12 Kasım 2010 Cuma

Bilince Açılan Kapı

Milyonlarca insan aynaya göre yaşıyor. Aynada gördüklerinin kendi suratları olduğunu sanıyorlar. Bunun kendi isimleri, kendi kimlikleri olduğuna ve hepsinin bundan ibaret olduğuna inanıyorlar.



Biraz daha derine inmen gerekiyor. Gözlerini kapatmalısın. İçini izlemelisin. Sessizce durman lazım. İçinde tam bir sessizliğe ulaşamazsan asla kim olduğunu anlayamazsın. Bunu ben sana söyleyemem. Söylemenin bir yolu yok. Herkesin kendiliğinden keşfetmesi gerekiyor.



Ama varsın – bu kadarı kesin. Tek sorun içinin derinliğindeki merkeze ulaşmak ve kendini keşfetmek. İşte benim yıllardır öğrettiğim de budur. Benim meditasyon dediğim kendini bulmaya yarayan bir araçtan başka bir şey değildir.



Bana sorma. Kimseye sorma. Cevap içinde bir yerde saklı ve onu keşfetmek için içinin derinliklerine inmen gerekecek. Üstelik o kadar yakın ki – yüz seksen derece dönüversen karşına çıkacak.



Ve sen bir isimden, bir yüzden, bir bedenden ibaret olmadığını görüp şaşıracaksın, hatta sadece bir beyin de değilsin.



Sen tüm varoluşun, onun güzelliğinin, ihtişamının, mutluluğunun, muhteşem coşkusunun bir parçasısın.



Bilincin anlamı kendini tanımaktan başka bir şey değil

Sayfada Ara




MERKEZ VE ÇEVRE



Bedenin kendi içinde herhangi bir özelliği yoktur. Bedenin ötesinde bir şeyler onun parlamasını sağlar. Bedenin görkemi bedenin kendisinden kaynaklanmaz – o bir taşıyıcıdır – görkem yolcu sayesinde oluşur. Yolcuyu unutursan o zaman iş sadece zevk düşkünlüğüne dönüşür. Yolcuyu unutmazsan o zaman bedeni sevmek, onun değerini bilmek ibadetin parçası haline gelir.



Günümüzün bedene tapınma modası anlamsızdır. Bu nedenle insanlar sağlıklı beslenme, masaj, Rolfing ve bin bir başka yöntemle yaşamlarına bir anlam katmaya çalışırlar. Ama gözlerine bak; orada büyük bir boşluk göreceksin. Hedefi ıskaladıklarını fark edeceksin. Esansı kaçmış, açamamış bir çiçek gibiler. İçleri çöl gibi kurumuş, kayıplar ve ne yapacaklarını bilemiyorlar. Beden adına bir sürü şey yapmaya devam ederler, ama hedefi ıskalıyorlar.



Duyduğum bir anekdotu iletiyorum:



Rosenfeld eve suratında kocaman bir gülümseme ile girdi. "Ne kadar iyi bir alışveriş yaptığıma inanamayacaksın," dedi karısına. "Dört tane en dayanıklısından otomobil tekerleği aldım, üstelik indirimdeydiler."



"Sen çıldırdın mı?" dedi karısı. "Ne diye lastik aldın ki? Araban bile yok senin."



"Ne olmuş yani," dedi Rosenfeld, "sen sutyen almıyor musun?"



Merkez ortada yoksa o zaman çevresini süsler durursun. Bu başkalarını kandırmaya yarayabilir, ama seni tatmin edemez. Bazen seni de kandırabilir, çünkü kendi yalanını defalarca tekrarlarsan sen bile gerçek olduğuna inanmaya başlarsın, ama seni tatmin edemez ve seni huzura kavuşturamaz. İnsanlar hayatın tadını çıkarmaya uğraşır dururlar, ama hiç de keyif almazlar. Unutma ki keyif almak için çaba harcıyorsan hedefi ıskalarsın. Mutluluğu elde etme çabası başlı başına saçmadır, çünkü mutluluk zaten buradadır: ona ulaşılmaz. Bu konuda hiçbir şey yapmak gerekmez; sadece ona yol açarsın. O yaşanmaktadır; tüm çevreni sarmıştır; içerde, dışarıda, mutluluk vardır. Başka hiçbir şey gerçek değildir. İzle, dünyanın derinliklerine bak, ağaçlara, kuşlara, taşlara, hayvanlara iyice bak: yaradılışın hammaddesi mutluluktur, coşkudur. Neşeden oluşur. Bir şey yapılması gerekmez. Önündeki engel senin kendi öz varlığın olabilir. Rahatla ki için mutlulukla dolsun; rahatla ki içinden mutluluk fışkırsın.



İnsanlar gergin. Bir şeylerin peşinde koştuğunda gerginlik yükselir; bir şeyleri rahat bırakınca da gevşeme gelir.



