28 Ekim 2008 Salı

AMAK-I HAYAL

Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (1) Bölüm ..Kemal Gökdoğan SUNU: Kendi döneminin bilim, felsefe ve tasavvuf düzeyinin çok üstünde olan bu değerli eserin daha kolay okunup anlaşılması için farklı bir adaptasyon çalışması yaptık.Satırlarda, paragraflarda ve sayfada anlatılan her fikri açarak özetledik. Zamanınızdan tasarruf edebilmeniz amacıyla, edebi tasvirleri anlamı eksiltmeyecek şekilde ya özetledik ya da çıkardık.
Tasavvufçuların anlatım tekniğinde bir harf, bir kelime, bir cümle veya bir kavram ile başlı başına bir kitap teşkil edecek kadar bir konuya kısaca işaret etmek özelliği vardır..Meselâ:Aynalı Baba’nın başına taktığı külah üzerindeki yapışık ayna parçaları;insanın Kâinatın merkezi olduğuna, tüm esmâ ve sıfatları beyninde cem edebileceğine,sonsuz ve sınırsız boyutların her birisinin beynimize iz düşümü olduğuna işaret vardır.
Ayna ve teneke parçalarının parlaması, ışığı yansıtması mecazında insan bilincinin (nokta’nın ya da B’nin) holografik bir açılımla sonsuz sınırsız boyutları oluşturduğunabir işaret vardır.
Her bir harfi ve kavramı harika anlamlar içeren bu muhteşem eserin içindeki anlamların, günümüzün anlayış mantığına adaptasyon çevirisini birlikte okumaya başlıyoruz.Bu çalışma kitap tercümesi değil yorumlu bir özettir.
ŞİMDİ KENDİNİZİ RÂCİ’NİN YERİNE KOYUNHAYÂLİN DERİNLİKLERİNDE’Yİ“OKU”MAYA BAŞLAYIN..“ALLAH HAZMINI VERSİN”* * *
AYNALI BABA İLE BULUŞMA
1. RÂCİ
Anadolu’nun mütevâzi bir şehrinde oturuyordum. Evim ve çalıştığım yol üzerinde eski bir mezarlık vardı. Genç yaştaydım, sürekli çalışıyordum. Mezarlık önünden geçerken ölümü değil de mezarlığın duvarlarını, kapısını inceliyordum. Henüz ölmek gibi bir niyetim yoktu. Hele içeri girip de hayat ve ölüm gibi konular üzerinde tefekkür etmek gibi bir niyetim hiç yoktu.
Annemin verdiği terbiye ile dini inançlı ve iyi ahlaklı birisi olmuştum. Okul hayatımda hemen hemen her konuyu ciddiyetle araştıran bir öğrenciydim. Her şeyden fikir sahibi olmuştum.
Dini ilimlerin zahirinden ve bâtınından da nasibimi almıştım.
Malumat ( bilgi ) yığını halindeydim. Bir gün oturdum ve düşündüm. Kafamda taşıdığım düzensiz bilgi yığınları beni garip bir karışım haline sokmuştu.
Ben;küfür ile imandan,kabul ve inkardan,tastik ile şüphedenoluşmuş bir bileşkeydim.
Kalbim ile inkar ettiğimi aklım tastik ediyordu,Aklım ile reddettiğimi de kalbim kabul ediyordu.
Tanrının varlığı ( Allah’ın varlığı değil çünkü Allah var ve yok gibi kavramlarla tartışılacak bir kavram değildir ), ölümden sonra diriliş, ruhun varlığı, melekler, resuller, kader, cennet cehennem, haram helal gibi soyut konulara kalbim iman ediyor fakat aklım adeta bir şüphe ejderhası kesilerek kalbimin tüm kabullerinin asılsız şeyler olduğunu söylüyordu.
Kalbimin kabullerine aklım ile yeni kanıtlar buluyordum. Şüphe canavarım onları da yutuyordu.
Soyutları (iman ile kabul edilen varlıkları) inkar edebilmek kolaydı fakat var olabileceği şüphesiyle yaşamak çok zordu. Resullerin ve velîlerin üstün akılları ile ve annem gibi saf kalp ile iman etmek isterdim. Ya da tam bir ateist gibi tam bir imansız olmak isterdim.
Şüphe canavarı her türlü dogmayı (iman ile kabul edilen değişmezleri) reddediyordu.
En son sığındığım felsefe şuydu. Beden, ruh, dünya, evren ve içindeki olaylar dediğimiz şey, bilincimizdeki düşüncelerin dışa yansımasıydı. Ben adeta kendi düşünce evrenimin içinde yaşıyordum. Bilinç ölüm ile dağılınca evrenim de yok olacaktı. “Ben” dediğim varlığım da ebeden yokluğa karışacaktı.
Bu yaşam felsefem benim yeni dinim gibiydi. Fakat bir müddet sonra öyle bir ruh bunalımına sürüklendim ki inanmadığım “cehennem” sanki beni yutmuştu ve çok büyük bir ıstırap duyuyordum.
Şüphelerimden, kendi yaşam felsefemden ve her şeyden kaçmak ve her şeyi unutmak için devamlı alkol içmeye başladım. Sarhoşluk beni herşeyden ve özellikle kendimden uzaklaştırıyordu. Sızdığım anlar en rahat ettiğim zaman dilimiydi.
2. DİRİLİŞ ÇABASI
Bir gün bütün manevi kuvvetimi kullanarak kendimi arhoşluktan kurtardım. Şüphe canavarını öldürmek amacıyla yeniden bâtınî (soyut manevi) ilimleri araştırmaya başladım. Yolum çok bilgili ve dindar Salih kimselere de düştü. Hepsi de çok mübarek insanlardı. Fakat bunların ilim ve delilleri beni sürüklendiğim uçurumdan kurtaracak reçeteyi veremiyordu.
Varlığını ancak iman ile kabul etmeye zorlandığım varlıkları baş gözümle görmek istiyordum. Bana bunu gösterebilecek birisine rastlayamamıştım.
Batıda (Avrupa ve Amerika’da) meşhur olan Ruhçuluk toplantılarına katıldım. Ruh çağırdık, masayı titrettik, fincanları döndürdük. Ruhçuların en ileri gelenleri ile görüştük. Hepsi de şüphesiz olarak ruhların varlığına ve verdikleri bilgilere iman halindeydiler. Fakat tüm görünenler toplu hipnoza girip ortak bir hayal görmekten ibaretti. Hayal aleminde yaşayan ruhçulardan uzaklaştım.
Hipnotizma dernekleri ile dostluk kurdum. Beden ve hafıza gücümün kullanamadığım özelliklerini açığa çıkardım. Ağır eşyaları kaldırmak veya kendini çalar saat gibi bir işi yapmaya programlamak benim aradığım şey değildi. Ben bunun üstünde kesin iman bilgisi arıyordum, ben KENDİMİ arıyordum.
Bu maceralarım dört yıl sürmüştü. Beynim fikir karmaşalarına artık tahammül edemiyordu. Yeniden alkolizme döndüm. İçki ve şamata meclislerinin en önde gideni haline ulaştım. Ayyaşların lideriydim. Bu yaşantı bir çeşit mutluluk vermeye başlamıştı.
İçiyordum. . . İçiyordum. . .
Alkol arkadaşlarım işsiz güçsüz takımı da değildi. Hepsi de yüksek tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Sadece çalışan ve çalıştığını eğlence dünyasında tüketen, hayat ve din felsefesinden uzak kişilerdi. Bazıları da Ramazan topunu duyduğu anda içki şişesini bırakır eline tesbih alırdı. Bir ay zahiren dindarlık yaparlar, oruç tutarlar, arada sırada namaz kılarlardı. Bayram topu atılınca da tekrar on bir ay meyhane yaşamına geri dönerlerdi.
Bir gün kırlarda içki alemi yapmak için şirin bir kasabaya doğru tren yolculuğuna çıktık. Manzara çok güzeldi. Herkes kırlardan, bayırlardan, ormanlardan şimendiferle (tren) geçerken manzaraya hayran olup kendilerinden geçiyorlardı. Benim ise içimi bir sıkıntı basmıştı. Kalıcı olmayan güzellikleri seyretmek bana çok büyük bir hüzün veriyordu. Ölüm denilen meçhul ile her güzelliğin sona ve yoka ermesi felsefesine tahammül edemiyordum.
3. BUDİST FELSEFE “HİÇLİK”
Kompartımanda aniden gözüm karardı,ışık söndüveher tarafı karanlık kapladı.Tabiattaki kuşların cıvıltıları, çimenlerin yeşilleri, yaprakların hışırtıları, serin ferah esintiler veher şeykaranlığa ve yokluğa gömüldü.Âlemleri kaplayan varlık enerjisi soğumuş ve donmuştu.Âlemler yok olmuş sadece “düzen” adlı soyut anlam kalmıştı.Karşımda Budha Gothama Sakya Muni belirdi (Budizm felsefesinin kurucusu)ve“Hiç! Hiç! Hiç!” diye zikrediyordu.
Dalıp gittiğimi fark eden bir arkadaş:“Yine neyin var?”, dedi.“Hiç!”, dedim.
Bu hiç sözü durumu idare etmek için söylenen bir söz değil “varlığın sırrını” tanıtan bir “hiç” idi. Fakat bunu anlayacak kapasitelerini kullanmayan kişilerdi onlar. Yolculuktaki ani sessizliğimden sıkılmışlar ve benimle ilgilenmemeye başlamışlardı. Aralarında boş laflarla neşeleniyorlardı.
4. İKİ DERVİŞ
Cennet gibi olan kasabaya ulaştık. Bir ahbabımızın yanında o gece misafir olduk. Sabah erkenden çilingir soframızı (içki, meze) alarak kırlara gittik. Bir su kenarına oturduk. Su şırıltısı, kuş cıvıltısı, mangal dumanı, ud taksimi ve aslan sütü kokusu (rakı kokusu) birbirine karışmıştı. Kafam da demlenmiş neşelenmeye başlamıştım.
Bizden evvel o civara iki kişi gelmişti. Birden arkadaşlarla onların kimler olduğunu tahmin yarışına girdik. Kılık ve kıyafetleri döküktü.
Bunlar“İki serseri”,“İki dilenci”,“İki sarhoş”,Ya da“İki derviş” miydiler?
Bütün tahminler onları tutuyordu. Bizimle hiç ilgilenmiyorlar, bizim tarafa hiç bakmıyorlar ve aralarında sakin sakin konuşuyorlardı. Hatta “es-selamü aleyküm” diye bağırmamız dahi karşılıksız kalmıştı. İçki alemimizden de rahatsız olmuyorlardı. Bir müddet sonra yanlarına yanaştım. Beni dikkate almadan konuşmalarına devam ettiler.
Konuşmalarını dinleyince onların gerçekten deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deli idiler. Fakat delilerin MECZUB denilen çeşidinden.
(Sûfiye dilinde meczup, Hak’kın rızasını kazanan, Hak tarafından kendi dostluk ve yakınlığına lâyık görülüp, yüksek derecelere çıkarılan, böylece Allah katındaki derecelere yorulmadan ve çalışmadan erişen kimseler için kullanılan bir kelimedir.)
(Meczup kişi tüm olaylara hakikat ve marifet açısından bakar. Değerlendirme sözlerini de hakikat ve marifet mantığı ile dile getirir. Meselâ, şeriatta malın zekatı kırkta birdir. Dileyen kişi ise hakikattaki hükmü kendi nefsine uygulayabilir ve zekatın ölçüsünü de ‘hepsini vermek’ olarak anlatır. Tüm malını zekat olarak veren kişiye şeriat ile amel eden halk “deli” gözü ile bakar. Onun sözlerini anlamaz ve meczubane söz der. Aslında meczup deli ve kaçık değildir. Tam tersine şeriat ehlinin aklından daha üst akıl ile düşünüp konuşmaktadır.)
Hayretle dinledim. Onların konuştukları benim eskiden beri düşündüğüm derin konulardı. Birisi diyordu ki:
Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.“Ben” olmasam bir şey olmazdı.“Ben”“hep”im, ya da “hiç”im.“hiç”im, ya da “hep”im.Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,tek şeydir.Fakatbunu bilmeyenlertek olanı iki farklı isimle çağırırlar.
Deli “ben” kelimesi ile her an ve şu an dahi tek varlık olan Allah gerçeğini anlatıyordu. Varlık denilen âlemlerin, yani varlık boyutlarının Allah ilminin yansıması olduğunu söylüyordu. Hatta Allah ve ilminin iki ayrı şey olmadığına işaret ederek son darbeyi de ağır bir şekilde indiriyordu. Bu konuları bilmeyenlerin tek olanı “abd/kul” ve “hû/hak” olarak iki ayrı isimle iki farklı varlık zannediyorlardı.
Kendimi tutamadım ve sordum:
“var” ile “yok” aynı olur mu?Meselaben bu gün varım, yarın yok olacağım.Bu iki hal arasında fark yok mu?dedim.
Deli başını çevirdi ve kahkahayı kopardı:
Vay!Sen varsın ha!Acaba var mısın?Ancak Allah var.Ben dediğin şey Allah esmasından oluşmuş bir “yok”luktur.Ben varım zannını terk edersensenden geriye esmâ (Allah isimleri) kalır.Esmâ ise hiçbir zaman sen olmadı.Allah var! Allah var! Allah var!
Diye bağırdı. Bundan sonra her ne sordumsa cevap vermedi. Nihayet suallerimden usandı ve arkadaşına:
“Haydi kalk gidelim!Zirâbu hayvanbizi zevkimizden alıkoydu,
dedi ve kalkıp gittiler.
Ne garip bir haldir ki mükemmel tahsil görmüş iddiasında olan birisine pejmürde bir deli “hayvan” diyordu.
Kasabada üç gün kaldık. Hiç ağzımı açmadım. Arkadaşlarım benden iyice bıkmışlardı. İrade dışında “Ben var mıyım? Ey arkadaşlar” diye bağırdım. Hepsi birden gülerek; “Rakı yetiştirin Râci çıldırmak üzeredir” dediler.
5. AYNALI BABA
Kasaba eğlencesinden dönüşümüzün ikinci günüydü. Kahvehâneye doğru giderken mezarlığın kapısını gördüm. Eski ahşap kapı gıcırtıyla yavaşça açıldı. Havada rüzgar, esinti de yoktu. Sanki bir el kalbimi yakalamış ve mezarlığın içine çekiyordu. İçimde mezarlığa girip biraz dolaşmak isteği oluştu ve kendimi eski mezarların arasında buldum.
Ortada sık bir ağaçlık vardı. Ağaçların arasında da eski tahta ve hasır parçalarından derme çatma yapılmış küçük bir kulübe görünüyordu. İçimdeki el beni kulübe kapısına kadar çekti.
Kimse yok zannederek kapısını açacağım sırada içinden eski püskü şeyler girmiş biri çıktı.
Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı ki, kırk elli kadar ayna parçaları yapıştırılarak süslenmişti. Bir çok kumaş parçaları yamanarak gökkuşağı renklerini gösteren yırtık cüppesinde dahi ayna ve parlak teneke kapakları yapıştırılmıştı. Bu adamı görüp de gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında o kadar hoş bir yumuşaklık ve alçak gönüllülük çehresinde o kadar hüzünlü bir donukluk vardı. Gülmek şöyle dursun kendisine daha yakın olmak için bir adım daha yaklaştım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil edecek şekilde ciddi yavaş ve ahenkli bir sesle:
“Safâ geldiniz nûrum! Buyurunuz”dedi.
Ve kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Kulübeye yaslanmıştım. Ön tarafımızda on beş kadar iri taşlı ve güzel sülüs hatlı yazılı kabirler, sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiş ağaçlar bulunuyordu.
Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi. Mangal olarak kullandığı bir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası ve birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlar ve çöplerle yaktığı ateşe cezveyi sürdü. Tekrar:
“Safâ geldiniz nûrum! Nasılsınız?, iyi misiniz?” dedi.
“Elhamdulilah” dedim.
Bu adamın ciddiyetiyle kıyafeti arasındaki tezat beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak:
“İsminiz nedir?” dedi.“Ahmet Râci.”“Ahmet Râci mi? (gülerek) beşeriyetin ismini zorla almışsın nûrum! Beşer cinsi o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki, hayatını rica ile geçirir. Râci demek insan demektir.”
Bu olgunca sözler üzerine bir kat daha şaşırdım. Ben de sordum:“Sizin isminiz nedir?”
“Benim ismim çoktur. Her yerde bir isim ve sıfatla anılırım. Burada üzerimdeki aynalardan dolayı ‘aynalı dede’ ismi ile meşhurum. Ama sen istersen ‘Âdem Baba’ de.
Aynalı konuşurken kendi cüzî varlığını değil de küllî varlık namına konuşuyordu.Ahad olan Hak o garip kılık tecellisi altında kendisini tanıtıyordu:
Zatımaen çok bilineniyle‘Allah’ismi işaret eder.Zâtımın (tek varlık) daha başka sayısız ve sonsuz isimleri (mânâları)ve sıfatları (özellikleri) vardır.

Benaynı andaAynalı’yım, Râci’yim, Âdem’im, Havva’yım, Meryem’im, İsa’yım, Mûsa’yım, Buda’yım, Konfüçyüs’üm, kral’ım, dilenci’yim, Ay’ım, Güneş’im, cennet’im, cehennem’im, Cebrâil’im…

Ben,kısaca,hep’im ve hiç’im.

Kim olduğumu başlangıçsız geçmişte saymaya başladım.Şu anda hâlâ sayıyorum.Sonsuz sona kadar da saymaya devam edeceğim.

