tanrılar  dünyaya  gelmişlerdir...  Ptah'la  birlikte  dilin
ve  kalbin  diğer  organlardan  üstün  olduğu  ve  insan  düşünce­
sinin merkezinin kalp olduğu, onun tasavvurunu dilin yürür­
lüğe  koyduğu  düşüncesi  yerleşmiş  oldu...  Karnak'taki  Amon
tapınağında  Ptolemeler  devrinden  (M.Ö.  306-168)  kalma  bir
metin,  bize  Tanrı  Ptah'ın,  gerçekleşmesi  gereken  şeyler  için
'Ol'  deyince  hemen  gerçekleştiğini iletmektedir.  Bu  da,  Tan­
rı'nın, kalbiyle tasavvur ettiğini kelamıyla yürürlüğe koydu-(4) Eski Mısır Kraliyet Tanrısı Ttah; Yrd. Doç. Dr. Mürivet Kurhan (Belleten; Türk Ta­
rih Kurumu, Ağustos 1994)
1 1
ğunu göstermektedir.»
5
Hallac-ı  Mansur,  Şeytan'ı  yüceltir.  Ona  göre,  iyiyi  tanı­
mak  için,  kötüyü  bilmek  gerekir.  Şeytan,  insanları  bu  yönde
eğitmektedir.  Yezidiler,  Mansur'a  büyük  saygı  duyarlar.  Ye-
zidilerin  bir  inancına  göre:  «Hallac-ı  Mansur  idam  edildi­
ğinde  ruhu,  bedeninden  ayrıldı  ve  suların  üzerinde  uçmaya
koyuldu.  Rastlantı  sonucu,  kızkardeşi,  su  almaya  geldi;  tes­
tisini  Dicle'nin  suyundan  doldurdu;  erkek  kardeşinin  bu  tes­
tiye  girdiğini  farketmedi;  eve  döndüğünde  susadı  ve  bu  tes­
tiden  su  içti.  Böylece  Mansur'un  ruhu,  onun  bedenine  girdi;
önce  onun  erkek  kardeşi  iken,  şimdi  oğlu  oldu.  Bu  olaydan
dolayı  Yezidiler,  ağzı  tülbentle  kapalı  olmadıkça  hiçbir  dar
ağızlı kaba su doldurup bundan içmezler.»
6
Yezidilerin  daha  önce  Türkçe'ye  çevirdiğimiz kutsal ki­
tapları  «Mushaf’a  Reş»  ve  «Kitab-ül  Cilve»  ile  «Şeyh
Hâdî’nin  İlâhisi»  konuya  açıklık  getirmesi  açısından,  bu  ki­
taba alınmış bulunmaktadır.
Mansur'un  Arapça  yazmış  olduğu  Tavasin,  Ayşe  Ab­
durrahman  tarafından  İngilizceye  çevrilmiş  biçimiyle,  Pa­
kistan'ın  Lahor  kentinde  1978  yılında  yayımlanmıştır.  Biz
bu  İngilizce  metni  Türkçeleştirirken,  Mansur'un  özel  evreni­
ne  ilişkin  oldukları  ve  çevrilemeyecekleri  gerekçesiyle
Arapça  asılları  İngilizce  metinde  korunan  sözcükleri,  bu  il­
keye uyarak, çevirmeden, Arapça asıllarıyla bıraktık.
YAŞAR GÜNENÇ
(5)  Eski Mısır Kraliyet Tanrısı Ttah (Yrd. Doç. Dr. M. Kurhan)
(6)  Six Months In a Syrian Monastery; by Oswald H. Parry, B. A. (London; HoraceCox, 1895); s.372.
1 2
TAVASİN
Desen: Gustave Dore
I.
PEYGAMBERLİK IŞIĞI ÜZERİNE
TA-SİN
Bir  ışık  çıktı,  Görünmez’in  Nur'undan.  Çıktı  ve
geri dönerek diğer ışıklara egemen oldu. Bir aydı o; di­
ğer ayların içinde ışık saçarak kendini açığa vuran, ay­
ların sultanıydı. Evi, Göğün en yüce katında bir yıldız.
Tanrı  onu  «okumaz  yazmaz»  diye  adlandırdı;  çünkü  o,
soluğunu  «h»(1)  çıkarmaya  adamıştı;  Tanrı  onu,  «kut­
sanmış» diye adlandırdı. Dualarının görkeminden dola­
yı;  «Mekkeli»  diye  adlandırdı,  kendisinin  bulunduğu
yerde oturduğundan dolayı.
Tanrı,  onun  göğsünü  genişletti,  gücünü  arttırdı  ve
üzerinden  kaldırdı  «senin  sırtına  ağır  gelen»  yükü,  ve
kendi  yetkisini  yükledi.  Tanrı  onun  Bedr'ini  görünür
kıldı,  böylece  o  tüm  bir  ay  olarak  Yemame'nin  bulu­
tundan sıyrıldı ve güneş olarak Tihame (Mekke)'nin
(1) Soluk alınıp verilirken çıkan «h» sesi, «hak» (tanrı) sözcüğündeki ilk ses.
yan  tarafından  yükseldi  ve  ışığını  tanrısal  bağış  kayna­
ğından aldı.
O,  kendi  içinde  gördüğünden  başka  bir  şey  bildir­
medi,  kendi  davranışının  gösterdiği  gerçek  dışında  bir
şeyin  örnek  alınmasını  buyurmadı.  Kendisi,  Tanrının
varlığında  bulundu,  başkalarını  da  Tanrı'nın  varlığına
kavuşturdu.  Gördü,  gördüğüne  benzedi.  Yol  gösterici
bir  ışık  olarak  bırakıldı,  böylece  rehberliğin  sınırlarını
belirledi.
Hiç  kimse,  onun  gerçekten  neyi  simgelediğini  an­
layamaz,  Katıksız  Olan'dan  başka.  Çünkü  o,  Katıksız
Olan'ın  varlığını  doğruladı  ve  ona  eşlik  etti,  öyle  ki  ara­
larında hiçbir fark kalmadı.
Bilgeler,  onun  gerçek  niteliğine  ilişkin  bilgileri  ol­
duğu  halde,  kendisini  öz  olarak  tanımlayamadılar.
Onun  niteliği,  ancak  Tanrı'nın  açıklamayı  uygun  bul­
duğu  kimseler  için  açık  seçik  kılındı.  «Kendilerine  ki­
tap  verdiğimiz  kimseler;  bunlar  o  zaman  çocuklarını  ta­
nıdılar;  bunların  bir  bölümü,  bile  bile  gerçeği  gizli  tut­
tular.» (Bakara; 146)
Peygamberlik  ışığı,  onun  ışığından  çıktı,  onun  ışı­
ğıysa  Giz'in  ışığından  doğdu.  Tüm  ışıkların  içinde,  en
parlak,  en  tanınır  olanı,  yaratılmamışın  en  yaratılmamı­
şı olanı, Sonsuz Bağış Sahibinin ışığı.
Onun  «h»  diye  soluk  alıp  verişi,  öbürlerinin  soluk­
larından üstün; onun varlığı, var olmayandan üstün;
1 6
onun  adı,  Kelam'dan  üstündür,  çünkü  daha  önce  var  ol­
du.
Bu  işleve  sahip  olandan  daha  gönül  okşayıcı,  daha
soylu,  daha  akıllı,  daha  adaletli,  daha  nazik,  Tanrıdan
daha  çok  korkan,  daha  sevimli  bir  kimse,  ne  ufuklarda,
ne  ufukların  ötesinde,  ne  de  ufukların  altında  var.  Onun
unvanı,  Yaratılmışların  Efendisi'dir,  adı  Ahmet,  sıfatı
Muhammed'dir.  Buyruğu  en  kesin,  özü  en  üstün,  sıfatı
en görkemli, soluk alışı kendine özgü.
Ey  mucize!  Kim  var,  ondan  daha  fazla  kendini  açı­
ğa  vuran(2),  daha  görünür,  daha  büyük,  daha  şanlı,  da­
ha  ışıklı,  daha  güçlü,  daha  akıllı?  O  var  ve  o  vardı,  o
bilindi  tüm  yaratılmış  şeylerden,  varlıklardan  ve  oluş­
lardan  önce.  O  anımsandı  ve  anımsanır  «önce»  den  ön­
ce,  «sonra»'dan  sonra,  özlerden  ve  niteliklerden  önce.
Onun  özü,  tümüyle  ışık(3);  sözleri,  geleceği  kapsar;  bil­
gisi  tanrısal;  konuşması  Arapça;  kabilesi  «ne  Doğuda,
ne  Batıda»;  soyu  saygın;  görevi  barış  getirmek;  unvanı
ise, «okumaz yazmaz.»
Gözler,  onun  belirtileriyle  açıldı;  gizler  ve  benlik­
ler,  onun  orada  buluşuyla  anlaşıldı.  Tanrı,  kendi
Söz'ünü  ona  söyletti  ve  bir  Kanıt  (layan)  olarak  kendi­
si,  onu  doğruladı.  Tanrı'nın  kendisiydi  onu  gönderen.
Kanıtlayan  da  o,  kanıtlanan  da.  Susamış  yüreklerin  da­
yanılmaz  susuzluğunu  odur  gideren,  odur  getiren  yara­
tılmamış  sözü;  bir  söz  ki  ne  etkilenir  etkilediği  şeyden,
ne  de  dille  bildirilir.  Bu  söz,  Tanrıyla  kaynaşmıştır  ay-
rılmamacasına ve anlaşılmazın sınırlarını aşmıştır.
(2) Tanrının, Peygamber biçimine bürünmesi.
(3) Tanrının Işık (nur) olarak göründüğüne inanılmaktadır.
1 7
Odur haber veren, sonu ve Sonun sonlarını.
Bulutu  kaldırdı  ve  Kutsal  Ev'i  gösterdi.  O  bir  sınır­
dır,  bu  yüzden  yüce  bir  savaşçıdır.  Odur  putların  kırıl­
ması  buyruğunu  alan,  odur  putların  yok  edilmesi  için
insanlığa gönderilen.
Onun  üzerinde  bir  bulut,  pırıl  pırıl  şimşekler  çak­
tırdı;  altındaysa  parıltılı  bir  şimşek  çaktı,  yağmur  yağ­
dırdı,  ürün  verdi.  Tüm  bilgi,  onun  okyanusundan  tek
bir  damladır;  tüm  akıl,  onun  ırmağının  yalnızca  bir
avuç  kadarı;  tüm  zamanlar,  onun  yaşamının  yalnızca
bir saati.
Tanrı  onunla  birliktedir,  gerçek  de  onunla  birlikte.
Bu  birlik  oluşta  o,  ilktir;  sonuncudur  peygamber  olarak
görevlendirilişte;  gerçek  olarak  içte,  Tanrı  bilgisi  ola­
rak dışta.
Hiçbir  bilgin  yok,  onun  bilgisine  ulaşan;  hiçbir  fi­
lozof yok, onun aklına erişen.
Tanrı,  yarattıklarına  kendisini  teslim  etmedi.  Çün­
kü  yaratılmış  olan,  yaratıktır;  ama  orada  bulunursa
Tanrıdır. Ve Tanrı, Tanrıdır.
MuHaMmeD'nin  M(mim)'sinden  hiçbir  şey  çıkma­
dı  ve  hiçkimse  girmedi  onun  H(ha)'sına;  H(ha)'sı,  ikin­
ci  M(mim)'nin  aynısı;  D(dal)'si,  ilk  M(mim)'si  gibidir.
D(dal)'si onun zaman içindeki sonsuzluğudur;
(4)  Bu yorum, Hurufilik anlayışının bir örneğidir. Peygamberin tanrı-laştırılması burada da görülüyor.
(5)  Furkan: Doğru ile yanlışı ayıran ölçüt: Kuran.
(6)  Yüreğin kutsallığı konusunda Önsöz'e bakınız.
M(mim)'si,  saygınlığıdır;  H(ha)'si  onun  Tanrılık  duru­
mudur, ikinci M(mim)'si gibi.(4)
Tanrı,  onun  konuşmasını  açığa  vurdurdu,  belirtile­
rini  büyüttü,  onu  bir  kanıt  olarak  bilinir  kıldı.  Ona  Fur-
kan'i(5)  gönderdi,  onun  dilini  yetkinleştirdi,  yüreğini
nurlandırdı.(6)  Onun  çağdaşlarını  yetersiz  kıldı  (Kuran'ı
taklit  konusunda).  Onun  açıklamalarını  kendisi  saptadı
ve şanını yükseltti.
Onun  buyruğundan  kaçarsan,  hangi  yolu  tutacaksın
kılavuzsuz,  ey  hasta  insan?  Filozofların  düşünceleri,
onun  yüce  aklının  önünde  ancak  gevşek  bir  kum  tepe­
sidir.
1 9
II.
KAVRAYIŞ ÜZERİNE
TA-SİN
Yaratılmış  olanların  kavrayışı,  gerçeklikle  ilişkili
değildir;  gerçeklik  de,  yaratılmış  olanlarla  ilişkili  değil­
dir.  Düşünceler,  kişiye  özgüdür;  yaratılmışların  bu  öz­
nellikleri  gerçeklerle  ilişkili  değildir.  Gerçeğin  algılan­
ması  bu  denli  güçtür,  ama  Gerçekliğin  gerçekliğinin  al­
gılanması  bundan  kat  kat  güçtür.  Üstelik  Tanrı,  gerçek­
liğin ötesindedir ve gerçeklik, Tanrıyı kapsamaz.
Pervane,  sabaha  dek  alevin  çevresinde  döner;  arka­
daşlarının  yanına  gelir  ve  onlara,  görkemli  bir  anlatım­
la,  bu  tanrısal  ilişkisinden  söz  eder.  Sonra  tam  bir  bir­
leşmeyi özleyerek kendini alevin cilvelerine kaptırır.
Alevin  ışığı,  gerçekliğin  bilgisidir;  sıcaklığı,  ger­
çekliğin  gerçekliğidir;  onunla  birleşme  (tek  oluş)  ise,
gerçekliğin Doğru'sudur.
Ona alevin ne ışığı yetiyordu, ne de sıcaklığı; ken-20
disini  alevin  içine  fırlatıverdi.  Bu  sırada,  onun  söylenti­
lerle  kanmadığını  bilen  arkadaşları,  son  içgörüsünü  an­
latması  için  gelmesini  bekliyorlardı.  Ama  o  anda  per­
vane,  yanmış,  kül  olmuş,  dağılmıştı;  ne  bir  biçimi  kal­
mıştı,  ne  bedeni,  ne  de  ayırdedici  bir  belirtisi.  Şimdiki
duyarlığıyla  dönebilir  miydi  arkadaşlarının  yanına?
Şimdiki  ruhsal  durumuyla  dönebilir  miydi?  O,  içgörü
aşamasına  varınca,  sözlerden  uzaklaşmayı  başarmıştı.
İçgörüsündeki  varlığa  ulaşınca  da,  içgörüyle  bir  ilişkisi
kalmamıştı.
Bu  nitelikler,  ilgisiz  insanın,  gelip  geçici  insanın,
yanlış  yol  tutmuş  insanın,  tutarsız  insanın  anlayabilece­
ği şeyler değildir.
Siz  bilmeyenler,  bir  tutmayın  'Benim'  ile  Tanrısal
'Ben'i  (ne  şimdi,  ne  gelecekte,  ne  de  geçmişte).  'Be­
nim',  tam  bir  Tanrısal  bilgi  olsaydı  bile,  benim  bulun­
duğum  ruhsal  aşama  olsaydı  bile,  yetkinlik  olamazdı.
Ben, O'ndanım ama O değilim.
Eğer  bunu  anladıysan  şunu  da  anlarsın  ki  bu  nite­
likler,  Muhammed'den  başkası  için  geçerli  değildir  ve
“Muhammed  sizin  adamlarınızdan  hiçbirinin  babası
değildir.  O,  Tanrının  Habercisidir  ve  peygamberlerin
sonuncusudur.”  (Ahzab;  40).  Kendisini  insanlardan  ve
cinlerden  ayırdı  ve  gözlerini  «nerede»ye  kapadı,  öyle
ki artık ne bir peçe kaldı yüreğinde ne de yalan.
«Gerçekliğin  bilgisi»  çölüne  vardığında  «iki  yay
boyu  kadar,  belki  daha  yakın»  bir  uzaklık  kaldı,  diye
bildirdi  dış  yüreği.  Gerçekliğin  doğrusuna  ulaştığında
21
tutkusunu  orada  bıraktı,  kendisini  Bağış  Sahibine  tes­
lim etti. Doğru'ya vardığında, döndü, şöyle dedi:
«Dış  yürek,  Sana  secde  etti,  iç  yürek  de  iman  etti.»
Son  sınır'a  ulaştığında,  dedi  ki:  «Sana,  gerektiği  gibi  ta­
pınamıyorum.»  Gerçekliğin  gerçekliğine  ulaştığında
ise,  şöyle  dedi:  «Sen,  kendine  tapılabilecek  tek  varlık­
sın.»