İnsanlar koşturuyorlar, koşup duruyorlar, hayattan bir şeyler elde etmeye, suyunu çıkarmaya çalışıyorlar. Bu şekilde bir şey elde edilemez, çünkü yolu bu değildir. Hayatı zorlayamazsın; ona teslim olman lazım. Hayatı fethedemezsin. Hayata yenilecek kadar cesur olmalısın. O noktada yenilgi zaferdir ve zafere ulaşma çabası sana son ve kesin bir yenilgiden başka bir şey sağlamayacaktır.



Hayat fethedilemez, çünkü bütün, bir parçasına yenilmez. Bu ufak bir su damlasının denizi fethetmesine benzer. Evet, ufak damla denize düşüp ona karışabilir, ama denizi fethedemez. Hatta, denize düşmek onu fethetmenin yoludur diyebiliriz.



İnsanlar mutluluk arayışı içindeler, o nedenle bedenlerine fazlasıyla düşkünler. Bu neredeyse bir takıntı halinde yaygın. Olay bedene ilgiden bedenle takıntısı olmaya dönüştü. Bedenleri aracılığı ile mutluluğu yakalamaya çalışıyorlar, ama bu mümkün değil.



Bir diğer sorun da beynin çok rekabetçi olması. Aslında bedenini hiç de öyle fazla sevmiyor, sadece başkalarıyla rekabet ediyor olabilirsin. Başkaları bir şeyler yaptığı için sen de yapıyorsundur. Amerikan aklı şimdiye kadar görülmüş en sığ ve en hırslı akıldır. Çok maddiyatçıdır. O yüzden Amerika'nın en üst gerçekliği, işadamıdır. Diğer her şey fonda kaybolur gider; işadamı yani parayı kontrol eden adam en üst düzey gerçekliktir. Hindistan'da eskiden brahmin'ler bu konumdaydı, yani Tanrı arayışında olanlar. Avrupa'da ise aristokratlar vardı. Kültürlü, iyi eğitim almış, uyanık, hayatın ince nüanslarına hakim kişiler: müziğe, sanata, şiire, heykele, mimariye, klasik dansa, eski Yunanca ve Latince gibi lisanlara... Komünist rejimde proletarya, ezilenler, baskı altındakiler, işçiler en yüksek gerçekliktir. Kapitalizmde ise bu ayrıcalık işadamına, parayı kontrol edene aittir.



Para en rekabetçi ortamdır. Kültürlü olmana gerek yok, paran olması yeterli. Müzik veya şiir hakkında bir şey bilmen gerekmiyor. Edebiyat, tarih, din, felsefe hakkında bilgi sahibi olmanın hiç lüzumu yok. Hayır, bilmene gerek yok. Banka hesabın kabarıksa önemli olursun. Ben bu nedenle Amerikan tarzı anlayışın görülmüş en sığ anlayış olduğunu söylüyorum. O her şeyi ticarete döndürdü. Devamlı rekabet halinde. Bir Van Gogh veya Picasso tablosu aldığında onu Picasso olduğu için almıyorsun. Komşunda da var diye alıyorsun. Onların salonunda bir tane asık, bu durumda sen nasıl olur da aynısına sahip olmazsın? Mutlaka elde etmelisin. Nasıl asacağını bile bilmiyor olabilirsin, çünkü Picasso'nun tablolarının hangi yöne bakması gerektiği pek belli değildir. Otantik bir Picasso olup olmadığını bile bilemeyebilirsin. Fazla bakmayabilirsin de, ama ona sahip olursun, çünkü başkalarında da vardır. Paranla ve eşyalarınla devamlı gösteriş yaparsın, çünkü pahalı şeylerin önemli olduğu sanılır.



Amerikan başarısının en büyük ölçüsü para ve komşularmış gibi görünüyor. Komşunla aşık atmak zorundasın. Onların evde saunası varsa sen de "in" olabilmek için bir tane edinmelisin. Yoksa fakirmiş gibi görünürsün. Herkesin ormanda evi varsa sen de alacaksın. Ormanı pek sevmeyebilirsin veya orada canın sıkılabilir. Veya televizyon karşısına oturup normalde evde izlediğin programları izliyor olabilirsin. Nerede yaşadığın ne fark eder ki? Cevap şöyle: fark eder, çünkü başkaları için fark ediyor. Ve bu böyle sürer gider.



Şunu duydum:



Yaşlı Luke ve karısı mahallenin en cimri çifti olarak biliniyorlardı. Luke öldü ve birkaç ay sonra karısı da ölüm döşeğindeydi. Bir komşusunu çağırdı ve zayıf bir sesle, "Ruthie," dedi, "beni gömerken siyah ipek elbisemi giydirsinler, ama önce sen sırtındaki kumaşı kes de kendine yeni bir elbise dik. Çok iyi bir kumaştır, harcansın istemem."



"Bunu yapamam," dedi Ruthie. "Sen ve Luke cennete doğru ilerlerken elbisenin sırtı olmazsa, melekler ne der?"