Vaktiniz varsa buyurun oturun,siz dinleyinbenkendimi saymaya devam edeyim.
Denizler mürekkep olsa, ağaçlar divit olsa mürekkepler ve divitler tükenir fakat Aynalı Baba’nın kendi hakikatini yazması tükenmezdi. Hatta hiç yazmamış gibi olurdu.
Bir miktar düşündükten sonra dedim ki:
“Azîzîm! Kâmil bir insan olduğunuz meydandadır. Böyle iken bu kemâlâtınızı bu tuhaf kıyafetlerle örtmenizin sebebini anlamıyorum.
Kahveyi pişirdi, fincanıma doldurdu ve cevap verdi:
“Ben”süse meraklıyımdır.Her isim ve birim altında süslenen“ben”im.Avuç avuç para harcayan, altın sırmalı ve zümrüt-pırlanta pullu ipek atlas elbiseler giyen “ben”’im.Aynalı tenekeli aba giyen yine “ben”im.Işığın üstüne karanlığı giyen “ben”im. Karanlığın üstüne ışığı giyen “ben”im.Zâtımın süsleri isimlerim, sıfatlarım ve fiillerimdir.“Ben”can elbisesi de giyerim.Can’ı beşer bedeniyle, hayvan bedeniyle ve bitki bedeniyle süslerim.“Ben”im her yerde sonsuz sayıda yüzüm ve kıyafetim vardır.Burada bu bedende tercihim bu aynalarla tenekelerdir.
Bu cevap akla hem uygun hem de uygun değildi. Fikrimi söyledim. Boynumdaki kravata baktı, fiyatını sordu, yirmi liraya aldığımı söyledim. Dedi ki:
“Ben”im bu “ganî” (zengin, üstün, sınırlanamayan) özelliğimiakl-ı cüz’ünle (sınırlı aklınla) kabul edemezsin.Ayna ve teneke parçaları takmayı senin aklın kabul edemiyor.Yirmi liraya alınıp da boyuna takılan yular (kravat) senin aklına uygun düşüyor.Benim sokaktan toplayıp da külahıma taktığım ayna parçaları da“ben”im akl-ı küll’üme (sınırsız aklıma) uygun düşüyor.“Ben” süste ayrım yapmam.
Kravat takmanın medeniyetle alakalı, külahı parlak cisimlerle süslemenin de delilikle alakalı olduğunu düşündüğüm anda yine cevabımı aldım.
Size görekülaha ayna parçaları yapıştırmak delilik nişanıdır.Bize göre deboyuna yular takmak delilik nişanıdır.Ama sen benim külahımı başına taksan aklın akl-ı küll’e dönüşmez.“Ben” de boynuma yular taksam “ben”im de aklım akl-ı cüz’e düşmez.Keramet külahta ya da yularda değildir.Keramet aklın sınırlarını kaldırmaktadır.
Aniden külahını çıkardı ve benim başıma oturttu. Kravatımı çıkarıp kendi komik cüppesinin üstündeki boynuna taktı. Yerden kırık bir ayna alıp bana tuttu. Çok komik görünüyordum. Kravat da Aynalı’nın boynunda acaip komik duruyordu. Gülmeye başladım. Kahkahalarım neredeyse mezarlık yanındaki mahallelerden duyulacaktı. O kadar çok güldüm ki kendimi yere atıp debelenmeye başladım. Aynalı Baba anlamsız gözlerle bana baktı baktı:
“Zavallı insanlar sebepsiz yere neden gülerler, bir türlü anlayamıyorum,” dedi.
Gülme krizinden çıkmıştım. Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetine girmiş bir
ehli hikmet(filozof)ve
ehli kalb(evliya)
olan bu zâtın ilminden yararlanmak, ciddi konuları ona sorup hakikatini öğrenmek istedim.
_________________________________________
Âmâk-ı Hayal adlı eserin Yazarı:
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi (1865 - 1914)
Ahmed Hilmi, 1281/1865 yılında şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de doğdu. Babası Şehbender (konsolos) Süleyman Bey, annesi Şükriye Hanım’dır. İlk tahsilini Filibe’de yaptıktan sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanisi’nden mezun oldu. Ailesiyle birlikte bir müddet İzmir’de bulundu. Daha sonra Duyun-u Umumiye İdaresi’ne girerek memuriyet hayatına başladı (1890). Vazifeli olarak Beyrut’a gönderildi. Burada Jöntürkler’le ilgi kurdu, büyük ölçüde onların etkisiyle Mısır’a kaçtı. Mısır’da iken Terakki-i Osmani Cemiyeti’ne girdi. Yine Mısır’da “Çaylak” adlı bir mizah dergisi çıkardı. 1901'de İstanbul’a döndüyse de siyasi suçlu olarak yakalanıp Fizan’a sürüldü. Fizan’da iken, belki sürgün hayatının etkisiyle tasavvufa merak sardı, Arusi tarikatına girdi. Bu intisabın etkileri daha sonra yazacağı eserlere yansıyacaktır.“Allah’ı İnkar Mümkün müdür?” isimli eserinde bütün felsefe tarihini gözden geçirir ve filozofların düşüncelerini tahlil ve tenkit eder. Ahmed Hilmi materyalistlerin aksine ruhun bedenden bağımsız varlığını, mahiyetinin bilinmez olduğunu kabul ediyor. Onu duyarlılık, zeka, irade gibi eserleri ile anlıyoruz ve bütün güçlük onca beden çözüldükten sonra ruhun devam edip etmediği noktasındadır.Muhyiddin Arabi, ruhun manevi âlemde (Ahiret’te) yeni bir “mazhar” (substratum) bulacağını söylüyor ki, Şehbenderzade’ye göre bu konuda söylenebileceklerin en mükemmeli budur. Yok olmak, parçalanmak dağılmakla aynıdır. Tek olan ve bileşik olmayan şey ise dağılmaz ve parçalanmaz. Ruh, tek yapıdır ve bileşik değildir, öyleyse o dağılmaz yani yok olmaz.Şehbenderzade’nin bütün felsefi fikirlerini özetlediği eseri, “Amak-ı Hayal” adlı felsefî ve tasavvufî romanıdır. Bu eser de materyalist görüşe karşı kaleme alınmış bir eserdir. Bütün eser boyunca ruh ve kainatın sırrı, yaratılışı gayesi araştırılarak maddeci görüşün sığlığı ve insanı saadete ulaştırmakta yetersiz kaldığı ortaya konur. Buna göre kainatta olan birini anlamak ve hadiseleri doğru değerlendirmek için “Vahdet-i Vücud” fikrinin iyi bilinmesi lazımdır. Bu yüzden birçok defa basılan eser, tasavvufa meraklı olanlarca çok okunmuştur. Kitap yazarın, muhayyile zenginliği yanında tasavvuf ve felsefedeki vukufunu ve bunu ifade etmedeki kabiliyetini de ortaya koymakta, bir takım teşhisler ve ruhi hallerle tasavvufun, evliyanın, enbiyanın sırları ve çeşitli halleri hayaller içinde anlatılmaktadır. Yazarın bütün fikirleri “Raci’nin Hatıraları” ve “Manisa Tımarhanesi” adlı iki başlık altında ve çoğunlukla birbiriyle organik bağları bulunmayan çeşitli bölümler halinde ifade edilmiştir. Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (2) Bölüm ..Kemal Gökdoğan 6. GİZLİ HAZİNE“Sultânım! Sen yıkıkta gömülü bir hazinesin. Ben ise hikmete (sırlara, ilmi ledüne, bilgiye) can atan bir âvâreyim. Lütfen beni özel talebeliğinize kabul eder misiniz? Ver elini öpeyim,” dedim. El öpmek, bir kişinin ilminin üstün olduğunu kabul edip ona saygı sunmaktı.
“El öpmek mi?.. Niçin? Tamam, kabul, konuşalım. Fakat sözden ne çıkar? Şimdiye kadar, kim bilir kaç hayvan yükü kitap okudun; ne anladın? Hiç, değil mi? Akıl muhakemeleriyle Hak’kın varlığını kabul etmek mümkündür, fakat bilmek ve anlamak ve olmak asla mümkün değildir. Harfleri bir araya getirmekle hakikat tecelli eder mi?
Onu dinlerken üzerimde garip bir gevşeklik rahatlık hissediyordum. Yedi bin yıllık insanlık medeniyetinin oluşturduğu zahiri-yüzeysel ve günlük ihtiyaçları sağlamaya yönelik maarif (eğitim-öğretim) düzeyini gözümde bir anda sıfırlamıştı. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmek için ihtiyacımızdan fazlasını üretmek mantığı üzerine kurulmuş olan bilimi “uygarlık” olarak kabul etmiyordu.
Bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bana pek fazla bir küçüklük vermişti. Üzerimdeki kravatın gururu külahın karşısında eriyip tevâzua dönüşünce bana bakarak gülümsedi.
“Aklına daha fazla ağırlık yüklemeyelim artık. Biraz da kendimizden geçelim” diyerek birer kahve daha doldurdu, keyifle içtik.
birinci gün
HİÇLİK ZİRVESİ
(nirvana)
Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoş bir şekilde çalmaya başladı. Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi, bana garip bir zevk veriyordu. Aynalı Baba’nın arada okuduğu tasavvufî şiirlerin ve kahvenin etkisiyle beynimdeki tevhid lezzeti her an gittikçe şiddetleniyordu.
Bu güne kadar kafamla çözemediğim, yaşam ve ölüm çıkmazının verdiği taşınılmaz ağırlığın bilincimden kalktığını ve hafiflediğimi hissediyordum.
Aynalı şiir okumaya başladı:
Ey can! Yok olacak olan bu aleme ibretle bak.
Ey can! Var sandığın bu âlemin sanal olduğunu anla.
Gafletten kurtul.
Evren bütündür ben parçasıyım yanılgısından sıyrıl
Meydan boş değildir. . .
Sen anlamsız ve rasgele bir varlık değilsin.
Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler?
Hak, dün Sultan Süleyman ve İskender olarak tecelli etmişti. Şimdi Hak sen’dir ve sen zamanın Sultan Süleyman’ı ve İskender’isin. Onlar nerede ve sen neredesin? Hak nerede ve sen neredesin ? Hâlâ anlamadın mı? Hz. Süleyman senin bilincinin sembolik adıdır, İskender, bilincindeki ilmin fethidir, açılımıdır. Sen de kendi bilincindeki tek’liğin büyük fethini yap.
Yüz bin senelik ömrü neşe ile geçirsen de hepsi BİR AN’dan ibarettir. . .
Sen sonsuz bir varlık ve ilim (data) hazinesisin. Kendini ne kadar tanısan da yine kendini hiçbir zaman hatmedemezsin. Tüm ilmin ve sonsuz hayatın “yok”lukta bir nokta ve an kadardır.
A gözüm! Cihan bağı ne bülbüle ne de güle kalacaktır. . .”
Hak, her an yeni bir görünümdedir. Sende de her an bin fikir gelir bin fikir geçer. Fakat sende değişmeyen bir şey var. “Enel Hak” bilincinde ise asla yok olma olmaz.
“Aç gözlülük ve hırsa uyup nefsin kahrına uğrama.
Hak sonsuzdur. Hak’kın sonsuzluğunu ancak ben anlarım zannetme. Her zaman senden daha âlim birisi vardır. Mûsa’nın Hızır’a yaptığını yapma. Sonra üstadsız kalırsın.
Adın duyulmasın sonra rahatın kaçar.
Kısır akıl ve dar bilinçlerin anlayamayacağı şeyleri açık etme. Kimisi seni sultan ilan etmeye gelir kimisi de seni asmaya gelir.
Allah’ı bilenlerle arkadaş ol; onlardan uzak kalma.
Sana senin ne olmadığını ve senin ne olduğunu senin anlayacağın lisanla sana açan üstadların ilminden faydalanmaya bak.
Dünya koltuğundaki gücünle mağrur olma.”
Ulaştığın ilim seviyesiyle başın dönmesin. Sonsuzun yanında ilmin ne kadar ki?
“Olgun kimseler, dünya zevkine kapılmadılar.
Bilginin ve ilmin verdiği haz, diğer zevklerin hepsinden farklıdır.
Netice olarak dünyanın bir gölge, boş bir arzu,
Bedensel yönümüz sonsuz yönümüzün bir özetidir. Dünya sonsuz âlemlerin bir özetidir. Kendini sınırlı beden ve sınırlı dünya hapishanesine kapatma, özeti aç.
bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler.
Dünyan yani bedensel yaşamın, özündeki sonsuz kudretin küçük bir biblosu ve gerçeğin şimdilik bir hayalidir.
Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa,
Bedensel yaşam süresi sonsuz yaşam yanında ancak rüya hükmündedir.
cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır.
Tüm dünyasal bilgiler, tevhid ilmi yanında ancak bir virgül kadarcıktır.
Herkes aşk eteğini tutup Allah’a kavuşmaya yaklaştı.”
Her birim ve bilinç yaratılış amacı doğrultusunda kendi varlığına sevdalanır ve özüne doğru kendi sıratında yolculuk eder.
Kahvenin kokusu, Ney’in ve Aynalı’nın sesi beni başka bir boyuta doğru itmeye başlamıştı. Yavaş yavaş duyularımın sınırından sıyrılmaya başladım. Bir şey görmüyor ve işitmiyordum artık. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım.
Bu hal çok sürmedi. Zihnim çalışmaya başladı. Görünüşte bir şey algılamaz iken kendimi başka bir boyutun çekim alanında hissetmeye başladım. HAYALİN DERİNLİKLERİ’ne yani özümdeki sonsuz boyutlara ( â’mak-ı hayâl’e) dalmıştım.
Dağları, ormanları, hayvanları, kırları ve çiçekleri bizim memlekete benzemeyen bir ülkedeydim. Yanımda görünmeyen birisi vardı. Beraberce yürüyorduk. Onunla telepatik yolla konuşuyordum. Nereye gittiğimizi sordum.
“Hindistan’dayız, <> ne gidiyoruz”
dedi.
Çok çok uzun haftalar süren bir yürüyüşten sonra Everest Dağı’nın eteklerine geldik. Bir kulübe gördüm. Görünmez arkadaşım beni kulübedeki genç adama “hiçlik zirvesi”ni ziyarete getirdim dedi ve teslim ederek döndü.
Genç adam bana tebessümle baktı. Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:
“Hiçlik zirvesine
insanların yüz binde birisi
ancak çıkar.
Oraya
ancak ölmeden önce ölenler çıkabilir.
Yani hiçlik bilgisinden elde edeceğin zevki
geçici bedensel zevklere feda edersen zirveye ulaşamazsın.”
İsmini sordum:
“Buda Gotama Sakya Muni”
(Sakya ailesinin aydınlanmış insanı)
dedi.
Hurmetle ayağa kalkıp elini öpmek istedim, öptürmedi.
“Elimi benim için öpeceksen öpme,
ben hiç’im.
Benim yanımda hürmetle hakaret arasında fark yoktur.
Kendin için öpeceksen ben zâten senin kalbindeyim.
Benim irfanımı kendinde ara”
dedi.
Ertesi gün güneş doğmadan yola çıktık. Yemyeşil çimenlerin ve rengârenk çiçeklerin arasından zirveye doğru yürümeye başladık. Ilıman rüzgarın savurduğu egzotik çiçek kokuları bir bulut gibi bedenimi sarıyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı.
Yine çok uzun yürüyüşten sonra bir saraya geldik. Açlıktan ölmek üzereydim. İçeri girdik. Her yer binbir çeşit meyve ve yiyecek sepetleriyle doluydu. Buda, hiçbir şeye içine düşecek gibi bakmamamı, tek bir lokma yemememi, eğer aksini yaparsam burada takılıp ebedi olarak kalacağımı ve kendisinin de dönüp gideceğini söyledi. İçimden çok kızmıştım.
Buda sessizce oturuyordu. onun telepatik mesajlarını duymaya başladım.
“…Dağın zirvesi irfanın zirvesidir…
Bu saray irfanın ancak yarısıdır.
Sarayın nimetlerini yemek, irfanın yarısına razı olmaktır.
İster burada kal, istersen benimle zirveye gel…”
O anda irfana açlığım ve yiyeceklere açlığım ile eşit derecede idi. O boyutta o yerde tek tercih hakkım vardı. Ya yiyecek ya irfan. İkisi birden yoktu. Buda’ya kızarak irfanı tercih ettim. Bana gülümseyerek;
“Haydi yükselmeye devam edelim, yeteri kadar irademizi güçlendirdik” dedi.
Yükselmeye karar verdiğimde, mideme indirmediğim halde o nefis yiyeceklerin enerjisinin tüm hücrelerimi doldurduğunu hissettim. Tat almadan ve posa sindirmeden gıdalanmak cennet boyutunun bir tür beslenme tarzı olmalıydı.
Sarayı terk ederken bir hizmetçi elinde altın tepsiyle soğuk içecek getirdi. Kendimi unutarak kadehi aldım tam içecekken Buda elime vurdu. Kadeh düştü ve kırıldı. Zirveye doğru hem o boyutta ilerliyorduk hem de dünya boyutundan Aynalı’nın Dâvudî sesiyle okuduğu şiirini işitiyordum.
“Ey hakikata yükselen yolcu! Yürü. Yetersiz ilim irfan kaynaklarıyla yetinme. Senin ulaşacağın bilgi yanında o dağın güzellikleri bir rüya ve hayalden ibaret kalır. Yürü (seyrü sülukuna devam et) ki kulluk yönünün nihayetindeki Allah gerçeğinin giriş kapısına ulaş. Yürü kendi gerçek yönüne ulaş, fenâ fillah’a er. Billur kadehte sunulan alkolden uzak dur ki aşk kadehinden içesin. Yürü ki sende tecelli edecek olan sınırsız kudret sırını yakala.”
Aynalı’nın yanında idim fakat sesi yüz bin yıllık uzaklıktan geliyordu. Buda’dan yüz bin yıl uzakta idim fakat şu anda onunla el ele zirveye tırmanıyordum. Aynı anda iki ayrı boyuttaydım. Ve “ben”de daha nice sonsuz boyutlar mevcuttu. Yeterince ilmimi artırırsam ve kendimi kullanmayı öğrenirsem, her an her yerde olabilecektim.
Kır âlemindeki iki dervişin ve Aynalı’nın sözlerini yeni yeni anlamaya başlamıştım.
Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir şey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,
tek şeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar,
diyorlardı.
Hem tek olmak hem de sayısız sınırsız olmak, mantıksal çelişki olmaktan çıkmaya başlamıştı. Bir fincan kahve, bir ney taksimi ve birkaç satır şiirle tekliğim aynı anda iki ayrı boyutta ikilik olmuştu. Bu tattığım ilk tasavvufi keşif ve felsefi açılımdı.
İki ayrı boyutta iki ayrı beden ve bilinçte olmama rağmen kendimi aynı anda da TEK (AHAD) olarak algılıyordum. Üç, beş, kırk, bin veya sayısız sonsuz olup da yine tek olmak, okuyarak, düşünerek ulaşabileceğim bir ilim değildi. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti yaşamak, demek ki böyle bir şeymiş.
Buda ile birlikte zirveye yakın bir mola yerine geldik. Orada daha büyük bir saray vardı. Sarayın dış kapısında elimi bırakarak bana:
“Saraya gir. Biraz dinlen. Hiçbir güzelliğe sahip olmaya kalkışma. Sana yapılan her teklifi reddet. Saraydan çık ve bana dön ki zirveye olan yolculuğumuzu tamamlayalım. Ben seni burada bekliyor olacağım” dedi.
Daha sarayın kapısından adım atar atmaz ipek elbiseli bir düzine cariye beni karşıladı. Her birisi sonsuz güzellikte idi. Beni sarayın has odasına doğru götürdüler. Has odaya girdim. Sarayın prensesi muazzam bir tahtta oturuyordu. Cariyelerin güzelliği onun yanında bir hiç gibiydi. Prenses kollarını açarak:
“Yüz bin yıldan beri buraya kadar ilk defa sen çıkabildin. Ve ben yüz bin yıldan beri seni bekliyorum” dedi ve kollarını açarak benimle kavuşmak istedi.
O anda Buda’nın telepatik mesajını aldım. Hayır diyordu. Daha yolumuzun olduğunu zirveye ulaşamadığımızı söylüyordu. Ama prensesin çekim şiddeti Buda’nın kuru yavan ilim ve irfanından daha üstün geldi. Prensesi kollarımın arasına aldım. Sonsuza kadar öylece kalmak istedim.
Birden kulaklarımı sağır eden bir gök gürültü ve ardından da gözlerimi kör eden bir şimşek çaktı. Kollarımın arasında pis kokulu çirkin suratlı bir cadı kadın duruyordu. Korktum ve geri çekildim. Cadı çatlak sesiyle:
“Biraz önce mis gibi kokuma, kadife gibi sesime, güneş gibi güzelliğime meftûn olup taze kollarıma atlamıştın. Şimdi sana ne oldu da benden kaçıyorsun? Ben yine aynı prensesim. Hem oyum, hem de buyum. Ben aynı anda her yerde olanım. Aklına, ilmine, tasavvufî keşfine ve felsefî açılımına ne oldu? Hani sana göre çirkin de güzel de Hak’tı? Şimdi ben bâtıl mıyım? Şeytan ve melek sana göre aynı değil miydi? Ben sen, sen de ben değil miydik? Taavvuftan ve felsefeden ne kadar da çabuk bıktın? Haydi al beni kollarına!” diyerek üstüme saldırdı.
Arkama bakmadan kaçmaya başladım. Cariyeler çirkin maymunlar gibi olmuş beni yakalayıp hanımlarına teslim etmek için arkamdan kovalıyorlardı. O muazzam saray aniden pis kokulu bir çöplüğe dönüşmüştü. Buda’yı bulmak için çok koştum ama onun yerinde soğuk sam yelleri esiyordu artık.
Zirveye yakın noktadan aşağılara yuvarlanarak indim. İki kişi kollarıma girerek beni bir tapınağa götürdüler. Yüksek bir yerde üzerinde altın, zümrüt kakmalı ipek elbiseler içinde, önünde bin bir türlü lezzetli yemeklerden yerken çevresinde güzel cariyeleriyle eğlenen Buda’yı gördüm. O da beni görünce yüzünü ekşitti. Ve;
“Şu anda ben yine sâde giyimliyim. Fakat senin içindeki hırs beni altın zümrüt kıyafetler içinde gösteriyor.
Burası yaşlı bir incir ağacının altı, fakat senin hırsın burayı altın duvarlı tapınak gösteriyor.
Ben yüksekte değil, alçaktayım.
Bunlar lezzetli yemekler değil, hiçlik ilminin mânâ helezonları.
Bunlar cariye değil, benim zikrimi dinlemeye gelen başka boyutların bilinçleri fakat sen onları şehvetinden dolayı cariye görüyorsun.
Sen sözünde durmayan bir “dişi” tabiatsın.
Dişilik ve erkeklik bedensel cinsiyetin adı değil, bilincin mertliğini ya da zayıflığını ifade eden iki kavramdır.
Size ikram edilen “Kutsal Kitap”ta bahsedilen erkek mert nefsi, zayıf kadın da nâmert nefsi sembolize eder. Yoksa kadın ve erkek ruh ve beden açısından biribirine denk yaratılmıştır.
Şimdi sen ey zayıf dişi, sevdiğin hırslarına geri dön.”
Diyerek derin bir sükûta gömüldü.
Tapınağın merdivenlerinden aşağıların aşağısına yuvarlandım. Her yerim acıyor ve ağrıyordu. Gözlerimi yavaşça açtım. Aynalı’nın tebessüm eden yüzüyle karşılaştım. Yeni pişirdiği kahveyi isli cezvesinden eski fincana doldurup bana uzattı.
“Yükseklerden, cennetlerden dünyaya hoş geldin. Bir damla ilim irfan tahsili kişiyi fena fillah’a, enel hak’ka ve Makam-ı Mahmud’a ulaştırmaz. Evlâdım HİÇLİK ZİRVESİ’ne ulaşmak kolay değil, kolay değil, kolay değil” dedi.
Çok mahçup olmuştum. Kendisini tekrar ziyaret edip ilminden nasiplenmeyi diledim.
“Ben bu memlekette oldukça aramızda geçenler sır olmak şartıyla tekrar görüşebiliriz” dedi. Söz verdim ve ayrıldık.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFAN’IN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A. S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK. Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (3) Bölüm ..Kemal Gökdoğan ikinci gün
EY NÛR
( Nur’un ve Zulmet’in Ezelî Savaşı )
1. Mülhime Nefs Girdabı
Mezarlıktan çıkmış eve doğru gidiyordum. Evet, hayret, meyhaneye doğru değil de eve doğru gidiyordum. Aynalı Baba’nın bir fincan kahvesini içmiş ve alkolden ebedi tiksinmiştim. Eve gelince annem de gözlerine inanamadı. Tabii ki verdiğim söz gereği anneme Aynalı’dan ve yaşadığım mâceradan söz etmedim..
Erkenden yatağıma uzandım ve nefs muhasebesi yapmaya başladım.
Birkaç damla tasavvuf ilmi ile
her şeyin aslını anladığımı zannetmiştim.
Varlığın sırrını
“ her şey Hak’tır ve ben de Hak’kım “ felsefesi ile özetleyip
tam rahatlamıştım ki,
Aynalı Baba içine düştüğüm bu girdaptan Buda ile yaptırdığı hayali yolculuk sayesinde kurtardı.
Beni gönderdiği ülke benim kendi özümdü.
Everest Dağı özümdeki nefs idi.
Dağın başlangıcı, birinci bilinç boyutum olan “nefsi emmâre” idi.
Dağdaki birinci saray; bilincimin ikinci boyutu olan “nefs-i levvame” idi. Bu nefs boyutunun girdabından, Buda tecellisine bürünmüş olan Aynalı Baba’nın küçük bir desteğiyle (tasavvuf dilinde ‘şeyhin himmetiyle’) kurtulmuştum.
Dağdaki ikinci saray; bilincimin üçüncü boyutu olan “nefs-i mülheme” idi. Bu sarayın tuzakları çok fazlaydı. Buda sembolü (aslında Aynalı Baba) beni nefs-i mülheme sarayına yalnız sokmuştu. Koruması (himmeti) yoktu. Her şey ben’im ve her şey ben’im tecellimdir felsefesini tasavvufi bir hakikat ve keşif zannederek sarayı ve sarayın içindeki her şeyi nefsime helal görmek yanılgısına düştüm.
Gerçi haram ve helal yanılgımdan çabuk kurtuldum. “Resuller ve veliler daha bilgili olmasına rağmen harama ve helale son derece dikkat etmişlerdir” prensibini hatırlayınca tehlikeyi atlattığımı zannettim. Fakat mülheme nefs girdabında sonsuz sayıda tuzak vardı. En basitlerinden birisine yakalanmaktan kurtulamadım. Prensesin sonsuz güzelliğini Hak’kın güzelliğinin yansıması olarak gördüm. Sadece prensesin değil evrendeki her güzelliği Hak’kın güzelliği olarak yorumladım. Tam bu anda prensesin yaşlanmış, çirkinleşmiş hali tecelli edince geri çekilmek zorunda kaldım. Halbuki Hak ve Hak’kın her tecellisi tek bütünün farklı cepheleriydi. Prensesin yaşlı halini Hak olarak kucaklayıp hazmedemedim. Ve böylece mülheme nefs mertebesinin ilk hakikat tecellisini dahi hazmedemeyince tekrar başa dönmek zorunda kaldım. Dağın yarısından yani mülheme nefs mertebesinden tekrar dağın dibine yani emmare nefs mertebesine düştüm.
İlk boyutlar arası tasavvufi gezintide ilk mühim nefs mertebesinde ayağım kaymıştı. Bu kaymadan Aynalı Baba memnun olmuştu, çünkü en büyük hatayı yaparak bir daha yapmamayı ve Mutmain nefs boyutuna geçiş için vize almayı öğrenmiştim. Bu güzel tefekkür içinde uyumuş kalmışım.
Aynalı ile tanışmamın ikinci gününün sabahında erkenden uyandım. Normalde ikindiye kadar uyurdum. Uyanınca da meyhaneye gider sabaha kadar eve gelmezdim. Annem gayet memnun arkamdan bakarken giyinerek evden çıktım.
2. Karşılıklı Hediyeleşme
Pazara uğrayıp birkaç tencere, tava, mangal, tabak, kaşık gibi mutfak eşyası aldım. Yağ, pirinç ve benzeri yiyeceklerden de aldım. En mühimi de bolca taze Türk kahvesi temin ettim.
Kulübeye geldim. Aynalı Baba hediyeleri reddetmedi. Benim gibi bir alkoliğin getirdiği kapları ve yiyeceği tereddütsüzce alması, hemen kullanması beni çok onore etmişti. Hiç kimseden karşılıksız bir şey almıyordu. Biraz konuştuk, yemek yedik ve biraz da uyuduk. Yeterince dinlendikten sonra benim getirdiğim mangalı ateşledi ve isli cezveyi ateşe sürerek taze dövülmüş dibek kahvesinden demlemeye başladı. Kahve yavaş yavaş kaynadıkça kokusu beni kendimden geçiriyordu. Dede eski fincanları doldurdu. (Aynalı’ya bazen baba, bazen dede diyordum.) Bir yudum çekiyor, biraz ney üflüyor ve gür sesiyle şiir okuyordu:
Bu şuun, âlem
Bisebat-u bîkıdem
Nerde Havva, âdem
Varsa aklın ey dedem!

Dem bu demdir, dem bu dem!..
Dem bu demdir, dem bu dem!..
(dem=başlangıçsız ve sonsuz an)
. . .
Nice tasavvuf ehli (sûfiyye) ve hikmet ehli (filozof/hükemâ) kimselerle yıllar geçirmiştim. Tasavvuf ehli olan takvâlı (?) zâtlar, âlemin sonradan yaratılmış değersiz bir madde olduğunu kötüleye kötüleye anlatırlardı. Filozoflar ise âlemin Tanrı ile birlikte ezeli olduğunu iddia ederler, bir kısmı da tanrıyı inkar ederek maddenin ve enerjinin ezeli ve ebedi olduğunu kanıtlamaya çalışırlardı. (Allah’ı inkâr mümkün değildir, çünkü sen kendini inkâr edebilir misin? Bundan dolayı TANRI kavramı özellikle yazılmıştır.)
Aynalı Baba hem tasavvuf ehlinden hem de filozofların inançlı ve inançsız kesiminden farklı olarak âlemin aslını ve hakikatteki hükmünü birkaç kıt’a “mârifet” şiiriyle bir anda anlatmıştı.
Aynalı anladığım kadarıyla şöyle diyordu:
Bu tecelliler ve bu âlemler ve bu boyutlar
ne ezelidir ne de ebedidir.
Hâdis (yaratılışı Tanrı’dan sonra) de değildir,
kadîm (Tanrı* gibi başlangıçsız, yaratılmamış) de değildir.

Âlem ve tecelliler dediğin her şey;
zamansız Hak’kın zamansız gölgesidir.

Âdem ve Havva isimli
insanlık âlemini
hangi zaman dilimine oturtabilirsin ki?

Aklının sınırını kaldırıp da
akl-ı kül ile tefekkür edersen
zamanın ve gölgenin var olmadığını,
her an (dem bu dem) var olanın
Hak olduğunu keşfedersin.

*(Allah veya tanrı kavramları özellikle ayrı ayrı kullanılmaktadır, bundan sonraki kullanımlarda da aynı özellik mevcuttur. Tasavvuf Felsefesi (ilm-i hikmet) ve batı felsefesinde yapılan tartışmalarda kastedilen ‘tanrı’dır. Allah ismi ile işaret olunan ahad varlık; görecelilik taşımadığı için hikmet ve felsefe tartışmalarında kullanılamaz.)
Getirmiş olduğum değersiz hediyelerin karşılığını para ve değerli hiçbir şeyle ölçülemeyecek olan bu bilgi ile iade etmişti. Ben ona Yunus Emre misali ucuz alıç gibi olan çanak çömlek getirmiştim o da bana para ile satın alınamayacak ilim ile karşılık vermişti. Yıllardan beri çözemediğim; zaman, mekân, madde, enerji ve insan sırlarını bir fincan kahve içip bir nefes ney dinleyip birkaç kıt’a şiir dinletisiyle o demde halletmiştim.
3. Cihad-ı Ekber’e Hazırlanış
Aynalı’nın şiirini zihnimde yorumlarken gönül nefesiyle üfürdüğü neyin sesi yavaş iniltilere döndü. Sanki binlerce yıl uzaktan geliyordu. Yine iyice gevşemiş ağır bir uyku ile uyanıklık arası yakaza haline girmiştim. Yani ne uyanıktım ne de uyuyordum. Aynı anda hem Râci olarak mevcuttum hem de binlerce yıl önce Belh’de yaşayan İranlı bir gençtim.
Odama bir hanım girdi, benim eşimmiş. Çabuk hazırlanıp “Seyir Bayramı”na yetişmemi söyledi. Başıma bir külah, belime bir kuşak taktım. Üzerime uzun bir şal aldım. Sokağa çıktım. Yüzlerce, binlerce insanla birlikte büyük bir meydana geldik.
Ne olduğunu birisine sordum. Yüzüme baktı, “Sen yabancısın galiba, kıyafetin bizim gibi ama bizim inanç ve şartlanmalarımızdan haberin yok. Bu günden itibaren kırk gün Seyir Bayramı’dır (Temâşa Bayramı). Biraz sonra ismi okunanlar şu büyük çadırdaki Zerdüşt’ün yanına girecek. Zerdüşt’ün sorusuna Hak Kelam ile cevap verenlerin alnına ‘cennetlik’, cevap veremeyenlere de ‘cehennemlik’ yazılacak. Cennetlik olanların Hakikati seyretmesine izin verilecek.” dedi.
Zerdüşt, milattan önce 1200 yıllarında İran’da yaşamış birisiydi. Kimisine göre o ateşe (ışığa, iyiliğe) ve karanlığa (cehalete, kötülüğe) tapma dinini kurmuştu. İslam düşünürlerine göre de eski Resul’lerden biri idi ve Hak Din’i zamanla tahrif edilerek ateşe ve karanlığa tanrı olarak tapınılmaya çevrilmişti. İçimden gelen bu duyguları dinlerken yüksek sesle adım okundu. Hemen çadıra girdim.
Zerdüşt muazzam bir tahtta altın sırmalı elbiselerle oturuyordu. Askerler, danışmanlar, hizmetçiler etrafını sarmış el pençe divan duruyordu. İki asker koluma girip huzura götürdü ve bıraktılar. Herkes yerlere kadar eğildiği halde ben sadece başımla hafifçe saygı sundum. Çevredekiler yere eğilmememi ölüm cezası olarak düşünüyorlardı. Fakat Zerdüşt hiç oralı olmadan bana hemen sordu:
“Nereden geldin?”
Kalbime düşeni hemen söyledim:
“Nasıl ve niçin yaptığından sual olunmayan Allah’tan. . .”