Tutkusunu  bir  yana  bıraktı,  görevini  yerine  getirdi;
Sınır'ın  Kutsal  Ağacı'nın  yakınındaki  bu  durakta  «gör­
düğü  şey  hakkında,  yürek  yalan  söylemedi.»  Ne  sağa,
şeylerin  gerçekliğine  doğru  saptı;  ne  de  sola,  gerçekli­
ğin  gerçekliğine  doğru.  «Bakışları  yön  değiştirmedi,
sönmedi de.» (Necm; 17)
22
III.
ARINMIŞLIK ÜZERİNE
TA-SİN
Gerçeklik,  çok  gizlidir,  açıklanamaz;  ona  giden
yollar  dar;  yolcunun  karşısına  doymaz  ateşler,  engin
çöller  çıkar.  Yabancı,  işte  bu  patikalardan  geçer,  Du­
raklarda  görüp  yaşadıklarını  anlatır.  Bunlar,  kırk  Du­
raklardır:
1— Yöntem (adab)
2—  Korku (raheb)
3—  Yorulma (nasab)
4—  Arama (taleb)
5—  Şaşırma (aceb)
6—  Yıkılma (ateb)
7—  Esrime (tarab)
8—  Tutku (şereh)
9—  Doğruluk (nezeh)
10—  İçtenlik (sıdk)
11—  Yoldaşlık (rıfk)
12—  Özgürleşme (ıtk)
23
13—  Gösterme (tasvih)
14—  Dinginlik (tervih)
15—  Anlama (temyiz)
16—  Tanık olma (şuhud)
17—  Oluş (vucud)
18—  Sayım (ıdd)
19—  Çabalama (kedd)
20—  Eski duruma dönme (rada)
21—  Yayılma (imtidad)
22—  Hazırlanma (i’tidad)
23—  Kendini yalıtma (infirad)
24—  Bağlanma (inkıyad)
25—  Çekim (murad)
26—  Görüntü (huzur)
27—  Uygulama (riyazet)
28—  Dikkat (hıyatat)
29—  Yitirilen şeyler için üzülme (iftikad)
30—  Direnme (istilad)
31—  Dikkate alma (tedebbür)
32—  Hayret (tahayyur)
33—  Düşünme (tafakkur)
34—  Sabır (tasabbur)
35—  Yorumlama (taabbur)
36—  Onaylamama (rafd)
37—  Güçlü eleştiri (nakd)
38—  Uyma (riayet)
39—  İşaret alma (hidayet)
40—  Başlangıç (bidayet)
Son durak, arınmış ve gönlü temiz insanların ula­
şabileceği Durak'tır.
24
Her  Durak'ta  iki  ayrı  bilgi  vardır;  bu  bilginin  bir
bölümü algılanabilir, diğer bölümü algılanamaz.
Yabancı,  çöle  girdi  ve  onu  geçti  ve  kucakladı,  tü­
münü  içine  aldı.  Ne  dağda,  ne  ovada,  alışkın  olduğu  ya
da yararlı bir şey bulmadı.
«Musa,  konuşmasını  tamamlayınca»  halkından  ay­
rıldı;  çünkü  gerçeklik  tarafından  «onunki»  olarak  kabul
edilecekti.  Ancak  Musa,  dolaysız  içgörüyle  değil  de
dolaylı  bilgiyle  hoşnut  kılındı;  budur  onunla  insanların
en  üstünü  (Muhammed)  arasındaki  fark.  Bu  yüzden
Musa:  «Belki  size  O’ndan  bir  haber  getiririm»  (Kasas;
29) demişti.
Eğer  İyi  Yönlendirilen,  dolaylı  bilgiyle  hoşnut  kı-
lınsaydı,  aynı  yolu  arayan  bir  kimse,  dolaylı  bir  belir­
tiyle yetinmez olur muydu?
Yanan  çalıdan,  Tûr’un  yakınında,  çalıdan  kulağına
gelen  ses,  ne  çalının  sesiydi,  ne  de  tohumlarının;  Tan­
rıydı konuşan.
İşte benim işlevim, bu çalınınkiyle aynı.(7)
Yani  gerçeklik,  gerçekliktir;  yaratılmış  da  yaratıl­
mış.  Reddedin  yaratılmış  varlığınızı,  0(8)  olursunuz,  O
da siz; gerçeklik olarak.
(7) Yani Tanrı, Hallac-ı Mansur'un ağzıyla konuşmuş oluyor.
(8) Tanrı.
25
Benlik,  bir  öznedir;  ama  belirlenmiş  nesne  de,  ger­
çekte bir öznedir; öyleyse nasıl belirlenir?
Tanrı,  Musa'ya  dedi  ki:  «Kanıt'a  doğru  yol  göster,
Kanıt'ın  nesnesine  değil.  Ben,  tüm  kanıtların  kanıtı­
yım.»
Tanrı, gerçek anlamda bana dönüştü.
Yücelik gösterip, benimle antlaşma (birlik) yaptı.
Gizim tanıktır,
Yaratılmış kişiliğim olmadan.
O benim gizim, işte budur gerçeklik.
Tanrı,  benim  yüreğimden,  benim  bilgimi  açıkladı.
Kendisinden  uzun  zaman  uzakta  kalan  beni  yanına  çek­
ti, benimle içli dışlı oldu, beni seçti.
26
IV.
DAİRE ÜZERİNE
TA-SİN
Birinci  kapı,  Doğru'nun(9)  dairesine  ulaşan  kim­
seyi  simgeler.  İkinci  kapı,  oraya  ulaşan,  ama  girdikten
sonra  kapalı  bir  kapıyla  karşılaşan  kişiyi  simgeler.
Üçüncü  kapı  ise,  Doğru'nun  Doğruluk  çölünde  yolunu
yitiren kişiyi simgeler.
27
Kim  ki  daireye  girer,  Doğru'dan  uzak  düşer;  çünkü
yol  kapatılmıştır;  arayan  geri  döner.  Yukarıdaki  nokta,
onun  gayretini  simgeler.  En  alttaki  nokta,  arayanın,  ha­
rekete  başlamış  olduğu  noktaya  geri  dönüşünü  simge­
ler; ortadaki nokta ise, şaşkınlığıdır.
En  içteki  dairenin  kapısı  yoktur;  onun  merkezi  olan
nokta, Doğru'dur.
Doğru,  görünen  ve  görünmeyen  her  şeyi  kapsar,
biçimleri hoş görmez.
Burada  neyi  belirttiğimi  anlamak  istiyorsan  «dört
kuş  al  ve  onları  kendine  çevir»  (Bakara;  260).  Çünkü
Tanrı uçmaz.
Önce  kıskançlığını  gizler,  sonra  açığa  vurur.  Say­
gılı  bir  korkuydu  bizi  ayıran,  şaşırmaydı  bizi  ondan
yoksun bırakan.
Doğru'nun  anlamı  budur.  Bu,  başlangıçların  daire­
sinden  daha  kapalı,  bölgelerin  belirlenmesinden  daha
karmaşıktır.  Anlayış'ın  iç  işleyişi  de  karmaşıktır,  hayal-
gücünün gizliliğinden dolayı.
Çünkü  daireye  bakan,  ona  içinden  değil  de  dışın­
dan bakar.
Bu  yüzden,  Gerçeklik  biliminin  bilgisine  erişemez.
Bilgi,  bir  yer  değildir;  ama  daire,  yasaklanmış  bir  yer­
dir (haram).
28
Peygamberi  «haram»  diye  adlandırdılar,  çünkü
yalnız o çıktı Haram dairesinden.
Korku  ve  saygıyla  doluydu,  Doğru'dan  bir  giysi
kuşanmıştı;  dışarı  çıktı  ve  tüm  yaratılmışlar  için  derin­
den bir «ah!» çekti.
29
V.
NOKTA ÜZERİNE
TA-SİN
Bundan  daha  güzel  olanı,  Öncesiz  Noktan  (10)  hak­
kında  konuşmaktır;  Kaynak'tır  o;  ne  büyür,  ne  küçülür,
ne yok olur.
Benim  Tanrı’yla  ilişkimi  yadsıyan  kişi,  beni  gör­
memiştir  ve  sapkın  der  bana.  Beni,  kötü  olmakla  suç­
lar,  ama  yüceliğimi  görünce  yardım  ister;  ötenin  öte­
sindedir yalvardığı daire.
İkinci  daireye  ulaşan  kişi,  benim  Tanrıdan  esin  al­
mış olduğumu düşünür.
Üçüncü  daireye  ulaşansa,  tüm  isteklerin  temelinde
benim olduğumu sanır.
(10) Hurufilik'te, tüm harfler ve biçimler, noktanın uzantısı ve türevi olarak
görüldüğünden; Tanrı’nın, maddeler evreninde ilk belirmesinin nokta ol­
duğuna inanılır.
30
Kim  ki  Doğru'nun  dairesine  ulaşır,  beni  unutur  ve
dikkati benden ayrılır.
«Hayır,  hiçbir  sığınak  yok!  O  gün,  yalvarışların,
Efendine  olacak;  o  gün  insan,  ilk  ve  son  işleriyle  anıla­
cak.» (Kıyame; 11-13)
Ama  insanoğlu,  dolaylı  tanıklığa  başvurur;  bir  sığı­
nağa  kaçar,  kıvılcımlardan  korkar,  niyeti  bozulur  ve
yoldan çıkar.
Ben,  sonsuzluğun  derin  denizindeyim;  işte  bu  yüz­
den,  Doğru'nun  dairesine  ulaşmış  olan  kişi,  bilgi  deni­
zinin  kıyısında,  kendi  bilgisiyle  oyalanır  durur.  Yoksun
kalır beni görmekten.
Sufileri  andıran  bir  kuş  gördüm,  uçuyordu  Sufili-
ğin  çift  kanadıyla.  Yüceliğimi  yadsıdı,  çünkü  uçmakta
diretiyordu.
Arınmışlığı  sordu  bana,  şöyle  dedim:  «Kes  kanat­
larını,  yokoluş  makasıyla.  Madem  beni  izleyemiyor-
sun.»
Dedi  ki:  «Ben  bu  kanatlarımla  Sevgilime  uçuyo­
rum.»  Dedim:  «Yazık  sana!  Çünkü  O,  hiçbir  şeye  ben­
zemez;  O,  her  şeyi  duyandır,  her  şeyi  görendir.»  Bunun
üzerine, anlayış denizine düştü, boğuldu.
31
Sonsuz anlayış denizi, şöyle gösterilebilir:
Yürek (gönül) gözüyle gördüm efendimi
Sordum: «Kimsin sen?» Dedi: «Sen».
Ama senin için «nerede»'nin yeri yoktur
Senin bağlı olduğun bir yer yoktur.
Akıl seni, zaman içinde belirli bir varoluşun
içine yerleştiremiyor,
İşte bu yüzden bilemiyor senin nerede olduğunu
Sen tek varlıksın tüm «burada»'ları kuşatan;
Neredeye yanıt olacak hiçbir yerde
bulunmayan noktaya kadar.
Öyleyse sen neredesin?
Dairedeki  tek  nokta,  çeşitli  anlayışlardan  gelen  dü­
şünceleri  gösteriyor.  Bu  tek  nokta  Doğru'dur,  kalanı
yanlış.
Çıkarak «yakına kadar uzandı», «sonra yeniden
32
geldi»  yücelerek.  Ararken  yeniden  uzadı,  kendinden
geçti,  yeniden  geldi.  Yüreğini  orada  bıraktı,  Efendisine
doğru  uzadı.  Tanrı'yı  görünce  yok  oldu,  ama  yok  olma­
dı.  Nasıl  var  oldu  ve  nasıl  var  olmadı?  Nasıl  baktı  ve
nasıl bakmadı?
Şaşkınlıktan  bilinçliliğe  geçti,  ve  bilinçlilikten  şaş­
kınlığa.  Tanrı  tarafından  görülmekle  Tanrı'yı  gördü.
Ulaştı  ve  ayrıldı.  Arzu'suna  kavuştu  ve  yüreğinden
yoksun  kaldı,  ve  «gören  yüreği,  gördüğü  şey  hakkında
yalan söylemiyor.» (Necm; 11)
Tanrı  onu  gizledi,  sonra  yanına  çekti.  Onu  görev­
lendirdi  ve  arıttı.  Susattı,  sonra  susuzluğunu  giderdi.
Onu  arıttı,  sonra  seçti.  Onu  çağırdı,  yanına  getirdi.  Onu
derde  saldı,  sonra  yardım  etti.  Onu  silahlandırdı,  sonra
eyere oturttu.
«Bir  yay  boyu»  uzaklık  vardı;  geri  dönünce  hedefi­
ne  ulaştı.  Çağırınca  yanıtladı.  Görmekle,  kendini  orta­
dan  kaldırdı.  Sarhoş  oldu,  sevindi.  Yaklaştığı  için,  say­
gılı  bir  korkuyla  sarsıldı.  Ve  kendini  kentlerden  ve  yar­
dımcılardan  ayırmakla,  vicdanlardan  ve  bakışlardan  ve
yaratılmış belirtilerden (eserlerden) ayrılmış oldu.
«Arkadaşın,  yolunu  şaşırmadı»,  ne  yoruldu,  ne
usandı.  Gözünde  bezginlik  yoktu;  kesintisiz  bir  sürenin
«ne zaman»ına kadar yorulmadı.
«Arkadaşın,  yolunu  şaşırmadı»(Necm;  2)  bizimle
kendinden  geçtiğinde.  Bizi  seyrederek  öteye  geçmedi,
bildirimizin  dışına  çıkmadı.  Bizden  söz  ederken,  Bizi
başkalarıyla  kıyaslamadı.  Bizimle  kendinden  geçtiğin­
33
de  zikr  bahçesinde  şaşırmadı,  fikr'de  rastgele  dolaşıp
yolunu yitirmedi.
Soluk  alışlarında  ve  göz  kapışlarında,  Tanrı'yı  an­
mayı  yeğledi;  onun  verdiği  dertlere  katlandı,  bağışları
için teşekkür etti.
Nur'dan  Nur'a  «iletilmiş  açıklama'dan  başka  bir
şey değildi O.» (Necm; 4)
Konuşmam  değiştir.  Hayallerden  kendini  uzak  tut,
ayaklarını  insanoğlundan  ve  yaratıklardan  yukarıya
kaldır.  O'ndan  söz  ederken  vezinli  ve  uyumlu  konuş!
Tutkulu  ol,  tanrısal  sarhoşluk  içinde  kaybol.  Bilesin  ki
ötesine  uçmalısın  dağların  ve  ovaların,  bilgi  dağlarının
ve  güvenlik  tepelerinin,  görmek  için  Onu,  bakıp  durdu­
ğun.  Böylece,  Kutsal  Ev'e  ulaşınca,  zorunlu  oruç  sona
erdi.
O  zaman,  amaca  ulaşacak  biri  gibi,  Tanrı'ya  doğru
yaklaştı.  O  zaman,  onun  yasaklanmış  olduğunu  duyur­
du.  Bir  yetersizlik  olmaktan  çok,  bir  engellemeydi  bu.
Arınma  Durağından  Azarlanma  Durağına  geçti,  Azar­
lanma  Durağından  Yakınlık  Durağına.  Araştırarak  yak­
laştı  ve  kaçınarak  döndü.  Yakararak  yaklaştı  ve  haberci
olarak  döndü.  Yanıt  verici  olarak  yaklaştı  ve  Tanrısal
Yakınlıkla  dolu  olarak  döndü.  Bir  kanıtlayıcı  olarak
yaklaştı ve onu içgörüyle kavramış olarak döndü.
Aralarında  «iki  yay  boyu»  uzaklık  vardı.  «Nerede»
hedefini,  «arasında»  okuyla  vurdu  (ayn  ve  bayn).  Yeri
tam olarak belirlemeye iki yay boyu kaldığını bildirdi
34
ve  «ya  da»  Öz'ün  çizgiyle  anlatılamayacak  doğasından
dolayı, «biraz daha yakın»'dı, Özün Özüne.
Yüce  Şeyh  el-Hüseyin  ibn  Mansur  el-Hallac  şöyle
demiştir:
Bu  konudaki  sözlerimizi  herkesin  anlayabileceğini
sanmıyorum;  Biçimler  Levhası'nın  (Levh  Mahfuz'un)
ötesine  geçip  de  iki  yay  boyu  kalıncaya  dek  ilerleyen
kimse anlayabilir ancak.
Orada  kullanılan  harfler  artık  ne  Arap  harfleridir,
ne İran harfleri.
Yalnızca  tek  bir  harf  var  orayı  ifade  edebilen,  o  da
mim'dir ve «kendini açığa vuran»'dır.(11)
Mim, «Sonuncu» demektir.
Mim,  aynı  zamanda,  ilk'in  kirişidir.  İlk  yay  uzunlu­
ğu,  Erk  Makamı'dır  (Ceberut);  İkincisi,  Egemenlik  Ma-
kamı'dır  (Melekut);  Özellikler  Makamı  ise,  bu  iki  ma­
kamın  kirişidir.  Özel  Nurlandırma'nın  (Tecelli-i  Has)
Özünün  Makamı  da  Mutlak'ın  oku  ve  iki  uzaklığın
okudur.
Nurlandırma ateşini yakandan gelir.(i2)
Bildirdi  ki  konuşmanın  uygun  biçimi,  içeriği  yak­
laşma  olan  konuşmadır.  Sözlere  kavranış  veren  bu  an­
lam ise, Tanrı'nın Doğru'sudur, yaratıklarının düzenle-(11) Mim (nokta) için 10. dipnota bak.