"Bana bakmazlar bile," dedi. "Luke gömülürken üstünde pantolonu yoktu." İlgi hep diğerinin üzerindedir: Luke pantolon giymiyor olacak, o yüzden herkes ona bakacak. Amerikalıların bütün derdi birbirleriyledir.



Hiç çocuğu koşarken, bağrışırken, sebepsiz yere dans ederken izledin mi, aslında ortada fol yok yumurta yokken? "Niye bu kadar mutlusun?" diye sorarsan cevap veremez. Mutlu olmak için bir neden olması gerekir mi? Çocuk "neden" diye sorulduğu için şaşıp kalacaktır. Omuzlarını silkip yoluna gidecek, yine şarkı söyleyip dans etmeye başlayacaktır. O hiçbir şeye sahip değildir. Başbakan değildir, Amerikan başkanı değildir, Rockefeller değildir. Malı mülkü yoktur, belki plajdan topladığı birkaç deniz kabuğu ile renkli taş, hepsi o.



Amerikalının yaşamı kısadır. Beden durunca Amerikalının sonu gelir. O nedenle Amerikalı ölümden çok korkar. Ölüm korkusu yüzünden yaşamını bazen komik bir şekilde uzatmaya çalışır durur. Şimdi bir sürü Amerikalı hastanelerde veya tımarhanelerde bitki hayatı yaşıyor. Aslında yaşamıyorlar; çoktan ölmüşler. Onları doktorlar, ilaçlar ve modern cihazlar canlı tutuyor. Bir şekilde hayata asılıyorlar. Ölüm korkusu çok büyük. Bir kere gittin mi sonsuza dek yoksun ve geride hiçbir şey kalmıyor, çünkü Amerikalı bedenin dışında hiçbir şey bilmiyor. Sadece bedeni bilirsen çok yoksul kalırsın. Her şeyden önce hep ölümden korkarsın ve ölümden korkan birisi yaşamaktan da korkar – çünkü yaşamla ölüm öylesine iç içe geçmiştir ki ölmeye korkuyorsan yaşamaya da korkarsın. Ölümü getiren yaşamdır, o halde ölümden korkuyorsan yaşamı nasıl sevebilirsin? Korku hep orada olacaktır. Sana ölümü getiren yaşamdır; onu bütünüyle yaşayamayacaksın. Eğer ölüm her şeyin sonu ise, eğer senin inanç ve anlayışın bu ise, o zaman yaşamın koşuşturmaktan ve kovalamaktan ibaret olacaktır, çünkü ölümün soluğu ensendedir ve sabırlı davranamazsın. İşte böylece Amerikanlıların hız manyaklığını anlayabilirsin: her şeyin çabucak yapılması gerekiyor, çünkü ölüm yolda; ölmeden evvel elinden geldiğince çok şey yapmaya çalışmalısın. Ölmeden evvel mümkün olduğunca çok deneyim yaşamalısın, çünkü öldün mü her şey bitiyor.



Bu büyük bir anlamsızlık yaratıyor ve, tabii ki, acı ve endişe de. Eğer bedenden geriye hiçbir şey kalmayacaksa, yaptıkların çok derin şeyler olamaz. O zaman yaptıkların seni tatmin edemez. Eğer ölüm sonsa ve geriye hiçbir şey kalmıyorsa, yaşamın herhangi bir anlamı veya önemi olamaz. O zaman hayat aptalın tekinin ağzından dinlediğin öfke ve kuru gürültü dolu anlamsız bir öyküden başka bir şey değildir.



Baul (bilinci olan insan) bedenin içinde olduğunu, ama bedenden ibaret olmadığını bilir. Bedeni sever; orası onun evi, yuvasıdır. Bedene düşman değildir, çünkü kendi yuvana düşman olmak aptallıktır, ama materyalist değildir. Dünyadan haberi vardır, ama materyalist değildir. Çok gerçekçidir, ama materyalist değildir. Bilir ki ölümde aslında hiçbir şey ölmez. Ölüm gelir, ama hayat devam eder.



Duyduğum bir hikaye:



Cenaze töreni sona ermişti ve cenaze levazımatçısı Desmond yaşlı bir beyefendinin yanında durduğunu fark etti.



"Akrabalardan biri misiniz?" diye sordu. "Evet, öyleyim," dedi yaşlı adam. "Kaç yaşındasınız?" "Doksan dört."



"Hmmmm," dedi Desmond, "o zaman en iyisi burada kalın, nasılsa yakında gene geleceksiniz." Her şey bedensel yaşam üzerine kurulu: yaş doksan dörtse iş bitmiştir. O zaman eve gitmeye değmez; en iyisi ölmek. Ne diye onca yolu tepesin ki? Nasılsa yakında cenaze evine geri gelmek zorunda kalacaksın. Hiç değmez...eğer tek gerçek ölümse, o zaman yirmi dört veya doksan dört olman ne değiştirir? Aradaki fark yalnızca birkaç seneden ibarettir. O zaman gençler kendilerini yaşlı hissetmeye başlarlar ve çocuklar da şimdiden ölü. Bu bedenin ilk ve son yaşamın olduğuna inanırsan o zaman tüm bunların ne anlamı var? Ne diye yaşıyoruz?