“Niçin gönderildin?”
“Kendimi hatırlamak, ilim ve irfan nûrum ile cehalet karanlığımı birbirinden ayırmak ve sonra tekrar cem etmek için bu beden ve ruh tecellisine indim. Nûruma yâni ilim ve irfanımla kendimi hatırlamaya , cehalet ve ben’i hatırlamayı örten zulmete de ve dedim.

“Nûrun nedir? Karanlığın nedir?”
“Nûrum; ilim ve irfan yönüm olan Hürmüz’dür. Karanlığım; kendimi unutmuş yönüm olan
Ahriman’dır”

“Hangisi üstündür?”
“Şu anda özümde her ikisi de eşittir. Kendimi tanımak cihadı olan Cihad-ı Ekber’i kazanırsam nûrâni yönüm baskın olacak. Kazanamazsam zulmânî yönüm baskın olacak.”

“Sonra ne olacak?”
“Nur galip gelecek ve Allah;
‘Ben’den gayrı mevcûd yok
( Lâ mevcûde illâ Hû )
diyecek”
Zerdüşt eliyle alnıma yeşil bir çizgi çekti ve etrafındaki ihtiyarlar (seçkinler), “Allah mübârek kılsın!, Allah mübârek kılsın!” dediler.
Çadırdan yanıma verilen bir rehberle çıktım. Alnımdaki yeşil çizgiyi gören halk her iki yana çekiliyor ve
“ İşte Ahriman’la çarpışacak cengâver geliyor!”
diye bağırıyorlardı.
Rehberimle ışıktan daha hızlı koşan atlara bindik, binlerce yıl yol kat ettik. Sonsuz bir sahrâya geldik.
Sonsuz sahrâda sonsuz yükseklikte bir
Dağ
yükseliyordu.

Vücudumun iki katı ağırlıkta zırhlarla ve silahlarla donatıldım. Dağa tırmanmaya başladık. Dağda yükseldikçe bana hiç de yabancı gelmeyen
fakat bir türlü nereden hatırladığımı çözemediğim
içki şişeleri görüyordum.
Şişeler ben yaklaştıkça canlanıyor şekil değiştiriyor, müthiş ejderhâlara dönüşerek üzerime ağızlarından ateşler püskürterek saldırıyorlardı.
Zırhımdan yansıyan alevler geri dönerek kendilerini yakıyor
ve
cam gibi tuz buz olup dağılıyorlardı.

Yine âşina gelen gır gır ve şamata sözler başka bir ifrit kılığına bürünerek bana saldırıyor. Onlar da duman haline dönüşüp yok oluyorlardı.
Rehberime,
bunlar nedir ?
diye soran anlamlı gözlerle baktım.
Gülümseyerek
“Küçük cihadla terk ettiğin basit günahların tecellileridir,
sen şimdi asıl
Büyük Cihad’a yoğunlaş”
dedi.

4. Denge Küre’si YİNG ve YANG
Biz dağın zirvesine yükselirken sonsuz semâdan da bir melek elinde bir küre ile dağa iniyordu.
Dağın sağ tarafındakiler beni görünce “ İşte Allah’ın nûru geliyor! Ey nûr!.. Karanlıkları boğ!” diye bağırarak tezahürata başladılar.
Dağın sol tarafında karanlıklar içinde, olan varlıklar, sağ taraftaki tezahüratı bastırırcasına; “Ey Ahriman! Gönder zulmetini, yok et aydınlığı!” diyen düşünce dalgalarını yoğunlaştırarak evrenlere dağıtıyorlardı.
Melek dağın zirvesine kulakları sağır eden bir sayha (hakikatı ilan eden ses-bilgi) ile indi. Herkes sustu ve meleği dinledi. Melek elindeki küreyi ileri uzattı. Kürenin yarısı gözleri kamaştıracak kadar ışıklı diğer yarısı da karanlıktan daha da karanlık olduğu için görünebilen bir siyahlıkta idi.
“Allah indinde her an salt adalet vardır,
aydınlık ve karanlık eşit yaratılmıştır,
en iyi kim mücadele ederse
o galip gelecektir.”
Diyerek çarpışmayı başlatan sûr’a üfledi.
İyiliği sembolize eden Hürmüz ayağa kalktı:
“ Ey varlıklar! İçinizdeki kini, nefreti, bedensel çıkarlarınızda cengâverce etrafa saldırmayı, yalanı, gıybeti, sarhoşluk veren alkolü ve öğünmeyi terk edin. Sonsuz cennetlerin sonsuz ilim ve irfan zevkini üç beş günlük dünya şehvetiyle değişmeyin ve Allah’ın ahlakı ile ahlâklanarak karanlığın savaşçılarına galip gelin!”
dedi ve oturdu.
Bu sefer de kötülüğü temsil eden Ahriman ayağa kalktı:

“Hürmüz yalan söylüyor. Ben sonsuz yıl ilim ve irfanla Allah’a kulluk ettim fakat sonunda kovuldum. Gelin siz de vaktinizi boşa harcamayın. Henüz fırsat var iken en iyiyi yiyin, en iyiyi giyin, ve zevkinizde hayvanlar gibi sınırı aşın. Çünkü bu dünyaya tekrar dönüş imkanınız yok. Ölünce de ne cennet ne cehennem; yok olup gideceksiniz. Birbirinizi çıkarlarınız için ezip geçin.”
dedi ve oturdu.
Her iki taraf en iyi savaşçılarını ileri sürdü. Düello acımasızca günlerce sürdü. Bazen onlar öne geçiyor bazen biz öne geçiyorduk fakat eşitlik bozulmuyordu.
Ahriman zafer için “İki Yüzlü” (nifak) isimli şövalyesini ileri sürdü. “İki Yüzlü”den hepimiz korktuğumuz halde Hürmüz’ün hatırı için ileri atılıp şehit oluyorduk. Bizden tam otuz kişi “İki Yüzlü”nün silahıyla öldürüldü. Çünkü o çok sihirli biriydi. Görünüşü o kadar tatlı ve sevimli idi ki, tatlı dili ile bizi seviyor, okşuyordu. Ona güvenip arkamızı döndüğümüzde ise yüzü ekşiyor, korkunçlaşıyor, çatal dilini çıkarıyor, küflü dişleriyle sırıtıyor ve zehirli hançerini sırtımıza saplıyordu.
Hürmüz daha fazla dayanamayarak “Muhabbet Savaşçısı”nı “İki Yüzlü”nün üzerine gönderdi. İki yüzlü’nün yüzü çirkinliğe bürünerek asıl kimliği ortaya çıktı. İkisi de kırk gün kırk gece çarpıştı. Sonunda “Muhabbet Savaşçısı” galip geldi.
Ahriman çıldırarak daha iyi bir şövalye çağırdı. “Gazap” Şövalyesi elindeki gürz ile “Muhabbet Savaşçısı”na meydan okudu. Birkaç günlük düellodan sonra “Muhabbet Savaşçısı” çok iyi bir savaşçı olduğunu düşünüp gururlanmaya başladığı anda “Gazap”ın çelik gürzünü kafasına yedi ve yere serildi. “Gazap” Muhabbet’in kalbini söktü ve Ahriman’ın ayakları altına attı. Ahriman sırıtarak,

“ Benim gibi gurura kapılan muhabbetini yitirir”
“Gazap”ın alnından öptü.
Her nedense ben de alnımda bir ılıklık hissettim. Ahriman’ın sonsuz sayıdaki “Gazap” isimli çocuklarından birisi de benim derinlerimde miydi? . .
Zirvedeki meleğin elindeki kürede hangi taraf düellodan galip ayrılırsa o tarafın renk fonu artıyor diğeri azalıyordu. Gazap Şövalyesi bizden epeyce bir savaşçı tepelediği için küre neredeyse tamamen kararmak üzereydi.
Rehberim bana, “Yarın Gazap’ın karşısına Hikmet Pehlivan çıkacak. Gazabı ancak ilim ve tefekkür gücü yenecek” dedi.
Hikmet Pehlivan kim diye sorunca,
“Sen” cevabını aldım.
Başım döndü ve soğuk terler dökmeye başladım.
Gazap Şövalyesi tüm savaşçılarımızı temizlemiş, geriye,
“Aşk”ın Kılıcı
ve
ben
kalmıştık.
Ben de meğer ki Hikmet Pehlivan imişim.
Zerdüşt’ün çadırı önünde bu isim çağırıldığında içeri girmiş ve sualleri doğru cevaplayıp çıkmıştım. O zaman ismime bir anlam verememiştim ama şimdi çok zor durumdaydım. İsmimin ve sıfatımın gerçek sınavını er meydanında verecektim.
“Nice başların kesilip de soranın olmadığı”
er meydanına çıkma vakti gelmişti.
O gece rehberim beni uyutmadı. Uyumak ve tembellik zamanı değil cenge hazırlık ve antrenman zamanıydı. Sabaha kadar rehberimle hem kılıç hem de ilim irfan eğitimi yaptık. Hava aydınlanmadan er meydanına geldik.
Gazap Şövalyesi burnundan zehirli dumanlar çıkarak bana saldırdı. Hiç istifimi bozmadan bekledim. Burun buruna geldik. İçimdeki korku ve endişe kaybolmuştu. Korkmadığımı anlayınca iyice gazaba gelerek kükredi.
“Sen de kim oluyorsun da benden korkmuyorsun” dedi.
“Ben ilim ve tefekkür silahıyla kuşanmış Hikmet Pehlivan’ım” dedim.
Tüm gücünü toplayarak gürzünü kafama doğru savurdu. Sanki sinek çarpmış gibi oldu. Çelik gürz eğildi ve yere düştü. Gazap Şövalyesi hayretle bana baktı. Ben de tebessüm ederek dalga geçtim.
“Benim yendiğim asıl

yanında sen ve senin hamlen
bana sinek kadar zarar veremez”
deyince merakla sordu:
“Kimmiş benden daha da güçlü olan?”
“Kendi nefsimdeki gazap kuvvesi”
dedim ve şaşkınlaşan şövalyenin kafasını uçurdum.
Kürede nur ve zulmet yine dengelenmişti.
Ahriman oturduğu yerden şimşek gibi fırladı ve en son ve en güçlü şövalyesini meydana kendi elleriyle sürükleyip bıraktı.
Yeni şövalyenin gözleri kan çanağına dönmüş, saldıracak yok edecek ya da efendisi Ahriman’a köle yapacak ışık savaşçısı arıyordu. Hepimiz ister istemez korkuya kapılıp geri geri yürüdük.
Arkamda bir el hissettim. Rehberim, oyun oynamak istemeyen gelinler gibi beni arkamdan meydana ittiriverdi. Birden kendimi öyle bir şövalyenin önünde buldum ki, dizlerimin dermanı kesildi.
Ahriman’ın son kalesi olan bu şövalye, şeytânî levvâme ve şeytânî mülheme nefsin gücünü kendinde toplamış olan kaynak,
“NEFS-İ EMMÂRE”
idi.
Emmâre’nin hizmetindeki Mülhime girdabına Everest tepesine tırmanırken bir kez düşmüştüm. Akıllandığımı zannediyordum.
Melekî levvâme ve melekî mülhime nefsin
gücüne sahiptim fakat kendimden yine de emin değildim. Her an Emmâre Şövalye’ye mağlup olabilirdim.
Tüm gücümle saldırdım. Âdeta benimle dans edercesine karşılık veriyor, beni ciddiye almadan tüm hamlelerimi savuşturuyordu. Melekî levvâme ve mülhime gücümü devreye sokunca yorulmaya başladı. Birkaç yerinden yaraladım, kan kaybetmeye başladı. Aniden en can alıcı hamlemi indirecektim ki, yüzünü bir maskeymişçesine sıyırıp attı. “Aman ya rabbi bu ne güzellik” diye bağırarak cemâline hayran kaldım. Elimdeki silahlar düştü. Özümden gelen bir ses
“O gördüğün cemâl
insanlığın zirve noktası,
ilmin ve irfânın efendisi,
kâinatın kendisi için yaratıldığı,
ve
henüz doğmamış olan Zât’ın nûrânî simasıdır.”
dedi.
Birden karşımdaki simâ benim simama büründü. Bir ben oluyordum bir O nûrâni Zât oluyordu. Her halde ben olmuştum. Kendim ve çevremdeki herkesi O’nun siması ile görüyordum. Bir an düşündüm, bu bir numara olabilir miydi? Ama Ahriman nûrun kılığına bürünemezdi. Ahriman’ın yapamadığını şövalyesi de yapamazdı diye düşünüyorken elimin arkaya büküldüğünü ve bağlandığımı anladım. Emmâre’nin girdabına düşmüştüm. Ve şimdi çirkin simalı Emmâre Şövalye’nin esiri olarak Ahriman’a doğru sürükleniyordum.
Ahriman’ın önüne fırlatıldım. Ahriman korkunç bir kahkaha atarak neş’eyle bağırdı:
“Hey şaşkın! Ne kadar da cahilmişsin.
Ben Resul’lerin kılığına giremem
Ama
senin kendi Emmâre Nefs’in benden daha tehlikeli ve oyuncudur.
Senin Emmâre Nefsin her kılığa girer,
Resul kılığına bürünüp sana evliyalık verir,
tanrı suretinde hitap edip sana Nübüvvet (peygamberlik) verir.

Emmâre ve mülhime arasındaki girdaptan bir türlü çıkamıyordum. Yine tökezlemiştim. Kendimden başkası olamayacağımı anlamıştım. Değişim varlığımda ve bedenimde değil; ilim, irfan ve bilgi seviyemde olacaktı. Anlamıştım ama esir olduktan sonra anlamıştım.
Zirvedeki kürede yine zulmet oranı artmış nûr bir nokta kadar kalarak sönükleşmişti.
Şimşekten daha hızlı bir binek üstünde “Aşk”ın Kılıcı geldi. Aşk’ın Kılıcı’nı gören Ahriman ve Hürmüz ayağa kalkarak saygılarını sundu. Emmâre Şövalye beni serbest bırakarak Aşk’ın Kılıcı’na bağışladı. Küredeki nûr ve zulmet yine yarı yarıya eşit hale geldi.
Aşk’ın gücü dağdaki herkese yayılınca herkes kendi varlığına âşık oldu. Herkes kendi renginden, kendi özelliklerinden ve kendi efendilerinden bilinçsizce de olsa “Mutmain nefs” sırrıyla râzı oldu.
Aşk, ışık ve nûr kaynağı Hürmüz’ün elini tuttu. Sonra karanlık ve zulmet kaynağı Ahriman’ın elini tuttu. İkisinin de elini havaya kaldırarak,

“ Ey Nûr sen kendini Zulmet ile tanıdın.
Işığı gösteren fon karanlıktır.
Karanlık olmasa ışık zâhir olmazdı.

Ey Zulmet!
Sen de kendini ışıkla tanıdın.
Işık olmasaydı karanlığın farkına kim varacaktı?
Karanlık dahi karanlık olarak kalacak, kendi varlığından haberdar olamayacaktı.

Ben Aşk’ım.
Benim olduğum yerde ikilik yok, teklik var”
dedi.
Ben yenilmekten ve esir edilmekten ve serbest bırakılmaktan gayet mahçup olmuş halde Hürmüz’ün yanına geldim. Elini öptüm, yüzüne baktım. Yüzünü görünce çığlığı koyuverdim, meğer ki Hürmüz Aynalı Baba imiş. Aniden gözlerimi açtığımda yine Aynalı Baba tebessümle bakıyordu.
Elimde kahve fincanı duruyordu. Daha bir yudum içtiğimi hatırladım. Elim havada iken binlerce yıl ve binlerce fersah ötelere gidip gelmiştim. Çok yorgun olduğumu hissettim.
“Öteler,
özündeki boyutların yanında
sonsuzda bir zerre kadar bile mesafe tutmaz,
hem de yormaz.

Asıl sonsuzluk
sen kendinsin,
kendindeki sonsuz seyahatlerdir seni yoran”

diyen sesini duydum.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFAN’IN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.



Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (4) Bölüm ..Kemal Gökdoğan üçüncü gün
DEVR-İ DÂİM
yeniden doğuş
1. GONCANIN AÇILIMI
Aynalı Baba, Türk Kahvesi ve sırrın hüzünlü sesi Ney. Sükûtun ve huzurun bahçesi mezarlık. Çam ve reçine kokusu. Yine hepsi birleşerek beni hayalimin derinliklerindeki âlemlerden bir âleme indirdi.
Hindistan’lı bir gencim. Yaşlı babam, “Oğlum yeterince büyüdün. Kendini ve kâinatı tanıma vaktin geldi. Seni, sana varlığın sırrını yaşatacak olan en büyük üstada göndereceğim” dedi.
Beni en büyük üstâd Brehmen’e götürecek olan rehbere teslim ettiler. Rehberim bir merkebe bindi ben de onu tam kırk gün yaya olarak takip ettim. İlk günler sürekli yürümekten canım çok yandı. Fakat zamanla bedenimdeki tembellikten ve fazlalıktan arındığımı hissetmeye başladım. Bilincim daha hızlı ve daha soyut çalışmaya başladı. İlmin ilk şartı tembellikten ve fazlalıklardan arınmak olduğu için bu kırk günlük perhizli yürüyüş özellikle planlanmıştı.
Yolculuğun sonunda bir kulübeye geldik. Rehberim beni kulübeye soktu.
“Ey gerçek varlık Brahma. Gerçeğinin boyutlarını, ruhunun derecelerini göster!”
diyerek duasını tamamladı ve kapıyı üzerimden kapatarak ayrıldı. Kulübenin içi yavaşça karanlığa gömüldü.
Rehberim dua ederken vücûdum gibi zindeleşmiş olan bilincim karıncalanmaya başlamıştı. Duayı ötelerdeki bir tanrının işitmeyeceğini hissetmiştim. Gerçek varlığın ve gerçeğin ben kendim olduğumu düşündüğüm anda da sessiz, harfsiz, titreşimsiz bir mânâ helezonunun algı merkezimden tüm varlığıma yayıldığını duymaya başladım.

Ey zayıf bezm-i vücûd
Anla nedir sır-rı şuûn
Yok dem-i vahdette hudûd. . . . . .
Ey! Varlık âleminin “görünüşte âciz, hakikatte sonsuz kudret goncası” olan misafiri.
Sen tek gerçeğin şu anda kapalı gonca gülüsün.
Abdiyetin ve âciziyetin misafirisin.
Kulluğun ve zayıflığın
ilim ve irfanla beslenirse
öyle bir açılım sırrı yaşarsın ki
Abdiyetin öteki ucu “Hak”
aczin öteki ucu kudret
sendeki misafirliği alır götürür.

Mânâ okyanusu
her an sonsuz hallere bürünmekte iken
Vahdet’i durağanlıkta ve sükûnda arama.

Okyanus’un çırpınışı başlangıçsız ve bitişsizdir
Tekliğin
sonsuz aksiyon
hâli olduğunu anla.
2. EKBERİYET SIRRI

Brahmanizm dini mensubu olduğum halde özümde bu dinin bozulmamış aslını hissediyordum. Dünya var olmadan önce, şimdi ve dünya yok olduktan sonra da hiç değişmeden devam eden tek din olan “Allah Sistemi”ni hissediyordum.
Doğduğum ülkenin şartlandırmalarına göre her an var olan tek varlığın ismini “Brahma” olarak öğrenmiştim. Şimdi Brahma’yı, kendimi ve kâinatı (var oluşlar bütününü) daha yakından öğrenmek vaktiydi.
Yıkık dökük bir kulübede karanlıklar içinde oturuyordum. Bilincim de aynen yıkık dökük bir kulübe misali olan bedenimde karanlıklar içinde idi.
Bilincim beden kulübesinden her yöne taşarak sonsuz bir hızda ve zamansız bir zamanda tüm kâinatı içine aldı. Görebildiğimiz ve göremediğimiz tüm boyutlar bilincimin içinde âdeta sonsuz küçüklükte tek bir nokta hâline dönüşmüştü. Sonsuz geçmiş zaman ve sonsuz gelecek zaman sadece tek bir an olarak yine bilincimde yok olmuş gitmişti.
Birden bire bilincimin tüm içeriği de yok oldu.
Bilincim de yok oldu.
“Kendim” kavramı tamamen silindi.
Sadece “var” diye bir bilgi kaldı.
Öyle bir “var” ki;
“yok”a ve “hiç”e eşit
bir “var”.
Var, yok, hep, hiç gibi farkındalık oluşturan mânâlar da silindi. Farkındalık da yok oldu. Bu durumu izah edecek tek bir kavram kalmıştı geriye “Allah Ekber”.
“Allâhu Ekber, Allâhu Ekber!
Ey sır-rı vücûd-u bî vücûd
Marûfsun amma bilinmezsin,
Zâhirsin amma görünmezsin.”. . .
O’nun “ ekberiyeti ”;
kendinden başka varlık olmamasıdır.

O’nun varlık sırrı;
varlık tecellilerinin “başka varlık olamaması”dır.

O’nun bilinme sırrı;
O’nu bilecek ikinci bir şeyin olmamasıdır
ve
O’nu bilenin de sadece kendisi olmasıdır.

O’nun görünme sırrı;
O’nu görecek ikinci bir şeyin olmamasıdır
Ve
O’nu görmek,
bir mânâ tecellisinin kendi hakikatini idrak etmesi hâlidir.

3. YENİDEN DOĞUŞ ve REENKARNASYONUN REDDİ
Görünmeyen en büyük üstadım “Brehmen”in öğretisi ney’in gönlü titreten esintileri gibi mânâ helezonları hâlinde bilincime doluyordu.
İç içe geçmiş iki küçük kulübede (birisi kulübe, birisi bedenim) eski bilincim ve eski bilgilerim Ekberiyet gerçeğinin tecellisiyle ölüp gitmişti. Şimdi yeniden doğuş ânıydı.
((( Konunun akışı ile bağlantılı olarak hazırlanan EK BİLGİ: )))
Yeniden doğuş ruhta (bedende) değil bilinçteki bilgide geçerlidir.
Kâinat benim bedenim, kâinattaki işleyen tek sistem olan İslâm ruhum idi. Kâînat ve sistemi nasıl iki ayrı varlık değilse; bedenim ve ruhum da iki ayrı varlık değildi.
Ruhumun zâhiri (görünüşü) bedenim, bedenimin bâtını da ruhum idi.
Bedenim ve ruhum aynı olduğu için hiçbir zaman bedenimden bir ruh çıkıp da başka bir bedene göç edemeyecekti. Zâten ruh (beden) sonsuzdu ki, nereden nereye gidecekti. Gidiş ve dönüş sonlu ve sınırlı şeyler için geçerlidir. Sistemde ise sonlu ve sınırlı hiçbir şey mevcut değildir.
Mânâların bir an içindeki görünüşüne “doğuş”, o an içindeki görünüşünün bitişine “ölüm”, sonraki an içinde daha da mükemmelleşmiş olarak tekrar görünüşüne “yeniden doğuş” deniyordu.
Buradaki adı Brahmanizm olan Tek Sistem’in yeniden doğuşun gerçek yüzünü anlatımı bu şekilde idi. Zamanla bu gerçek unutuldu. Daha doğrusu değişime uğradı. Beden ve ruh iki ayrı varlık zannedilerek ruhun dünyadaki yaşantısına göre başka bedenlere göç ettiği inancı yayıldı.
Dünya boyutundan geçen her birimin her düşüncesi evrende donarak sonsuza kadar kalır. Başka bir birimin beyni o donmuş düşünce satırlarının bir kısmı ile çakışınca bilgi arkı (atlaması) meydana gelir. Hatırlayabildiği kadarını da anlatır. Genellikle geçmişten bir isim söyler ve ben yeniden bu bedende doğdum iddiasına başlar. Bu iddianın nedeni bu konudaki gerçeğin bilinememesidir. Halbuki Resul ve Velî beyinleri evrendeki donuk düşüncelerden dilediğini okuyup bize anlatabilir ve hiç birisi de ben yeniden doğdum iddiasına girişmez.
Gizeme meraklı insanlar bu basit bilgi arkını reenkarnasyon olarak lanse ediyorlar. Bir gün bir şekilde yok olacak dünya küresini yaşamın devri daim merkezi zannediyorlar. Ölüm sonrası sonsuz hayatı reenkarnasyon gibi bir yanılgıyla değiştirmek istiyorlar. Bu isteğin de nedeni, İslam’ın sonsuz yaşam gerçeğinin anlaşılamamasıdır. Anlatılamamasıdır. Reenkarnasyona ilgi duyanları ve inananları suçlayamıyoruz, kınayamıyoruz. Çünkü İslâm Gerçeği, onlara ulaştırılamıyor.
(((Bu konuda daha detaylı bilgilere “www.okyanusum.com” web sitesinden ilgili kavramları araştırarak ulaşabilirsiniz.)))
İki kulübede bu bilgilere ulaştıktan sonra “hiçlik” hâlim biraz somutlaşarak kendimi tekrar algılamaya dönüştü.
Yoklukta tek bir nur (mânâ) parladı. Aynı anda sayısız ve sonsuz nur oldu. Her nur ilk nur ve aynı nurdu. Hem tek idi hem çok idi. Bilincim her nur zerresini kapsadı.
Zerreler kendi aralarında kümeleşerek evreni oluşturdu. Bilincim evrendeki tüm zerrelerin bilgisini özüne aldıktan sonra dünya adlı bir küreye odaklandı.
Zerreler su ve suda yaşayan canlılara dönüştü. Sonra karalarda yürüyen, uçan hayatlar oluştu. Bilincim her canlının her zerresinde mevcuttu ve onların tüm hikayesini hafızasında depoladı.
Bu olayların oluşumu milyarlarca yıl sürmüştü. Şimdi’ye yaklaştığım anda bilincim sadece iki zerre algılar hale geldi. O iki zerre birleşerek önce tek zerre oldu. Sonra bölünerek çoğalmaya başladı. Bilincim milyonlarca-milyarlarca küçük odacıklar içinde hapis hayatı yaşamaya başladı. Her odacığın (hücrenin) ayrı bir özelliği ve ayrı bir kişiliği vardı. Ama ben onlarla hem aynıydım hem de onlardan farklıydım.
Hücreler bilincimden silindi. Kendimi insan bedeni olarak algılamaya başladım.
“Sonsuzluk”
“Zamansız An” içinde
milyarlarca süren bir mâcera sonunda
sonlu bir beden sûretinde
kendini seyre başladı.
Yavaş yavaş bilgiler bilinç içinde okunamaz hâle geldiler. Bölüm bölüm arşivlendiler. Arşiv kapısı şifrelendi ve şifresi ilim-irfan üstâdlarına teslim edildi. Zamanı gelince onlardan şifrelerimi alıp kendi arşivlerimin kapısını açmak üzere dünya boyutuna doğdum.
Kulübemin kapısını kapatan “Brehmen” üstâd kapıyı tekrar açtı. Gözlerim âni gelen aydınlıktan kamaşarak kapıyı açanın Aynalı olduğunu hayal-meyal gördü.
Hayalimin derinliklerinden Aynalı’nın mezarlıktaki kulübesine iniş yapmıştım. Kendi hâlinde neyine üfleyerek şiir (kaside) okuyordu:

Doğdu şimdi şems-i idrak âleme
İstivagâhtır dimağ-ı âdemî
Nur-i Hak’tır şeb-çerağ-ı âdemî
Ey melâik! Baş eğin hep âdeme!. . .
(İdrak güneşi şimdi âleme doğdu.
Âdem’in kafası, idâre ve saltanat merkezidir.
Âdem’in karanlıkları anlatan cevheri, Hak’kın nurudur.
Ey melekler! Hepiniz âdem’e baş eğin.)