(12) Yanan çalıdan gelen, tanrının sesi olabilir.
35
mesi  değil.  Bu  yaklaşma,  yalnızca  güçlü  isteğin  döngü­
sünde olanaklıdır.
Doğru  ve  Doğruların  Doğrusu,  önceki  deneyimler­
den,  en  yüce  bir  kopuşta  bulunur,  sevenin  yaptığı  bir
iksirin  yardımıyla,  tüm  bağlantıları  kopararak,  birlikte
ulaşanların  eyerlerinde,  yıkımların  sürekliliği  ve  farklı­
lıkların  kavranmasında  bulunur,  bildirilen  bir  sözcüğün
yardımıyla.  Seçilmişlerin  yoludur  bu  ve  yaklaşma,  öyle
engin  bir  alandır  ki  peygamberliğin  denenmiş  yolunu
izleyen kimse anlayabilir bunu.
En  yetkin  ve  dayanıklı  bağışlarını,  görülebilen  bir
kitapta  kendisinin(l3)  belirttiği  gibi,  bir  «gizli  Kitap»
aracılığıyla  ileten  varlığın  yüceliğini  duyurdu  Yesrib'in
Efendisi,  huzur  içinde  yatsın;  kuşların  diliyle  yazdığı
bir kitaptır bu, bizi oraya getirirken.
Eğer  bunu  anlarsan,  ey  aşık,  şunu  da  anlarsın  ki
Tanrı,  kendisinden  başkasıyla  ya  da  öz  dostlarından
başkasıyla konuşmaz.
Ondan  biri  olmak  demek,  bir  mürşide  ya  da  izleyi­
cilere  sahip  olmak  demektir,  yeğlenmemek  ya  da  kayı-
rılmamak  ya  da  atanmamak  ya  da  danışılmamak  de­
mektir,  hiçbir  «onun»  yada  «ondan»'a  sahip  olmamak
demektir.  Daha  doğrusu,  onda  olan  şey,  onda  olan  şey­
dir,  ama  susuz  bir  çölde  susuz  bir  çöl  olarak,  bir  belirti­
de bir belirti olarak var olmaksızın «onda».
(13) Tanrı.
36
Halkın  anlayacağı  türden  sözler,  kitabın  anlamları­
nı  değiştirir,  bu  anlamlar  onun  isteklerini  değiştirir  ve
onun  isteği,  uzaktan  anlaşılmış  olur.  Onun  yolu,  çetin­
dir;  adı  görkemlidir;  biçimi  benzersizdir;  onun  bilgisi,
bilginin  yadsınmasıdır;  onun  yadsınması,  onun  tek
doğrusudur;  onun  günahı;  onun  tek  gizlilik  kaynağıdır.
Onun  adı,  onun  yoludur;  onun  dışa  vuran  özelliği,  ya­
kıcılığıdır; niteliği, istek'tir.
Yol  (Şeriat)  onun  özelliğidir;  doğrular  (hakaik)
onun  alanı  ve  görkemidir;  benlikler,  onun  kapılarıdır;
Şeytan  onun  öğretmeni;  her  sıcak  kanlı  varlık,  onun  ta­
nıdığı  bir  hayvandır;  insanlık,  onun  vicdanıdır;  yok
ediciliği,  onun  görkemidir;  unutma,  onun  derin  düşün­
ceye  dalış  aracıdır;  gelin,  onun  bahçesidir;  unutmanın
unutması, onun sarayıdır.
Onun  ustaları  benim  sığınağım,  onların  ilkeleri  be­
nim  uyarıcım,  onların  buyrukları  benim  dileğim,  onla­
rın üzüntüleri benim mutsuzluğumdur.
Onların  izinleri,  bir  içme  yeridir;  onların  yenleri
tozdan  başka  bir  şey  değildir;  onların  kuramı,  ruhsal
durumlarının  köşetaşıdır;  onların  ruhsal  durumu  yeter­
sizliktir.  Ama  bundan  farklı  bir  ruhsal  durum,  Tanrı'nın
öfkesini çekerdi. Bu kadarı yeter; başarı Tanrıdandır.
37
VI.
SONSUZ ZAMAN ÖNCESİ
VE ÇİFT ANLAMLILIK ÜZERİNE
TA-SİN
Hangi  niyetlerin  uygun  olduğu
konusundaki  yaygın  sözlere  karşı
anlayışın  anlayışına  sahip  olan
kimse için.
Tanrı  rahmet  eylesin,  şeyh  Ebu'l  Muğit,  demiştir
ki:  «Belirlenmiş  iki  görev  vardır  yalnızca;  İblis'inki,  ve
huzur  içinde  yatsın,  Muhammed'inki.  Ama  İblis,
Öz'den  düşmüş;  Muhammed  ise  Öz'ün  Öz'üne  sahip  ol­
muştur.»
«Secde  et!»  (Bakara;  30  /Araf;  11)  dendi  İblis’e;
Muhammede  «bak»  dendi.  Ama  İblis  secde  etmedi;  ve
Muhammed’e bakmadı, sağa ya da sola dönmedi, «ba-38
kışları yön değiştirmedi, sönmedi de.»
İblis,  görevini  açıklayınca,  ilk  gücüne  kavuştu.
Ama  Muhammed,  görevini  açıkladığında,  gücüne  bel
bağlamaktan vazgeçti.
Şu  sözlerle:  «Sendedir  benim  ulaştığım,  Sanadır
kendimi  sürükleyişim.»  Yine:  «Ey  Sen,  yürekleri  (gö­
nülleri)  yönlendiren!  Seni  nasıl  yüceltmeliyim,  bilmi­
yorum.»
Cennetin  halkı  içinde,  tekliğe  en  çok  inanan  ve  en
çok tapınan, İblis'ti.
Tanrısal  Öz,  İblis'in  karşısında  belirdi.  İblis,  gönül
gözüyle  bir  kez  bile  ona  bakmaktan  alıkonuldu;  İblis,
sofuca bir yalıtmayla tapınmaya başladı Sevilen Bir’e.
İkili  yalıtmaya  ulaşması  yüzünden  lânetlendi,  kesin
yalnızlığı istediğinde sorguya çekildi.
Tanrı  ona  buyurdu:  «Secde  et!»  O  da  şöyle  dedi:
«Senden  başkasına  secde  etmem.»  Tanrı  dedi  ki:
«Lânetim  senin  üzerine  yağsa  bile  mi?»  O  da  şöyle  de­
di: «Benim için, bir ceza değil bu.»
«Karşı  çıkmamla,  senin  katıksızlığını  onaylıyorum,
aklım  seni  anlamıyor.  Adem'in  sana  benzerliği  nedir  ve
ben ki İblis'im, senden farkım nedir!»
Görkem  Denizine  düştü,  kör  oldu  ve  dedi  ki:  «Sen­
den  başkasına  ulaşan  yolum  yok  benim.  Ben,  alçak  gö­
39
nüllü  bir  aşığım.»  Tanrı  şöyle  dedi:  «Kendini  gurura
kaptırdın.»  O  da,  şunları  söyledi:  «Aramızda  bir  anlık
bir  bakış  olsaydı,  bu,  beni  gururla  ve  buyurgan  yapma­
ya  yeterdi;  ama  seni  sonsuz  zamandan  önce  tanıyan,
benim;  'Ben  ondan  daha  iyiyim',  çünkü  sana  daha  uzun
bir  zaman  boyunca  hizmet  ettim.  Varlıkların  iki  türü
içinde  de,  seni  benden  daha  iyi  tanıyan  yoktur.  Senin
niyetin  bende  vardı,  benim  niyetim  sende,  bunların  iki­
si  de  Adem'den  önce  vardılar.  Senden  başkasının  önün­
de  secde  etsem  de,  etmesem  de,  aslıma  dönmem  kaçı­
nılmazdır,  çünkü  sen  beni  ateşten  yarattın  ve  ateş,  ateşe
döner; böyledir senin kurduğun denge, verdiğin karar.
«Senden  uzak  olmak  diye  bir  şey  yok  benim  için,
çünkü biliyorum uzaklığın ve yakınlığın bir olduğunu.
«Terkedildiysem,  benim  gözümde,  beni  terkedişin
benim  yoldaşım  olmuştur;  işte  bu  yüzden,  terketmek  ve
gerçek aşk, daha da birdir.
«Senden  başkasının  önünde  secde  etmeyen  bu  vaz­
geçmez  tapınmacı  için  uygun  gördüğün  Yargı'yla  ve
Erişilmez Öz'ünle yücesin sen!»
Tûr’un  yamacında  Musa,  İblis'le  karşılaştı  ve  ona
sordu:  «Ey  İblis,  secde  etmekten  seni  alakoyan  neydi?
O  da,  şöyle  dedi:  «Beni  secde  etmekten  alakoyan,  Tek
Sevgili'ye  bağlılığımı  bildirişimdi;  eğer  secde  etseydim
senin  gibi  olurdum;  çünkü  senden,  «dağa  bak»  diye
yalnızca  bir  kez  istekte  bulunuldu,  sen  de  baktın.  Bana
gelince,  benden  Adem'e  secde  etmem  bin  kez  istendi,
ama secde etmedim; çünkü bildirdiğim niyete bağlı
40
kaldım.»
Musa  dedi  ki:  «Buyruğa  karşı  geldin»  İblis  şöyle
yanıtladı:  «Bir  sınavdı  o,  buyruk  değil.»  Musa  dedi  ki:
«Ama  suretini  değiştirdiğinde  günah  işlemiş  olmadın
mı?»  İblis  yanıtladı:  «Ey  Musa,  bu,  görünüşlerin  ya-
nıltmacasından  başka  bir  şey  değil;  ruhsal  durum  buna
bağlı  değildir,  buna  göre  değişmez.  Tanrısallık  bilgisi,
başlangıçtaki  gibi,  doğru  kalır;  bireyler  değişse  bile,  o
değişmez.»
Musa  sordu:  «Şimdi  onu  anımsıyor  musun?»  İblis
yanıtladı:  «Ey  Musa,  katıksız  aklın  belleğe  gereksinimi
yoktur;  bu  akıl  tarafından  ben  anımsanırım  ve  O  anım­
sanır.  O'nun  anımsaması  benim  anımsamamdır,  benim
anımsamam  ise  O'nun  anımsaması...  Madem  ki  birbiri­
mizi  anımsıyoruz,  biz  ikimiz  nasıl  bir  olmalıyız?  Şimdi
hizmetin  daha  temiz,  günlerim  daha  güzel,  anımsayı-
şım  daha  görkemli;  çünkü  eskiden  kendi  mutluluğum
için  Ona  hizmet  ediyordum,  şimdiyse  O'na  O'nun  için
hizmet ediyorum.»
«Yararı  olduğu  kadar  zararı  da  önleyen  ya  da  des­
tekleyen  açgözlülükten  sıyrıldım.  O,  beni  yalıtladı,  ba­
na  kendimi  unutturdu,  beni  alt  üst  etti,  beni  kovdu,  cen­
netliklere  karışmayayım  diye.  Onu  kıskanışım  yüzün­
den  beni  öbürlerinden  uzaklaştırdı.  Benim  biçimimi
bozdu,  çünkü  beni  şaşkınlığa  düşürdü;  beni  şaşkınlığa
düşürdü,  çünkü  beni  sürgün  etti.  Ona  yaptığım  hizmet­
ten  dolayı  beni  sürgün  etti;  ve  kendisine  yakınlığımdan
dolayı,  beni,  yasaklanmış  bir  duruma  koydu.  Onun  gör­
kemini övdüğüm için, benim değersizliğimi sergiledi.
41
Söylemimden  dolayı,  beni  basit  bir  ihram  giymeye  zor­
ladı.  İçgörüyle  Onu  keşfettiğim  için  beni  bıraktı.  Bir'li-
ğin  içinde  olduğum  için  beni  açığa  vurdu;  beni  kesip
attığı  için,  birleştirdi.  Beni  kesip  attı,  çünkü  isteğime
engel olmuştu.
«Onun  Doğruluğuyla,  benim  için  verdiği  yargıya
uymakta  suç  işlemedim,  yazgımı  reddetmedim.  Yüzü­
mün  bozulmasına  aldırmadım.  Bu  hükümler  doğrultu­
sunda yolumu tuttum.
«Beni  sonsuza  dek  ateşiyle  cezalandırsa  da  başka­
sının  önünde  secde  etmem  ve  başka  bir  kişinin  ya  da
bedenin  önünde  kendimi  alçaltmam,  çünkü  O'nun  kar­
şısında  bir  varlık  tanımıyorum!  Benim  savım,  İçten
Olan'ın  savıdır  ve  ben,  aşk  konusunda  içten  olanlardan
biriyim.»
El-Hallac  dedi  ki:  «Azazil  (Cennetten  kovulmadan
önceki  İblis)  hakkında,  onun  işleri  hakkında  çeşitli  ku­
ramlar  vardır.  Kimisi  onun,  cennette  bir  görevle  ve  yer­
yüzünde  bir  görevle  yükümlü  kılındığını  söyler.  Cen­
nette  meleklere  öğüt  vererek  onlara  iyi  şeyler  öğretir,
yeryüzünde  ise  insanlara  ve  cinlere  öğüt  vererek  onlara
kötülükleri gösterir.
«Bir  şey,  ancak  karşıtının  yardımıyla  kavranabilir;
tıpkı  ince  ak  ipek  kumaşların,  siyah  kıllarla  birlikte  do­
kunabilmesi  gibi.  Bundan  dolayı  Melek,  iyi  işleri  gös­
terir  ve  der  ki  'Bunları  yaparsanız  ödüllendirilirsiniz.'
Ama  önceden  kötünün  ne  olduğunu  bilmeyenler,  iyinin
ne olduğunu bilemezler.»
42
Şeyh  Ebu  Ömer  El-Hallac,  şöyle  dedi:  «Yüceliğin
onuru  konusunda  İblis'le  ve  Firavun'la  konuştum.  İblis
dedi  ki  'Secde  etseydim,  onurlu  adımı  yitirirdim.’  Fir-
vaun  ise,  şöyle  dedi:  'Bu  Haberci'ye  inansaydım,  onur­
lu katımdan aşağı düşerdim.'
Dedim  ki:  «Düşüncelerimi  ve  söylediğim  sözleri
reddetseydim, Onur katından aşağı düşerdim.»
İblis:  «Ben  ondan  daha  iyiyim»  dediğinde  kendi­
sinden  başkasını  göremiyordu.  Firavun:  «Sizin  için
benden  başka  Tanrı  tanımıyorum.»  dediğinde  kendi
halkından  hiçbirinin  doğruyla  yanlışı  ayırdedebileceği-
ni kabul etmiyordu.
Ben  dedim  ki:  «O'nu  tanımıyorsan,  belirtilerini  ta­
nı;  ben  O'nun  belirtisiyim  (tecelli),  benim  Doğru!  Çün­
kü Doğru'yu dışa vurmaktan vaz geçmedim!»
Yoldaşım ve öğretmenimdir, İblisle Firavun.
İblis,  ateşle  tehdit  edildiyse  de,  savını  geri  almadı.
Firavun,  düşüncelerinden  dönmeyerek  ve  hiçbir  aracı
tanımayarak,  Kızıl  Deniz'de  boğuldu.  Ama  şöyle  dedi:
«Şimdi  inandım;  İsraillilerin  bağlandığı  Tanrıdan  başka
Tanrı  yoktur.»,  ve  görmüyor  musun  Tanrı'nın,  tapınan
Cebrail'e  nasıl  karşı  çıktığını?  Demişti  ki:  «Neden  ken­
di ağzını kumla doldurdun?»
Ben  öldürülsem,  çarmıha  gerilsem,  ellerim  ve
ayaklarım  kesilse;  yine  de  sözlerimden  asla  geri  dön­
43
mezdim.(14)
İblis'in  bu  adı,  onun  ilk  adı  olan  Azazil'den  gelir:
‘Ayn’,  onun  çabalarının  büyüklüğünü  simgeler;  ‘ze',
ziyaretlerinin  gittikçe  artmasını  simgeler;  ‘elif’,  aldığı
yolu,  ikinci  ‘ze’  ise  onun  ulaştığı  yücelikteki  yalnızlığı­
nı  simgeler;  ‘ye’,  sonsuz  acıya  doğru  yürüyüşünü  ve
lam, acı çekmekte direnişini simgeler.
Tanrı,  Şeytan’a  sordu:  «Secde  etmiyor  musun,  ey
alçak!»  O  da,  şunu  söyledi:  «Daha  doğrusu,aşık  deme­
liydin.  Aşıklar  hor  görülür;  bu  yüzden,  beni  alçak,  aşa­
ğılık  diye  adlandırıyorsun.  Bana  olacakları,  Anlaşılır
kitap'ta  okudum  ben,  ey  Her  Şeye  Gücü  Yeten,  Sonra­
sız  Olan!  Öyleyse  nasıl  alçaltabilirdim  kendimi
Adem'in  önünde;  madem  ki  onu  topraktan  beni  ateşten
yarattın?  Bu  iki  karşıt  varlık,  anlaşamazlar.  Ben,  sana
daha  uzun  süre  hizmet  ettim;  benim  erdemim,  onunkin­
den  daha  yüksek;  bilgim  daha  geniş;  eylemlerim  daha
yetkin.»