Camus, insan için en temel metafizik sorunun intihar olduğunu yazar. Onunla aynı fikirdeyim. Eğer beden tek gerçeklikse ve içinde bedenin ötesinde hiçbir şey yoksa elbette ki üzerinde düşünülecek, endişelenilecek, kafa yorulacak tek şey beden olur. Neden intihar edilmesin? Neden doksan dörde kadar beklenilsin? Ne diye onca zaman türlü çeşitli dert ve sıkıntı çekilsin? Madem ölünecek, neden bugün ölünmesin? Niye yarın sabah tekrar uyanalım? Bu çok lüzumsuz görünüyor.



Bir yandan Amerikalı deneyim elde edeceğim diye devamlı oradan oraya koşturup duruyor, hiçbir şeyi kaçırmamak için. Dünyanın etrafında koşup duruyor, şehirden şehre, ülkeden ülkeye, otelden otele koşturuyor. Bir gurudan diğerine, bir kiliseden ötekine koşuyor, aranıyor, çünkü ölümün soluğu ensesinde. Bir yanda delicesine, durmak bilmeyen bir kovalamaca, diğer yanda her şeyin boş olduğuna dair bir inanç var, çünkü ölümle hepsi sona erecek. Yani zengin veya fakir yaşaman, zeki veya aptal, çapkın veya kendi halinde olman neyi değiştirir ki? Sonunda ölüm gelir ve herkesi eşitler: akıllıyı ve aptalı, bilgeyi ve günahkarı, aydınlanmışı ve cahili, hepsi toprağa girip kaybolur. O zaman bütün her şeyin anlamı nedir? Buda veya İsa veya Yehuda olmak ne fark eder? İsa çarmıhta ölür, ertesi gün Yehuda intihar eder: ikisi de toprağa girer.



Öte yandan senin bir şeyleri kaçıracağın ve diğerlerinin yakalayacağına dair bir korku vardır; elde etsen bile aslında ortada bir şey olmadığını bilmenin yarattığı endişe vardır; başarsan da bunun anlamsız olduğu, çünkü ölümün gelip her şeyi mahvedeceği gerçeği vardır.



Bilinçli insan bedende yaşar, bedenini sever, keyfini sürer, ama bedenden ibaret değildir. İçinde tüm ölümleri aşacak bir şey barındığını bilir. İçinde sonsuz, zamanın yok edemeyeceği bir şey olduğunu bilir. Bunu meditasyon, aşk, dua sayesinde hissedebilmiştir. Bunu kendi varlığının içinde hissedebilmiştir. Ölümden korkmaz, çünkü yaşamın ne olduğunu bilir. Mutluluğun peşinden koşmaz, çünkü bilir ki Tanrı ona milyonlarca fırsat tanıyacaktır; tek yapacağı bunlara izin vermektir.



Ağaçların yere kök saldığını görmüyor musun? Onlar hiçbir yere gidemiyorlar, ama yine de mutlular. Mutluluğun peşinde koşamazlar; kalkıp da mutluluk arayamazlar. Kökleri yerin dibinde, kımıldayamıyorlar, ama mutluluklarını görmüyor musun? Yağmur yağdığındaki neşelerini, rüzgar estiğindeki keyiflerini görmüyor musun? Dans ettiklerini hissetmiyor musun? Kökleri var; bir yere gidemezler. Yine de yaşam onlara geliyor.



Her şey gelir. Sen sadece alacak kapasiteyi yaratırsın; her şey gelir. Sen sadece kapıyı açarsın. Yaşam sana gelmeye hazır. Sen o kadar çok engel koyuyorsun ki! Yaratabileceğin en büyük engel de yaşamı kovalamak. Kovalamacan ve koşuşturman yüzünden yaşam ne zaman gelip de kapını çalsa sen evde olmuyorsun. Hep başka bir yerde oluyorsun. Hayatı kovalamaya devam ediyorsun ve hayat da seni.. ve buluşma asla gerçekleşmiyor.



Var ol... sadece var ol ve bekle ve sabırlı ol.

SEVGİ OLGUNLAŞMIŞ AŞKTIR

SEVGİ OLGUNLAŞMIŞ AŞKTIR



Gautam Buda'nın sevgiye yaptığı vurgu, eski mistikler düşünüldüğünde yeni bir olgudur. Gautam Buda geçmişi ayıran tarihi bir çizgi çekmiştir. Ondan önce meditasyon yeterliydi; hiç kimse meditasyonla birlikte sevgiyi de vurgulamamıştı. Ve bunun nedeni de meditasyonun aydınlanmayı, senin çiçeklenmeni, varlığının nihai ifadesini getirmesidir; daha fazla neye ihtiyaç duyarsın? Birey söz konusu olduğunda meditasyon yeterlidir. Buda'nın büyüklüğü ise meditasyona başlamadan önce dahi sevgiyi sana tanıştırmış olmasındadır. Daha sevecen, daha nazik, daha şefkatli olmalısın.