Şiire ara verip hüzünle yüzüme bakan Aynalı Baba’ya;
“Hepsi secde etti”
dedim.
Aynalı Baba başını her iki yana salladıktan sonra;
“Evet. . Ancak nefsindeki büyüklük sıfatı yani şeytan, hariç”
dedi ve şiirini tamamladı.
Merhaba ey pertev-i sırr-ı vücud,
Merhaba ey zübde-i cümle şuûn,
Merhaba ey menba-ı fehm-ü fünûn,
Merhaba ey mazhar-ı ikram-ü cûd,
Kâinattan sen idin maksud, sen!
Ey zekâ! Bizler senin mir’atınız,
Nokta sensin, biz senin âyatınız,
Secdegâh sen, kıble-i ma’bud sen!
( Merhaba! Ey varlık sırrının nuru!
Merhaba ey bütün olayların özü!
Merhaba ey anlayış ve fenler kaynağı!
Merhaba ey Hak’kın iltifat ve ikramına nâil olan!
Kâinattan gâye sen idin sen!
Ey zekâ bizler senin aynanız,
Nokta sensin; biz senin büyüklüğünü gösteren belirtileriz.
Secde edilecek yer sensin, Hak’kın Kıble diye tayin ettiği yine sensin!
Kendimi rasgele bu evrene gelmiş bir organizma olarak görüp, isyan ederek öylesine yaşayıp giderken şimdi gerçek değerimi anlamıştım. Yeniden doğmuştum.
Sonsuz derinliklerdeki seyahatimin verdiği sonsuz yorgunlukla evime gidip erkenden yattım.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.


Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (5) Bölüm ..Kemal Gökdoğan dördüncü günÂRİFLER TOPLANTISIgörecelilik1. AYNALI BABA ÂLİM Mİ CÂHİL Mİ?
Alkolü bırakışımın dördüncü günüydü. Sanki hiç başlamamış gibiydim. Dört yıllık alkolün öldürdüğünden daha çok beyin hücresinin dört gün içinde aktifleştiğini hissediyordum. Çünkü Aynalı ile tanıştığım ilk günden beri uyku hariç beynimin her bölümü düşünce ve tefekkür jimnastiği yapıyordu..
Evden çıktım. Annem hem meraklı hem memnun hem de endişeli gözlerle arkamdan bakıyordu. Üzerimdeki ani değişimi bir türlü çözememişti. Hayattaki tek güvencesi bendim. Babam uzun yıllar önce ölmüştü.
Bu düşünceler içinde mezarlığın kapısına geldim. Osmanlı matematik ve fen alimlerinden birisinin mezarı önünde durdum. Ölmeden onun bilgisinden yararlanmak isterdim ama çok geçti. Şimdi Aynalı Baba’nın mânevi ilim ve irfanını tahsil etmeye çalışıyordum.
Nefs mekanizmam faaliyete geçerek fısıldadı. Ben Avrupa’da fen, Osmanlı payitahtı İstanbul’da şeriat ve tarikat ilimleri tahsil etmiştim. Aynalı’nın keşif ve kerameti olabilirdi ama fen ve matematikten haberi var mıydı?
Evrenin nasıl oluştuğunu, oluşum teorilerini akla ve bilime göre anlayabilir miydi? Yoksa “Allah bilir evlâdım! Allah, kâinatı yaratırken bize mi soracaktı” diye cahilliğini örtecek bir cevap mı verecekti?
Öyle cevap vermese bile bilim ve fenden habersiz, kalbiyle kendi âleminde uçan bir mübârekti sadece. Fazlaca gözümde büyütmeye değmez diye düşündüm.
Kulübesine yaklaştıkça hüzünlü neyin sesini, duman ve kahve kokusunu duymaya başladım. Beni görünce hürmetle ayağa kalktı “Sâfâ geldin nûrum” dedi. Hürmeti beni mahcup etmişti.
Bu gün büyük fincanlarda ilacımızı (kahvemizi) aldık. Biraz ney biraz şiir dinletisinden sonra beni yanına alarak biraz evvel önünde durakladığım fen ve matematik aliminin kabrine götürdü. “Nûrum şu kabirin üzerine uzan ve o mübareğin ruhunun tesiri altında bu günkü dersini al” dedi. Biraz önceki düşüncelerime direk cevap gibi gelen bu olaydan da epeyce mahcup oldum.
Mermer mezarın kenarına uzandım. Kavuk şeklindeki taş başlığa gözüm ilişti. Kavuk canlanır gibi olup etrafında dönmeye başlayınca gözlerime derin bir ağırlık çöktü ve özüme doğru olan geçiş süreci başladı.
2. KENDİM OLARAK BAŞKA BOYUTTAYIM
Kendimi zifiri karanlık bir odada, yumuşak bir yatakta yatıyor buldum. Biraz önce mermer üzerindeydim ve hava günlük güneşlikti. Şimdiyse pamuk yataktaydım, bir odadaydım ve karanlıktaydım.
Bu seferki boyutsal yolculuğum öncekilerden farklıydı. Kendimi iki kimlikli olarak algılamıyordum. Bedenim hissedebildiğim kadarıyla aynıydı. Kısaca ben her yönümle Ahmet Râci’ydim. Fakat hayalimin ve bilincimin derinliklerindeki boyutlarIMdan bir zamanIMda ve bir mekanIMdaydım.
Yattığım yerden karanlık odayı keşfe çalışırken kapı yavaşça açıldı. Bir erkek sesi “Oğlum kalktın mı?” diye sordu. Hiçbir şey göremediğim için ses vermedim. Benim babam ölmüş, ben de annemle yaşıyordum. Gelen adam babam olamazdı. Şimdi hangi boyuta göre cevap verecektim?
Aniden mezarlıkta uyandım. Aynalı hiç orada olmadan ney üflüyordu. Kendimden korktum. Kalbim göğsümü yırtacak gibi atıyordu. Aynı anda iki ayrı boyutta idim. Her iki alemde aynı beden aynı bilinç ile mevcuttum. Aynalı’ya kızarak “Adam benden cevap bekliyor ne diyeyim?” diye sordum. Gülerek eliyle beni ilgilendirmez işareti yaparak neyini üflemeye devam etti. Yapacak bir şey yoktu. Mezarın kenarına oturdum. Bu dünyada ney dinliyordum, başka bir dünyada da başım dertteydi.
Adam tekrar sordu:
“Oğlum kalktın mı?”
“Evet, uyandım, fakat sen benim babam mısın” diye dünya boyutuna göre cevap verdim.
Evet derse bu boyutta onun oğlu rolünü oynamam gerekiyordu. Hayır derse başka bir şey düşünecektim. Hiç beklemediğim bir cevap aldım.
“Oğlum çıldırıyor musun?” dedi.
“Hayır! Ama babam öleli çok olduydu da!” şeklinde bir kaçamak cevap verdim. Fakat daha da zor duruma düştüm.
“Eyvahlar olsun! Oğlumu insanlar çarpmış. Zavallı yavrum saçmalıyor” dedi.
Bu sefer durum zordu. Bulunduğum boyutun akıl ve mantık sistemini henüz çözememiştim. İşimi şansa bırakamazdım. Delilere farklı muamele yapılabilirdi. Durumu düzeltmek için;
“Şaka yaptım babacığım! Şaka. Lâkin bir lamba ya da bir mum emretseniz de getirseler. Burası cehennem kadar karanlık” dedim.
Zavallı adam ağlarcasına feryat etmeye başladı.
“Heyhât! Oğlum çıldırıyor. Batmayan güneş doğmuş, âlem nur ile dolmuş iken oda karanlık diyor. Aman evlâdım üzerime fenalık gelmeye başladı. Kendine mukayyet ol. Senden başka teminâtım yok!”
Oda tam manasıyla karanlık iken babam olduğunu söyleyen adama göre aydınlıktı. Bu sefer ben onun deli olduğunu düşünmeye başladım. Adamı kızdırmamak ve durumu tekrar düzeltmek için;
“Babacığım! Gerçekten batmayan güneş doğmuş. Belki de pencereler kapalı olduğu için ışığı buraya girmiyor” dedim. Adam bağırarak uzaklaştı.
“Aman Yâ Rabbî! Mutlaka bizim oğlan çıldırıyor. Bizim gözlerimizin ışığı almasına hiçbir şey engel olamaz. Biz insanlar gibi kör değiliz. Yetişin dostlar!”
Biraz sonra odaya bir sürü akrabam gelmişti. İçlerinde annem, amcalarım, dayılarım, teyzelerim ve diğer akrabalarım vardı. Hepsi kendisini tanıtarak teker teker geçmiş olsun dediler. Ben onlara göre hem delirmiştim hem de kör olmuştum.
Babam ve annem yanımda oturmuş kederinden ağlıyorlardı. Akrabalarımın sorularına cevap vermedim. Çünkü her ne desem deliliğime bağlayacaklardı. Susmayı tercih ettim.
Dünyadaki ruh ve beden yapımın aynısıyla geldiğim için cebimde kibrit olduğunu hatırladım. Sessizce çıkarıp bir tanesini yaktım. Gördüğüm manzara o kadar tuhaftı ki ani bir kahkaha patlaması kopardım. Akrabalarım insan gibiydiler fakat burun ve alın arasında arpacık soğanı gibi tek gözleri vardı ve üzeri de soğan zarları gibi kat kat deriyle kaplıydı. Benim gülme sesimin şiddetiyle hepsi dört ayaklı olup var güçleriyle zıplamaya başladılar. Ben gülme hâlinden gülme krizine girdim. Kendimi yere atıp boğazım şişene kadar güldüm onlar da ben susana kadar zıpladılar.
Susup yatağa oturduğumda hepsi tek sıra oldu. En önde babam gelip elimi hürmetle öptü ve;
“Ey Beyaz Cin’in Sarı Şeytan’ı! Saltanat sana mübarek olsun! Ne mutlu bana ki sen benim soyumdan gelerek bin seneden beri beklediğimiz o mübârek sesi çıkardın. Şimdi bütün kızıl şeytanlara haber vereyim gelip de Mehdî Hazretlerinin elini öpsünler. Her yere haber göndersinler” dedi.
Gülme sesim onların hiç duymadığı bir şey olmalıydı ki kutsal işaret olarak kabul ettiler. Nasıl bir Mehdi Hazretleri olduğumu ise zamanla anlayacaktım.
Beni ve kendilerini nasıl gördüklerini bilmiyordum. Kibritin ışığını fark etmemişlerdi. Ama batmayan güneşleri neyse onun bir tür ışığıyla algılama yapıyorlardı. Ben de onların ışığıyla algılama yapamıyordum. Bulabildiğim malzeme ile kendime bir el feneri yaptım. Birkaç gün yaşadığım ortamı inceledim. Taşları dantel gibi işleyip büyük binalar yapmışlardı. Her türlü el süsleme sanatlarında çok maharetliydiler. Tüm malzemeler tabii (doğal) idi.
Eğitim ve eğitim binalarına çok önem veriyorlardı. Bütün şehir edebiyat, felsefe, tarih ve ilahiyat dallarında eğitim veren fakülte binalarıyla doluydu. Fen ve matematik bilimlerinden ise hiçbir iz ve eser yoktu.
Dünya boyutunda oturduğum yerde birkaç dakika geçirmeme rağmen öteki boyutta daha şimdiden üç gün yaşamıştım. Aynı anda iki değişik hızda zaman yaşıyordum.
3. MEHDÎ HAZRETLERİ
Bin seneden beri “Beklenen İlâhî Kurtarıcı Hazretleri” için boş bekletilen yüzlerce hizmetçisi olan saraya yerleştirildim.
Ülkenin devlet başkanı, başbakanı, bakanları, mebusları ve her tür asker ve sivil örgüt liderleri elimi öperek biat ettiler. Ardından Mehdi, Yanılmaz Din Âlimi (Âyetullah), Halife, Ordu Baş Komutanlığı, Adalet Baş Yargıçlığı ve Ölümsüz Doğal Lider ünvanlarını takdim ettiler. Hayır diyemedim. Diyemezdim. Çünkü onların inancı ve duyu organlarının algıladıkları şeylerin aksine söylediğim her sözü delilik alameti olarak kabul ediyorlardı. Akıllı zannedilip sağ kalmak, deli damgası alıp öldürülmekten daha iyi idi.
Bu boyutta ölürsem sonuç nasıl olurdu bilmiyordum ve Aynalı Baba’ya da bu konuyu hiç sormamıştım. En iyisi soğan gözlü cinlerin dediklerini yapmaktı.
4. İLAHİYAT FAKÜLTESİNİ TEFTİŞ
Bir gün ilâhiyat fakültesini ziyarete gittim. Fakülte Başkanı, profesörler, eğitmenler, öğrenciler beni dünya gözüyle bir kez görmüş olmaktan dolayı yüce tanrıya çok şükrettiler. Bütün ilim, irfan ve kemâlâtın bende toplanmış olması, hakikati sadece benim bilebileceğim bir kez daha ilan edildi. Bana kısaca Sarı Şeytan Hazretleri diyorlardı.
Herkes, her cemaat, her tarikat, her mezhep kendi inançlarının doğru olduğuna inanıyor ve Sarı Şeytan Hazretleri’nin kendilerini doğrulayacağına çok kesin inanıyorlardı. Ne demeliydim? Ne yapmalıydım? Herkesin gönlünü nasıl almalıydım? Sadece bir grubu tastik etsem diğer yüzlerce grup beni deli ilan edip parçalardı. Hepiniz doğrusunuz desem hepsi deliliğime hükmederdi. Tam bir çıkmazdaydım.
O gün bitirme sınavları vardı. Ben baş köşeye oturtuldum. Okulun en zeki öğrencisi “Bibi” isimli soğan gözlü cin, sınav heyetinin önüne geldi. Heyet başkanı sordu:
“Tanrı âlemleri nasıl yarattı?”
Bibi cevapladı:
Tanrı âlemleri yaratmayı planladı ve planını da en büyük yardımcısı Beyaz Cin (ifrit) Hazretleri’ne verdi. Tantan isimli âlimin görüşüne göre; on beş bin sene evvel Beyaz Cin, altın semâda mor şeytanlarla birlikte oturmakta idi. . .
Sözün burasında dinleyiciler arasından aykırı bir ses itiraz etti:
“Üç bin yıldan beri bu yanlış görüşte ısrar ediyorsunuz. Beyaz Cin’in yanındaki şeytanlar mor değil açık mavi idi. Öğrenci benim görüşümü kasıtlı olarak çarpıtarak anlatıyor. Tantan benim.”
Fakülte başkanı ağırlığını koyarak;
“Efendi! Şimdi talebenin sınav sırasıdır. İtiraz vakti değildir. Başka bir zaman Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda âlimlerimizle sen de imtihan olunabilirsin ve dalalette olduğunu anlarsın” dedi.
Soğan gözlü cin Bibi devam etti:
“Mor şeytanlar Beyaz Cin’e son derece itaatli iseler de pek aptal şeyler olduklarından Beyaz Cin biraz daha zekî ve biraz daha akıllı mahluklar yaratmaya niyet etti. Aslında bu plan tanrının projesinde yoktu. Bunun için gökyüzünün süprüntüleri ile sekiz köşeli bir meydan yaptı. Boşluğa tükürdü bir deniz oldu. Meydanı denizin üstüne koydu. İşte bu bizim âlemimizdir. Lâkin deniz suyu dondu, âlem buzlarla doldu. Sonra bir kazan yapıp âlemi onun üstüne astı. Bu kazanı tükürüğüyle doldurup nefesiyle kazanı kaynattı. Âlem ısındı. Ondan sonra mor şeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra delip içini şişirdi. Bunları meydana salıverdi. İşte bunlar bizim atalarımızdır ve bizim akıl ve zekâmız bundan dolayı fazladır.”
İtirazcı âlim Tantan’ın sesi yine işitildi:
“Kazan, kazan! Bir kazan patırtısıdır gidiyor. Ey cinler siz hiç aklınızı çalıştırıp da tefekkür ettiniz mi? Kazanın kaç kulpu vardır? Kaç kulpundan nereye asılıdır? Ne ile asılıdır? Bunu bileniniz ve bu sırra ereniniz yoktur. Hey câhiller! . .”
Nihayet iki taraf şamataya başladı. Hepsi dört ayaklı olup zıplamaya koyuldular. Neredeyse bina çökecekti. Duruma devlet başkanı el koydu, bağırarak susturdu.
“Susun ey cinler. Sarı Şeytan Hazretleri zuhur eyleyip aramıza inmişken bu yaptığınız terbiyesizliktir. Haftaya sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda tartışalım ve o bize doğruyu ilân etsin”
Herkes elimi ziyaret ederek ayrıldı.
5. BÜYÜK HÜKÜM GÜNÜ
Bir hafta geçti. Ülkenin en büyük meydanında toplanıldı. En yüksek yere ben oturtuldum. Devlet başkanı benim himmetimle tartışmayı başlattı.
Ülke iki ana fikir çerçevesinde iki düşünceye ayrılmıştı. Bir kısmı dinde yenilik isteyen Protestanlar’dı ve âlim Tantan’ın liderliğinde toplanmışlardı. Diğeri de dinde statükoyu korumaya çalışan Ortodokslar ve liderleri Tonton.
Devlet desteği alan Tonton, devletin baskısı ile susturulan Tantan’a meydan okudu:
“Binlerce yıllık tecrübe ve araştırma sonucu elde edilen ilahî gerçeklere lüzumsuz yere karşı çıkıyorsun. Şimdi şarlatanlığın sona erecek. Bizim haklı olduğumuzu âleme duyurmak için yüce tanrımız ve Beyaz Cin şu anda aramızda bulunan Sarı Şeytan Hazretlerini göndermiş bulunuyor. Haydi bakalım nefsinden uydurma sözleri huzurda tekrar et!”
Tantan cevap verdi:
“Ey Tonton! Ben size her konuda itiraz etmiyorum. Lâkin siz ilericilik düşmanısınız. Araştırma yapmıyorsunuz. Öğrendiklerinizi genişletmiyorsunuz. Mesela Beyaz Cin’in yanındaki şeytanlara mor diyorsunuz.”
“Resullerimiz, evliyalarımız, âlimlerimiz ve üç bin yıldan beri atalarımız öyle diyor. Onlar yalan mı söyleyecekler.”
“Onlar amennâ ve saddaknâ doğru söylemişler. Fakat binlerce sene Beyaz Cin’in karşısında oturan şeytanların rengi başlangıçta mor olsa bile onun nurunun etkisiyle renklerinin şimdiye kadar açık maviye dönüşmüş olması gerekmez mi? Ey Tonton insaf et!”
“Olabilir! Lâkin bu aklî bir delildir. Bu konuda Beyaz Cin’den direk nakledilen bir mesaj delili ya da Beyaz Cin’in yanına çıkıp da gözüyle gören bir evliyanın delili yoktur.”
“Sen aklî delili nasıl kabul etmezsin. Beyaz Cin’in mesajı ve evliyanın keşfi yanında dinin üçüncü başvuru kaynağı olarak Aklî çıkarım da eklenmelidir. Şöyle ki; ateşin karşısına katı bir cisim bıraksak nihayet yumuşar. Hatta bazı cisimler erir. Demek ki mor şeytanlar da şimdiye kadar açık mavi olmuştur. Bu kesin delildir.”
“Olabilir sayın Tantan. Fakat akıl ile iman etmek hatadır, küfre götürür hatta sapıtır. Âdem isimli kalitesiz yaratık aklı ile hareket ettiği için sapıtmamış mıydı? Bizim atamız olan Beyaz Cin ise tanrının emrini aradaki perde engeli nedeniyle ters anladı aşk ve inatla emre sadık kaldı. Haksız yere de kovulmadı mıydı?”
“Sayın Tonton orada da yanılıyorsunuz. Emri ters anlayan kalitesiz yaratık Âdem idi. Ona ceza olarak da batmayan güneşin nurunu görememek cezası verilmişti. Her neyse sen söyle şimdi, kazanın kaç kulpu vardır?”
Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Cahilliğini gizlemek için de;
“Yüce tanrı, elçi cinler ve evliya cinler ve tanrının bilmesini istedikleri ancak bilir. Biz ise gayba iman ederiz. Kazanın saplarının sayısına burnumuzu sokmayız. Tanrı kaç sap yapacağını bize mi soracak” diyerek cevabı geçiştirdi.
Tantan ayağa kalkarak zafer kazanmış gibi bağırdı:
“Susun ey cahiller! Sizin bilemediğiniz bu evrensel gizemi ben keşfettim. O gök yüzündeki büyük kazanın tam yedi yüz altmış sekiz buçuk adet kulpu vardır.”
Bu saçmalıklara daha fazla dayanamadım. Güneşe kazan, gezegene meydan, denizlere tükürük, kazanın kaç kulpu olduğunu bilmeye de ilim ve irfan sırları demeleri beni yine gülme krizine soktu. Çok şiddetli ani bir kahkaha daha patlattım. Benim gülme sesimi kulak yapıları nedeniyle tanrısal bir “sayha” (kulakları sağır eden ses patlaması) şeklinde duyan soğan gözlü cinler toplu olarak dört ayak üzerinde zıplayarak ibadetlerine başladılar.
Duydukları ses onların bin yıldan beri bekledikleri tanrının mesajı imiş. Devlet desteğindeki Tonton ve Ortodoks cinler haklı sayıldılar. Tantan ve Protestanlar iman tazeleyip hakikate tabi oldular.
Kendimdeki bir âlemden yine kendimdeki dünya âlemine nâzil olup (boyut değiştirip) tek zamanda ve tek mekanda, tek beden ve tek bilinçle yeniden var olduğumda hâlâ gülüyordum.
Aynalı Baba âlim ve câhil kavramlarına işaret eden bir konuşma yaptı.
“Bilim ve fen bugünkü ulaştığı seviye ile
hakikati ancak Tantan örneği kadar açıklayabiliyor.
Ben de bilimsel keşifleri din ve tasavvuf adına açıklasam
yüz yıl sonrakilerin gözünde Tonton gibi kalırım.
Hakikat bir bahr-i ummandır (sonsuz deniz) ki
her ne desem yalan olur.
Sonsuza kadar hakikati
ne bir Kâmil ne bir câhil ne de fen
açıklamaktan âciz kalacaktır.
Her yüzyıla göre
bir önceki yüzyılın medeniyeti
soğan gözlü cinlerin uygarlığı misali gibi kalacaktır.
Ey kendisinden başka varlık olmasından münezzeh olan
‘Allah’
biz sana;
ne salat ile (namaz)
ne savm ile (oruç)
ne Hac ile
ne zekat ile
ne de başka din ibadetleri ile hamd etmekten aciziz.
Ben, seni, senin kendini hamd etmen gibi hamd edemem”
diyerek elleri ve ayakları üzerinde zıplamaya başladı. Durdu ve “Bizim onlardan ne farkımız var ki”deyince ben de hem daha ziyade gülmeye hem de ellerim ve ayaklarım üzerinde Aynalı’dan daha da yukarılara zıplamaya başladım.
Not: Merhum Üstâd Filibeli Ahmed, Aynalı Baba ile olan bu mülakatlarını 1900 yıllarının başlarında yaşamıştır. Filibeli, o dönemin üniversitesinde (Dârul Fünun) felsefe derslerine giren tahsilli bir aydındır. Avrupa ve Amerika’daki yeni ışık, atom, astronomi keşiflerinden ve çağdaş modern bilim teorilerinden haberdardır. Görecelilik teorileri (izafiyet nazariyeleri) henüz emekleme aşamasındadır. Döneminin zor şartlarında, henüz yeni başlayan modern bilimlere dayanarak çağının çok üstünde değerlendirmeler yapabilmiştir. Elbette ki onun eksik olan bir yönünü de efsane mi gerçek mi çok net belli olmayan Aynalı Baba tamamlamıştır.