Yüce  Tanrı,  ona  dedi  ki:  «Seçim  benimdir,  senin
değil.»  O  da,  şöyle  dedi:  «Tüm  seçimler  gibi,  benim
seçimim  de  senindir;  çünkü  sen,  beni  seçmiş  bulunu­
yorsun,  ey  Yaratan.  Onun  önünde  secde  etmemi  sen
engelledin.  Sözlerimde  yanlışlık  olsa,  benim  böyle  ko­
nuşmama  izin  vermezdin;  çünkü  sen,  Her  Şeyi  Duyan­
sın.  Onun  önünde  secde  etmemi  istemiş  olsaydın,  buna
boyun  eğerdim.  Seni  benden  daha  iyi  tanıyan  bir  kimse
bilmiyorum, bilgelerin içinde.»
(14) Burada Mansur, İsa'yla özdeşleşiyor.
44
Beni  kınama;  eleştirmek  diye  bir  amacım  yok  be­
nim;  öyleyse  ödüllendir  beni,  Efendim,  çünkü  ben  tek
başımayım.
Eğer  senin  söz  verdiğin,  Doğru  ise,  benim  çağrım
bundan dolayı güçlüdür.
Bu  durumu  yazmak  isteyen  kişi!  Oku  onu;  anla  be­
nim bir şehit olduğumu!
Ey  kardeşim!  O,  ilk  arılığından  uzaklaştırıldığı
için  Azazil  diye  adlandırıldı.  Kaynağından,  Son'una
dönmedi;  çünkü  son'undan  çıkmadı;  bırakıldı,  kayna­
ğından dolayı cezalandırıldı.
Yukarıya  çıkma  girişiminde,  başarısız  oldu;  çünkü
yanan  çalısı,  direniyordu.  Kendini,  konakladığı  yerin
ateşiyle  yüksekteki  konumunun  ışığının  arasında  bul­
du.
Çimenlikte,  gizli  bir  göl  vardı.  O,  bu  bolluğun  için­
de  susuzluktan  kıvranıyordu.  Acıyla  haykırdı,  çünkü
ateş  kendisini  yakıyordu;  korkusu  gerçek  bir  korku  de­
ğildi,  yalnızca  öykünmeydi;  körlüğü,  sadece  bir  göste­
rişti işte geldi!
Ey  kardeşim!  Anladıysan,  bu  geçidi  tüm  darlığıyla
kavramışsındır,  tüm  gerçekdışılığıyla  hayalinde  canlan-
dırmışsındır  ve  üzüntüyle,  kaygıyla  geri  dönmüşsün-
dür.
Bilgelerin  en  dikkatlileri,  İblis  konusunda  sessiz
kaldılar; ermişler, öğrenmiş oldukları şeyi bildirme gü-45
cünü  kendilerinde  bulamadılar.  İblis,  tapınmada  onlar­
dan  kararlıydı  ve  Öz'ün  Dışavurumuna  onlardan  daha
yakındı.  Daha  çok  çaba  gösterdi  ve  anlaşmaya  daha
fazla uydu ve onlara, Tapınılan'dan daha yakın oldu.
Diğer  melekler  desteklemek  için  Adem'e  secde  et­
tiler;  ama  İblis  buna  yanaşmadı,  çünkü  uzun  bir  düşün­
me sürecinden geçmiş bulunuyordu.
Ama  anlatımı  bulanıklaştı  ve  düşüncesini  yitirdi;
bu  yüzden,  şöyle  dedi:  «Ben  ondan  daha  iyiyim.»  Ken­
dini  gizledi,  tozu  önemsemedi  ve  kendi  üzerine  lânet
getirdi.  Sonsuz  Zaman  Sonrası'nın  Sonsuz  Zaman  Son-
rası’na kadar.
46
VII.
TANRISAL İRADE ÜZERİNE
TA-SİN
Tanrı'nın,  iradesini  uygulayışının  gösterimidir  bu.
Birinci  daire,  Tanrı'nın  yargısıdır  (meşie);  ikinci  daire
onun  yüce  aklıdır;  üçüncüsü  gücüdür;  dördüncüsü  ise
onun Sonsuz Zaman Öncesizliği bilgisidir.
İblis  dedi  ki:  «Eğer  birinci  daireye  girersem  İkinci­
nin  sınavını  vermem  gerekecek;  İkinciye  geçersem
üçüncünün  sınavını  vermeliyim;  üçüncüye  geçersem
dördüncünün sınavı çıkacak önüme.
47
«Öyleyse...  hayır,  hayır,  hayır,  yine  hayır!  Birinci
dairede  kalacak  olursam,  lânetleneceğim,  istemezsem
İkincisini;  üçüncüyü  istemezsem  geri  döndürüleceğim;
öyleyse benim için ne farkı olacak dördüncünün?
«Secde  etmenin  benim  için  bir  kurtuluş  olacağını
bilseydim  secde  ederdim.  Ama  o  daireden  sonra  başka
dairelerin  olduğunu  biliyordum.  Şöyle  akıl  yürüttüm:
'bu  daireden  çıkmayı  başarırsam,  ikinci  daireden,  üçün-
cüden ve dördüncüden nasıl çıkacağım?'»
Beşinci La'nın Elifi «O, Ölümsüz Tanrı»’dır.
48
VIII.
TEKLİĞİN DUYURULMASI ÜZERİNE
TA-SİN
Tanrıdır ölümsüz olan.
Tanrı Birdir, Benzersizdir, Yalnızdır ve Bir'liği ka­
bul edilir.
Hem Bir, hem de Bir'in Tekliğinin duyurulması,
O’nda ve O'ndandır.
Diğerlerini O’nun Tekliği’nden ayıran uzaklık,
O'ndan gelir. Şöyle gösterilebilir:
Tevhid bilgisi, özerk bir bilgilenmedir ve şöyle
gösterilir:
49
Tevhid,  onu  anan  yaratılmış  öznenin  bir  sıfatıdır,
ama  bir  olduğu  kabul  edilen  Amaçlanan'ın  sıfatı  değil­
dir.
Eğer,  yaratılmış  olan  ben,  «ben»  dersem  O'na  da
«ben»  dedirtmiş  olur  muyum?  O  zaman,  Tevhid  ben­
den  gelir,  O'ndan  değil.  O,  benim  ve  Tevhidimin  dışın­
dadır (münezzeh).
Eğer  ben,  «Tevhid,  onu  anana  geri  döner»  dersem,
onu, yaratılmış bir şey yaparım.
Eğer  ben,  «Hayır;  Tevhid,  onaylamış  olduğu
Amaçlanan'dan  gelir»  dersem,  o  zaman  birleştirici  ile,
onun Tekliği onaylaması arasında nasıl bir ilişki olur?
Eğer  «O  zaman  Tevhid,  Amaçlanan'ı  özneye  bağ­
lamaktadır»  dersem,  bunu,  mantığa  uyan  bir  tanımla­
maya dönüştürmüş olurum.
50
(ÇİZİMLER: Tevhid, Tanrı'dan ayrıdır. Elif,
içindeki dallarla birlikte vahdaniyet simgesidir.
Elif Öz'dür; dal'lar ise onun Rıfat'larıdır.
Birlik: Öz olan başlangıçtaki elif, yaratılmış
biçimler olan öbür eliflerle birlikte, esas
elifden kaynaklanır.)
51
IX.
TEVHİDDE KENDİNE DÖNÜK
BİLİNÇLER ÜZERİNE
TA-SİN
Tevhidde,  kendine  dönük  bilinçlerin  Ta-Sin'i  şöy­
ledir:
(Elif:  Teklik,  Tevhid.  Hamse:  Kendine  dönük  bi­
linçler,  bir  kısmı  bir  yanda,  başka  kısmı  öbür  yanda.
Ayn, başlangıçta ve sonda: Öz.)
Kendine  dönük  bilinçler,  O’ndan  çıkar  ve  O'na  dö­
nerler,  O'nda  işlerler,  ama  mantık  açısından  gerekli  de­
ğildirler.
52
Tevhidin  gerçek  öznesi,  öznelerin  çokluğunu  aşar
geçer;  çünkü  O,  özneye  eklenmez,  amaçlanana  eklen­
mez  ve  bu  tümcenin  adıllarına  eklenmez.  Adıl  işlevin­
deki  sonek,  Konu'sunun  değildir;  iyelik  gösteren  «ha»,
O'nun  «Ah»'ıdır  ve  bizi  birliğin  savunucusu  kılmayan
öbür «ha»'dan farklıdır.
Bu  «ha»  için  «vah»  dersem;  öbürleri  bana,  «Ya­
zık» der.
Bunlar  sıfatlar  ve  özelliklerdir;  kesin,  dolaylı  bir
ilişki  bunu  deler  ve  böylece  görebiliriz  Tanrı'yı,  varlı­
ğın koşullarına bağlı olarak.
Tüm  insanlar  «parçaları  iyi  birleştirilmiş  bir  yapı
gibi»'dir.  Bu  bir  belirlemedir  ve  Tanrı'nın  Tekliği  bu
belirlemenin  dışında  kalmaz.  Ama  her  belirleme,  bir  sı­
nırlandırmadır  ve  sınırlandırıcı  sıfatlar,  sınırlandırılmış
amaçlara  uygulanır.  Şu  var  ki,  Tevhid  amacı,  sınırlan­
dırmaya olanak vermez.
Doğru  (el-Hakk),  Tanrı'nın  kendisi  değil  de,  bulun­
duğu yerdir.
Tevhidi  söylemek,  onu  gerçekleştirmez,  bir  terimin
sözdizimsel  işlevinden  dolayı;  ve  onun  gerçek  anlamı,
eklenmiş  bir  terimde  olunca,  bunlar  birbirine  karışmaz­
lar.  Öyleyse  o,  Tanrı'da  olduğunda  bunlar  nasıl  karışa­
bilirler?
Eğer  ben,  «Tevhid,  O'ndan  çıkar»  dersem,  o  zaman
Tanrısal  Öz'ü  ikilerim  ve  ondan  bir  şey  çıkarırım  ki  bu
53
çıkan,  onunla  birlikte  vardır  ve  aynı  zamanda  hem  bu
Öz'dür, hem değildir.
Eğer  onun  Tanrı'da  gizlenmiş  olduğunu  ve  onu
Tanrı'nın  açığa  vurduğunu  söylersem;  o  nasıl  gizlenmiş
olur,  madem  ki  «nasıl»  ya  da  «ne»  ya  da  «bu»  yok  ve
O'nun içerdiği bir yer «nerede» yok?
Çünkü  «bunda»,  Tanrı'nın  bir  yaratımıdır;  «nere­
de» (yer) de öyle.
İkincil  bir  özelliğe  sahip  olan,  özsüz  olamaz.  Bir
bedenden  ayrılmış  olmayan,  bedenin  en  az  bir  kısmına
sahiptir.  Ruhtan  ayrılmış  olmayan,  ruhtan  tümüyle
yoksun değildir. Bundan dolayı Tevhid, özümseyicidir.
O  zaman  bunun  ötesine,  merkeze  (Amaçlanan'ın
merkezine)  dönelim  ve  onu,  ikincil  özelliklerden,
özümsemelerden,  nitelemelerden,  dağılmalardan  ve
esas özelliklerden (özel sıfatlardan) yalıtalım.
İlk  daire  (ilerdeki  çizimde),  Tanrı'nın  eylemlerini
içerir;  ikinci  daire,  belirtileri  içerir;  bunlar,  yaratılanla­
rın daireleridir.
Merkezdeki  nokta,  Tevhid'i  simgeler,  ama  Tevhi­
din kendisi değildir. Yoksa nasıl daireden ayrılabilirdi?
54
X.
BİÇİMLERDEN KOPMA ÜZERİNE
TA-SİN
Bu,  arılığını  tanıklama  dairesidir;  yine  bu,  onu
gösteren çizimdir:
Bu  bütün,  bize  tümceler  ve  yargılar  verir;  yetenek­
lilere  mezhepler,  tarikatlar,  doktrinler  ve  yöntemler  ve­
rir.
İlk  daire,  söz  anlamıdır  (dış  anlam);  ikinci  daire,  iç
anlamdır; üçüncüsü ise, dolaylı anlamdır(işareti).
55
Yaratılmış  ve  düzenlenmiş,  yanıtlanmış,  üzerinden
geçilmiş,  kavranmış,  karşı  çıkılmış,  yanıltıcı,  duyarsız
şeylerin bütünlüğüdür bu.
O,  kişi  öznelerin  «biz»  adılında  çevrinir.  Bir  ok  gi­
bi,  onların  içinden  geçer,  onları  donatır,  onlara  ansızın
gelir,  onları  alt  üst  eder.  Onları  şaşkınlığa  düşürür,  ay­
dınlatır; içlerinden geçerek şaşırtır onları.
Yaratılmış  özlerin  ve  niteliklerin  bütünlüğü,  böyle­
dir. Tanrı'nın, bu uydurmalarla bir ilgisi yoktur.
Eğer  «O,  O'dur»  dersem,  bu  anlatım,  Tevhid  değil­
dir.
Eğer,  Tanrı'nın  Tevhidinin  geçerli  olduğunu  söy­
lersem bana: «Elbette!» diyeceklerdir.
Eğer  «Zamana  bağlı  değildir»  dersem,  onlar  «Öy­
leyse  Tevhidin  anlamı,  bir  benzetme  midir?»  diyecek­
lerdir.  Ama  Tanrı'yı  betimlerken,  kıyaslama  yapılamaz.
Sizin  Tevhidinizin  Tanrı'yla  ya  da  yaratıklarla  ilgisi
yoktur;  çünkü,  zaman  birimleriyle  konuşmak,  sınırlan­
dırma  getirmek  demektir.  Böyle  yapmakla,  Tevhide,
bir  anlam  yüklediniz,  rastlantı  sonucuymuş  gibi.  Ama
rastlantısal  olmak,  Tanrı'nın  bir  sıfatı  değildir.  Onun
Özü,  benzersizdir.  Hem  doğru,  hem  gerçek  olmayan;
bunların ikisi de, Özün Özünden doğamaz.
Eğer  «Tevhid,  sözcüğün  kendisidir»  dersem;  söz­
cük, Öz'ün bir sıfatıdır, Öz'ün kendisi değildir.
56
Eğer  «Tevhid,  Tanrı'nın  tek  olmak  isteğini  göste­
rir»  dersem;  Tanrısal  irade,  Öz'ün  bir  sıfatıdır;  ama  ira­
deler, yaratılmış şeylerdir.
Eğer  «Tanrı,  Öz'ün,  kendi  kendine  açıkladığı  Tev-
hid'idir»  dersem,  o  zaman  Öz'ü,  Tevhid  durumuna  geti­
ririm.
Eğer  «Hayır  O,  Öz  değildir»  dersem,  o  zaman  Tev-
hid'in yaratılmış olduğunu mu söylerim?
Eğer  «Ad  ve  adlandırılan  amaç,  Tek'tir»  dersem,  o
zaman Tevhid ne anlama gelir?
Eğer  «Tanrı,  Tanrı'dır»  dersem,  o  zaman  «Tanrı,
Öz'ün özüdür» ve «O, O'dur» demiş olur muyum?
İkincil  durumların  yadsınması  ile  ilgili  Ta-Sin  böy­
ledir;  ve  içlerinde  «hayır»  yazılı  bu  daireler,  onun  gös­
terimidir:
Birinci  daire,  Öncesizlik-Sonrasızlık  öncesidir.
İkinci  daire,  kavranabilenleri  içerir.  Üçüncüsü,  nicelik­
ler dairesidir. Dördüncüsü ise sezgi dairesidir.
Öz, sıfatsız değildir.
Birinci  arayıcı,  Bilgi  Kapısı'nı  açar  ve  görmez.
İkincisi,  Arınmışlık  kapısını  açar  ve  göremez.  Üçüncü­
sü,  Algılama  kapısı’nı  açar  ve  göremez.  Dördüncüsü,
Anlam  kapısı'nı  açar  ve  görmez.  Hiç  kimse,  Tanrı'yı,
Öz'üyle,  İrade'siyle  görmedi,  tanımadı;  hiç  kimse  O'nu,
konuşmasıyla, kendinde’liğiyle tanımadı.
Yücelik  Tanrınındır;  O'nun  kutsal  varlığına  hiçbir
bilgenin  yöntemi,  hiçbir  esin  sahibinin  sezgisi  ulaşa­
maz.
Olumsuzlamanın  ve  Olumlamanın  Ta-Sin'i  böyle­
dir ve gösterimi şudur:
58
Birinci  tanımlama,  sıradan  insanların  düşüncesini
belirtmekte;  İkincisi,  seçkinlerin  düşüncesini  belirt­
mektedir;  bu  ikisinin  arasında,  Tanrı  bilgisini  simgele­
yen  daire  yer  alır.  Dairenin  içindeki  «hayır»'lar,  tüm  ni­
celiklerin  olumsuzlanmasıdır.  İki  tane  «ha»,  Tevhidin
iki  yanına,  destek  sütunları  gibi  dikilmiştir.  Onların
ötesinde, ikincil özellikler yer almaktadır.