Bunun ardında gizli bir bilim yatıyor. Şayet aydınlanmadan önce sevgi ile dolu bir kalbin olursa, meditasyondan sonra senin eriştiğin aynı güzelliğe, aynı yüksek duygulara, aynı kutlamaya başkalarının da erişebilmesi için yardım etmen mümkün olacaktır. Gautam Buda aydınlanmanın bulaşıcı bir hale gelmesini mümkün kılar.



Ancak kişi eve varmış olduğunu hissederse niçin başka birisini umursasın? Buda ilk kez aydınlanmayı bencilce bir şey olmaktan çıkartmıştır; o bunu bir sosyal sorumluluğa dönüştürmüştür. Bu perspektifteki çok büyük bir değişikliktir. Ancak sevgi aydınlanmadan önce öğrenilmelidir. O önceden öğrenilmezse, o zaman aydınlanmadan sonra öğrenilecek bir şey yoktur. Kişi bir kez kendisinin içinde sonsuz mutlu olduğunda, o zaman sevgi bile kişinin keyfini engelliyormuş, kişinin sonsuz mutluluğu için bir tür engelmiş gibi görünür. Bu nedenle yüzlerce aydınlanmış insan olmasına rağmen çok az usta vardır. Bir usta olmak demek muazzam düzeyde sevgiye sahipsin demektir ve sen aydınlanmanın mümkün kıldığı bu güzel hallerin içerisinde tek başına yol almaktan utanırsın. Kör olan, karanlıkta yolunu bulmaya çalışan insanlara yardım etmek istersin. Onlara yardım etmek rahatsızlık değil, bir keyif halini alır. Aslında etrafında pek çok insanın çiçekler açması sonsuz mutluluğu daha da zenginleştirir. Sen başka hiçbir ağacın çiçeklenmediği bir ormanda tek açan yalnız bir ağaç değilsindir. Tüm orman da seninle birlikte çiçek açtığında keyif binlerce kez daha çoğalır: Aydınlanmanı dünyaya bir devrim getirmek için kullanmışsındır.



Gautam Buda sadece aydınlanmamıştır, o bir devrimcidir de. Onun dünyaya, insanlara olan ilgisi muazzamdır. O müritlerine, meditasyon yaptığınızda ve dinginlik, sessizlik hissettiğinizde; varlığınızın içinde derin bir sevinç kıpırdanmaya başladığında buna tutunmayın, onu tüm dünyaya verin diye öğretirdi. Ve endişelenme çünkü onu ne kadar çok verirsen onu elde etme yeteneğin de o kadar artacaktır. Verme davranışı, vermenin senden herhangi bir şey götürmediğini, tam tersine bunun senin tecrübelerini çoğalttığını bir kez anladığında muazzam bir öneme sahip olur. Ancak hiçbir zaman sevgiyle dolu olmamış bir kişi vermenin sırrını bilmez, paylaşmanın sırrını bilmez.



Bir gün Buda'nın müritlerinden birisi olan sıradan bir adam —o bir sannyasin değildi ama Gautam Buda'ya kendisini son derece adamıştı— şöyle dedi: "Bunu yapacağım...ama sadece tek bir istisna yapmak istiyorum. Tüm neşemi ve tüm meditasyonumu ve tüm manevi hazinelerimi bütün dünyaya vereceğim; komşum dışında. Çünkü bu adam gerçekten iğrenç."



Komşular her zaman düşmandır. Gautam Buda, ona şöyle demiştir: "O halde tüm dünyayı unut, sen sadece komşuna ver."



Adamın aklı karışmıştı: "Ne diyorsunuz?"



Buda, "Şayet komşuna verebiliyorsan, sadece o zaman insanlara karşı sahip olduğun bu çözümsüz davranıştan özgürleşebileceksin" dedi.



Sevgi temelde insanların zaaflarını, onların zayıf yönlerini kabul etmektir, onların tanrılar gibi davranmalarını beklememektir. Bu beklenti merhametsizliktir çünkü onlar tanrılar gibi davranamayacaktır ve o zaman sen önyargılarının içine düşeceksin. Ve onlar da kendi özsaygılarını yitirecekler. Tehlikeli bir şekilde onları sakatlamışsındır, onurlarını zedelemişsindir.



Sevginin temellerinden birisi herkese değer vermektir, senin başına gelen şeyin onların da başına gelebileceğini herkesin fark etmesini sağlamaktır. Hiç kimse umutsuz bir vaka değildir, hiç kimse değersiz değildir, aydınlanma hak edilmesi gereken bir şey değildir, o senin kendi doğanın ta kendisidir.