Aynalı Baba’nın 19. yy. başlarında İstanbul Karaca Ahmet mezarlığında yaşayan ve meczup gibi görünen bir ‘ârif’ olduğunu merhum Haluk Nurbaki bir sohbetinde bahsetmektedir. Bu konuda daha teferruatlı bilgi için yazarak arama motorundan internet sitelerindeki bilgilere ulaşabilirsiniz ya da BURAYI TIKLAYINIZ…
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (6) Bölüm ..Kemal Gökdoğan beşinci günAZAMET SAHASIkutsal bilgelik1. AYASOFYA
Allah’ınilâhi ilim ve kudretigökleri ve yeri kaplamıştır.Onların gözetilmesi O’na ağır gelmez.O yücedir, büyüktür.Bakara Suresi, ayet: 255
Bu gün de yine Aynalı Baba’nın kulübesindeydim. Dünün muhasebesini yapıyordum.Dün göremediğimiz bir boyutun, göremediğimiz bilinçli birimleriyle yıllarca yaşamıştım..
Aynı anda iki ayrı boyutta iki ayrı zamanı tam anlamıyla yaşamak mümkün müydü?
Eski Râci olduğum günlerde mümkün olmadığına, saçmalık ya da delilik olduğuna hükmederdim.
“Allah’ın kudretiyle mümkündür”
cevabını ise çok ucuz bulduğum için asla kabul etmezdim.
Allah’ın kudretinin oradaki hikmetinin nasıl oluştuğunu araştırırdım.
An içinde yılları, yüzyılları, bin, milyon, milyar ve sonsuza kadar devam edecek zaman akışını yaşamak nasıldı? Henüz cevabını tam anlayamamıştım. Aynalı, aklımdan geçenleri okumuş gibi suallerimin cevaplarını sıralamaya başladı.
Her varlığın akıl ve beden hızı farklıdır. Ben Çin’den bir bardak su alıp gelmek için buradan altı ay gidiş için, altı ay da dönüş için yürümem gerekir. Bir yılda bir bardak suyu ancak getiririm… Bir kaplumbağayı göndersek o zavallı hayvan altmış yılda gider altmış yılda da döner, eder yüz yirmi yıl… Şimşek (ışık) hızıyla hareket eden bir varlığı göndersek gidip geldiğini dahi göremeyiz, hâlâ gözümüzün önünde durduğunu zannederiz, halbuki o gitmiş gelmiştir.
Süleyman Nebî’nin Belkıs’ın tahtını nasıl getirdiğini düşün.
Aslında zaman yoktur, sadece hareket vardır ve biz hareketin hız ölçüsüne zaman diyoruz. Allah indindeki zamansızlığa (dehr’e) “an” diyoruz. Hareket “an” içindedir.
Kaplumbağanın gidiş gelişinde dünya güneşin etrafında yüz yirmi kez dönmüştür. Bende bir kez dönmüştür. Şimşek hızlıda ise dünya bir milim gidebilmiştir.
Âlemlerde kaplumbağadan milyarlarca kez daha yavaş varlıklar olduğu gibi, şimşekten de milyarlarca kez daha hızlı varlıklar da vardır.
Soğan gözlü canların hızı şimşeğe yakındır. Onun için sen de o âlemin şartlarına göre hızlandın ve birkaç dakikada birkaç yıllık hareketi yaparak geri döndün.
Bize göre soğan gözlüler “cin”dir, onlara göre de “âdemler” cindir.
Her şey her şeye göredir.
Zaman bunun için göreceli gibi gelir.
Aslında görecelilik zamanda değil, hızdadır.
Aynalı’nın bu açıklaması aklıma ve ruhuma öyle bir sükûnetle karışık uyku hâli verdi ki isli cezvenin mis gibi yanık kokulu kahvesini zor içtim. Gözlerim kapanmıştı. Fakat aklım hâlâ açıktı. Kendimi Ayasofya’nın minaresinde ezan okumaya hazırlanıyor buldum.
Ayasofya “kutsal bilgi” demekti. Minâre “elif” demekti. Ayasofya batıda gelişen fenni, minare de doğuda gelişen hikmeti temsil ediyordu. Bu iki ilim aynı beyinde cem olunca hakikat güneşi kalbi daha çok aydınlatacaktı.
Aynalı’nın ilim ve irfan kokan sohbetini aklımdan geçirdiğim anda “Allâhû Ekber!” diyerek başladım ezan okumaya. Sabahın alaca karanlığında büyük bir kuş beni minareden kaparak havalandı.
2. “UZAYIM” IN BOYUTLARI
Bir anda dünya aşağılarda mavi boncuk kadar küçülünce “Ey kuş sen nesin, necisin? Beni nereye götürüyorsun?” dedim. Kuş bana hal lisanıyla seslendi. “Ben Simurg ve Anka’yım. Sen bana ‘insan-ı kâmil’in bilinci (şuuru) diyebilirsin. Senin bilincin hatıra binâen geçici olarak kâmil nefs sırrına yükseldi. Sen Simurg ve Ankâ oldun ve kendi mekânsal boyutlarını seyahate çıktın.”
Demek ki ben başka bir şeye binmemiş yine kendi üst bilincimin üstüne binerek âlemlerimin sırrını seyre çıkmıştım. Simurg ve Anka da ben imişim, içinde gezdiğim uzay da ben imişim.
Kendi hakikatimde Hirâ Nur Dağı’nda Hz. Muhammed a. s.’ın duyduğu haşyeti yaşadım. Haşyet ve hayretimden yarım kalan ezanı sonsuz uzayda okudum.
Anka kuşu, “Üzerimde her türlü ihtiyacını karşılayacak sistem var. Ayrıca arkamda elli bin yıllık ihtiyacımızı karşılayacak elli tane daha Anka kuşu var” dedi. Kuşun sırtı adeta saray gibiydi. Biraz dolaştım. Tüm sevdiğim şeyler sarayın odalarında mevcuttu. Çay, kahve, ispirto ocağı, yatak ve diğer teşkilat tamamdı. Her şey istediğim gibi ve en mükemmeliydi. Anka ben kendim olduğuma göre, dünya boyutunda hafıza bankama yüklediğim her şeyi bu boyuta aktarmıştım. Şimdi de onları en mükemmel halleriyle kullanacaktım. Ahiretin ve cennetin sırlarından birisi de bu olmalıydı ve zatımızın “Hâlık” özelliği her an faaliyetteydi.
Bu tefekkür içindeyken sayılamayacak kadar çok uzayda bir yörüngede akıp giden taşların içine girmişiz. Bir tanesini elime aldım ve lisan-ı hal ile dertleşmeye başladık. Bana dedi ki:
“Ah, ah! Sorma halimi. Ben bir yolcuyum. Biraz evvel bir kulun vücunda zerreler halinde bulunuyor idim. O âlemin büyük kıyameti “Allahu Ekber” sesiyle birlikte koptu ve bizler o âlemde yok olduk bu âlemde taş olarak tekrar var olduk. Kâmil kulun varlığı da bu âleme yükseldi. Şimdi ben yine onun vücudundayım. Benim kaderim sürekli var olmak, yok olmak ve tekrar var olmak. Gördüğün şu sonsuz uzay o kâmil kulun sonsuz boyutlarından bir boyuttur. Bu var oluş ve yok oluşların ne başı var ne de sonu var.”
Taşı elimden bıraktım. O taşta sonsuz sayıda zere vardı. Zerrelerin taştan, taşın zerrelerden haberi yoktu. İşin en tuhaf tarafı zerreler ve taşlar benim vücudumu oluşturan cüzlerdi. Cüzler külli halleri olan Ahmed Râci’yi tanımıyorlardı. Kendimi tanıtsam ve ben senim, sen de bensin desem anlamazdı.
Kendi özelliklerimde afâkî seyir sırrı beynimi çok yormuştu. Biraz uyudum. Uyanınca Mars (eski adı Merih) gezegenine gelmiştim. İçinde bulunduğum boyutun var oluş sistemine göre Mars canlı varlıklar ve eserleriyle doluydu. Beş duyulu bedensel boyutta buraya gelseydim taş ve topraktan başka bir şey göremezdim.
Mars’da mevcut olan bu boyutun canlıları birbirine zarar vermeden yaşıyorlardı. Zararlı ve gereksiz hiçbir şey yoktu. Evlerde yaşayan canlıları ise insana benziyordu fakat organları daha fazlaydı.
Kuş dedi ki: “Mars’lıların şekli insana benziyor fakat insanlığın bir alt boyunda oldukları için tam Âdem şekline sahip değiller. Eksik yönleri var. Eksik yönleri nefislerindeki emmare sıfatıdır. O olmayınca nefsi eğitmek ve varlığın hakikati içinde böylece terakki etmek imkanları da yok.”
Kuşun açıklamasını dinledikten sonra emmare nefsime o ana kadar boşu boşuna kızdığımı anladım. Melek gibi emmaresiz olmak istemişimdir. Meğer ki bizi kemâlâta taşıyan o emmarenin terbiyesiymiş. İnsanın da en büyük sırı en çirkin görünen emmare nefs özelliğinde gizli bir hazine imiş. O andan itibaren emmare nefsin nasıl bir nimet olduğunu anladım. Eğitilirse en yükseğe çıkaran, eğitilmezse en aşağıya indiren bir “Burak” imiş emmare nefs.
Her seferinde olduğu gibi a’mak-ı hayaldeki bu seyahatimden de ayılacak ve eski nefs mertebeme inecektim. Şu anda Aynalı’nın Kâmil nefs özellikleriyle emâneten donanmıştım. Fakat hiçbir şey bedava değildi. Bu mertebeye kendi gayretimle tırmanıp kendi emmare nefsimi kâmil nefse dönüştürmeliydim. O iş de ancak dünya yaşamında sınırlı ömrümüzde yaşayacağımız tek şansımızdı.
Bu düşünceler içinde Jüpiter’e geldik. Sıcak bir ortamdı ve yine bu boyutun özel bitkileriyle kaplıydı. Dünya boyutuna göre ise bitkisiz sadece ateş topu gibi olmalıydı. Burada fazla durmadık geçtik. Hızla güneş sisteminin en son mahallesinin en son gezegenine geldik. Soğuktu. Öldürücü ve yok edici soğukta dahi özel boyutunun özel yaşam katmanları vardı.
Evrendeki her gezegenin sonsuz sayıda boyutu ve her boyutunun kendine has yaşamları vardı.
Dünya da aynıydı. Dünyada dahi sonsuz semâlar yani boyutlar mevcut, her boyutun da hususi hayat tabakası mevcuttu. Bu neden böyledir diye kendi kendime sorunca cevap yine kendiliğinden geldi.
Tek gerçek Ahad’dır. Ahad’ın sayısız ve sonsuz boyutu mevcuttur. Her boyut başka boyutun zıttıdır. Boyutlar birbirini tanımaz, asla karışmaz ve ayrılmaz. Tek ayrı, boyutları ayrı değildir. Eğer öyle olsaydı, tek artı ve tek’in boyutları olur ve ikilik olurdu. Kendi kendime bu nasıl hesaptır, bu ne içinden çıkılmaz hakikattır dedim ve hesap defterini kapattım ki akıl tası çatlamasın.
3. İKİ GÜNEŞLİ SİSTEM
Yirmi beş bin yıl daha gittik. İki güneşli bir uzay mahallesine geldik. Güneşlerin alevleri uzayda gezen yılanlara benziyordu. Öyle yılanlar ki uzunlukları binlerce yıl yoldu. Yakıcı ve yok ediciydiler.
Kuş dedi ki:
“Şu anda
nefsinin iki özelliğini
iki ayrı güneş olarak seyrediyorsun.
Birisi Nefs-i emmâre güneşi diğeri de Nefs-i kâmile güneşi.
Kızıl renkli olan emmâredir. Alevleri de bitmek tükenmek bilmeyen uzun isteklerdir ve kendi kendini yiyip bitirmektedir.
Beyaz renkli olan güneş de kâmiledir. Beyaz alevleri de yine bitmek tükenmek bilmeyen istekleridir fakat ilim ve irfan öğrenmenin bitimsiz alevleridir.
İlim ve irfan öğrenmenin de sonu yoktur ve bu hırs da insanı sonsuza kadar
‘aşk’ ile yakar kavurur.”
Güneşlerin ve galaksilerin sonu yoktu. Sonsuza kadar gitsek yine sonu yoktu. Çünkü uzay (evrenler ve boyutlar) Allah’ın sonsuz ilminin mânâlarıydı. İlmin sonu varsa uzayın da sonu vardı. İlmin sonu yoksa uzayın da sonu yoktu.
Yolculuktan sıkılmıştım. Git git hep aynı sistemdi. Her şey zâhirde farklı ama bâtında aynı idi. Hem dönüş için yirmi beş bin yıllık (ışık yılı kastediliyor) yiyeceğimiz vardı. Hemen dönmezsek açlıktan ölebilirdim. Bir an devam etmeyi, ölmeyi göze almak istedim. Düşüncenin ve alemlerin sonuna yani Sidretü’l Münteha’ya ulaşabilir miydim?
Düşüncenin ve âlemlerin Sidretü’l-müntehâ’sı neredeydi? Elbette ki âlemlerin ve düşüncenin bittiği son noktadaydı. Âlemler de düşünceler de Allah ilminin mânâ helezonları değil miydi? Demek ki son nokta uzayda ve düşüncede değildi. Son, ilk olan Hak idi. İnsan da Hak’ka vasıl olursa “Sidretü’l Müntehâ”nın “kendisi” olduğu sırrını anlayacaktı.
Kuşa; sıkıldım, dönelim artık, dedim. Kuş; henüz Kaf Dağı denilen sonsuzluğumun sonsuzda birini dahi gezemediğimizi söyleyerek dönüşe başladı, yirmi beş bin yıl sonra beni aldığı noktaya yaklaştırdı.
Minareye ayaklarımın üzerine inmek için hazırlandım. Gözlerimi açınca kendimi ayaklarımın üzerinde kavuklu zatın mermer mezarı yanında kaskatı vaziyette dikeliyor buldum. “Kaf Dağı’ndan geldim mi?” demişim. Aynalı gülerek:
“Sen Kaf Dağı’na gitmedin ki gelesin. Kaf Dağı zaten sensin! Başkası değilsin ki kendini bulasın. Sen hep aynısın. Kendinden kendine gidememeye ve kendinden kendine gelememeye mahkumsun. Senin sırrın gidememek ve gelememektir” diyerek kahve fincanımı doldurdu ve konuşmaya devam etti.
“Zerre de aynı, küre de aynı mayadan. Pire de aynı, deve de aynı mayadan. Cüz de aynı, kül de aynı mayadan. Ha alemi gezmişsin, ha zerreyi gezmişsin, hepsi de boş. Gezdiğin yer aynı yer. Aynıyı değişik manalarla seyretmek gerçekten ârifi sıkar. Hele kahveni iç!”
dedi ve bir şiir okuyup beni evime uğurladı.
Ey vahdet! Bahri-i bî pâyân! Sensin mevce-zen!
Kesret-i emvac içinde rûhüma sensin yine,
Bin isim, yüz bin çeşit vermiş isen de kendine,
Her ne dense, âsüman, eflâk, ervâh-ı beden,
Yalnız sensin sen!
. . .
Ey teklik sırına halife insan! Sen sonu olmayan denizsin. Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine binlerce görünüş ve şahsiyet vermiş isen de, canlı cansız her ne varsa
yalnız sensin sen!
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK. Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (7) Bölüm ..Kemal Gökdoğan altıncı günKAF VE ANKAyedi başlı ejderin sorusu1. DÜNÜN MUHASEBESİ
Dün sabahki kahve aleminden sonra Aynalı beni eve uğurlarken, “Yatsı namazını bizim şatoda ikâme edelim evlât” demişti. Kulübeye ilk defa şato diyordu.
Beşinci gün çift mesai yapacaktım, sabah seyahatinden sonra bir de akşam seyahati olacaktı. Akşamı sabırsızlıkla bekledim. Akşam namazından sonra hava kararır kararmaz hemen mezarlığa gittim.
Aysız bir geceydi. Gökyüzünde yıldızlar ve Samanyolu çok net görünüyordu. Zifiri karanlık mezarlıkta, Aynalı Baba, kahve pişirecek kadar ateş yaktı. Sırtlarımızı çam ağaçlarına dayadık ve kahvelerimizi içmeye başladık.
Gecenin sesizliği, mezarlığın sükûneti, hafif rüzgârın ağaçlarda çıkardığı tatlı uğultu, cırcır böceklerinin bitmek tükenmek bilmeyen şarkıları, çalı-çırpı ateşinin acı duman kokusu ve Aynalı Baba’nın ‘şato’sunun huzurlu bahçesi benliğimi esir etmişti. İsli cezve kahvesini içerken uyuklayacağımı ve a’mak-ı hayale dalacağımı zannediyordum. Tam aksine acı kahveyi içtikçe gözlerim iyice açıldı.
Uyumuyordum ama başımda müthiş derecede bir dönme vardı. Âdeta alkol almış gibi sarhoşluk haline girmiştim. Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi unuttum. Kendimi orta çağ Avrupa’sında bir şato bahçesinde buldum. Muazzam büyüklükte bir şatom vardı ve ben bir lord idim. Bir şeye çok kızmıştım ama neye kızdığımı bilmiyordum.
Müneccim başını çağırttım. Sivri külahlı müneccim cüppesiyle gelip önümde eğilerek “Emredin lordum” dedi. Müneccimin yüzünü görünce neye kızdığımı hatırladım ve düşünce suçunu yüzüne okudum:
“Duyduğuma göre dünyanın yuvarlak bir top gibi olduğunu iddia ediyormuşsun. Bir de döndüğünü söylemişsin. Ay, güneş ve yıldızların dünyanın etrafında dönmediğini de etrafa yayıyormuşsun. Tanrı’nın yarattığı sınırlı evrene Tanrı gibi sınırsızdır demişsin. Tanrıdan başka her şey sınırlı ve sonludur. Sen bunu nasıl inkâr edersin? Kilisenin bilimsel öğretilerine nasıl bid’at karıştırırsın?. . Ben seni saçmalaman için mi besliyorum? ”
Celladı çağırdım, “Uçurun şunun başını” diye bağırdım. Müneccim hiç ses çıkarmadan tam bir kahraman gibi başını kütüğe uzattı ve balta havaya kalkıp indiğinde burnuma taze kan kokusu geldi.
Uyumadığım halde uyandığımı hissettim. Başımın dönmesi geçmişti. Burnum kanıyordu. Mendilimle sildim. Aynalı Baba’nın başında biraz önce başını kestirdiğim müneccimin sivri külahı vardı. Ben “hayalin derinlikleri”nde iken başına geçirmiş olmalıydı.
“Erken öten horozun başını keserler nûrum” dedi ve sustu.
O gece başka bir şey söylemedi. Açıklama yapmasına da gerek yoktu. “Ârif isen anla” der gibi yüzüme bakıyordu. Evrenin derinliklerine yaptığımız seyahatte ancak aklımın alabileceği kadar kozmos sırlarını açtığını, gerisini ise zamanın ve bilim adamlarının açıklayabileceğini ifade etmek istiyordu. Zahiri bilimlerde sûfiler keşiflerini âdetullah (Allah’ın sistemi) gereği gizlemek zorundaydılar. Çünkü âdetullah’da hiçbir şey aklı ve bedeni çalıştırmadan elde edilemezdi. Bu nedenle Resuller ve Velîler, kozmik gerçekleri ancak hikaye ve işâretlerle mecâzî anlatım yöntemiyle ifade etmişlerdir. Ben de evren hakkındaki bilgimde zamanımın akıl ve bilim düzeyi ile yetinmek zorundaydım.
Vakit bir hayli ilerlemişti. Aynalı Baba beni mezarlığın kapısına kadar uğurladı “İyi geceler Lord’um” dedi ve döndü gitti.
Bu idam sahnesi dün sabahki evrensel gezimizin değerlendirmesi olmuştu.
Eve gelmiş ve annemin mutlu bakışları altında uyumuştum.
2. KERVAN NEREYE GİDİYOR?
Bu sabah yine mezarlıktayım.
Dışı isli, içi kalaylı bakır cezvenin kahvesinden henüz bir yudum almıştım ki duyduğum şiddetli çığlıkların gürültüsüyle ayağa fırladım. Yine Hindistan’da bir şehzâde idim. Yaşlı bilgeyi çağırdım, Bilge geldi. Çığlıkların sebebini sordum. Derin bir ah çekerek cevapladı:
“Sayın kutsal Şehzadem. Çok eski zamandan beri ülkemize yedi başlı bir ejderha musallat olmuştur. Her yedi yılda bir gelir ve halkı meydanda toplar. ‘Bu kervan nereden geliyor ve nereye gidiyor’ diye sorar. Kimse cevap veremez. Bunun üzerine ceza olarak yedi genç kızı ve yedi delikanlıyı kurban olarak yutar; ‘Yedi sene sonra tekrar geleceğim. Sualime yine cevap alamazsam kurbanlarımı hazır tutun. Sualimin cevabını da Kaf Dağı’ndaki Anka’dan öğrenirseniz sizi bağışlarım’ der ve kaybolur. Bu gün sual günüdür. Çığlıklar da seçilen kurbanların akrabalarının feryatlarıdır.”
İçimde aniden kahramanlık duygusu yükseldi. O an Kaf Dağı’na gidip sualin cevabını alıp gelmeye ve ülkemi ejderha canavarından kurtarmaya karar verdim. Padişah babam ve sultan annem gözyaşlarına boğulup yalvardılarsa da hiç kimseyi dinlemedim. Hemen yola çıktım.
Halk elimi eteğimi öperek beni surların dışına kadar uğurladılar. Yanıma yaşlı bilgenin oğlu yiğit Bahadır’ı da almıştım. Yaşlı bilge bize Himalaya dağlarının eteğinde inzivaya çekilmiş aksakallı bir münzeviye gitmemizi, Kaf Dağı’nın ve Anka’nın yerini ancak onun bildiğini söyledi.
Birkaç yıl Himalaya dağlarında aksakallı bilgeyi aradık sonunda bulduk. Daha oturmadan hikâyemi anlattım. Hiç cevap vermedi. Hiç merhamet göstermedi. Bahadır ile bir yıl her türlü hizmetini yaptık. Saygı ve edebimizle gözüne girdik. İlk defa ağzını açtı ve bize;
“Ey kahraman fakat akılsız insanlar.
Hepiniz renkli bir hayal aleminde yaşıyorsunuz, fakat farkında değilsiniz.
O ejderhayı sizlerin ahmaklığınızdan doğan düşünce dumanları yaratıyor.
Akılsızlık ve ahmaklıktan ayılsanız, ilim ve irfanla kafanızı doldursanız, hayal âleminin ejderlerinden kurtulursunuz.
Her yedi yılda bir biraz ayılır gibi olup
‘ben nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?’
diye düşünüyorsunuz.
Fakat bu düşünce sizi rahatsız edince yine gafleti tercih ediyorsunuz.
Ama dünyanın düzeni bu.
Her zaman akılsızlığın ve ahmaklığın dumanı birkaç uyanığın gerçek âlemini görünmez kılar.
Hırsınız dünya olmuş, cehaletiniz ejderha.
Kendi dünyanızda kendi ejderhanıza yutuluyorsunuz” dedi.
İçimden sabırsızlanıyordum. Aksakallı bilgeyi boğasım geliyordu. Biz can derdindeydik, o felsefe yapmak derdindeydi. Belki bir ipucu yakalarım ümidiyle edebimi bozmadan dinlemeye o da konuşmaya devam etti:
“Oğlum biz her ne kadar bilgeysek de Kaf Dağı’nın nerede olduğunu bilmeyiz. Şimdi siz buradan yedi ay uzaktaki Milest şehrine gidiniz. Orada bir kuyu var. Ağzındaki taş kapak bazen kendiliğinden açılır. Şansınız yaver giderse size de açılırsa içine gir. Kuyunun dibinde bir saray vardır. O sarayın içinde durup dinlenmeden her odasını ara. Bir köşede mermer sandık içinde bir levha vardır. Onu bulursan üzerini oku belki sualin cevabı odur.”
Zoraki de olsa sabrım sayesinde bir ipucu daha yakalamıştım. Ak sakallının elini öperek hemen yola çıktık. Bir yıl sonra Milest şehrini ve kuyuyu bulduk. Ama taş kapak açılmıyordu ve elle açmak da mümkün değildi. Günlerce orada bekledik. Yedinci gün bir bilge daha gelip kuyunun başına oturdu. Kendisine bir yıl hizmet edersek kapağın açılış şifresini öğreteceğini söyledi. Bahadırla bir yıl da ona hizmet ettik.
İçimiz yine hırstan kaynıyordu. Eli boş ihtiyarların maskarası olmuştuk sanki. Amacımız uğruna saygıda kusur etmeden zahiren hizmet ettik. Nihayet aksakallı bir yıl dolunca konuşmaya başladı.
“Ey kahraman fakat düşüncesiz insanlar.
Buralara kadar boşuna gelmişsiniz.
Şu dışarıda zannettiğiniz dipsiz kuyunun aslı, aslında, sizin kafanızın içindedir.
Ağır taş da düşünmenizi engelleyen günlük yaşamın çıldırtıcı hengâmeleridir.
Ağır düşünce blokajından kurtulup da kendi kuyunuza girmeyi becerebilseniz, kafanızın içindeki yüz bin odalı ilim ve irfan odalarını gezebilseniz, şimdi buralarda rezil olmazdınız.
Aradığınız cevap da yine kafanızın içindeki levhalarda yazılıdır. Ama siz okumayı nereden bileceksiniz”
dedi ve kuyunun başından kalktı gitti.
Kuyu başında Bahadır’la üzüntü ve kandırılmışlıktan dolayı yığılıp kalmıştık. İhtiyar bizi bir yıl köle gibi kullanmış ve kaçıp gitmişti. Kafamın içinde nasıl bir kuyu var diye düşünmeye başlar başlamaz, dışarıdaki kuyunun da ağır taş kapağı açılmaya başladı. Şifre benim aklımı çalıştırmamla, tefekkür boyutuna girmemle ilgili olmalıydı. Birkaç saatlik tefekkür halinden sonra taşın tamamen açıldığını gördüm.
Aslında iki seçeneğim vardı. Ya özümdeki derin boyutlara yönelip ejderhanın suallerine cevap alacaktım ya da dışımdaki şu anda önümde duran kuyuya girip cevapları bulacaktım. İkisinden de alacağım cevaplar aynı olmalıydı.
İçimdeki kuyulara girmekten korktum. Çünkü içim dış evrenden çok daha fazla girdaplıydı. Girdapların birisinden kurtulsam diğerine yakalanırdım. Dış evrende ise her girdabın birkaç çıkışı vardı ve dışımdaki kuyuya girmeye karar verdim.
Kuyunun dibine indim. Sarayı buldum her odasını aradım. Mermer sandığı bulup levhayı aldım ve dışarı çıktım.
Levhada iki gazel (bir tür divan şiiri) yazıyordu. Levhayı elime aldım ve okudum.
3. SIRRIMDAN BANA HİTÂB
Matla-ı şems-i hüviyyet menşe-i ekvan benim,
Menba-ı ma’nâ’yi kesret mahzen-i ebdan benim.