Sıradan  halkın  düşüncesi,  kuşkular  denizine  batar;
seçkinlerin  düşüncesi,  kavrayışlar  denizine.  Ama  bu  iki
deniz  kurur  ve  gösterdikleri  yollar  silinir;  bu  iki  düşün­
ce  yiter  ve  iki  sütun  devrilir;  yokluk,  kanıt  ve  bilginin
iki dünyası kaybolur.
Katıksız  Tanrılık  tarafında,  O  kalır,  tüm  bağımlı
şeylerin  üzerinde;  yüce  Tanrı'dır  O,  ikincil  özelliklere
bağımlı  değildir.  O'nun  varlığı  üstündür,  gücü  görkem­
lidir.  O,  Nur’un,  Görkem'in  ve  Yüceliğin  Sahibi.  Sayı­
lamaz  Bir,  Sayısal  Teklik.  Ne  betimleme,  ne  sayma,  ne
de  başlama,  etkilemez  O'nu.  Onun  varlığı  bir  mucize­
dir;  çünkü  O,  varlıktan  uzaktır.  Kendisini  yalnız  O  ta­
nır;  Görkemin  ve  eliaçıklığın  sahibi.  Ruhların  ve  be­
denlerin yaratıcısı.
59
GİZEM BAHÇESİ
Tanrı  onun  ruhunu  arındırsın,  Ebu  Ömer  el-Hüse-
yin İbn Mansur el-Hallac, şöyle dedi:
Belirli  ad,  belirsiz  ada  ilişkin  anlayışın  içindedir  ve
belirsiz  ad,  belirli  ada  ilişkin  anlayışın  içindedir.  Belir­
sizlik, ermişin işaretidir, bilgisizlik de onun yöntemi.
Gizemin  dışa  vuruşu,  anlayışlardan  uzaktır,  ama
onlara  döner.  Ermiş,  nasıl  tanır  O'nu;  madem  ki  «nasıl»
yok?  Nerede  tanıdı  O'nu,  madem  ki  böyle  bir  «yer»
yok?  Nasıl  ulaştı  O'na;  birlik  kavramı  yoksa?  Nasıl  ay­
rıldı  O'ndan;  ayrılık  yoksa?  Katıksız  belirlilik,  sınırlı  ya
da  kısa  ömürlü  bir  amaç  olamaz;  onun,  sürdürülmeye
gereksinimi yoktur, yokedilmeye de.
Gizem,  öte  kavramının  ötesindedir;  uzamsal  sınırın
ötesinde,  niyetin  ötesinde,  bilinçliliğin  ötesinde,  alışıl­
mış  yöntemlerin  ötesinde  ve  algının  ötesindedir.  Çünkü
bunların  tümü,  varlıktan  önce  ortaya  çıkmazlar  ve  bir
yer  içinde  var  olurlar.  O,  varoluştan  hiç  uzaklaşmamış-
tır; nicelikten, nedenlerden ve sonuçlardan önce vardı,
60
ve  var.  Öyleyse  bu  nicelikler  O'nu  nasıl  içerebilir,  ya
da sınırlar O'nu nasıl kuşatabilir?
Kimisi  der  ki:  «Ben  Tanrı'yı,  O'ndan  yoksunlu­
ğumla  bilirim.»  O'ndan  yoksun  olanlar,  O'nun  sürekli
varlığını nasıl bilebilir?
Kimisi  der  ki:  «Ben  O'nu,  kendi  varlığımla  bili­
rim.»  Dış  dünyada  iki  tane  mutlak,  bir  arada  var  ola­
maz.
Kimisi  şöyle  der:  «Ben  O'nu,  kendisine  ilişkin  bilgi
yokluğumla  bilirim.»  Bilgi  yokluğu,  yalnızca  bir  per­
dedir  ve  Tanrı  bilgisi,  bu  perdenin  ötesindedir.  Yoksa
bir gerçekliği olmazdı.
Kimisi  der  ki:  «Ben  O'nu,  adının  yardımıyla  bili­
rim.»  Ad,  Adlandırılmışsan  ayrılamaz;  çünkü  O,  yara­
tılmış değildir.
Kimisi  şöyle  der:  «O'nu,  Kendisi  aracılığıyla  bili­
rim.» Bu, tanınacak iki varlık kabul etmek demektir.
Kimisi  der  ki  «O'nu,  yaptıkları  aracılığıyla  bili­
rim.»  Bu,  insanın  yapılanlarla  yetinmesi  onları  yapan
Tek'i aramaması anlamına gelir.
Kimisi  şöyle  der:  «Ben  O'nu,  kendisini  bilme  ko­
nusundaki  olanaksızlığımla  bilirim.»  Bu  kişi,  ayrılma
gücüne sahip değildir; bağlı olan, nasıl O'nu bilebilir?
Kimisi  der  ki:  «O  beni  bildiğinden,  ben  O'nu  bili­
61
rim.»  Bu,  biçimsel  bilgiden  (ilm)  yararlanmak  ve  Tan­
rısal  Öz'den  farklı  bir  bilgiye  ulaşmak  demektir.  Öz'den
ayrı olan, Öz'ü kavrayabilir mi?
Kimisi  der  ki:  «Ben  O'nu,  kendisinin  kendi  hakkın­
da  verdiği  bilgiyle  tanıyorum.»  Bu,  bilinmesine  izin
verilenle  yetinmek,  doğrudan  bilgi  yoluna  başvurma­
mak demektir.
Kimisi  şöyle  der:  «Ben  O'nu,  karşıt  sıfatlarıyla  bili­
yorum.»  Oysa  bilinen,  ne  sınırlandırılmaya  uygundur,
ne de bölümlenmeye.
Kimisi:  «Amaçlanan  (Tanrı)  bilir  yalnızca,  kendi­
sini»  diyerek,  ermişlerin,  kendi  farklılıklarına  bağımlı
olduklarını;  çünkü  Amaçlanan'ın,  Kendisini  Kendinde
tanımayı hep sürdürdüğünü doğrulamaktadır.
Ey  mucize!  İnsan,  kendi  bedeninin  bir  kılının  nasıl
karadan  aka  dönüştüğünü  bilemezken,  her  şeyin  Yara-
tıcı'sını  nasıl  olur  da  bilebilir?  Özetlemeyi  ya  da  irdele­
meyi  bilmeyen;  İlk'i  ve  Son'u,  değişmeleri,  nedenleri,
gerçeklikleri,  hayalleri  bilmeyen  insan,  süreklilikte  var
olan  O'nun  hakkında  bilgi  edinme  olanağına  sahip  de­
ğildir.
Hamdolsun  O'na  ki  onları  Ad'la,  sınırlamayla,  be­
lirtiyle  örttü.  Onları  bir  sözcük  altında,  bir  koşul,  yet­
kinlik  altında,  ve  öncesiz  sonrasız  var  olandan  gelen  bir
güzellik  altında  gizledi.  Yürek  bir  et  parçasıdır;  bundan
dolayı  Tanrı  bilgisi,  orada  yer  almaz,  çünkü  Tanrısal
bir şeydir.
62
Anlayış,  iki  mantıksal  ölçüye  sahiptir:  Uzunluk  ve
genişlik.  Dinsel  yaşamın  iki  kuralı  vardır:  Sözlü  kural­
lar  ve  yazılı  kurallar.  Yaratılmışların  tümü,  göklerde  ve
yerdedir.
Ama  Tanrısal  giz,  ne  uzunluğa,  ne  genişliğe  sahip­
tir;  ne  göklerde,  ne  de  yerde  bulunur;  dışsal  biçimlerin
içinde  değildir,  ayrıca  sözlü  ve  yazılı  kurallarla  ulaşılan
içsel hedeflerde de değildir.(15)
«Ben  O'nu,  kendi  gerçekliğiyle  biliyorum»  diyen
bir  kişi,  kendi  varlığını,  Amaçlanan'ın  varlığından  üs­
tün  kılar;  çünkü  bir  şeyi,  asıl  gerçekliğiyle  tanıyan  kişi,
ondan daha güçlü olur.
Ey  insan!  Yaratılmışların  içinde,  zerre'den  daha
küçüğü  yok  ve  sen  onu  anlayamıyorsun.  Zerreyi  bile
tanıyamayan  insan,  bu  zerreden  daha  algılanamaz  olan
O'nu tanıyabilir mi?
Dışarıda  bırakılan  şey,  ölümlüler  tarafına  gider;
içeride  bırakılan  da,  öz  bilgisinin  tarafında  kalır.  Gi­
zem,  kendi  özünü  gizlemiştir.  Düşüncelerden,  saptırıcı
amaçlardan ve unutkanlıktan kopuk ve uzak kalır.
Gizeme  erişmek  isteyen,  onlardan  korkar  ve  onlar­
dan  korkan,  kendini  onlardan  kurtarır  ve  uzaklaşır.  Gi­
zemin  Doğu'su  Batı,  Batı'sı  Doğu'dur.  Yeri  ise,  en  yük­
sek  dünyanın  yukarısında  değildir;  en  aşağı  dünyanın
daha aşağısında da değildir.
(15) Yanu dinlerin sözlü ve yazılı kuralları (Kitap'ları). Tanrı bilgisine ulaşmayı
sağlamaz.
63
Gizem,  Var  olan  şeylerden  uzaklaşır;  hep  Tanrısal
süreklilikle  birliktedir.  Patikaları  dardır  ve  hiçbir  yol
ona  ulaşmaz.  Anlamları  belirgindir  ama  ona  götüren
bir  kılavuz  yoktur.  Duyular  onu  hissetmez  ve  insanla­
rın tanımlamaları ona erişemez.
Ona  sahip  olan,  yalnız  kalır;  onunla  karışan  kural­
ların  dışına  çıkar;  ondan  soyunan,  kör  olur  ve  kendini
ona  bağlayan,  yıkıma  uğrar.  Onun  parlaması,  kesintisiz
akan  su  gibidir,  kaynayan  bir  pınardır;  esintisi  boldur;
oku  delicidir  ve  yere  fırlatıldığında  gücü  kesilir.  Ondan
korkan,  dünya  işlerinden  el  çeker  ve  dikkatsiz  bir  seyir­
ci  olur.  Onun  çadır  ipleri,  ermişler  ve  tırmanma  araçla­
rıdır.
Gizemin,  kendinden  başka  benzeri  yoktur.  Tan­
rı'nın,  kendinden  başka  benzeri  yoktur;  ve  O,  gizeme
benzer.  O,  gizemi  ve  kendini  andırır;  gizemin,  kendini
andırması  gibi.  Tanrı,  yalnız  kendine  benzer  ve  gizem,
yalnız kendine benzer.
Gizemin  binaları,  kendisinin  destekleridir;  destek­
leri  de  kendisinin  binaları.  Ona  sahip  olanlar,  ona  sahip
olanlardır  ve  onun  yapıları  kendisinindir,  kendisindedir
ve kendisinin ürünüdür.
O,  Tanrı  değildir;  Tanrı  da  o  değil.  Ama  ondan
başka  Tanrı  yok;  ve  Tanrı'dan  başka  o  (gizem)  yok.
Tanrı'dan başka Tanrı yok.
Gizemci,  «gören  kişi»'dir  ve  gizem,  «kalıcı
olan»'da kalır. Gizemci, kendi tanıma eylemiyle durur;
64
çünkü  kendisi,  kendi  hakkındaki  bilgisidir  ve  bu  bilgisi
de  kendisidir;  gizem,  onun  ötesindedir  ve  Amaçlanan,
onun daha da ötesindedir.
Öykü  anlatmak,  öykücülerin  işidir;  gizem  ise  seç­
kinlerin  ilgi  alanı;  gösterişli  davranışlar,  kişilerin  işidir;
konuşma  ise,  yalancıların  ilgi  alanı;  derin  düşünme,
umutsuz  insanların  yaptığı  şeydir;  ilgisizlik  ise,  yaban
insanlara özgüdür.
Tanrı Tanrı'dır. Evren de evren.
Hiç önemi yok!
####
65
Hallac-ı Mansur'un vasiyetnamesi (Arapça aslı)
HALLAC-I MANSUR’UN
VASİYETİ
Hallac-ı  Mansur  (r.a.),  size  uzleti  ve  yalnızlığı,
vaktin  sonsuzluğunda  devamlı  zikretmeyi,  her  namaz­
da kur’an okumayı ve misvak kullanmayı tavsiye etti.
Hallaç  der  ki;  Kim  kalbe  gelen  düşünceler  esnasın­
da  Allah  Teâlâ’yı  manevi  olarak  murakabe  ederse  (ma­
nevi  olarak  gözlemlerse)  de  Allah  bütün  organlarının
hareketi esnasında onu masum kılar.
Hallac’a  vecd  hakkında  soruldu.  Hallâc  şöyle  ce­
vap  verdi:  Vecd,  sırlarda  ortaya  çıkan  bir  heyecandır.
Şevki  meydana  getirir  ve  vücudun  organları  vecd’den
dolayı  ürperir.  Yahut  kalbe  doğan  manevi  düşünceler
esnasında kişi vecdden dolayı hüzünlenir.
Hallac’a  hicâb  (perde)  hakkında  soruldu.  Hallaç
dedi  ki;  Hicâb,  kasteden  ile  kastedilen  arasında  bir  per­
dedir.
67
Hallâc’a  sevgi  hakkında  soruldu.  Hallâc  cevap
verdi:  Sevgi,  sevenin  üzerini  tamamıyla  kaplayan  bir
haldir.  Öyle  ki  Allah’ın  dışında  arzulayacağı  başka
hiçbir  şey  görmez.  Ve  devamla  demiştir  ki;  kim
Hakk’a  iman  nuruyla  yaklaşırsa,  o,  güneşe  yıldızların
ışığıyla ulaşmak isteyen kimse gibidir.
Ahmed b el-Kevkeb el-Vâsıtî der ki;
Hallac’la  yedi  yıl  arkadaşlık  ettim.  Onda  gördü­
ğüm  tek  şey,tuz  ve  sirkeden  başka  hiç  bir  yiyecek  tat-
mamasıydı.  Üzerinde  tek  parça  bir  cübbeden  başka  hiç
bir  şey  yoktu.  Başında  ise  sadece  bir  takke  vardı.  Gece­
leri  hiç  uyumazdı.  Ancak  gündüzleyin  çok  az  bir  vakit-
de  uyurdu.  Ramazanın  ilk  günü  niyet  eder,  bayram  gü­
nü  iftar  ederdi.  Her  gece  kıldığı  iki  rekat  namazda
Kur'an'ın  tamamını  okurdu.  Ve  hergün  200  rekat  na­
maz  kılardı.  Bayram  günü  siyah  giyinirdi.  Hallaç  der
ki:  Bu  siyah  elbise,  davranışı  kendisine  yansıyan  kim­
senin bir alametidir.
Hallaç (r.a.) şöyle dedi:
Ey  kavmim,  Allah,  beni  benden  alınca  ve  beni  ben­
den  yok  edince,  sonradan  olan  varlığımın  nitelikleri
darmadığın  oldu.  Sultan  olan  Allah  kıdemiyle  (ezeliliği
ve  ebediliğiyle)  ortaya  çıkınca,  sanki  benim  sonradan
ortaya  çıkan  varlığım,  hiç  var  olmamış  gibi  oldu.  Ve
ezelilik  ve  ebedilik  daima  baki  kaldı.  Sonra  benim  ena-
niyetim  (benliğim),  onun  enaniyetinde  (benliğinde  fani
(yok)  oldu.  Ve  benim  hüviyetim  (kendiliğim)  onun  hü­
viyetine  (kendiliğine)  karıştı.  Ve  nasutiliğim  (beşeri
varlığım)  onun  lahutiliğinde  (ilahi  varlığında)  darma­
dağınık  oldu.  Sonra,  bakındım  ve  O’ndan  başka  hiçbir
68
şey  göremedim.  Ve  O’ndan  başka  hiçbir  şey  işitmedim.
Ve  konuştuğumda  O’ndan  başka  hiçbir  şey  dile  getir­
medim.  Ve  dedim  ki,  “Ene  Hüve  (Ben  O’yum)".  Şayet
ben  “Ene’l-Hak”  (Ben  Hakk’ım)  deseydim,  Hakk’tan
ayrılmamış  olurdum.  Çünkü  onun  sevgisi  üzere  ben
Hakk’ım.  O  ise,  kendi  mülkiyetinde  Hakk’tır.  Ben  sar­
hoş  ve  daha  sonra  da  onun  sırrı  üzerine  bulundumsa,
benim  vecdim  onun  vücuduyla  (varlığıyla)  kesinlikle
içiçe  geçmiş  demektir.  Ve  benim  sınırım  O’nun  varlığı
üzere olmuştur.
Hallaç’ı Mansur şu beyitleri söylemiştir:
Ey güvendiklerim, beni öldürünüz
benim ölümümde hayatım vardır
Benim hayatım ölümümde
ve ölümüm hayatımdadır
Ben, O’nun bana bahşetmesi sayesinde varolan
zatımın yokoluşu halindeyim
Benim sıfatlarımın var kalması ise
kötü amellerin çirkinliğindendir.