Ancak bu sözler aydınlanmış kişiden gelmelidir. Sadece o zaman onlar güven yaratır. Eğer onlar aydınlanmamış din bilginlerinden gelirse güven yaratamaz. Aydınlanmış insan tarafından söylenen sözcük nefes almaya başlar, kendine ait kalp atışları oluşur. O canlanır, o doğrudan senin kalbine girer; o entelektüel bir jimnastik değildir. Ancak din bilgini ile bu farklı bir şeydir. Onun kendisi dahi neden bahsettiği, ne yazmakta olduğu konusunda emin değildir. O da seninle aynı emin olmama halinin içindedir.



Gautam Buda, bilincin evrimindeki mihenk taşlarından birisidir. Onun katkısı çok büyüktür, ölçülemez. Ve onun katkısı içerisinde sevgi düşüncesi en yaşamsal olanlarından birisidir. Fakat hatırlaman gerekir ki sevecen olarak daha yükseğe çıkamazsın; aksi taktirde her şeyi mahvedersin. Bu bir ego oyununa dönüşür. Şefkatli olurken diğer kişiyi aşağılamaman gerektiğini hatırla; aksi taktirde sen şefkatli olmazsın. Sözcüklerin ardında onların aşağılanmasından zevk duyuyorsundur.



Sevginin anlaşılması gerekir. Çünkü o olgunlaşmış aşktır. Sıradan aşk çok çocukçadır, o yeni yetmeler için iyi bir oyundur. Ne kadar hızla onun dışına çıkabilirsen o kadar iyidir çünkü senin aşkın kör bir biyolojik güçtür. Onun senin manevi gelişiminle hiçbir alakası yoktur. Bu yüzden tüm aşk ilişkileri garip bir şeye dönüşür, çok acı bir hal alır. Son derece cazip, son derece heyecan verici, son derece meydan okuyucu olan, uğrunda ölebileceğin şey... Şimdi, yine ölebilirsin fakat onun için değil, ondan kurtulmak için!



Aşk kör bir güçtür. Başarılı olan âşıklar asla sevgililerini elde edememiş olanlardır. Tüm büyük aşk hikâyeleri; Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Soni ve Mahival bunlar, Romeo ve Juliet ile kıyaslanabilecek olan Doğu'nun üç büyük aşk hikâyesidir. Ancak tüm bu büyük âşıklar kavuşamazlar. Toplum, anne babalar, her şey bir engele dönüşür. Ve kanımca bu iyi de olmuştur. Âşıklar bir kez evlendiğinde o zaman geriye bir aşk hikâyesi kalmaz.



Mecnun asla Leyla'yı kollarına alamadığı için şanslıydı. İki kör kuvvet bir araya geldiğinde ne olur? Her ikisi de kör ve bilinçsiz olduğu için sonuç büyük bir ahenk olamaz. Sonuç sadece hükmetme, aşağılama, her türden çatışma için bir savaş alanı olabilir.



Ancak tutku, tetikte ve uyanık hale geldiğinde aşkın tüm enerjisi arınır, o sevgiye dönüşür. Aşk her zaman için bir kişiye yönelir ve onun en derindeki arzusu kişiye sahip olmaktır. Aynı şey diğer taraf için de geçerlidir. Ve bu her iki insan için de cehennem yaratır.



Sevgi hiç kimseye yönelmez. O bir ilişki değildir, o basitçe senin varlığının kendisidir. Sen ağaçlara, kuşlara, hayvanlara, insanlara, herkese koşulsuzca, karşılığında bir şey istemeden sevgi dolu olmaktan keyif alırsın. Sevgi kör biyolojiden özgürleşmektir.



Aydınlanmadan önce aşk enerjinin bastırılmadığı hususunda uyanık kalman gereklidir. Eski dinlerin yapmakta oldukları şey budur: Onlar aşkın biyolojik olarak ifade edilmesini kötülemeyi sana öğretirler. Böylelikle sen aşk enerjini bastırırsın...ve bu enerji sevgiye dönüşecek olan enerjidir.



Kötüleyerek dönüşüm olasılığı kalmaz. Bu yüzden senin azizlerin kesinlikle hiç sevgiye sahip değiller; onların gözlerinde hiçbir sevgi göremeyeceksin. Onlar içlerinde hiç öz sıvısı olmayan iskeletlerdir. Bir azizle yirmi dört saat yaşamak cehennemin nasıl bir şey olduğunu tecrübe etmek için yeterlidir. Belki de insanlar bu gerçeğin farkındadır, bu yüzden onlar azizlerin ayaklarına dokunurlar ve hemen uzaklaşıp giderler.



Çağımızın büyük filozoflarından birisi olan Bertrand Russell anlayışlı bir şekilde şöyle ifade etmişti: "Eğer bir cehennem ve cennet varsa ben cehenneme gitmek istiyorum." Niçin? Sırf azizlerden uzak durmak için çünkü cennet tüm bu ölü, donuk, tozlanmış azizlerle dolu olacaktır. Ve Bertrand Russell, "Bu arkadaşlığa bir dakika bile dayanamazdım. Ve ebediyeti geçirmek, sonsuza kadar aşkın ne olduğunu bilmeyen, arkadaşlığın ne olduğunu bilmeyen, hiç tatile çıkmayan bu cesetlerle çevrelenmek...!" diye düşünür.