Hakikat güneşinin doğduğu, var oluşun kaynağı Ben’im. Var oluşun sonsuz çokluğu benim tek’liğimin yankılanmalarıdır. Varlığınızda var olan tek hazine Ben’im.
Ben O’yum ki; kendi emrimden yarattım âlemi,
Hep şüûnumdur bu mevcud, dehr-i bî pâyan benim.
Algılayabildiğiniz ve algılayamadığınız sonsuz âlemler tüm boyutlarıyla Ben’im sanal varsayımlarımdır. Başı, ortası ve sonu “olmayan zaman” Ben’im.
Ben O’yum ki lâ-mekânım, lâ-zamanım, lâ-kuyud,
Her zamandan, her mekandan müncelî imkân Ben’im.
Ben’de zaman ve mekân yoktur, Ben’de olmayınca Siz’de olur mu?
Ben’i, benden başka bilecek, tekliğimi yalanlayacak olan mevcut değildir. Kayıtsızlığım, bağımsızlığım ve özgür iradem bu anlamdadır. Her olay ve oluşta Ben’den başka var olabilecek yoktur.
Arş ben’im, Kürsî Ben’im, âsûmân-ı seb’a ben’im,
Madde vü-cevher-ü unsur, câmid-i hayvan Ben’im.
Varlığın sınırı ben’im. Beşeri düşünce boyutunun bittiği sınır ben’im. Varlık boyutlarının, nefs boyutlarının tek hakikati ben’im.
Madde olarak algılanan, öz olarak bilinen, cansız-şuursuz görünen, canlı olup da düşüncesiz gibi davranan yine ben’im.
Nûr-i mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-i ıtlak-ı Nûn,
Hem rûhum, hem melâik, Âdem’im, insan Ben’im.
Ben ve Ben’den başka bir şey olmayan varlık tek hakikattir.
Kün’deki (ol emrindeki) nun harfinin noktası Ben’im.
Nokta; tek’liğimin ve Çok’luğumun imzasıdır.
Ruh, melekler, Âdem ve insan benim en muazzam sırlarımdır. Ben onların bilinmesi ile zâhirim.
Ben O zât-ı mutlakım ki; vasf-u fi’limle ıyan.
Ey!.. Hâlık-ı zi-şan Ben’im, Rahman Ben’im.
Var oluş ve var oluşlar Ben’im zâtımdır (hakikatimdir, özümdür).
Ben’den başka da zât yoktur.
Zâtımın görünüşü “oluşlar”dır.
Ey Hak’kı arayan! Şanlı ve şerefli yaratıcı ben’im. Yaratışımdaki şan ve şeref tekliğimden dolayıdır, başkalarına göre değil.
Varlık Rahman özelliğimden başka bir şey değildir.
4. BENDEN SIRRIMA CEVAP
Ben O’yum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretin,
Ben O’yum ki benliğimden zâhir olmuş vahdetin.
Kendimi bir nokta zannediyorum,
fakat bir nokta’nın sonsuzluğun ve kudretin tam bir tecellisi olduğunu da biliyorum.
Nokta olan benim bilincim,
sonsuz çokluğun ve sonsuz zıtların
sadece mânâ çokluğu olduğunu bilmektedir.
Bu sırra dayanarak ‘vahdet ilmi’ vardır diyebiliyorum.
Farzedersem benliğim senden cüdâdır ey vücûd,
Vehm-i mahzım, hiç vücudu var mı ma’dumiyetin.
“Ben” dediğim varlığımı
sınırsız ve sonsuz tek varlıktan başka bir şey zannedersem
bu sırf bir hayal olur.
Asla var olmamış yokluğun
asla varlığı olmaz.
Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç,
“Fakru fahri” eldedir ferman-ı vahdaniyetin.
“Ben” öyle bir yokluğum ki,
bedenim ve ruhum ve bilincim dahi mevcut değildir.
Eğer bedenim, ruhum ve bilincim olsaydı onlar “senin” olurdu
ve “ben” de bir fakir olurdum.
Ama, maalesef ki fakir olabilecek kadar dahi bir varlığım mevcut değil.
Bu durumda fakir de olamıyorum.
Hiç de olamıyorum.
Resulullah a.s.’ın “Yokluğumla iftihar ederim” sözünü,
O’nun tevazu icabı “ben yokum” demesi gibi anlama!
O söz
kendisinden başkası olmayanın
“Siz yoksunuz var olan ben’im” fermanından başka bir şey değildir.
Arş-ü kürsî, arz-ü eflâk hep senin emrinle var,
Suhf-i ekvan dest-i takdîrinle mektup âyetin.
Arş (sınırsız üst bilinc)
ve
kürsî (fiziksel evren bilinci)
ve
yeryüzü (insanın bedeni)
ve
gökler (insanın düşünce gücünde açılan sonsuz esmâ boyutu)
tek nokta olan tek varlığın emr’idir, ilmidir.
(Suhf-i ekvân/“varlık boyutları”),
bir kitabın sayfaları gibidir ve sayfaların toplamına kitap denir.
Harfler heceleri, heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri,
cümleler paragrafları, paragraflar sayfaları, sayfalar bölümleri,
bölümler de kitabı oluşturur.
Her aşama aynı varlığın farklı mânâlarının tecelligâhıdır.
Tüm mânâlar tek mânâ olan “Allah” ismi ile işaret olunandır.
Kitapta kaç tane âyet var?
Saymaya ihtiyaç ve lüzum var mı?
Kitapta bir tek âyet var.
Onu dilediğin mânâ formatlarıyla dilediğin sayıya kadar adetlendirebilirsin.
Ama okumayı bilenler
her çağda
sadece
“bir âyet” okur.
Sen o zât-i bî-nişansın, lâ-mekânsın bî zaman,
Her ne varsa fi’l-ü evsâfın, kemâl-i kudretin.
Sen,
senden başka varlık olmadığı için “bilinemeyensin”.
Sen,
senden başka varlık olmadığı için “mekân” yaratmayansın.
Sen,
senden başka varlık olmadığı için “zaman” yaratmayansın.
Bundan dolayı sana kulluk edecek bir mekanın ve zamanın olmasından “münezzehsin”.
Zaman, mekan ve varlık olarak her neye var diyorsak,
ancak senin senden ayrı olmayan mânâlarındır.
Yaratmak sırrındaki;
“başka olarak yaratmamak ilkesi”
kudretinin zirvesidir.
Sen O mevcûdsun ki senden bir diğer yok müncelî,
Her vücûda oldu kayyûm, sırr-ı mevcûdiyetin.
Sen öyle bir varsın ki;
var olan ve algılanan sen’den gayrı değildir.
Algılayan; sem’î ve basîr de sensin.
Kayyumiyet;
(varlığının başkası tarafından yaratılmamış olması)
her noktanın varlık sırrı oldu.
İki gazeldeki mânâlardan hiçbir şey anlamamıştım. Anlamamak bir yana içlerinde Kaf Dağı’nın ve Simurg Anka kuşunun isimlerinden tek harf dahi geçmiyordu. Kuyunun başından ayrıldık. Yıllarca yüzlerce şehir gezdik. Dağı ve kuşu ne bilen vardı ne de gören. Sonunda görkemli bir kente geldik. Handa dinlenirken tellalların bağırmalarını duyduk. Şöyle diyorlardı:
“Ey ahâlî!.. Kim ki Milest hârâbelerindeki kuyuda saklı bulunan levhayı getirir de âlimlerin reisine verirse, karşılığında üzerinde başka bir sır yazılı bir levha alacaktır!..”
Hemen âlimlerin reisini buldum. Yanımdaki levhayı verdim. Sevinçten boynuma sarıldı ve kendisindeki levhayı da bana verdi. Levhaya baktım; bunda da bir şiir vardı:
5. KENDİNE DOĞRU
Âlemde meşhud olan bu devran,
Tekâmül içindir, kemâle doğru.
İç dünyandaki düşünce akışları
ve dış dünyandaki olayların sonsuz tekrarında bir amaç vardır.
Amaç her olayın sonucunu gözlemek
ve ondan ders almak değildir.
Bu devranın amacı birimlerin bilincini olgunlaştırmaktır.
Küllî bilinci anlayabilecek kapasiteye yükseltmektir.
Her nokta cevvâl, her zerre raksan,
Uçup giderler, visâle doğru.
Her nokta (bilinç, birim, birey) her an faal haldedir.
Çünkü var oluş sistemi her an silinip,
daha da mükemmelleşmiş olarak
bir an sonra tekrar var olmaktadır.
Bu gidiş
her noktanın ‘visâl’i olan
‘kendi hakikatini anlayışa’ doğrudur.
Ekvan, insan koşup giderler,
Tutulmaz, kapılmaz hayâle doğru.
Varlık âlemleri ve insan
sonu olmayan mükemmelliğe doğru sürekli gelişmektedir.
İnsan isen, gel matlûbu anla,
Yorulma gitme Celâl’e doğru.
İçgüdülerinin, duyularının ve basit toplumsal alt bilincin güdümünden çıkarak
‘insan bilinci’ne ulaş.
Celâl’den yansıyan çokluk gazabının girdabına kapılma.
Tek’in çok gibi görünmesindeki arzuyu anla.
Olayların ve düşüncelerin içine dalıp da
‘her şey O’nu anlatıyor’ gibi tefekkürlerle vakit kaybetme.
Sonsuza kadar, sonsuz tecellileri incelesen
yine de önüne sonsuz sayıda sonsuz gelir.
Ve senin bilincini ‘celal tecellisi’olarak boğar.
Ufk-i ezelde doğan bir Güneş,
Gider mi acep zevâle doğru.
Ezel boyutunda hiç doğmayan, hiçbir zaman ölmez.
Sen doğmamış olan Güneş’sin
ve ‘yok’ olamayacak özelliktesin.
Geçen her an için;
‘eyvah ömrümden bir saniye daha gitti diye üzülme.’
Gitmek ve geçmek yoktur. Her an mükemmelleşmek vardır.
İfâte etme kıymetli vakti,
Çevir yüzünü Cemâl’e doğru.
Akrebin ve yelkovanın hareketine vakit denir.
Senin vaktin o değil.
Senin vaktin, beynindeki düşünce gücüdür.
Beynini ve düşünceni boşa harcama.
Cemâl’den doğan tek’lik ilmini ancak bu bedenle
ve bu dünya yaşamında elde edebilirsin.
Kalbe dönüşmüş aklının gücünü
Celâl perdesinde çoklukta görünen Cemâl tek’liğine çevir.
Şiirdeki anlamlar hayretimi uyandırdı. Fakat derdimi yine halletmemişti. Âlimlerin reisi de bendeki şiirleri okudu. Onun da aradığı sualin cevabı orada yoktu. Beraberce Serendip adasına gitmeye karar verdik. Aylarca yürüdük. Serendip adasında Hz. Âdem’in indiği yalnızlık tepesini ve o tepede yalnız yaşayan en büyük ârifi bulduk. Elimizdeki levhaları ona verdik. Aradığımız cevapların suallerini arz ettik.
6. CEVAPLAR
En büyük ârif bize aradığımız cevapları bizden hiçbir hizmet istemeden verdi. Önce benim kulağıma eğilerek;
“Birinci levhadaki şiirler Kaf İle Simurg Anka’yı bildiriyor.
Şiirlerde anlatılan sonsuz özelliklerin sahibi Kaf harfi ile anılır.
Kaf; sonsuz âlemleri ilminde ilmi ile var etmiş olandır.
Simurg Anka ise Kaf’ın sonsuz tecellileridir.
Her tecellî Kaf’dır.
Kaf kendi hakikatini unutunca simurg Anka adını alır
ve aslı olan Kaf’ı aramaya başlar.
Simurg Anka ve Kaf iki ayrı yerde, iki ayrı varlık değildir.
Sen Simurg Anka ve Kaf’sın.
İki isimden de sıyrılırsan Simurg Anka’nın Kaf Dağı’na olan yolculuğu sona erer
ve kuş yuvasına döner.
Yuvasına dönmüş Simurg Anka’ya da İnsan-ı Kâmil denilir.
Simurg Anka’ya göre ikinci levhadaki şiir yedi başlı ejderhanın sualine cevap vermektedir.
Bize sonsuz ve sınırsız görünen bu varlıklar âlemi
bir kervan gibi aşk nûruna
ve aşk sırrına doğru akıp gitmektedir.
Bu gidiş, bu yolculuk, durmak bilmeyen bu hareket
ezelî ve ebedidir.
Bu kervan Hak’kın kendinden gelip
yine kendine gitmektedir”
dedi. Sonra âlimlerin reisinin de aradığı cevabı verdi. Memleketlerimize döndük.
Yolculuğa çıkalı yedi yıl olmuştu. Yarın son gündü ve ejderha gelecekti. Halk bizim dönüşümüzden ümidini kesince kurbanlarını hazırlamış ve gözyaşlarıyla beklemekteydi.
Ejderha geldi. Ben de karşısına çıkıp cevaplarının hazır olduğunu söyledim. Eğer cevaplarım yanlışsa hem beni alacak hem de kurbanların sayısını yetmiş kıza ve yetmiş erkeğe çıkaracaktı. Tekrar düşünmemi ve son kararımı vermemi istedi.
Cevabımı yüzüne karşı haykırdım:
“Ey ifrit!
Her an olgunlaşmakta olan bu varlıklar âlemi,
durmadan yürümeye mahkûm bu kervan,
hayalin dahi kapsayamayacağı eşsiz sırra,
ilâhî cemâlin her şeyi kendine çeken nûruna doğru koşup gitmektedir .
Bu kervan kendinden gelip kendine gitmektedir.”
Cevabı alan yedi başlı ejderha korkunç bir çığlık atarak alevler içinde kaldı. Alevler sönünce bir de baktık ki o ejderha genç bir kıza dönüştü.
Genç kız önümde saygı ile eğilerek ;
“Ben İlâhî Kudret’in var ettiği varlığın en güzeliyim. Fakat olaylar beni ejdere çevirdi. Kurtuluşum da senin verdiğin cevaplara bağlıydı. Şimdiye kadar hiç kimse doğru cevabı verememişti. Bu andan itibaren hizmetinizdeyim” dedi.
Ülkede bayram ilan edildi. Kurban olarak ayrılan yedi kız ve yedi erkeğin düğünü yapılarak evlendirildi. Ben de varlığın en güzeli olan kız ile evlendim. Yol arkadaşım Bahadır vezirim oldu. Babam tahttan çekildi ve ben ülkemin âdil hükümdarı oldum.
Çok uzun yıllar ülkemi yönettim. Bir gün eşim ile birlikte at gezintisi yapıyordum. Atımın ayakları tökezledi ve aşağı yuvarlandım. Gözlerim acıdan fal taşı gibi açılınca karşımda Aynalı Baba’yı buldum.
“Hoş geldin Hükümdârım” dedi.
A’mak-ı hayaldeki bir saltanatım daha sona ermişti. Mezarlıktaki otların üstünde yerde yuvarlanıyordum. En çok da dünya güzeli sultandan ayrı düştüğüme üzülmüştüm.
Aynalı Baba üzüntümü bildiği için;
“Üzülme.
Yedi başlı ejderha,
senin yedi boyutlu nefsindir.
Her nefs boyutun aslına döndükçe güzelleşir.
Sonunda en güzel varlık olan nefs-i sâliha haline döner.
Fakat bu dönüşte alevler içinde çok yanarsın.
Sonunda da nefsin senin hakikatinin önünde eğilerek hizmetine girer.
Nefsteki ikiliğin bitip sona ermesi hayal âleminde evlilik ve düğün-bayram olarak görülür. Sen sultanın olan nefsinle asıl şimdi buluştun”
dedi ve evime uğurladı.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ, İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK. Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (8) Bölüm ..Kemal Gökdoğan yedinci gün
AZAMET DERYASI VE ULULUK GİRDABI
ikilik birlik içindir
1. EVRENSEL MUTLULUK
“İlim bir noktadır; onu cahiller çoğaltmıştır.” Hz. Âli
Bu gün Aynalı Baba son derece sevinçli idi. Sevincini daha da belirginleştirmek için külahına iki tane büyük ayna parçası ve cüppesine de iki adet sarı teneke kapağı yapıştırmıştı. Ona minnettar bir talebe olarak derin saygı duyuyordum. Cüppesine iki tane teneke parçası değil, iki tane gazyağı tenekesi taksa yine de saygımda noksanlık meydana gelmezdi. Çünkü o benim frenk takım elbiseme, gömleğime, kravatıma ve İstanbul beyefendisi imajımı yansıtan yanımda taşıdığım bastonuma ciddi hürmet gösteriyordu. . .
Sevincinin sebebini sordum;
“Bizim berber Hacı Molla’yı bilirsin! Kedisi Pamuk yavrulamış. Saf beyaz çok şirin bir yavrusu var” deyince, şaşkınlıktan tekrar sordum;
“Af buyurunuz azizim! Bir kedi yavrulamış diye bu derece sevinmeye ne gerek var?”
“Sevgili dostumuz Pamuk hanımefendi çok şükür sağ salim doğum yaptı, çektiği eziyetten kurtuldu. Hayattaki en samimi dostları olan bizler sevinmeyeceğiz de kimler sevinecek. Hem de şenlik yapacağız.”
Elimde olmadan şaka havası içinde sordum;
“Kedi yavrusu için ha? Bu saygıdeğer yavrunun adı konulduğunda da şenlik yapılacak mı?”
“İsmi konulmuştur. Fakat Hacı Molla ile tam dört saat münakaşa ederek isminde karar kıldık”
“Dört saat mi uğraştınız?”
“Evet, ciddi konularda acele karar vermemek lazımdır. Önce Pamuk koyalım dedik. Annesinin ismi de aynı olduğu için uygun görülmedi. Ak ismini de çağırma açısından münasip bulmadık. Ak, Ak, Ak derken ördek zannedilip avcılar tarafından vurulabiliriz diye düşündük. Farsça’da ak anlamına gelen ‘sefid’ ismini teklif ettim. Hacı Molla çok kızdı. Çocukken okulda ‘Bahr-i Sefid’in (Ak Deniz’in Osmanlı Türkçe’sindeki adı) nerede olduğunu bilemediği için yediği dayak aklına gelirmiş, kabul etmedi. Kar ismi soğuk düştü. Pamuğun Farsça’sı olan Pembe ismini de kırmızıyı hatırlattığı için reddettik.”
“Siz ciddi olarak çok yorulmuşsunuz”
“Evet yorulduk ama sonunda Zararsız ismini bulduk. Çok hoş oldu.”
“Ve şenlik yapmak karar altına alındı.”
“Evet. Neden gülüyorsun? Sen hâlâ ciddi konular ile gayrı ciddi konuları birbirinden ayıramıyor musun? Bir padişahın çocuğu doğsa bütün ülke bayram yapıyor. Halbuki padişah çocuğu büyük ihtimalle şımarık, cahil ve zararlı bir geleceği vaat eder. İstikbalde hayırlı mı, şerli mi olacak belli olmayan bir insan bebeği için peşin şenlik yapılıyor. İleride kesinlikle zararsız olacak olan ‘Zararsız’ için bizim şenlik yapmamız akla ve mantığa daha uygundur. Zararsız’ın dünyaya avdet etmesi iki insanın sevinmesi için yeterli sebeptir.”
İnsanların âdetlerini alaylı bir dille eleştirirken bile hikmetli dersler veren bu adama hayranlıkla bakarken, ney üfleyip şiir söylemeye başladı. Kahveyi demleme görevi bu sabah bana aitti. Acemice ateş yakmaya uğraştım. Dumandan gözlerim kızardı. Kendi demlediğim kahveyi içmek de pek keyif veriyordu.
Aynalı Baba’nın gazelini dinlemeye başladım.
Ey dil (gönül)! Cihanda sen şu’lezensin,
Meçhulü her ân tâyin edensin.
Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!
Ey gönül! Varlık âleminde varlığının ışığını saçan sensin.
Bilinmeyeni her an açığa çıkaran sensin.
Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
Vahdetle her şey, mâruf-i vicdan,
Vicdanla âlem, eşyâ-yi insan,
Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!
Her şey tek olduğu için akıl ve kalb tarafından bilinebilmektedir.
İnsan şeyleri (Esmâ tecellîlerini) küllî aklın ayırt etme gücüyle anlamaktadır.
Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
Bâtın tecelli eyler, şuûnda
Zâhir taayyün eyler, butûnda.
Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!
Aklın ve gözün algıladığı olaylar varlığın iç yüzünün seyridir.
Zâhirin ayrı bâtının ayrı olmadığı yine bâtın ilmi olan ilmi ledün ile anlaşılır.
Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
Elvâh-i kavnin, tevhîdi sensin,
Ayât-i Hak’kın, tecvidi sensin,
Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!
Kâinat levhalarının bir araya getirilmiş özeti sensin. Sonsuz boyutlar gönül aynasının çerçevesi içinde tek bir öz olarak toplanmıştır. Hakkın hatasız okunan ayetleri sensin.
Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
Aynalı Baba insan gönlünün muazzamlığını şiir halinde okurken uyumuşum.
2. İKİ’DEN BİR’E Mİ’RÂC (YÜKSELİŞ)
“Cablisa şehrine kervan kalkıyor. Yolcular akşama kadar katılsın. Gelen gelir, gelmeyen kalır!” diye bağıran tellalların gür sesiyle uyandım.
Aklım ve şuurum tam yerindeydi. Fakat a’mak-ı hayalimdeki bir boyutta o âlemin bir ferdi olarak var olduğumu da biliyordum. Çok uzun yıllar yaşadığımı hissedecektim. Belki bir yıl belki on yıl tam buralı gibi kalacaktım. Aslında burada kaldığım süre dünya süresine göre birkaç saniye idi. Üst boyut şartları bedenimizin ışık hızında hareket etmesine izin veriyordu. Dünyada saatte on kilometre hızla on yılda yapacağımız tüm olayları burada ışık hızıyla bir saniyede yapacaktım.
Hızımı kontrol için odada yürüdüm. Yine saatte on kilometre gibiydi. Hücrelerim, bedenim, diğer varlıklar, üzerinde yaşadığım gezegen, gezegenin güneşi kısaca her şey ışık hızıyla hareket ettiği için yürüyüş hızımı ayırt edemedim.
Odada şaşkın şaşkın dolanırken aynada kendimi gördüğüm an çığlığı kopardım. Başımın ortasında tek gözüm vardı. Hemen altında tek kulak, onun altında tek burun deliği duruyordu. Göğsümün ortasından ise tek kol çıkıyor, tek bacağım vardı ve zıplayarak yürüyordum.
Çığlığı duyan eşim odanın kapısını açıp içeri zıplayarak girdi. Onu ve kendimi yan yana görünce gülmeye başladım.
Eşim özlemle yüzüme bakarak; “Tabii ki önce sevinç çığlığı ardından da mutluluk kahkahaları gelir. Ben de senin gibi organlarımı çift hale getirmek için yola çıkıyor olsaydım ben de gülerdim. Haydi! Eşyalarını hazırlayalım da kervana yetiş” dedi.
Gümüş evden çıktım. Herkes benim gibi tek organlı idi. İki ayaklı bir merkebe binerek şehir dışına doğru yöneldim. Tüm şehir gümüştendi. Kervana yetiştim. Birisinin yanına sokularak arkadaş oldum. Sordum:
“Burası hangi şehir?”
“Burası Gümüş Cablisa şehri.”
“Nereye gidiyoruz?”
“Altın Cablisa şehrine.”
“Kaç günde varırız?”
Altın Cablisa’ya yedi yılda varırız.”
“Niye gidiyoruz?”
“İki gözlü, iki kulaklı, iki kollu iki bacaklı olmaya, tek organlarımızı çiftlemeye gidiyoruz.”
Kervandaki geveze yoldaşımla yedi yıllık yolculuktan sonra Altın Cablisa şehirine ulaştık. Şehirde bizim kervanı gören halk sokaklara fırladı. Çift organlı olan insanlar bizimle eğlenmiyorlardı. Samimi bir dille; “Maşallah! Maşallah! Tek gözlü kalmaya razı olmayanlar, tek bacakla zıplamak istemeyenler, tek kolla tutmak istemeyenler hoş geldiniz. Çift olmaya hoş geldiniz” diyerek iki elleriyle alkış tutuyorlardı.
Buraya gelmeyi hak etmiştim ama nasıl hak ettiğimi de bilmiyordum. Bir an önce teklikten kurtulmalıydım.
Altın Cablisa’da bizim onurumuza kırk gün şenlikler düzenlendi. Son gün aksakallı bir bilgenin rehberliğinde toplandık. Çok bilgili görünüyordu. Yedi yıldan beri tek organ çift organ dışında bir tek konu konuşmadığım için patlamak üzereydim. Bilgenin yalnız olduğu bir anda yaklaştım.
“Efendim ben kendi özüme seyahate çıkmış birkaç saniyede on yıl yaşayan, bir saniyede on yıllık yol kat eden bir zaman yolcusuyum” dedim.
Bilge tuhaf tuhaf yüzüme baktı,
“Senin aklın yerinde mi evlat? Tek bacağınla saatte beş kilometreyle zor zıplıyorsun. Hızlı zıplaman ise on kilometre saattir en fazla.”
Beni anlamasını umarak;
“Gerçekten efendim ben başka bir dünyada tam organlı Râci isimli bir beyefendiyim.”
“Başka dünya mı? Sen tam zırdelisin. Yüce Tanrımızın tek bir dünyası vardır. Orası da burasıdır. Dünyamızda iki şehir vardır, Gümüş Cablisa ve Altın Cablisa. Gümüş Cablisa’da bin yıl hiçbir şey konuşmadan çift organ olacağım zikrini yapan buraya gelmeye hak kazanır. Burada çift organlı olur ve ebedi İrfan Cennetinde kalır.”
“İrfan Cenneti nerede?”
Bilge eliyle işaret etti. O yöne doğru yürüdük.
Şehrin sınırına geldik. Aklım gördüğü manzara karşısında donma derecesine geldi. Yerden itibaren bir derya sonsuz gökyüzüne uzanıyordu. Bir tek damla bile damlatmayan sonsuz yükseklikte su duvarı görüyordum. Bu Azâmet Deryası idi.
Su duvarının çevresinde yıllarca yürüdük. Tecellî Şelalesi’ni ve Ululuk Girdabı’nı görecektik. Nihayet amacımıza ulaştık
Azâmet Deryası’ndan daha fazla aklı donduran bir manzarayla karşılaştık. Sonsuz su duvarının tam ortasından yüz kulaç genişliğinde ‘Tecelli Şelalesi’ fışkırıyordu. Şelale yere doğru inceliyor ve kuru bir fındık kabuğunun içine doluyordu. Eğilip kabuğun içine baktım, kupkuruydu. Tek damla su yoktu.
Bilge hayretimi anlamıştı. Akıl almaz olayı anlattı.
“Azâmet Deryası’nın suyu sonsuz geçmişten beri Tecelli Şelalesi ile Ululuk Girdabı olan fındık kabuğuna dökülür. Şimdiye kadar ne Azâmet Deryası’nın suyundan bir damla eksildi ne de Ululuk Girdabı’nın kabuğu doldu. Ezelden ebede böyledir.
Ululuk Girdabı ile Tecelli Şelalesi’nin yanında birkaç yıl kaldık. İlk günlerdeki akıl donukluğum, hayretim azalmıştı. Hatta son günlerde akla hayale sığmayan manzaralar basit gelip hiç ilgimi ve dikkatimi çekmez oldu. Buralara boşuna gelmişim diye düşünmeye başladım.