(Arapçadan çeviren: Selim Atay)
69
Tablo:Lamy
70
YEZİDÎ'LERİN KUTSAL KİTAPLARI
KİTAB'ÜL CİLVE
(TANRISAL AÇIKLAMA KİTABI)
İLE
MUSHAF’A REŞ
(KARA KİTAP)
71
Yezîdîlik,  Hâricîliğin  İbâziyye  Mezhebinden  türe­
yen  ve  zamanla  ayrı  bir  din  sayılan  koludur.  Şeytana
tapmakla  da  suçlanan  Yezidîlik,  gerçekte  vahdet-i  vü­
cut  (varlığın  birliği)  inancına  sahip  bütün  tasavvuf  tari­
katları  gibi  her  şeyi  bu  arada  Şeytan'ı  da  Tanrı  sayan
bir  inançtır.  Melek  Tâvus  dedikleri  Şeytan  yezîdiliğe
göre,  Tanrı'nın  celâl  (kızgınlık)  niteliğinin  varlaşması-
dır.
Yezîdilerin  asılları  Kürtçe  olan  Kitâb’ül-Cilve  ve
Mushaf’a  Reş  adlı  iki  kutsal  kitabı  vardır.  Kitâb'ül-Cil-
ve'nin,  kurucu  Yezîd'in,  geleceğini  haber  verdiği  yeni
peygamber  Şeyh  Hâdî'ye  (XII.  yyıl)  Melek  Tâvus  tara­
fından  vahyedildiğine  inanırlar.  Mushaf’a  Reş  ise  Şeyh
Hasan bin Hâdî tarafından yazılmıştır.
Bu  ilginç  inanışın  temeli  iki  kitabı  olan  söz  konusu
metinler  ve  Şeyh  Hâdî'nin  İlahisini  yayımlamakla,  top­
lumumuzda  çok  az  bilinen  bir  inanışa  ışık  tutmak,  Ana­
dolu'nun  kültür  mozaiğinde  yer  alan  bir  rengi  sergile­
mek istedik.
Yaba Öykü Dergisi, S. 76
72
YEDİZÎ'LERİN kutsal
KİTAPLARI
VE ŞEYH HÂDÎ'NİN İLÂHİSİ(*)
Yezîdilerin  iki  kutsal  kitabından  Kitab'ül-Cilve
(Tanrısal  Açıklama  Kitabı),  Şeyh  Hâdî  bin  Musafir'in
yapıtı  sayılmaktadır.  Öbür  kitap  Mushaf’a  Reş  (Kara
Kitap),  yine  aynı  soydan  gelen  Şeyh  Hasan  bin  Hâdî
tarafından  yazılmış  kabul  edilmektedir.  Bu  kitaplar,
Cambridge  Üniversitesi  profesörlerinden  E.  G.  Grow-
ne'ın  kalemiyle,  on  dokuzuncu  yüzyılın  sonlarına  İngi­
lizceye  çevrilmiş  bulunmaktadır.  Çevirisi  yapılan  el­
yazması  metin  ise  bugün  Paris  Ulusal  Kitaplığı'ndadır
(BN  Syr.  MS.  324).  Söz  konusu  kitapların  son  zaman­
larda  bulunan  daha  eski  metinleri  (Syr.  MS  No.  7),
Prof.  R.  Ebied  ile  Prof.  M.J.  Young  tarafından  çevril­
miş ve incelenmiştir.
Kitab'ül-Cilve  ve  Mushaf  a  Reş'in  burada  sunacağı­
mız  çevireleri,  genellikle,  Browne'in  çevirisine  uygun­
dur; birkaç yerde, Ebied/Young çevirisini dikkate al-(*) Kitab'ül Cilve, Mushafa Reş ve Şeyh Hâdi’nin İlahisi'nin burada sunduğu­
muz Türkçe çevirileri, John S. Guest'in «The Yezidis» (KPI, London
and New York) adlı yapıtındaki İngilizce metinlerden yapılmıştır. -Çev.
73
dık.  Metindeki  boşluklar(...),  tüm  elyazmalarında  oku-
namayacak  denli  bozuk  olan  yerleri  göstermektedir.
Özel  sözcükler,  Browne'ın  okuduğu  biçimleriyle  alın­
mışlardır.
Uzun  zaman,  Yezidi'lerden  kalan  tek  kutsal  metin
olarak  bilinen  Şeyh  Hâdî'nin  İlâhisi'ni,  Layard'ın  Nine-
veh  and  Babylon  (Ninova  ile  Babil)  adlı  yapıtındaki
çevirisiyle aldık.
Floransa  Üniversitesi'nden  Profesör  Giuseppe  Fur-
lani,  1930  yılında  bu  metinler  üzerine  bir  inceleme  ya­
yımladı.  Söz  konusu  inceleme,  Ebied/Young'ın  incele­
mesiyle bağlantılı olarak okunmalıdır.
Kitab'ül-Cilve,  Mushaf  a  Reş  ve  Şeyh  Hâdî'nin  İla-
hisi'nin  yeni  elyazması  metinleri,  1934  yılında  Dr.
Henry  Field  tarafından  bulunmuş,  Bağdad  Üniversite­
sinde  Dr.  Anis  Frayha'nın  yaptığı  İngilizce  çevirileri
1946'da yayımlanmıştır.
John S. Guest
KİTÜB 'ÜL-CİLVE
( Tanrısal Açıklama Kitabı)
Melek  Ta'us,  bütün  yaratıklardan  önce  var  oldu.
Seçilmiş  halkını  uyarmak  ve  yanlışlardan  uzak  tutmak
üzere,  yardımcılarını  bu  dünyaya  gönderdi;  kullarını
önce  sözlü  olarak  uyardı,  ikinci  olarak  bu  kitapla  ki  ya­
bancıların okuması ya da bakması yasak kılındı.
(Birinci Bölüm)
Ben  ki  vardım;  varım,  sonsuza  dek  var  olacağım;
tüm  yaratılmışlara  hükmüm  geçer,  tüm  olaylar  ve  be­
nim  erkim  altındaki  varlıklarla  ilgili  her  şey,,  benim
buyruğumla  olur.  Kim  bana  inanır  da  gereksindiğinde
beni  çağırırsa,  ben  hemen  onun  yanındayım,  benim  var
olmadığım  hiçbir  yer  düşünülemez.  Beni  benimseme­
yen kimselerin, kendi isteklerine uygun olmadığı için
75
kötülük  diye  nitelendirdikleri  tüm  olaylar,  benim  iste­
ğimle  olur.  Her  çağın  bir  Yönetici  Vekili  vardır,  onu
ben  seçerim.  Her  kuşakla  birlikte,  bu  Dünya'nın  Baş-
kan'ı  da  değişir;  Başkanlar  sırayla  gelirler,  kendi  dö­
nemleriyle  ilgili  görevlerini  yerine  getirirler.  Yaratılış­
tan  kazanılan  özelliklerin  değerleriyle  orantılı  olarak,
suçları  bağışlarım.  Kim  ki  bana  karşı  çıkar,  sıkıntılarla
acılar  ondan  eksik  edilmeyecektir.  Başka  hiçbir  Tanrı,
benim  işlerime  ve  yaptıklarıma  karışamaz:  Ben  neye
karar verirsem, o olur.
Yabancıların  ellerinde  bulunan  kutsal  kitaplar,
peygamberler  ve  havariler  tarafından  yazılmış  olsalar
bile,  artık  geçersizdirler,  isyancı  bir  nitelik  kazanmış­
lardır,  bozulmuşlardır;  bunlar  birbirlerini  yalanlamakta
ve  geçersiz  kılmaktadırlar.  Doğru  olanla  yanlış  olan
arasındaki  ayrım,  yaşanılan  çağın  koşullarına  göre  ya­
pılacaktır.  Bana  inananlara  verdiğim  sözleri  yerine  ge­
tireceğim;  belirli  dönemler  için  yetkilerimi  devrettiğim
akıllı  ve  sevgili  Vekillerimin  yargılarına  göre,  kulla­
rımla  aramdaki  sözleşmeye  uyacağım  ya  da  uymayaca­
ğım.  Olayların  gelişimini  dikkate  alırım;  içinde  bulu­
nulan  zamanda  yararlı  olan  neyse,  onu  uygularım.  Be­
nim  eğitmenliğimi  kabul  edenleri  yönlendirir,  eğitirim;
onlar,  bana  uymakla,  ruhun  duyacağı  sevinç  ve  zevkle­
rin en büyüğüne kavuşurlar.
76
(İkinci Bölüm)
Çok  iyi  bildiğim  tüm  yöntemlerle,  ademoğullarını
ödüllendirir  ve  cezalandırırım.  Yeryüzünde,  üstünde  ve
altında  ne  varsa,  benim  denetimimdedir.  Öbür  ırklara
yardım  etmeyi  üstlenmem,  onlara  iyilik  yapmaktan
uzak  da  durmam,  hele  benim  seçilmiş  topluluğumdan
ve  bana  uysallıkla  hizmet  edenlerden  bunu  hiç  esirge­
mem.  Sınadığım  insanlara  etkin  bir  denetim  yetkisi  ve­
ririm;  bu  insanlar,  benim  irademe  uygun  olarak,  belirli
durumlarda,  bana  inanıp  öğütlerimi  tutanlara  yardım
ederler.  Alan  da  benim,  veren  de;  zengin  eden,  fakir
eden  de;  mutlu  kılan,  mutsuz  kılan  da;  bütün  bunlar,
çevre  koşullarına  ve  zamana  uygun  biçimde  gerçekle­
şir;  benim  işlerime  karışmak  ve  herhangi  bir  insanı  de­
netimimden  çıkarmak  hakkına  ve  yetkisine  sahip  hiçbir
güç  yoktur.  Bana  engel  olmaya  çalışanların  üzerine
acılarla  hastalıklar  yağdırırım.  Kim  benim  buyrukları­
ma  uyarsa,  öbür  insanlar  gibi  ölmez.  Bu  düşük  dünya­
da  hiç  kimsenin,  kendisi  için  belirlediğim  süreden  fazla
kalmasına  dayanamam;  ama  istersem,  onu  bu  dünyaya
iki  kez,  üç  kez  ya  da  da  daha  fazla  geri  gönderirim,  ru­
hunu  başka  bir  bedenin  içine  sokarak;  bu,  evrensel  bir
yasadır.
77
(Üçüncü Bölüm)
Ben,  kitap  göndermeksizin  yönlendiririm,  dostla­
rıma  ve  benim  öğrettiklerimi  benimseyenlere,  doğru
yolu,  gizli  araçlarla  gösteririm;  uyulmasını  istediğim
kurallar,  bunaltıcı  değildir,  zamana  ve  koşullara  göre
saptanmıştır.  Yasalarıma  karşı  çıkanları  öbür  dünyalar­
da  cezalandırırım.  Ademoğulları,  yapılması  istenen
şeyleri  bilmezler,  bu  yüzden  sık  sık  yanlışlığa  düşerler.
Yeryüzündeki  ve  gökteki  hayvanlar,  denizdeki  balıklar,
hepsi  benim  yönetim  ve  denetimim  altındadırlar.  Dün­
yanın  bağrındaki  gizli  hazineler  ve  başka  şeyler,  benim
bilgimin  içindedir.  Onların  tek  tek  bulunup  alınmasına
olanak  sağlarım.  Bunlara  sahip  olacak  kimselere  ve
benden  zamanında  dilekte  bulunanlara  gizli  işaretleri­
mi,  mucizelerimi  gösteririm.  Bana  ve  izleyicilerime
karşı  yabancıların  göstereceği  düşmanlık  ve  direnme,
ancak  kendilerine  zarar  verir;  çünkü  bilmezler  ki  güç
ve  zenginlik  benim  ellerimdedir  ve  bunları  ben,
âdemoğullarından  hak  edenlere  veririm.  Dünyaların
yönetimi,  çağların  arka  arkaya  geçip  gidişi,  vekilleri­
min  her  çağda  değişmesi,  sonsuza  dek  benim  yetkim-
dedir.  Her  kim,  oraya  dürüstçe  yürümezse,  ben,  kendim
belirleyeceğim  bir  zamanda  onu  cezalandıracağım  ve
başladığı yere geri göndereceğim.
78
(Dördüncü Bölüm)
Mevsimler  dört  tanedir,  unsurlar  da  (*)  dört  tane­
dir;  bunları  ben,  yaratıklarımın,  gereksinmelerini  gider­
meleri  için  bağışladım.  Yabancıların  kutsal  kitapları,
ancak  benim  yasalarıma  uygun  oldukları,  karşı  çıkma­
dıkları  ölçüde  tarafımdan  kabul  görürler;  yine  de  bun­
lar,  çoğunlukla  saptırılmışlardır.  Üç  tanesi  bana  karşı­
dır  ve  ben,  üç  addan  nefret  ederim.  Benim  gizlerimi
açığa  vurmayanlar  için,  ödüllendirme  konusundaki  sö­
zümü  tutacağım.  Benim  uğruma  acı  çekmeye  katlanan­
ları,  kuşku  duyulmasın  ki,  dünyalardan  birinde  ödül­
lendireceğim.  Benim  yolumdan  gidenler,  kendilerine
düşman  olanlara  ve  yabancılara  karşı,  cemaat  halinde
yaşasınlar.  Ey  siz,  benim  yasalarıma  uyanlar,  benim  ta­
rafımdan  iletilmeyen  düşünceleri  kafanıza  sokmayın.
Yabancıların  yaptığı  gibi  sakın,  adımı  ya  da  bana  ya­
kıştırılan  adları  ağzınıza  almayın,  yoksa  günaha  girersi­
niz; çünkü bu konular, sizin kavrayışınızın üzerindedir.
79
(Beşinci Bölüm)
Beni  simgeleyen  şeylere  ve  resimlerime  saygıları­
nızı  sunun;  çünkü  onlar  size,  benim  yasalarıma  aykırı
olan  davranışlarınızı  anımsatacaktır.  Yardımcılarımın
buyruklarına  uyun,  sözlerine  kulak  verin  ki  benden  al­
dıkları öte dünya bilgisini size iletsinler.
*
80
Mushaf-a reş
(Kitüb'ül-Asvad: Kara Kitap)
Başlangıçta  Tanrı,  kendi  yüce  özünden  Beyaz  İn-
ci'yi  yarattı  ve  bir  kuş  yarattı  ki  adı  Anfar'dı.  Ve  İnci'yi
onun  sırtına  koydu,  ve  orada  kırk  bin  yıl  oturdu.  İlk
gün,  yani  pazar  günü,  Azazil  adlı  meleği  yarattı;  işte  o,
hepsinin  başkanı  olan  Ta'us  Melek  (Tavuskuşu  Me-
lek)'tir.  Pazartesi  günü  Tanrı,  Darda'il  adlı  meleği  ya­
rattı  ki  o,  Şeyh  Hasan'dır.  Salı  günü,  İsrafil'i  yarattı  ki,
Şeyh  Şams'tır.  Çarşamba  günü,  Cebra'il  adlı  meleği  ya­
rattı;  o  da  Abu  Bekr'dir.  Perşembe  günü,  Azra'il'i  yarat­
tı  ki,  Sacadin'dir.  Cuma  günü,  Şemma'il  adlı  meleği  ya­
rattı;  o  da  Nasir'ud-Din’dir.  Cumartesi  günü,  Nura'il
adlı  meleği  yarattı,  ki  o  [...])  Melek  Ta'us  (Melek  Ta-
vus)'u  onların  başkanı  yaptı.  Ondan  sonra  Tanrı,  yedi
göğü,  yeryüzünü,  ve  güneşi  ve  ayı  yarattı  [...]  İnsanı,
kuşları  ve  tüm  hayvanları  yarattı,  ve  onları  pelerininin
boşluğuna  yerleştirdi,  ve  İnci'nin  üzerinden  indi,  me­
lekler  de  yanındaydı.  Sonra  yüksek  sesle  İnci'ye  doğru
haykırdı,  o  da  düşüp  dört  parçaya  ayrıldı,  içinden  su
fışkırdı  ve  deniz  oldu.  Dünya  yuvarlaktı,  üzerinde  çat­
lak  yoktu.  Sonra  Tanrı,  bir  kuş  biçiminde  Cebrail'i  ya­
rattı,  ve  dört  bucağın  yönetimini  ona  emanet  etti.  Sonra
bir gemi yarattı ve onun içinde otuz bin yıl kaldı, on-81
dan  sonra  Laleş'e  geldi  ve  konakladı.  Dünyanın  içinde
haykırdı,  ve  yoğunlaşmayla  deniz  oluştu,  ve  dünya  yer­
yüzüne  dönüştü  ve  titremeye  devam  ettiler.  Sonra  Ceb­
rail'e,  Beyaz  İnci'nin  iki  parçasını  getirmesini  buyurdu,
parçalardan  birini  yeryüzünün  altına  yerleştirdi,  öbürü­
nü  de  Göğün  Girişi'ne(*)  kapı  olarak  koydu.  Sonra  on­
ların  içine  güneşi  ve  ayı  yerleştirdi,  onların  kırpıntıla­
rından  da  yıldızları  yarattı,  ve  onları  göğe  süs  olarak
astı.  Ayrıca  yeryüzünü  süslemek  üzere  meyve  ağaçları­
nı,  bitkileri  ve  dağları  yarattı.  Halı’nın  üzerinde  Taht’ı
yarattı.  Sonra,  dedi  ki  Ulu  Tanrı:  "Ey  Melekler,
Adem'le  Havva'yı  yaratacağım,  onları  insan  yapaca­
ğım,  ve  ikisinden,  Adem'in  belinden  gelmek  üzere,
Şehr  ibn  Cebr  doğacak;  ve  ondan  tek  bir  halk  türeyecek
yeryüzünde;  Azazil'in,  yani  Ta'us  Melek'ın  toplumu
olan  Yezidi  halkıdır  bu.  Sonra  Şeyh  Hâdi  Musafir'i  Su­
riye'den  göndereceğim  ve  o  gelip  Laleş'te  kalacak.»