Bir aziz haftanın yedi günü aziz kalır. Onun hiç olmazsa bir günlüğüne, Pazar günü, insan olmanın tadını çıkarmasına izin yoktur. Hayır, o kasılmış olarak kalır ve katılık zamanla büyümeye devam eder.



Bertand Russell'ın cehennemde kalma kararını çok taktir ediyorum çünkü onun bununla ne demek istediğini anlıyorum. Onun dediği şey, dünyadaki tüm renkli insanları -şairleri, ressamları, asi ruhları, bilim adamlarını, yaratıcı insanları, dansçıları, aktörleri, şarkıcıları, müzisyenleri— cehennemde bulacağındır. Cehennem gerçekten de cennet olmalı çünkü cennet cehennemden başka bir şey değil.



Her şey son derece tersine gitmiştir ve yanlış gitmesinin temel nedeni aşk enerjisinin bastırılmış olmasıdır. Gautam Buda'nın katkısı şudur: "Aşk enerjini bastırma. Onu zarifleştir ve bunu yapabilmek için de meditasyonu kullan." Bu yüzden yavaş yavaş meditasyon geliştikçe aşk enerjini zarif hale sokar ve onu sevgiye dönüştürür. O zaman, meditasyonun en yüksek zirvesine erişmeden ve aydınlanmanın güzel deneyimi halinde infilak etmeden önce sevgi çok yakında olacaktır. Aydınlanmış kişi için sevginin kökleri aracılığıyla enerjilerinin, onları almaya hazır olan herhangi birisine akmasına izin vermek —ki artık o dünyanın tüm enerjisine sahiptir— mümkün hale gelecektir. Sadece bu türden bir kimse bir ustadır.



Aydınlanmak basittir ama bir usta haline gelmek çok karmaşık bir olgudur çünkü o meditasyon artı sevgiye ihtiyaç duyar. Sadece meditasyon kolaydır, sadece sevgi kolaydır ama ikisinin beraber, aynı anda gelişmesi karmaşık bir iştir.



Ancak sevgi hissetmediği için tecrübelerini paylaşmayan ama aydınlanmış insanların yeryüzündeki bilinçliliğin gelişimine bir yardımı olmaz. Onlar insanlığın seviyesini yükseltmezler. Sadece ustalar bilinci yükseltmeye muktedirdirler. Sahip olduğun küçücük bilinçliliğin bile tüm kredisi aydınlanmalarından sonra dahi sevgi dolu kalmayı başarmış olan birkaç ustaya aittir.



Anlaman zor olacak...ancak aydınlanma öylesine seni içine çeker ki tüm dünyayı unutmaya meyledersin. Kişi o kadar çok tatmin içerisindedir ki, bilerek ya da bilmeyerek, doğru bir şekilde yahut yanlış bir biçimde aynı tecrübe için can atan milyonları düşünmeye hiç hali yoktur. Sevgi mevcut olarak kaldığında, o zaman bu insanları unutmak olanaksızdır. Aslında, vermek için, paylaşmak için bir şeye sahip olduğun an budur. Ve paylaşmak öylesine büyük bir keyiftir ki. Sevgi sayesinde, zamanla ne kadar çok paylaşırsan o kadar çoğuna sahip olduğunu öğrenmiştin. Aydınlanmanı da paylaşırsan daha da çok zenginliğe sahip olacaksın, aydınlanman çok daha fazla canlılığa, çok daha fazla kutlamaya, çok daha fazla boyuta sahip olacak.



Aydınlanma tek boyutlu olabilir; bu pek çok insanın başına gelmiştir. O, onları tatmin eder ve onlar evrensel kaynağın içinde kaybolurlar. Ancak aydınlanma çok boyutlu olabilir, o dünyaya pek çok sayıda çiçek getirebilir. Ve sen dünyaya bir şeyler borçlusun çünkü bu dünyanın kızı yahut oğlusun.



Zerdüşt'ün bir sözünü anımsadım: "Asla yeryüzüne ihanet etme. En ihtişamlı anında bile yeryüzünü unutma; o senin annendir. Ve insanları unutma. Onların engelleri olabilir, onlar senin düşmanların olabilir. Onlar seni pek çok şekilde mahvetmeye çalışmış olabilir; onlar seni çoktan çarmıha germiş olabilir; seni ölümüne taşa tutmuş, yahut seni hapsetmiş olabilirler fakat sen onları unutma. Her ne yaptılarsa bilinçsiz bir halde yaptılar. Onları affedemezsen, kim onları affedecek? Ve senin onları affetmen seni kıyaslanamaz bir şekilde zenginleştirecektir."