Rehberimize “Şu sonsuz derya sonsuz zamandan beri şu fındık kabuğuna akıyor. Fındık kabuğu dolmuyor. Bu ne anlama geliyor. Bize ne anlatmak istiyor?” dedim.
“Gördüğün şey gördüğündür. Hiçbir şeye işaret etmez. Bu sonsuz deryadır, bu fındık kabuğudur bu da bir şelaledir. Sen ne arıyorsun, anlayamadım” dedi.
Bu boyutta her şey sonsuz ve sınırsızdı. Fakat olaylar ve sözler tek anlamlıydı, anlam içinde anlamlar yoktu. İnsanların mantık yapılarında bir olaydan ya da sözden anlam çıkarmak yoktu. Doğmak, ölmek, var olmak, yok olmak, mutluluk, mutsuzluk gibi olaylar ve kavramlar yoktu. Aksakallı bilgenin bilgisinin bize göre çok yüzeysel olduğunu fark ettim.
Belki de “İlim” onlar için “tek bir nokta” halinde tecelli ediyordu.
Bizim boyutta olaylar ve kavramlar zıtlarıyla mevcut olduğu için işaretlerle, mecazlarla “çoğaltmış” olabilirdik.
Kafam karışık halde iken dünyada asla duyamayacağım şiddette gürültü meydana geldi. Sesin sonsuz şiddetinden bayılmışız. Ayıldığımız zaman tek olan vücut organlarımızın iki olduğunu fark ettik. Sevinçten birbirimize sarıldık.
3. BİR’DEN İKİ’YE NÜZUL (İNİŞ)
Bilge bizi halka halinde oturttu. Bana dönerek “Anlattığın akıl dışı şeylerden arkadaşlarına da bahset, meydan senin” dedi.
Anlamayacaklarını bildiğim halde, normal bedene dönmenin verdiği sevinçle bizim boyuta göre tuhaf olan manzaralardan ne anladığımı özetledim:
“Önce organlarım iki idi. Bu âleme geldim teke düştü. Altın Cablisa’da yine iki oldu. Organlarımın görünüşü ve sayısı değişime uğradı ama düşüncelerim, bilincim, benliğim hep aynı kaldı. İki organla da aynı görüp işitiyordum, tek organla da.
Sizin âleminizde sizlerle yaklaşık on yıl geçirdim. Kendi âlemimde ise henüz bir saniye yaşamadım.
Sonsuz deniz Azamet Deryası bilincimizdeki sonsuz esmâ boyutudur. Fındık kabuğu; eski sûfîlerin kalb dediği beynimizdeki düşünce merkezidir. Düşünce merkezimiz görünüşte fındık kabuğu kadar sonlu sınırlıdır. Fakat sonsuz sınırsız olan Azamet Deryası’nın tüm varlığını kapsayabilecek kapasiteye sahiptir. Hatta tüm sonsuzluğu yutar da bir zerre yeri dolmaz.
Tecellî Şelalesi, esmâ boyutu ile düşünce merkezimizi birleştiren tefekkür bağıdır.
Duyduğumuz muazzam ses;
insanın kendi hakikatini hatırlama anıdır.
Yıllarca okumanın, üstadların ilmini hazmetmenin, hayatın maddi manevi çilelerini çekmenin sonucunda yaşanan “an”dır.
Düşüncenin en keskin virajıyla kendine döndüğü “vuslat” saniyesidir.
Kul’un kendi hakikati olan Hak ile vuslat anıdır.
İki’nin bir ile aynı sayı olduğunu bildiği andır. . .”
Sevincimden sonsuza kadar konuşabilirdim. Fakat Altın Cablisa’lıların uyku horultuları keyfimi kaçırmıştı. Ak sakallı ihtiyar bilge de benim sohbetimden o kadar sıkılmıştı ki, sıkıntıdan sakal tellerini yoluyordu.
Altın Cablisa’lılar zaten teklik halindelerdi. Hiçbir zaman benim gibi iki olmamışlardı. İkiyi bilmiyorlardı. Şirki bilmiyorlardı.
Ben hem ikilik cehennemini hem de teklik cennetini yaşadığım için “Bir”lik edebiyatını “ikilik” lügati ile çok iyi parçalayabiliyordum.
Altın Cablisa’lılara acıdım. Hiç cennet halinden çıkmamış olan bu zavallılara cennetin değerini nasıl anlatabilirdim ki? Asla anlatamazdım, onlar da asla anlamazdı.
Kendi dünyama, kendi boyutuma dönmek istedim. Evet, isteğimi denetleyebiliyordum. Dönüşüm kendi irademdeydi artık. Biraz sonra gözümü açacaktım ve Aynalı Baba’nın mütebessim cemâliyle karşılaşacaktım.
Ve gözlerimi açtım.
Aynalı Baba;
“An içre on yıllık iş ve oluş icrâ eden ey Hak nûru! Hoş geldin!” dedi. Kahvemi de önüme koymuştu. Neyine üfleyip gazel okumaya başladı:
Hep ikilik, birlik için,
Bak iki göz, bir görüyor!
Birlik ise, dirlik için,
Bak iki göz , bir görüyor!
Cennetin en yüksek makamı olarak tanımlanan bilinç hâlinde “birlik” (Ahadiyet) ve “ikilik” (şirk) gibi zıt kavramlar yoktur. İnsan cennetin en son makamına çıkmak için birliğin ve ikiliğin soyut olarak var olduğu “dünya/beş duyu” halini “ömür” olarak tadar. Fakat soyutluk “madde” etkisiyle yaşanır. Taktirinde olanlar “dünya”nın bir rüya anı olduğunu fark ederek, birliğin ve ikiliğin olmadığı en son bilinç mertebesinin gerçeğine ererler. O mertebeyi anlatacak bir işaret kelimesi kullanmak gerekirse “AHAD” yazabiliriz.
Rûh-ü ceset, arş-ü felek,
İns-ü peri, cinn-ü melek!
Birlik için hep bu emek,
Bak iki göz , bir görüyor!
İnsan beyninin çalışma sistemi; bütünü parçalayarak (analiz) ve parçaları birleştirerek (sentez) bilgi üretmek şeklindedir. Bu işlemi yaparken de; var-yok, bir-iki, tevhid-şirk, siyah-beyaz, nur-zulmet, aşk-nefret. . .gibi iki tabanlı sayı sistemine dayalı mantığı kullanır. İnsan’ı ruh ve beden olarak analiz eder. Aslında insan ruh da değildir beden de değildir. İnsanın tanımı yoktur. Zorunlu olarak bir tanım yazacak olursak o tanım sadece “AHAD” olur.
Ruh, beden, arş, felek, insan, peri, cin, melek. . . ve diğerleri sadece “bütünün” parça imiş gibi anlatımı ve tanıtımıdır.
Şirkten eyle hazer,
Vaktini boş etme güzer!
Âleme bir eyle nazar,
Bak iki göz , bir görüyor!
Düşünce gücümüzü önce,
ikinin (şirkin) gerçekte var olmadığını anlamaya yöneltmeliyiz.
Sonra tek’i anlamalıyız.
Daha sonra da tek’in iki’nin işaretiyle varlık kazandığını çözmeliyiz.
Tek’in mantık dünyasının zıtlarından biri olduğunu hissedip,
“AHAD” kelimesiyle işaret olunan “hal”i yaşamalıyız.
Âlemin (gerçeğin) bu bilgi penceresinden seyredilmesi gerekir.
Sen de seni, sen de seni
Bil ki budur “allemenî”!
Birliğe gör can-u teni,
Bak iki göz , bir görüyor!
Sen sendesin… Sen başka bir şeyde değilsin. Hz. Âli’nin “Bir harf öğretenin kölesi olurum” anlamındaki “allemenî” sözünden maksat budur.
Can ve beden iki ayrı “şey” değil aynı “şey”dir. Küll (bütün, Ahad) ve cüz (parça) aynıdır.
Göz ikidir ama gözde gören birdir.
Aynalı Baba gazeli bitirdi. Neyini koynuna soktu. Hiçbir şey demeden “sarayına” girip kapıyı kapattı.
Ayağa kalktım. Fötrümü taktım. Kravatımı düzelttim. Bıyıklarımın ucunu büktüm. Bastonumu elime aldım, “Üsküdar’a gideriken aldı da bir yağmur” şarkısını ıslıkla çalarak mezarlığın kapısına doğru yöneldim.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (9) Bölüm ..Kemal Gökdoğan sekizinci günEBEDÎ BİLMECEruh bedendir beden ruhtur1. ÂLEMLER VATANIM, İNSANLIĞIN IZDIRABI RUHUMDUR
“Verrâsihûne fil-ilm”“İlimde derinleşenler ise, biz ona inandık, hepsi Rabbımız katındadır derler…”Âl-i İmrân sûresi, âyet: 7
Sabahın alaca karanlığında mezarlıktayım. Aynalı Baba; “Evlat, ne olacak bu memleketin hali? Muhteşem İmparatorluk yok olmak üzere. Üç kıtadan geriye mendil kadar toprak kaldı. Onu da İstanbul aydınları Amerikalıya mı İngilize mi kiralayalım diye tartışıyorlar..
Padişahın eli kolu bağlı iradesiz yetkisiz halde, atası Osman Gazi Hazretlerinin mirası üstünde oturuyor. Biz ise şu yıkık dökük mezarlıkta kaval çalıp ayakta hayal görüyoruz. Vatan elden gidiyor. Gafletten uyanıp nice gafilleri de uyandırmak gerek değil mi?” diye, hiç beklemediğim bir tarzda konuştu.
Aynalı’yı dünya işlerinden el etek çekmiş bir ahret adamı zannediyorken onun ülke ve dünya siyasetiyle yakın ilgisi beni şaşırttı. Birden vatanperverlik hislerim kabardı. “Evet efendim! Bu uyuşuk milleti uyandırmanın zamanı geldi” dedim ve oturduğum yerden sinirle ayağa fırladım, yumruğumu sıkarak havaya kaldırdım.
Başımın arkasına topuz yaptığım saç kafamın üzerinden atlayıp burnuma indi. Burun kemiğim sızladı. Saçımın topuzu çok sertti ve arasında değerli taşlar vardı.
Çevreme bakındım. Yoksulluğun ve sefaletin kol gezdiği Çin diyarının Nankin Şehri halkından ilim ve mârifet peşinde koşan, saçı topuzlu bir Çinli bir talebeydim. Halkım ise işgal altındaki ülkeyi kurtarma peşindeydi.
Yüce Çin kralımız İngilizlerin kuklası olmuş. Yaşlı âlimler ve bilgeler uyuklamanın adına tefekkür koymuş. Zavallı halk aç sefil ne yapacağını şaşırmış. Benim ise içimde çözemediğim karmaşalar var. Bu vatan toprakları, bu halk, bu sefalet ve rezalet bana yabancı geliyor. Kendimi sahte vatansever gibi hissediyorum. Çinli olmak bana gurur ve şeref vermiyor. Kendimden utanıyorum.
Köksüz ot gibi şehir şehir dolaşıp içimdeki bilgelik açlığını bastıracak bir üstat arıyorum. Ama nafile. Çin’de yok. Nihayet yaşlı bir adam aradığım şeyin Hindistan ormanlarında yaşayan bir Brehmen rahipte olduğunu söylüyor. Tarif ettiği yere gitmek imkansız diye üzülüyorken yaşlı bilge minik fincanla nilüfer çayı ikram ediyor. Bir yudum alıyorum, başım dönüyor, gözlerim bulanıyor. Çok aç olduğumu hissediyorum. Başımı kaşımak için elimi saçlarıma götürüyorum fakat kafam ustura ile kazınmış parlak deri halinde. Nilüfer çayından aldığım bir kaç yudumla özümdeki Hindistan’a ve Brahman tecellime ulaştığımı hissediyorum.
Etrafıma bakıyorum, benim gibi yüzlerce Brahman rahip adayı var. Hepimiz de Delhi şehrinden bu ıssız ormandaki gizli tapınağa gelmişiz. Daha doğrusu İngiliz işgali altındaki vatanımız olan Hindistan için savaşmaktan kaçmışız. Amacımız ilim irfan değil, vatan uğruna çalışmaktan kaytarmak. Vatanım Hindistan çok yoksul bir yer. Ailem, halkım hayvanlardan daha zor şartlar altında yaşıyor. Ben ise içimde aradığım bir gerçeğin peşindeyim. Buradakilerden sadece benim amacım savaştan kaçmak değil, gerçeği aramak. Yine de kendimi vatan haini gibi hissediyorum. Geride bıraktığım kardeşlerim vatan aşkıyla şehit olup ebedi huzura kavuşmak için uğraşırken ben ise ne olduğunu bilmediğim bir gerçeği arıyorum. Çanlar çalmaya başladı ve tapınağa girdik.
İlk ders başladı. Brehmen üstat ile karşılıklı çok uzun müddet oturduk. Nihayet mezardan gelen iniltiye benzer bir sesle bana hitap etti:
“Ey Çinli talebe! Derdin nedir? Ne arıyorsun?”
Ben Hindistanlıydım. Brehmen ise bana Çinli olarak hitap etti. İtiraz etmedim. Üstadın bildiği vardır deyip sustum. Fakat derdimi hemen söyledim.
“Ebedî bilmeceyi. Ruhun hakikatini arıyorum”
“Herkes onu arıyor! Fakat onu diriler bulamaz. Sen ölmeye razı mısın?”
“Evet.”
Brehmen kulağıma eğilerek; “Yalnız kalacağın odaya git. Buraya tekrar gelmeye hazır oluncaya kadar ‘omm, omm, omm’(*) diye zikir çek. Bunun anlamı ‘büyük ruh’tur, büyük ruh ise senin vatanındır. Gerçek vatanını hatırlayıncaya kadar bu zikre devam et.”
Bir kişinin büzülerek oturabileceği karanlık odama girdim. Kapıyı üzerimden kilitlediler. Karanlığa gömüldüm. Bir gün sonra duvardan bir delik açıldı. İçeri bir avuç kavrulmuş mısır ve bir fincan su uzattılar. Hizmetçinin alaycı sesi;
“Bunlar hayvanlığı artıracak şeyler ise de henüz nefsi kırmaya ve perhize alışmadığın için birkaç gün verilecektir!” dedi.
Yedi yıl bu karanlık hücrede kaldım. Günlük besinim olan bir avuç mısır ile bir fincan su bir müddet sonra iki günde bir, bir yıl sonra üç günde bir, üç yıl sonra üç günde bir verilmeye başlandı. Hareketsizlikten dolayı bu kadarı dahi fazla gelmeye başladığı beşinci yılda haftada bir avuç mısır yemeyi ve yirmi günde bir fincan su içmeyi kendim tercih ettim.
Yedinci sene başında ‘vatanım’ zikrinin (omm) etkisi belirginleşti. Bedenim tüm evreni kaplamıştı. Evren bedenimdi, bedenim de vatanımdı. Evrendeki her zerre sonsuz bir acı ve ıstırap içinde çılgınlar gibi kendi etraflarında dönerek belli bir istikamete doğru akıp gidiyorlardı. Fakat ne acılarının sonu vardı ne de yolculuklarının sonu vardı. Ruhumun çektiği acı ebedî sonsuz vatanını yitirmiş olmaktı. Ebedi sonsuz vatanımı ‘ben varım’ düşmanı işgal etmişti. Varlık zannım; işgalci uluslara ve işgal edilen gerçek ise Hindistan’a benziyordu.
2. BEDENİN ARINMASI, RUHUN ARINMASIDIR
Yedinci senenin sonunda kaldığım hücreden çıkarıldım. Brehmen’in huzuruna götürülürken tarif edilmesi ve anlatılması imkânsız bir güç ve durum kazanmıştım. Yürümüyor adeta ayaklarım yere değmeden birkaç santim havada süzülüyordum. Eşyalar saydamlaşmıştı. Baktığım her şeyin içini ve arkasını görüyordum. Renkler pastelleşmişti. İnsanların aklından geçen her düşüncenin özel renklerini ayırt edebiliyordum. Her insanın ne düşündüğünü renk analizini ve renklerin söz kalıplarına transferini yaparak okuyabiliyordum. Bana karşı yöneltilen hayranlık, sevgi ve saygı düşünceleriyle; kıskançlık, nefret ve küfür sözleri arasında hiçbir değer farkı yoktu. Herkese kendi düşünceleri ne olursa olsun pozitife çevirip iade ediyordum. Bana söven de beni seven de benden pozitif enerji almakta eşitti artık.
Brehmen’in huzuruna girdim. Eline uzanıp öptüm. Bu kadar basit ve yumuşak hareketten o kadar korkunç bir gürültü çıktı ki normal halimde olsam kulaklarım sağır olurdu. Aslında çıkan ses şiddeti normal idi, fakat kulak hassasiyetim tam kapasite ile çalışmaya başlamış ve duyamadığım ses boyutlarını algılar hale gelmiştim. Bu da sesin şiddetini sonsuz özellikte duymama neden oluyordu.
Binlerce halk ve rahip yere eğilerek “Omm! Omm!” (Vatanım! Vatanım!) diye inleyerek yukarı bakıyorlardı. Neden yukarı baktıklarını merak ettim. Birden kendimin ve Brehmen’in havada durduğunu anladım. Brehmen elimden tuttu, boşlukta yürüyerek duvara doğru götürdü. Duvara yaklaştıkça saydamlaştığını ve bize engel olmadığını anladım. Sis bulutunun içinden geçer gibi duvarın içinden geçtik ve yere indik. Brehmen;
“Şimdi ebedî bilmecenin cevabını buldun, zannederim. Ruhun gerçeğini bildin, sanırım” dedi.
“Hayır, ruhun ne olduğunu hâlâ bilemedim.”
“Büyük Brahma! Kendinin ruh olduğunu hâlâ anlamadın mı?”
“Büyük Brahma derken bana baktın. Brahma ben miyim? Ruh ben miyim?”
“Büyük Brahma! Havalarda uçar, her boyuttan geçer, madde ve enerji ona engel değildir. Hâlâ Brahma kendisinden şüphe içinde mi?”
“Şüphe yok. Ben incelmiş bir bedenim ve hâlâ ruhumu göremiyorum. Yarın bir gün bu bedenim dağılacak, ruhum da yok olacak ve ben diye bir şeyim kalmayacak.”
3. KENDİ CENAZESİNİ YAKAN İNSAN
Brehmen muazzam bir sadâ ile yere yığıldı. Birkaç kez bana bakarak “Büyük Brahma!” dedi. Bedeni gevşedi ve öldü. Rahipler hemen koşarak geldiler. Hizmetçiler anında oraya odun yığdılar. Ölmüş olan Brehmen’in cenazesini odun yığınının üzerine koydular. Üstadım yakılacaktı. İçimi müthiş bir acı kapladı. Beni şimdi kim eğitecekti.
Yüzü tülle örtülü birisi duvardan içeri süzülerek elindeki meşaleyle odunları tutuşturdu. Çevreyi ağır bir et kokusu ve daha ağır baharat tütsü kokuları kapladı. Kusacak gibiydim. Birden meşaleli adamın yüzü dikkatimi çekti.
Brehmen bana bakarak tebessüm ediyor ve kendi cansız bedenini yine bir başka fakat aynı canlı bedeniyle yakıyordu. Kendi cenaze törenini kendisi icra ediyordu. İçimden gelen bir ses,
‘Kendi cenaze namazına katılan velîleri hatırla’ diye titreşti.
Brehmen; “Ey Çinli talebe! Ruhu şimdi anladın mı?” dedi. Daha cevap vermeden arkamdan bir el omzuma dokundu. Döndüm baktım aynı Brehmen arkamdan bana bakıyor.
Birisi yanıyor, birisi önümde birisi ardımda. Üçü de aynı. Üç’ü bir’e; bir’i üç’e eşit. Derken dördüncüsü beşincisi… Tüm tapınak ağzına kadar aynı Brehmen ile doldu. Her birisi birbirinden bağımsız hareket ediyor ve benimle konuşuyordu. Nereye baksam onun yüzünü görüyordum.
4. KENDİ KALBİNİ KİLİTLEYEN, KENDİ KALBİNİ AÇAN, O’DUR
Kendime bakmak istedim. Parlak duvara gittim. Duvardaki görünen yine Brehmen’di. Çinli talebe ve Brehmen diye iki ayrı beden ve ruh yoktu. Ölen, doğan, yanan, birbiri ile konuşan tek bir ruh ve tek bir gerçek idi. Ruh ve beden ayrılığı düşüncesini tamamen kaybetmiştim. Daha doğrusu o yanılgıdan kurtulmuştum.
Bir ses bana “Sizi Çinli bir talebe çağırıyor” dedi. Ben Brehmen’dim ve “Gelsin” dedim. Birden kendimin Çinli talebeye dönüştüğünü hissettim ve karşımda Brehmen üstat ve binlerce halk eski haliyle göründü.
Brehmen tekrar “ruhu anladın mı?” dedi.
“Hayır efendim. Ben anlamak istemiyorum artık anlayamayacağımı anladım ve ‘olmak’ arzu ediyorum.”
“Olmak! Olmak! İşte bu mümkün değil.
Olmak için evvela olmamak gerekir.
Senin ruh olman için önceden de şimdi de gelecekte de ‘ruh’ olmaman gerekir.
Ama sen ruhsun ve asla değişmeyeceksin.
Sadece kendini beden zannediyorsun ve bedene hapsolmuş bir ruhun olduğunu var sayıyorsun.
Bu zannından kurtulmadıkça ne beni anlarsın ne de kendi gerçeğini.”
“Yanılgıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir?”
“Yedi yıl boyunca ölmeden evvel ölmeyi öğrendin. Ebedi yanılgıdan ebediyen kurtulmak için de ebedî varlığını feda etmen gerekiyor. Buna razı mısın?”
“Varlığımı sıfırlarsam, tamamen yok olursam ne olacak?”
“Hiç. Hiçbir şey olmayacak. Geriye Brahma (külli ruh-tanrı) kalacak.”
“Ben yok olacağım, Brahma var olmaya devam edecek, öyle mi?”
“Evet.”
“Bu ilahi vahşet değil mi? Önce beni var ediyor, sonra ebedi yok ediyor ve kendisi var olmaya devam ediyor. Peki, Brahma niçin yok olmayı ve beni ebedi var yapmayı kabul etmiyor?”
Brehmen’in gözlerinde bir sevinç ışıltısı belirdi.
“Evet, şimdi doğru soruyu sordun ve doğru cevabı buldun. Brahma zaten bunu yaptı. Kendisini ebedi olarak yok edip sen, ben ve her şey tecellisinde ebedî var oldu.”
“Ben önce Brahma mı idim? O var iken ben yok, ben var iken o mu yok oldu? Brahma eskiden bütün idi şimdi parçalandı mı?”
“Bu daha doğru bir soru! . . Brahma hiçbir zaman bütün ve parça değildi. Hep şimdiki gibiydi, hep bu halde var idi ve var. Brahma sana dönüşmedi. Fakat kendisini sen olarak ben olarak, o, bu, şu olarak ebedî unuttu. Bazılarımızda ‘hatırlamayı tercihli’ (kalpleri çalışan, örtüsüz) olarak kendini unuttu. Çoğunlukta ise kendini ‘hatırlama engelli’ (kalpleri kilitli, mühürlü, örtülü) olarak ebediliği tercih etti.”
Şimdi Çinli talebe olarak ebedi yokluğu tercih edip ebedi varlığı yani ebedi ruh olmayı kabul ediyor musun? Var olmakla yok olmayı anlayabiliyor musun?”
“Evet.”
Elimden tuttu, gizli bir odaya götürdü. Kilitli bir sandığı açtı, içinden çıkardığı levhayı önüme koydu ve “Yedi bin yılda ancak yedi kişi ebedi yokluğu kabul edebilir. Sen yedincisisin. İsmini oraya yaz” dedi.
İsmimi yazdım. Ama yazdığım isim benim adım değildi. Hiç bilmediğim harflerle karaladığımı okudum ‘Râci’ yazıyordu.”
Brehmen; “Şimdi kendini kurtardın, vatanına döndün. Ruhun hakikatini anladın. Bedenin ruh, ruhun beden olduğunu bildin. Artık geriye dönüp biraz da ulusal toprak kurtarmak vaktidir” dedi.
Gözlerimi açtığımda yumruğum hâlâ havada duruyordu.
Aynalı Baba gülümseyerek,
“Heyecanlanma nûrum vatan toprağı lafla kurtarılmaz.
Cepheye giderken
geride bıraktığın
dünya servet ve nimetlerini
aklına getirmemekle
kurtarılır”
dedi.
Benim aklımda ise başka bir şey vardı. Ruhu anlamıştım ama hâlâ aklımda Ruhun aslı nedir düşüncesi yatıyordu. Bir mezar kenarına oturdum. Yine dalmışım.
5. KONUŞAN BEBEK KİM?
Tüm letafetimle havada süzülerek “bilgi dağına” gidiyordum. Yol ortasında kundaklı bir bebek görüp durdum. Bebek gözlerini açarak “Merhaba ey mârifet yolcusu” dedi.
Bebeğin konuşmasına şaşırmıştım. Bebek;
“Ben her insanın saf ve temiz gönül aynasıyım. Benim konuşmam seni şaşırtmasın. Çünkü konuşan ben değilim. Sen kendi gönül aynanı bebek olarak görüyorsun ve onda bozuntusuz yansıyan sonsuz bilgiyi algılıyorsun” dedi.
Kendimin zamansız yönümü anımsadım. Aklıma Râci’lik tecellimde bir türlü anlayamadığım ‘beşikte konuşan İsâ’ hikayesi geldi. Bebek aklımdan geçeni okumuştu, hemen cevapladı:
“Babasız doğan mucize bebeğe insanlar inanmayacak. Bebek de her insanda mevcut olan üzeri tozlanmış gönül aynasının tozu altına tecelli edip onlara kendi vicdanlarından seslenecek. Ve gönül aynaları kararmış insanlar kendi saflıklarını konuşan bebek şeklinde dışlarında algılayacak.”
Aldığım bu cevap kendi özümden gelmişti. Ben de kendi sonsuz özümü ya da öteki adıyla konuşan bebeği dışa yansımış görüyordum. Bebek bu sefer ruh düşüncemi cevapladı.
“Sen ruh olmak için ebedi hayatını feda ettiğini zannettin.
Fakat zaten Râci olarak sahip olmadığın ebediyeti yine feda edememiş oldun.
Sadece o mevzudaki yanlış fikirlerini düzelttin…
Ruh düşüncesinden hiçbir fert ve hiçbir zerre ebedi olarak kurtulamaz.
Ancak ruh hakkındaki yanlış bilgilerden kurtulabilir.
Bunun için de var olmayı ve yok olmayı bir tutmak gerekir.”
Gözlerimi açmışım ve farkında olmadan;
“Varlıkla yokluğun aynı olduğunu nasıl ispat edebilirim?”
demişim. Aynalı Baba gülerek;
“Varlıkla yokluğun aynı olduğunu;
bilmek ve bilmemek arasında
fark olmadığını
bilen deliler ispat edebilir”
dedi.
Midemde yedi bin yıllık açlık hissediyordum. Beynim ise hâlâ sonsuz derecede aç idi. Aynalı Baba; “Bu gün yeterince yoruldun. Şimdi evine git ve dinlen. Yarın beynindeki ilim ve irfanın açlığını dindirecek olan ‘ilmin ve irfanın efendisi’ ile buluşmak vaktidir” diyerek büyük bir fincan kahve ikram etti.
Hâlâ damağımda hissettiğim nilüfer çayının kokusuyla karışan kahvemi içtim ve mezarlıktan ayrıldım.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