Sonra  Tanrı,  kutsal  ülkeye  indi  ve  Cebrail'e,  dünyanın
dört  bucağından  toprak  getirmesini  buyurdu:  Toprak,
hava,  ateş  ve  su.  Onlarla  bir  adam  yaptı  ve  kendinden
ona  bir  ruh  bağışladı.  Sonra  Cebrail'e,  Adem'i  Cennet'e
yerleştirmesini  buyurdu,  orada  meyveyle  bütün  yeşil
bitkileri  yiyebilsin  diye;  ancak  buğday  yemesi  yasaktı.
Yüz  yıl  sonra  Ta'us  Melek,  Tanrı'ya  dedi  ki:  «Adem,
nerede  ve  nasıl  üreyip  çoğalacak?»  Tanrı  ona  «Yetki
ve  yönetimi  sana  bırakıyorum  bu  konuda»  dedi.  O  za­
man  Melek  Tavus,  gidip  Adem'e  sordu:  «Hiç  buğday
yedin  mi?»  O  da  yanıtladı:  «Hayır,  çünkü  Tanrı  bunu
bana  yasakladı,  'Ondan  yememelisin'  dedi»  Melek
Ta'us  şöyle  dedi  ona:  «Yesen,  senin  için  çok  daha  iyi
olur.»  Ama  Adem'in,  yedikten  sonra  karnı  şişti,  ve
Ta'us  Melek  onu  Cennet'ten  çıkardı,  ve  bıraktı,  ve  göğe
82
çıktı.  O  zaman  Adem,  karnının  şişkinliği  yüzünden
acıyla  kıvrandı,  çünkü  bedeninde  çıkış  deliği  yoktu.
Ama  Tanrı  bir  kuş  gönderdi,  o  da  Adem'in  bedeninde
bir  çıkış  deliği  açtı,  böylece  Adem  rahatladı.  Ve  Cebra­
il  yüz  yıl  ona  görünmedi,  ve  o  mutsuz  oldu,  ağladı.  O
zaman  Tanrı,  Cebrail'e  buyurdu  ve  o  gelerek  Adem'in
sol  koltuk  altından  Havva'yı  yarattı.  Sonra  Melek  Ta­
vus,  halkımıza  demek  istiyorum  ki,  çok  acı  çeken
Yezidîlere  yardım  etmek  üzere  yeryüzüne  indi  ve  eski
Asurluların  yanında,  bizim  de  başımıza  krallar  dikti;  bu
krallar  Nesrukh  (ki  o,  Nasir'ud-Din'dir)  ve  Kamush  (o
da,  Sultan  Fahrü'd-Din'dir)  ve  Artimus  (ki,  Sultan  Şem-
sü'd-Din'dir)  adını  taşıyorlardı.  Bundan  sonra  iki  kral
tarafından  yönetildik;  birinci  ve  ikinci  Şapur  adlı  bu
kralların  yönetimi  yüz  elli  yıl  sürdü  ve  onların  soyun­
dan  gelen  Amir'lerimiz  bizi  bugüne  dek  yönetmişlerdir,
ve  biz  dört  kabileye  bölündük.  Bize  khass  (marul)  ha­
ram  kılınmıştır,  çünkü  kadın  peygamberimiz  olan
Khassa'nın  adını  anımsatmaktadır;  kuru  fasulye  de  ha­
ramdır,  koyu  mavi  boya  kullanmamız  yasaktır;  Yunus
peygambere  saygısızlık  etmiş  olmamak  için,  balık  ye­
memiz  haramdır;  Ceylanları  da  yemeyiniz,  çünkü  onlar
peygamberlerimizden  birinin  sürüsü  olmuşlardır.  Ayrı­
ca,  Şeyh  ve  müritleri,  tavuskuşuna  saygısızlık  etmemek
için,  horoz  da  yemeyiniz;  çünkü  tavuskuşu,  daha  önce
sözü  edilen  yedi  tanrıdan  biridir  ve  biçimi  horozu  andı­
rır.  Yine  Şeyh  ve  müritleri,  helvacıkabağı  yemekten  sa­
kınınız.  Bundan  başka,  ayakta  işemek,  ya  da  oturmuş
haldeyken  giyinmek,  ya  da  Müslümanların  yaptığı  gibi
helada  taharetlenmek,  ya  da  onların  banyolarında  gusül
etmek,  bize  yasaklanmıştır.  Ayrıca,  tanrımız  olan  Şey-
tan'ın adını ya da onu anımsatan Kitan, Şar, Şat gibi
83
adları  ya  da  Mel’un,  [...]  na'l  gibi  sözcükleri  ağza  almak
yasaktır.
Önce  [...]  bizim  dinimize,  putataparlık  dediler  ve
Yahudiler,  Hıristiyanlar,  Müslümanlar  ve  İranlılar  dini­
mizden  uzak  durdular.  Kral  Ahab  ile  Amran,  bizdendi;
öyle  ki,  bizim  Pirbub  diye  adlandırdığımız  Ahab  Beel-
zebub'un  Tanrısından  yardım  dilerlerdi.  Bizim  Babil'de
Bakti-Nossor  (Nebukadnezzar)  adlı  bir  kralımız  vardı;
İran'da  Ahasuerus,  İstanbul'da  Agrikalus  da  bizdendi.
Gök  ve  yer  var  olmadan  önce  Tanrı,  suların  üzerinde
bir  teknenin  içindeydi.  Sonra,  yaratmış  olduğu  inciye
kızdı,  onu  başından  attı;  incinin  kırılmasından  dağlar,
çınlamasından  kum  tepeleri,  dumanından  da  gökler
meydana  geldi.  Sonra  Tanrı,  göğe  çıktı  ve  gökleri  yo­
ğunlaştırdı;  ve  onları,  altlarına  destek  koymadan  yer­
leştirdi,  ve  yeryüzünü  her  yanından  çevirdi.  Sonra  elle­
rine  kalemi  aldı,  ve  tüm  yaratıklarının  adlarının  listesi­
ni  çıkardı.  Kendi  özünden  ve  nurundan  altı  Tanrı  yarat­
tı  ki  bunların  yaratılması,  bir  lambanın  başka  bir  yanan
lambadan  yakılması  gibiydi.  Sonra  Birinci  Tanrı,  İkinci
Tanrı'ya  dedi  ki:  «Ben  göğü  yarattım;  sen  oraya  çık,
ve  bir  şeyler  yarat.»  Ve  o,  göğe  çıktığı  zaman,  güneş
var  oldu.  Kendisinden  sonraki  Tanrı'ya,  'Çık'  dedi  ve
ay  yaratıldı.  Ve  ondan  sonraki  Tanrı,  gökleri  harekete
geçirdi;  ve  ondan  sonraki  Tanrı,  yıldızları  yarattı  ve  on­
dan  sonra  gelen  Tanrı,  el-Kuragh'ı,  yani  Sabah  Yıldı-
zı'nı (*) yarattı; her şey böyle yaratıldı.
*
(*) Venüs, -Çev.
84
Şeyh hâdî'nînİlahİsİ
Şeyh Hâdî’nin İlahisi Huzur İçinde Yatsın!
Benim  bilgim,  tüm  varlıkları  kuşatır
Benim varlığım, benden gelir.
Benim gelişimin nedeni, yine benim;
Zamanını da bilen benim.
Evrende var olan her şey, benim buyruğumdadır
Her yer, insanlar otursun oturmasın,
Ve tüm yaratılmışlar, benim buyruğumdadır.
Benim egemenliğim, başka egemenliklerden
üstündür.
Sözlerim her zaman doğrudur.
Yeryüzünün  yargıcı  ve  yöneteniyim
Benim  yüceliğime  tapınır  insanlar
Bana gelirler, öperler ayaklarımı.
Benim, gökleri kat kat yayan.
Başlangıçta haykıran, benim.
Şeyh'im ben, benden başka yoktur tapacak.
Benim, kendimi mucizelerle gösteren.
85
Bana indirildi mutluluklar kitabı,
Dağları eriten efendimden.
Tüm yaratılmış insanlar bana gelirler
Saygıyla öpmek için ayaklarımı.
Meyveler üretirim gençliğin ilk özsuyundan,
Kendi gücümle, ve bana yönelirler öğrencilerim.
Işığımın önünde sabahın karanlığı dağılır.
Yol gösteririm, isteyenlere.
Benim, Adem'in Cennet'te yaşamasına neden olan,
Nemrud'un kızgın ateşte kalmasına da.
Ahmed'e adaletli davranmasında önderlik ettim
Benim yolumda ilerlettim onu.
Bana gelir tüm yaratıklar
Sevgimi, armağanlarımı kazanmak için.
En yüksek yerlere bile uğrarım ben
İyilikler benim acımamdan kaynaklanır.
Benim, tüm yüreklere korku salan
Bana uysunlar diye; ve yüceltirler gücünü ve
görkemini kötülüğümün
Karşıma çıktı o öldürücü aslan
Öfkeyle ve ben haykırdım ve taşa çevirdim onu,
Karşıma çıktı yılan
Ve ben irademle kuma çevirdim onu.
Benim, vurup titreten kayayı
Ve yanından fışkırtan suların en tatlısını.
Benim bildiren, kesin gerçeği.
Benden gelir, acı çekenleri avutan kitap.
Benim biricik yargıç,
Yargılamak benim hakkımdır.
İlkyazları yarattım su versinler diye,
Suların en tatlısını ve güzelini.
Eli açıklığımla ben neden oldum belirmesine
86
Ve gücümle saflaştırdım onu.
Bana dedi ki Cennetin Efendisi,
«Sensin tek yargıcı ve yöneticisi yeryüzünün.»
Bazı mucizelerimi kendim sergilerim,
Bazılarıysa, varlıkların kendilerinde
açığa vurulmuştur.
Benim, dağlara boyun eğdiren,
Benim altımda, benim irademe göre.
Ürkünç görkemimin karşısında haykırır canavarlar
Gelir tapınırlar bana, öperler ayaklarımı.
Şamlı Hâdî'yim ben, Musafir'in oğlu.
Yüce bağışlayıcı, çeşitli adlar verdi bana,
Göksel tacı, makamı, ve yeri göğü ve yeryüzünü.
Gizlerime erenlerin gözünde, benden başka Tanrı
yoktur.
Her şey benim buyruğumun altındadır.
Onun için, benim önderliğimi yadsımayın.
Ey insanlar! Bana karşı çıkacağınıza, boyun eğin,
Yargılama Günü'nde, karşıma geldiğinizde
mutlu kılınırsınız.
Her kim, bana bağlı olarak ölürse
Cennet'e göndereceğim onu,
Ama kim ki, beni tanımadan ölür
Acı içinde kıvrandıracağım onu.
Diyorum ki, yücelikte yoktur dengim.
Yaratırım ve istediğimi zengin yaparım,
Övgüler bana, her şey benim irademle olur.
Işığı ben bağışlarım evrene.
Ben o hükümdarım ki, büyüklüğüm kendimden
gelir
Yaratılmış tüm zenginlikler benim buyruğumdadır.
İzlemeniz gereken bazı yolları gösterdim size,
87
ey insanlar,
Bana  yakın  olmak  isteyenler,  dünyayı  unutmalıdır.
Sözlerim her zaman doğrudur.
Yükseklerdeki  bahçe,  beni  hoşnut  edenler  içindir.
Ben,  gerçeği  aradım  ve  onaylayıcısı  oldum  onun;
Aynı gerçeği kavrayanlar, en yüksek yere
ulaşacaklar benim gibi
*
88
Katar metînlerî
Batı  Avrupa'da  12.  ve  13.  yüzyıllarda  ortaya  çıkan  Ka­
tarlar,  Hallac-ı  Mansur  gibi,  Tanrıyla  birleşmeyi,  Tanrı  aşkını  sa­
vunuyorlardı.  Katar'ların  metinlerinden  yaptığımız  çevirileri  kita­
bın  sonuna  eklemeyi  uygun  bulduk.  Ayrıca,  iyi  ve  kötü  konusun­
da  Yezidi'ler  gibi  düşünen  şair  William  Blake'in  ünlü  "Kaplan"  şi­
irini, açıklamalarla birlikte sunuyoruz.
89
Tablo: Paul Delvoux
90
Mani  (İ.S.  216-274),  Ortadoğu'da  Zerdüşt  dinini,  Hıristiyan­
lığı, Budacılığı, Gizemcililiği birleştirerek yeni bir din yaratmıştı.
Mani  dinini  Hıristiyan  bir  görüntüyle  sürdüren  Katarlar,  12.
ve  13.  yüzyıllarda  Batı  Avrupa'da  ortaya  çıktılar.  İyi-kötü  karşıtlı­
ğı,  madde  dünyasının  kötü  oluşu,  Mani  dininde  olduğu  gibi,  Katar
inancında  da  temel  kabullerdir.  Dünya  tutkularından  arınıp  yeni­
den  Tanrı'yla  birleşmeyi  savunan  Katarlar.  Hallac-ı  Mansur'la  ay­
nı  yolun  yokuşudurlar.  "Katar"  sözcüğü,  Yunancada  "arınmış"
demektir.  Mani  toplumu  gibi,  Katar  toplumu  da,  rahipler  ve  ina­
nanlardan  oluşuyordu.  "Kusursuz"  diye  adlandırılan  rahipler,
inanca  uygun  yaşayan,  yani  dünyadan  el  etek  çekmiş  kimselerdi;
inananlar  ise,  toplumun  büyük  kesimi  olup  bunlar  dünya  işleriyle
ilgilenebilirler, evlenebilirlerdi.
Zerdüşt  dininden  gelen  iyi-kötü  karşıtlığı,  Katar'larda  kesin
olarak  vardır;  Hallac-ı  Mansur'da  hem  vardır  hem  yoktur;  Yezi-
di'lerde  ise  böyle  bir  karşıtlık  kabul  edilmez  (Şeytan,  Tanrı  adına
evreni yönetir).
Burada  sunduğumuz  Katar  metinleri,  Hallac-ı  Mansur  düşün­
cesine ne kadar yakın olduklarını açıkça göstermektedirler.
Bu  metinleri  Fransa'da  derleyenler  tarafından  yazılmış  ön­
sözlerde  görüleceği  gibi,  Katar  inancı  Fransa’nın  güney  bölgele­
rinde bugün de etkisini sürdürmektedir.
Yaşar GÜNENÇ
91
Ruh  ekmeğİ
Katarlar,  Hıristiyanlığın  Kutsal  Kitabı'nı  ve  Pau-
los'un  düşüncelerini  Mani  dinine  göre  yorumlamışlar­
dı:  İyi  ve  kötü  karşıtlığı  (İran'dan  gelir),  Gnoistik
(inanç  topluluğuna  katılma  ve  özgür  bir  öğrenme  çaba­
sıyla  kurtuluşa  ulaşma),  insanın  üçlü  yapısı  (zihin,  ruh,
beden;  zihin,  hem  kurtarıcı'dır  hem  kurtarılan,  çünkü
Tanrı'yla birleşir).
Katarların  önemli  metinlerinden  "Babamız"ın  bazı
bölümlerini  burada  sunuyoruz.  Görüleceği  gibi  Katar­
lar,  dualarında  "bize  günlük  ekmeğimizi  ver"  demezler,
"maddeüstü (ruh) ekmeğimizi ver" diye dua ederlerdi.
Kafkasya'da  VIII.  yüzyıldan  önceki  Paulos'çular,
Makedonya  ve  Bulgaristan'da  X.  yüzyıldaki  Bogomil-
ler, Katarlar'ın öncüleriydi.
Bugün  bile,  Cevennes'in  bazı  köylerinde  halk,
"kusursuz"  diye  adlandırdığı  bazı  yaşlılara  saygı  göste­
rir;  bu  kişiler  papaz  konumunda  değildirler,  dünyayı
aşma  yollarını  bilen  kişiler  olarak  görülürler.  Katar-
lar'ın  etkisi  açıktır:  Kusursuz'lar,  Katar  toplumunun  ra­
hipleriydi.
Marc de SMEDT
(Le Nouveau Planete, Sayı 17, 1970)
92
Pater noster
(Babamız)
Pazar Duası:
Bu  duanın,  yani  "Pater  Noster"in  nasıl  algılanaca­
ğını  öğrenmeniz  gerekmektedir.  Bu  dua  kısadır  ama
içinde  büyük  şeyler  vardır.  O  halde,  "Babamız”ı  söyle­
mek  zorunda  kalan  kimseler,  onu  iyi  işlerle  onurlandır­
mak  zorundadırlar.  "Oğul"un  demek  istediği,  "Baba
Aşkı"dır.(i)  İşte  bu  yüzden,  mirasa  bir  oğul  gibi  hak  ka­
zanmak  isteyenler,  kötü  işlerden  kesinlikle  uzak  durma­
lıdırlar.  "Babamız":  Bu  söz,  bir  sesleniştir.  Gerçek  anla­
mı:  Ey  yalnızca  kurtarılmaya  değer  olanların  babası.