Sevginin karşısında olan hiçbir şeye destek vermemek için dikkatli ol. Kıskançlık, rekabet, tahakküm etme çabası; bunların tümü sevginin karşısındadır. Ve hemen bileceksin çünkü sevgin sarsıntı geçirecek. Sevginin sarsıldığını hissettiğin an, onun karşısında olan bir şey yaptığını bileceksin. Sevgini, sana kaygı, keder, çatışma dışında bir şey vaat etmeyen ve muazzam derecede değerli bir hayatı çarçur edecek aptalca şeylerle zehirleyeceksin.



Senin için güzel bir hikâye:



Paddy normalden bir saat önce eve döndü ve karısını yatakta çırılçıplak buldu. Nedenini sorduğunda, "Giyecek güzel kıyafetlerim olmadığı için protesto ediyorum" diye açıklama yaptı.



Paddy gardırobun kapağını çekip açtı. "Bu çok saçma," dedi "şuraya bak. Bir sarı elbise var, bir kırmızı elbise var, desenli elbise, pantolon takım...selam Bili!" ve devam eder, "yeşil bir elbise..."



Sevgi budur! Bu karısına karşı sevgidir, bu Bill'e karşı sevgidir. Kıskançlık yok, kavga yok, sadece basitçe, "Selam Bili! Nasılsın?" ve devam eder. Asla, "Gardırobumda ne yapıyorsun?" diye sorgulamaz.



Sevgi çok anlayışlıdır. O insan için mümkün olan en ince anlayıştır.



Bir sevgi insanı, her an gerçekleşmekte olan hayattaki küçük şeyler tarafından rahatsız olmamalıdır. Sadece o zaman dolaylı bir şekilde sen sevgi enerjilerinin birikmesine, kristalleşmesine, güçlenmesine ve meditasyonunun yükselmeye devam etmesine yardımcı olursun. Bu nedenle o mutlu an geldiğinde, ışıkla dolu olduğunda en azından bir dostun olacak: Sevgi. Ve ansızın yeni bir yaşam biçimi...çünkü artık sen o kadar çok şeye sahipsin ki tüm dünyayı kutsayabilirsin.



Her ne kadar Gautam Buda sürekli olarak ısrar etmiş olsa da sonunda o müritleri arasında bir bölünme, bir kategorileştirme yapmak zorunda kaldı. Bir kategoriye arhatas demiştir; onlar aydınlanmış insanlardır fakat sevgisizdirler. Onlar tüm enerjilerini meditasyona koymuşlardır ancak onlar Buda'nın sevgi hakkında söylediklerini dinlememişlerdir. Ve diğerini ise bodhisattvalar olarak adlandırır; onlar, onun sevgi hakkındaki mesajını dinlemişlerdir. Onlar sevgi ile aydınlanmıştır, bu nedenle onlar diğer kıyıya gitmek için acele etmezler; tüm zorluklarına rağmen insanlara yardımcı olmak için bu kıyıda takılmak isterler. Onların teknesi varmıştır ve belki de kaptan, "Vakit kaybetme, tüm hayatın boyunca aramış olduğun çağrı diğer kıyıdan ulaştı" diyor. Ama onlar kaptanı biraz daha beklemesi için ikna ederler. Böylelikle sevinçlerini, bilgeliklerini, ışıklarını, sevgilerini aynı şeyi aramakta olan insanlarla paylaşabilirler. Bu onlarda bir güven duygusu haline gelecektir: "Evet, başka bir kıyı var ve kişi olgunlaştığında, seni diğer kıyıya götürecek bir tekne gelir. Ölümsüzlerin bir kıyısı vardır, hayatın basitçe anbean yaşandığı bir dans ve bir şarkı olduğu, mutsuzluğun olmadığı bir kıyı mevcuttur. Ama bırak, en azından dünyayı terk etmeden önce bu insanların birazcık onun tadına bakmalarına yardım edeyim."



Ve ustalar her şekilde diğer kıyıya sürüklenmemek için tutunacak bir yol bulmayı denemişlerdir. Buda'ya göre sevgi en iyisidir çünkü sevgi de eninde sonunda bir arzudur. Birisine yardım etme fikri de bir arzudur. Ve arzuyu tuttuğun sürece diğer kıyıya götürülemezsin. Seni dünyaya bir pamuk ipliği bağlı tutar. İnce bir sevgi ipliği dışında her şey kopmuştur, tüm zincirler kopmuştur. Ancak Buda'nın üzerinde durduğu şey, bu ince ipliği mümkün olduğunca uzun tutmaya devam etmektir; ne kadar çok insana yardım edilebilirse etmelisin.



Senin aydınlanman bencilce bir dürtüye sahip olmamalıdır, o sana ait olmamalıdır; onu en geniş biçimde, mümkün olduğunca çok sayıda insanla paylaşmalısın. Sana yaşam veren, sana aydınlanmış hale gelmek için bu şansı tanıyan yeryüzünde bilinçliliği artırmanın yegâne yolu budur.



Hayatın sana vermiş olduğu her şeyi geri ödemek mümkün olmasa da, bir şeyleri...bir şeyi —sadece iki çiçek— şükranla ödemek için doğru an budur.