"Sen  ki  göklerdesin":  Bunun  anlamı:  Sen  ki  ermişlerde,
göksel  erdemlerdesin.  Ayrıca,  bu  niteleme  kullanılır­
ken  belki  bir  amaç  daha  güdülmüştü:  Onu  şeytanlığın
babasından,  kötü  yüreklilerin  ayartıcı  babasından  ayır-
detmek.
(1)  Hallac_ı  Mansur'un  öldürülme  nedenlerinden  olan,  «Tanrı'yla
aşk ilişkisi kurulabileceği» savı, burada yinelenmektedir._Çev.
93
Katar şiirleri
Bir  aile  tarafından  bana  verilen  bu  şiirler,  Proven-
ce  yöresinde  bugüne  dek  gizli  tutulmuş  geleneklerden
kaynaklanmaktadır.  Dillerinden,  Toulouse  çevresinde
yaratıldıkları  bellidir.(l)  1300'lü  yıllarda  ortaya  çıkmış
olmalıdırlar,  çünkü  bakire'den  söz  etmektedirler;  Tou-
louse'da  Meryem'le  ilgili  şirler  1300'lü  yıllarda  yazıl­
mıştır.  Katarlar'ın  uğratıldığı  kıyımdan  hiç  söz  etme­
yişleri  de,  1210-1220  arasındaki  o  korkunç  yıllardan
çok  sonra  yazıldıklarının  kanıtıdır.  Bu  şiirler,  Katar'lık-
tan  Katolikliğe  geçmiş,  böylece  iki  inancın,  güney  böl­
gesine  özgü  bileşimini  gerçekleştirmiş  ailelerden  bi­
rinde  yetişen  bir  genç  kızın  şiirleridir  bence.  Bunlarda,
Katar  düşmanlarının  kavrayamadığı  izlekler  var:  Yaşa­
ma  sevinci,  bunun  yanında  ruhu  yüceltmeye  yönelik
ama  bedeni  dışlamayan  bir  yaşam  alayişi.  Bunlar,  m
utlu  aşk  şiirleridir;  Tanrı'ya  duyulan  aşkla,  Tanrı'ya
doğru  yükselme  çabasının  sevinciyle  dolu  olan,  ama
yeryüzünde  iki  varlığın  arasındaki  aşkın  mutluluğunu
da içeren şiirler.
Araştırmalarım  sırasında,  yaşı  elliyi  aşkın  bir  Katar
kadını, bana çok önemli açıklamalarda bulundu. Bu ka­
94
dın,  Provence  yöresinde  oturuyordu  ama  Pirene'lerin
doruklarında  yerleşmiş  olanlara,  beden  özellikleri  bakı­
mından  hiç  benzemiyordu.  Söylediğine  göre  kendisi,
Katar  inancına  sahip  Norman  bir  ailenin  kızıydı;  Pire-
ne'lere  son  yıllarda  gelmişti.  Katarlar'ın  Normandiya'ya
Vikingler'le  birlikte,  daha  Pirene'lerde  hiçbir  Katar
yokken  geldiklerini  de  ekledi.  Yaptığım  araştırmada,
gerçekten  de,  Katarlar'ın  Pirene'lere  (1140  yılında)  ge­
lişlerinden  çok  önce,  1007  yılında  Orléans'da  Mani  di­
ninden  olan  insanların  yakılmış  olduklarını(2)  saptamış
bulunuyorum; kadının söyledikleri doğruydu.
Bu  Katar  Vikingler  nereden  gelmişlerdi?  Bizans
İmparatorluğu,  VIII.  y.y.da  ele  geçirdiği  Ermenis­
tan'daki  Mani'cilerden  kurtulmak  için  onları  kitle  halin­
de  Bosna'ya  ve  Bulgaristan'a  sürdü.  Bu  din  oralardan,
Tuna  yoluyla  İtalya  ve  Provence'a  yayıldı.  Tuna  liman­
larına  İskandinav'lar  da  geliyordu;  gemileriyle  Dvina
ırmağında  ilerledikten  sonra,  karaya  çıkıp  yakındaki
Dnieper  ırmağına  dek  gemilerini  karadan  taşıyorlar,
bu  ırmak  üzerinden  de  Karadeniz'e  iniyorlardı,  yağma
yapmak  ya  da  İstanbul'da  imparatorun  koruma  alayına
asker  yazılmak  için.  Bu  sırada  Tuna  limanlarında  Ma-
ni'ci  tüccar  ve  gemicilerle  karşılaşıyorlardı.  Böylece  bu
din,  İskandinavya'ya  ulaştı;  sonra  Vikingler  tarafından
Normandiya'ya  ve  İngiltere'ye  getirildi.  Bugüne  dek
gizli  kalan  İngiliz  Katarlar'ının  varlığı  buradan  kaynak­
lanır; en büyük temsilcileri, şair William Blake'tir.(3)
Kuzeyin  etkileri,  burada  sunduğum  şiirlerde  açıkça
görülüyor:
95
"İşitirsem onun çayırlarda, rüzgârın altındaki
yürüyüşünü
Gideceğim bir elma ağacının altına
Bekleyeceğim.”
Çayırda  ve  rüzgârın  altında  yürüyen,  ölümün  ve
yeniden  bedenlenmenin(4)  efendisidir;  elma  ağacı  ise,
Avalon’un,  öbür  dünyanın  ağacı  olup,  dünyamıza  yeni­
den gelmek için bu ağacın altına gidilerek beklenir.
Elma,  yaşam  veren  meyvedir;  Kral  Arthur,  yara­
landığında  Avalon  adasına,  yani  elma  ağacı  adasına
götürüldü,  gerekli  süreyi  burada  geçirip  eski  gücüne
kavuşarak  yeniden  dönmesi  için.  Elma,  kuşkusuz,  Tan­
rı'nın  şu  sözleriyle,  uzaktan,  bağlantılıdır:  "İnsan,  elini
uzatmasın  ve  yaşam  ağacının  meyvesini  koparmasın  ve
bunu yemesin ve sonsuz yaşamı elde etmesin."
Galler  ülkesinin  Hıristiyanlık  öncesi  inançları,
Norman  kralların  sarayına  taşındı;  sonra  Normanlar'ın
arasına  karışan  Galli  ozanlar  tarafından  Fransa'nın  gü­
ney kısmındaki katar bölgesine yayıldı.
Denis SAURAT
(La Nouvelle NOUVELLE REVUE FRANÇAISE,
1 Ekim 1953 tarihli 10. sayısı)
96
Kaybolacak olsaydın
Arardım gözlerimin anlamını toprakta
Ama bulamazdım onların gizinin adını.
Tanınmaz gecelerde, geçerlerken kuşlarım
Bekleyeceğim, karanlığı ışıtarak,
Yitik kaygılarımın başında.
Düzelterek kırışıklarını tanrısal cübbenin
Kattım yıldızları göklerin tasma
Sonunda yitirdim Tanrı'nın bana verdiği adı
Gözyaşlarımızı Tanrı'nın tasından içelim
Sonra ona teslim edelim kendimizi
Uyuyalım.
*
Mutluluğum,  dünyanın  bilinmeyen  bir  tarafından  başlar
Öyle alışılmadık kuralları var ki çekinirim sözet
mekten;
Bu aşkın kendisine
Hayranlıktan donakalan bir çiçek
Belki avutur beni
Kapalı gözlere karşı.
*
97
İşitirsem onun çayırda, rüzgârın altında yürüyüşünü
Vaftiz çiçekleri toplayarak,
Karşılayacağım bu sevinci
Gideceğim bir elma ağacının altına
Bekleyeceğim.
*
Yüzüstü bırakılmış ruhların ambarında
Devşireceğiz çiçeklerimizi
*
Kaldıralım çatıları,
Öldü buğdaylarımız,
Bırakalım güneşle yağmur girsin
Göstermek için ruhlara, göklerin bakışını;
Üfleyelim tozları
Renklerimiz taptaze çıkar
Yaşamın kemirdiği
Maddeden kaynaklanan
Toz tabakasının altından;
Yok edelim bedenlerimizi
Giyinelim ak bulutları,
Mutluluk bedenlerin sınırını aşamaz
Bizimse yerimiz doruktur
Oraya ölenler çıkar.
*
Karartmayalım saçaklarımızı,
Koruyalım aydınlığımızı tanrının güzelliğinde(5)
Ve Bakire'nin sevincinde.
Koşalım
Bize değip geçen kuştüyünü öperek
98
Doruklarımızın havasında
Yele verelim acılarımızı.
*
Öldüklerinde bedenlerimiz
Doğar yemişleri Tanrı'nın
Elvedalarda
O zaman anlarım ne ağır olduğunu
Yüreklerin
*
Hafif yüklerdir
Maddeyle ilgili
Küçücük sevinçler,
Kolayca taşınabilir;
Ama ne zaman ki son kervan, son yıldıza doğru
Hareket eder,
Kesip atmak gerekir ipi,
Yoksa ne anlamı olur ölümün?
*
İzin verilecek mi kavuşmamıza mutluluğa,
Tanrı'nın yanında kalmamızı sağlayacak kadar
arınmış
olmanın sevinciyle
Ama öyle bir özlülükle ki
dank edecek kafalara, ülkemizde?
Belki ikinci bir evrende;
Kanatları kelebeğin
öpecek bizi,
Yüreklerimizin gücü
Işıtacak çiçekleri.
99
Benim yüreğim ölecek, ama sen yaşıyor olacaksın
Sevdiğim, uyuyorsun yüreğimin derinlerinde;
Aşkından doğacak
Başka bir yürek, benim için sevinçten titreyerek;
Sen bunu Tanrı'nın sularından çıkaracaksın,
Soğuktur o sular
Ölümün ortasında
Tanrım, bana göndereceksin beni sevebileni,
Alsın diye ruhumu kendi soğuk bedenine,
Gönder bana beni ölüyken sevebilecek olanı,
Böylece geri döneceğim.
*
Açalım gözlerimizi yeni ekin demetleri üzerinde
Orada uyuyalım
O zaman dolaşacağız göklerdeki dünyalarda
Tanrı'ya yaklaşarak
Çatılarımızı gümüş yabasıyla delecek Tanrı
Kaldırarak ateşin ruhunu başka dünyalardan.
Bir esrime gününde uçurumun üzerinde
Meryem'in sevinci patlayacak
Altın çığlıkları düşecek, özgürlüğe kavuşan
yüreklerimize.
*
Sevinçlerin dansettiği ovada
Atların koşuşlarını dinleyelim;
Kapı orada,
Anahtarsız,
Onu bir kuş korur,
100
bazan bir tüy çeker kanadından,
Bekleşen bizlere atar.
*
Tanrım geçti ayaklarımın altından rüzgarda
Ölçerek onların katlanabildiği ağırlığı,
Sonra mürrüsafiden dudaklarıma
biraz tuzlu su döktü,
Artık karşılayabileceğim büyük rüzgarları
Uçurumun ağzında koşuşurken bu rüzgarlar
bırakmazlar öpüşüm düşsün,
Bir çayırın tümseğinde beni beklerken
uyuyan bilinmez'e götürüyorum bu öpüşü
Sonra korkusuzca yola koyulacağız
hışırdayan çalılara doğru,
kartalın koruduğu.
*
Öbür yolu tuttum
Unuttum eski acıları
Yağmurla yeniden girdim toprağın altına
yüklenmek için yazgımı;
ama alevlenir bazen
derinlerimde anısı bir zamanki göklerin
işittiğimde şakıyışını
mavi gözlü kekliğin.
*
Yıldızımız
doğdu bir düşün uzayında,
mutlu ve korkusuz;
Senin sevincinin gördük doğrulduğunu Tanrım
101
devrilmişken, zambak özleyen çayırlardan.
Alalım bu sevinci, alalım bu bağışı
aşkın bize verdiği;
o aşk ki besler çiçekleri
kendi bulutuyla,
bizim bedenlerimizde var eder
senin belirtini.(6)
*
Hiçbir yolu olmayan yaşamın içine bıraktım
yıldızımı,
görkemli bir ağaç beliriverdi,
bir gemi yapacağım ondan, deniz yolculuğum için,
varsın kurusun bahçemin çiçekleri
alıp başımızı doğuya gidelim
seninle;
belki göreceğiz başka bir güneş, kıpkırmızı,
aydınlatacak uyanan çocukları,
o çocuklar yaşamı keşfederler, gemileriyle yol
alırlar
ararlar Tanrı, aşkını.
102
(1) Fransa'nın bu güney bölgesinde Provence dili konuşulur. -Çev.
(2) Katar inancı, Mani diniyle özdeştir. -Çev.
(3) Bizce tam tersine, Blake Katarlar’a değil, Yezidiler'e yakındır. -Çev.
(4) Yeniden bedenlenme: Ölenin ruhunun yeni doğan bir bedene
geçmesi. Bu inanç, hem Kelt'lerde hem Hindularda vardır. -Çev.
(5) İsa'dan sonra 3. yüzyılda yaşamış olan Plotinos, Tanrı'nın güzel­
liği konusunda karmaşık düşünceler öne sürmüştür (daha geniş bilgi için;
Kuram'ın Eylül 1995 sayısındaki, Necdet Sümer'in "Bilincin Güzelliği ya
da Plotinos’un Estetiği” incelemesi önerilebilir.) Ayrıca, Katar şiirlerinde
görülen "aydınlıkla karanlığın karşıtlığı" hem eski Mısır dininden etkile­
nen Plotinos'ta, hem Zerdüşt'ten etkilenen Mani'de görülmektedir. -Çev.
(6) Hallac-ı Mansur'un öldürülmesine neden olan "Tanrıyla aşk iliş­
kisi kurulabileceği" düşüncesi, bu dizelerde de vardır. Yine Mansur gibi,
Tanrı'yla insanın özünün aynı olduğu savunulmaktadır. -Çev.
103
William blake
Ingiliz  şair,  ressam  William  Blake  (1757-1827),
kamutanrıcılığa  inanıyordu.  Fransa'daki  Katarlar'ın  ve
İngiltere'de  aynı  inançtaki  mistiklerin  aksine  Blake,  iyi
ve  kötünün  birbirine  karşıt  değil,  bir  bütünün  ayrılmaz
yanları  olduğunu  savunuyordu.  Ona  göre  Şeytan,  evre­
nin  şiddet,  güç,  enerji  gibi  öğelerinin  temsilcisiydi;  bu
yüzden  de  mutlak  bir  düşman  sayılmamalıydı.  Yine
ona  göre  "Melek"  kavramı,  eylemsizliği,  hatta  ikiyüz­
lülüğü  çağrıştırıyordu.  Bu  görüşlerine  bağlı  olarak  şair,
Katarlar'ın  tersine,  madde  dünyasını,  ruh  dünyası  uğru­
na terk etmeye karşıydı.
Yezidi'lere  çok  yakın  olan  Blake,  burada  sunduğu­
muz  "Kaplan"  (Tyger)  şiirinde,  suçsuzluk  simgesi  ku­
zun)  ile  şiddet  ve  güç  simgesi  kaplanın  aynı  Tanrı  tara­
fından  yaratıldığını  ve  bu  iki  yaratıkta  Tanrı'nın  karşıt
yanlarının göründüğünü dile getirmiştir.(2)
(Çev.)
(1) Şiirde büyük harfle başlayan bu sözcük, Tanrı’nın Kuzusu deni­
len İsa'yı da kastetmektedir. -Çev.
(2) William Blake hakkında, yararlandığımız kaynak: Türk ve Dün­
ya Ünlüleri Ansiklopedisi, 2. Cilt; Anadolu Yayıncılık. -Çev.
104
Kaplan
Kaplan! Kaplan! Parlak alev
Gecenin ormanlarında;
Hangi ölümsüz el ya da göz
Kurdu sendeki ürkünç dengeyi?
Uzak derinliklerde mi yoksa göklerde mi
Tutuştu gözlerinin ateşi?
Hangi kanatlarla yükselebildi?
Bu ateşi hangi el tutmaya cesaret etti?
Hangi kol bu, hangi sanat,
Böyle büken, yüreğinin kaslarını?
Çarpmaya başladığında yüreğin,
Ne korkunç bir eldir, o, ne korkunç ayaklar?
Nasıl bir çekiç? Nasıl bir zincir?
Hangi ocakta biçimlendirildi beynin?
Hangi örste? Nasıl bir korkunç kavrayış
Tutabildi onun öldürücü dehşetini?
105
Yıldızlar, fırlatırken aşağıya mızraklarını
Sularken cenneti gözyaşlarıyla,
O gülümser mi yaptığına bakarak?
Kuzu'yu yaratan mıdır seni de yaratan?
Kaplan! Kaplan! Parlak alev
Gecenin ormanlarında;
Hangi ölümsüz el ya da göz
Kurmaya cesaret etti senin ürkünç dengeni?
*
106