(*) Yorumsuz Blog’un Budistlerin “Om” zikiri ile ilgili Notu:Üstad Ahmed Hulusi’nin ‘Dua ve Zikir’ adlı kitabının ‘Özel ve Genel Zikirler’ bölümünden alınmıştır:
Şayet CİNNİ ilhamla gelmiş bir kelime ya da budistlerin meşhur “om” kelimesi gibi bir zikir yapılırsa; kişinin beyninde o istikâmette bir gelişme sağlanır ve insan farkında olmadan CİNLER ile rezonansa girerek bir takım ilhamlar almaya başlar. Ve bunun sonunda, verilen ilhamlara göre, kendini, UZAYLI veya EVLİYA, veya MEHDI veya PEYGAMBER veya ALLAH olarak görüp; çeşitli mantıksal bütünlükten uzak fikirler içinde heba eder. Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (10) Bölüm ..Kemal Gökdoğan dokuzuncu günULULAR MECLİSİher şey olduğu gibidir1. PİYANİST EVLİYÂ
“Yolları ne var ayrı ise? Hep sana âşık / Her birisi bir yol ile gülzâra gelirler” Niyâzi-i Mısrî
Sisli bir sabahta erkenden uyandım. İçimde sebebini bilemediğim bir sıkıntı vardı. Yavaş yavaş mezarlığa doğru yürümeye başladım. Bu gün havanın sisli, içimin sıkıntılı olmasından dolayı hüzünlü ney iniltisi dinlemek istemiyordum..
Mezarlığın duvarına yaklaştıkça kulağıma saz sesi gelmeye başladı. Sabah ziyaretine gelen bir medrese mollası yüzünü ekşiterek; “Bizim Aynalı deliye bu gün yine şeytan karışmış herhalde, ölülere saz çalıveriyor” dedi.
Kulübenin önüne geldiğimde Aynalı Baba bir iskemleye oturmuş, neşeli bir saz taksimi geçiyordu. Sessizce yanına vardım, boş duran diğer iskemleye de ben oturdum. Kendinden geçmiş halde hem çalıyor hem de söylüyordu:
Zâhid bize ta’n eyleme,
Hak ismi okur dilimiz,
Sakın! Efsâne söyleme,
Hazrete gider yolumuz.
Ey katı ve taklitçi dindar!.. Saz çalan şu mümini kınama, küfürle suçlama.
Hakkın ilminden başkasını dilimiz söylemez.
Sakın bize ilim irfan diye hikâye ve masal anlatmaya kalkışma.
Bizim yolumuz her an hakikat huzurunda olmaktır.
Erenlerin çoktur yolu,
Cümlesine dedik beli,
Ko desinler bize deli,
Usludan yektir delimiz.
Kendi özünü tanıyanların hakikati anlatış yolları farklı farklıdır.
Biz bunların hepsinin aynı hakikati farklı mantıklarla izah ettiğinin bilincindeyiz.
Her yolun hakikate çıktığını söylemek delilik ise, bundan korkumuz yok, deli desinler bize.
Ama bizim delimiz onların en akıllılarından daha da akıllıdır.
Muhyi sana ola himmet,
Âşık isen canan minnet!
Elîf Allah, mim Muhammed,
Kisvemizdedir dâl’ınız.
Ey Muhyî! Sana Hakk’ın ilim ve irfanla sağladığı yardımı ulaşsın.
Eğer gerçekten Hakk’a âşıksan etrafın dedikodusuna aldırmazsın. Hatta çevrenin baskı ve zulmü senin değerini açığa çıkarır.
Başı ve sonu olmayan düz çizgi (elif harfi- ?) Allah’ın tek varlık olduğunu bildirir.
Elif harfinin bir ucu kıvrılıp da kendini seyretmeye başlayınca (mim- ? ) olur.
Mim ya da Muhammed ismi ile de kendi hakikatini idrak eden bilinç boyutuna işaret olunmaktadır.
Elif’in bir vechi (yönü) zahir isminin, diğer vechi (yönü) bâtın isminin tecellisidir.
Elif’in iki vechi (yönü) ortadan kıvrılıp kendini seyre dalınca (dal-?) harfi olur.
Bu da abdiyyet sırrı olan ‘abduhû’ hakikatinin dal harfiyle anlatımıdır.
Abdiyyet hali bu sırrı taşıdığı içindir ki en yüce mertebe sayılmıştır.
Aynalı’nın saz ile okuduğu şiirin derin anlamları içinde yüzerken birden seslenince irkildim.
“Evlat ben sadece saz çalmam. Her türlü musıkî aletini de çalarım” dedi.
Sisin verdiği sıkıntımı biraz olsun hafifletip neşelenmek için içimden espri yapmak geldi. “Piyano da çalar mısın?” diye gülerek sordum. Bana en az bir düzine batılı piyano bestekâr ismi ve eserlerini saydı. Her eserin ana temasını da ses ve ıslıkla tarif etti.
Kerameten (keramet olarak) söylüyordur diye düşünüyordum. Koluma girerek kulübesine götürdü. İlk defa içeri giriyordum. Loş odanın bir köşesindeki eski örtüyü kaldırınca gözlerime inanamadım. Eski bir piyano tam karşımda duruyordu. Gaz lambasını yaktı. Piyanonun başına oturdu. Nota defterinden bir yaprak seçti ve kısa bir konser verdi.
Ney çalan evliya olabilirdi. Çünkü ney Nebî mesleği çobanlığın kavalını andırıyordu. Saz da Horasan erenlerinin kopuzuyla tasavvuf dünyasına girmişti. Ama piyano bir Osmanlı evliyasının kullanabileceği bir çalgı aleti değildi. Hele mezarlıkta yaşayan ve kendini tamamen ahirete vakfetmiş bir evliya?
Aynalı aklımdan geçen her suale arifane cevaplarını verdi.
“Şeytan çalgı çalmaz nûrum. O zavallının ne mızrap tutacak eli var ne de tuş basacak parmakları var.
Ney üfürmek, saz çalmak hocasız mektepsiz öğrenilebilir. Ama piyano çalmak bir sanattır. Deftersiz, kalemsiz, üstatsız ve mektepsiz olamaz. Sanatı üstadından öğrenmek Allah’ın kanunudur, kerameten piyano çalmak Allah kanunlarına isyandır. Âsiden ârif değil hokkabaz olur.
Çalınması en zor enstrüman ‘insan’dır. İnsan denilen sonsuz akort ayarlı enstrümanı doğru olarak çalmak için en zor çalgı aletlerinden birini öğrenmek gerek. Ben de piyanoyu tercih ettim ve üstadından öğrendim.
Dünya ve ahiret bizim için iki ayrı mekân değildir. Dünyaya küsen ahirete de küser. Dünyayla barışan ahiretle de barışır.
Kendini tanrı dostu zannetmenin onulmaz marazına düşen (şizofren) zavallılar,
halka ahiret adamı olarak görünür.
Gerçek Allah dostları ise dünya ve ahiret arasındaki sınırı kaldırıp her şeye hakkını verirler.”
Aynalı Baba konuşurken kafamdaki yanlış bilgiler yıkılıyordu. Kulaklarımda ise Avrupa saraylarında dinlediğim senfoniler yankılanmaya başlamıştı. Farkında olmadan a’mak-ı hayalime dalmışım.
2. BEŞERİYETİN SORUSU
Gayet büyük bir sarayın içinde bir locadayım. Saray duvarları yüzlerce küçük loca ile dolu. Her locada bir insan oturuyor. Sarayın salonu ise binlerce insan alacak kadar geniş.
Salonun ortasında sıralanmış tahtlar var. Birisi diğerlerinden daha yüksekte duruyor. Tahtlarda yüzleri peçeli, heybetli insanlar oturuyor.
Birisi ayağa kalkarak konuştu:
“Geçmiş ve gelecek tüm insanların namına ‘beşeriyet’ gelmiş. Meclisimize bir suali varmış. Münasip bulursanız gelsin” dedi.
Mecliste bulunanlar başlarıyla onayladılar.
Sefil kıyafetler içinde, sakat, hasta ve zavallı ‘Beşeriyet’ sararmış çehresiyle ürkerek içeri girdi. Reis vekili hitap etti:
“Ey Beşeriyet! Otur. Rahat et ve sualini sor.”
Beşeriyet oturmadan dedi ki:
“Oturmak ve rahat etmek mi? Yüzbinlerce yıldan beri oturup rahat edecek vakit mi buldum? Bir taraftan geçim sıkıntısı ve ihtiyaçların tazyiki, diğer taraftan bedenimdeki bin türlü hastalık… Rahat etmeye imkân yok. Bu kadar zor şartlar altında intihar etmeden varlığımı sürdürmem çok zor. Bu intihar düşüncesi beni rahatsız ediyor. Hiç olmazsa bu sefalete niye katlandığımı ve niçin intihar etmediğimi birisi bana izah etse”
Beşeriyet son derece dertli ve çaresiz idi. Meclisi zavallı ‘beşeriyet’in ümitsizliği ve karamsarlığı kaplamıştı. Birisi ayağa kalkarak Beşeriyet’i teselli etmek için şunları söyledi:
“İnsanı hayata bağlayan bin türlü lezzetler ve çeşitli beşeri bağlar var. Ama hayat denilen şey ise kısa bir ömür ve binlerce dert ile keder dolu. Buna rağmen herkes onun peşinde koşmaktadır. Bunun hikmeti nicedir, kimse bilmez.
Hayat insanı bir an rahat bırakmaz. İnsan doğunca ağlar, bebekliğinde, çocukluğunda içi yana yana ağlar. Gençliğinde dünya tazyikinden sessizce feryad eder, kimse duymaz. Bitmez tükenmez beklentileri vardır. İhtiyarlığında ise yüz bin meşakkat ve sıkıntı çeker.
Ecel vakti geldiği zaman bitmeyen ömrün sadece ‘bir an’dan ibaret olduğunu anlar. Bunca sefalet bir an için miydi der.
Hayattaki bu zevk ve kıymet, akıllı kimseler için Allah’ın kudret eserlerini seyretmek; cahiller için de yemek ve şehvetten ibarettir.
Ârifler zevk ve keder denilen şeylerin Hakk’ın cemal ve celal esmasının birbiri ardınca tecellisi olduğunu bilirler.
Cahiller ise ‘Celalsiz’ bir ‘Cemal’ peşinde koşmak;
hayvani acısız, elemsiz, kedersiz bir ömür sürmek sevdasındadırlar.
Zevkleri hemen unuturlar acıların ise özellikle kendilerini bulduğunu iddia ederler.
Ve ömürleri Hz. Celal’e isyan ile geçer. Hz. Cemal’i ise tanrı edinmek isterler”.
Beşeriyet bir ah çekti ve:
“Doğru, doğru… Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hayattan tiksiniyorum, onsuz da edemiyorum. Sonsuz mutluluk nedir? Bunu izah ediniz” dedi.
Reis vekili:“Bu meseleyi ancak ‘ilmin ve irfanın efendisi’ halledebilir” dedi ve meclis beklemeye başladı.
3. ULULARIN CEVABI
Saraydaki senfoni sustu. İlmin ve irfanın efendisi geldi. Meseleyi anladı. Mecliste bulunanlara sıra ile söz verdi.
İbrahim a.s.
“Sonsuz mutluluk; çalışmak, kazanmak ve kazandığını insanlarla paylaşmaktır” dedi.
Musa a.s.
“Sonsuz mutluluk; nefsini, Firavun gibi insanın başına bela olan aşırı isteklerden arıtmaktır” dedi.
Çin diyarının âlimi Konfüçyüs,
“Sonsuz mutluluk; bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır” dedi.
Eski Yunan’ın mistik filozofu Eflatun (Platon),
“Sonsuz mutluluk; her şeyin hiç bozulmayan ideal özünü daima akılda tutmaktır” dedi.
Eflatun’un talebesi akıl ve mantık uzmanı Aristotales,
“Sonsuz mutluluk; tüm eşyayı ve tüm olayları cinsine göre sınıflayıp mantık süzgecinden geçirmektir” dedi.
Orta doğunun gizemli insanı Zerdüşt,
“Sonsuz mutluluk; aydınlığın karanlığı yok etmesidir” dedi.
Hinduizm’in büyük üstadı Brahma,
“Sonsuz mutluluk; nefsinin her isteğine tersini vermek ve zannımızın aksinin doğru olduğunu anlamak” dedi.
İsâ Mesih a.s.
“Sonsuz mutluluk; geçmişi unutmak, şimdiki hali hoş görmek ve geleceği düşünmemektir” dedi.
Lokman Hekim,
“İnsanlar bu kavramı elde edemedikleri her şeyi ifade edebilmek için icad etmişlerdir” dedi.
Hızır,
“Sonsuz mutluluk; gönüle bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin girmemesidir. Böyle bir gönül her an her yerde bir hayalet gibi tecelli edebilir” dedi.
Buda, ayağa kalkarak,
“Ey Beşeriyet! Sonsuz mutluluk; evrenle bütünleşip yok olmanın diğer adıdır. Nirvana! Nirvana!” dedi ve oturdu.
Salonun ortasındaki beşeriyetin başı döndü, sendeledi ve yere düşerek, “Hangisi doğru?” dedi.
4. BEŞERİYETİN İLACI
İlmin ve irfanın efendisi ayağa kalkarak;
“Ey Beşeriyet!
Mutluluk,
hayatı olduğu gibi algılamak,
hayatın sırtımıza yüklediği yükleri taşımak
ve
her şeyin daima daha mükemmele gitmesi için
üzerimize düşeni yapmaktır!”
dedi.
Beşeriyet ayağa kalktı. Canlı ve dinç bir sesle;
“Ey ilmin ve irfanın efendisi!.
Her boyutun tanıdığı bilgi kaynağı!.
Her beşerin kendi levhi mahfuzundaki
‘okunası bilgileri’
irsal etme sisteminin kurucusu!
Beşeriyetin dertlerini anlayan
Ve
ilacını tam olarak tavsiye eden
yalnız sensin sen”
dedi.
Hayatı olduğu gibi algılayabilmek için algılama aracı olan bilincimizin (kalbimizin) ilim ve amel ile arınması doğal haline dönmesi gerekir.
Hayatın yükleri; kendi elimizle hazırladığımız geleceğimiz ve kendi elimizde olmadan geleceğimizi etkileyen olaylardır. Acı ve tatlı her olayı kendi ruh sağlığımızı bozmayacak şekilde karşılamalıyız.
Biz istesek de istemesek de yaşadığımız iyi ve ya kötü olaylar her birimi en mükemmel geleceğine taşımaktadır.
A’mak-ı hayalimden çıktım. Sis dağılmıştı. Gayet dinç olarak ayaktaydım.
Saraydaki ‘beşeriyet’in ben olduğumu anladım. Hayalimin derinliklerinden bana hitap edenler gerçekte o şahıslar değildi. Benim yıllar boyunca kütüphane köşelerinde yaptığım çalışmaların bilincimde oluşturduğu birikim boyutlarıydı. Aynalı Baba kahve âlemlerinde beynimin akordunu ‘kendimle buluşmaya’ ayarlıyordu. Ve ben levhi mahfuzumdaki külli bilgiden nasibim kadarını indirebiliyordum yani ‘irsal’ ediyordum.
Kulübenin önünde bir fincan kahve ve kapalı bir zarf duruyordu. Çevremde Aynalı Baba gözükmüyordu. Zarfın üzerinde inci gibi bir yazıyla “ Kahveni iç ve zarfı aç” yazıyordu.
Gayet sakin kahvemi içtim. Keyifle zarfı açtım. İkiye katlanmış kâğıdı okudum:
“Elvedâ! Gün gelir ki, yine görüşürüz.”
Akşama kadar “bom boş” mezarlıkta hazîn hazîn ağladım… Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (11) Bölüm ..Kemal Gökdoğan MANİSA TIMARHÂNESİakıl oyunları1- ŞİZOFREN
Aynalı Baba’yı bulmak umuduyla onuncu gün erkenden mezarlığa gittim. Kulübe’nin olduğu yere geldim. Aynalı Baba olmadığı gibi kulübenin yerinde de yeller esiyordu. Toprakta, otlarda ve çevredeki bitkilerde daha önce orada bir kulübe olduğuna ve bir insan yaşadığına dair hiç bir iz yoktu..
Çevrenin bu kadar izsiz olması imkânsızdı. Kulübenin kaldırıldığı yerde kuru toprak olması lazımdı. Derme çatma kazıkların söküldüğü yerde çukurlar olmalıydı. Kahve demlediğimiz çalı çırpı ve kömür ateşinin mutlaka külleri olmalıydı.
Yoktu. Hiçbir şey yoktu. Orası yüz yıldan beri hiç yaşanmamış kadar tabii görünüyordu. Tam kulübenin yerinde uzun yemyeşil otlar vardı. Bir günde çıkamayacak kadar normal otlar.
Dokuz gün rüya mı görmüştüm?
Hayır. Her yönüyle gerçek, dokuz ayrı boyuta yolculuk yaptığım gerçek günler yaşamıştım.
Dün gördüğüm medrese mollası zât bana doğru geldi ve selam verdi. Şaşkın şaşkın çevreyi incelememden bir şeyler aradığımı fark etmişti. Merakla sordu:
“Hayırdır muhterem! Ne arıyorsun?”
“Hiç!”
“Hiç aranmaz. Hiç zaten yoktur. Haydi, söyle bana ne kaybettin? Ya da ne bulmak istiyorsun?”
“Aynalı Baba’yı ve kulübesini arıyordum.”
Molla tatlı tatlı güldü ve alaylı bir tavırla konuştu:
“Sen akıllı birisine benziyorsun ama sen de mi efsane peşindesin? Aynalı deli buradan gideli neredeyse yüz yıl olmuş. Herkes onun evliya olduğuna inanmış. Arada sırada burada görünür yalanı uydurulmuş. Ama o evliyadan değil, cinlerin zır zır delisinden olsa gerektir. Evliya olsa mezarlıkta saz mı çalar? Kaval mı üfler. Hele hele kâfir çalgısı piyano mu çalar? Ne evliyası be! O cinlere karışmış bir deli!”
Daha fazla şey konuşmadan eve döndüm. Yüzümün tuhaf ifadesi annemi kuşkulandırdı. Israrla ne olduğunu sordu.
Aynalı’ya ilk buluşmamızda verdiğim sözü unutarak her şeyi olduğu gibi anlattım. Hâlbuki hiç kimseye Aynalı’dan bahsetmemem gerekiyordu. Annem çığlık çığlığa komşulara koştu. Hem kapı kapı dolanıyor hem de bağırıyordu;
“Yetişin komşular! Benim oğlana mezarlıkta cinler karıştı. Kafayı üşüttü. Aynalı deliyi gördüğünü zannediyor. Olmayanı görüyor. İmdât!..”
Aynı gün tüm mahalle geçmiş olsuna geldiler. Yine aynı günün akşamı iki zâbit, bir deli hekimi ve iki deli hademesi gelerek beni zavallı gözü yaşlı annemden teslim aldılar.
Yolda ellerinden kaçtım. Yıllarca Anadolu ve Rumeli yakasında Aynalı’yı aradım. Ne gören vardı nede duyan vardı. Nihayet bir gün yakalandım ve tekrar zabitlere teslim edildim.
Ne dediysem, ne kadar sırlardan bahsettiysem, insanın aslının ve hakikatinin hak olduğundan dem vurduysam da hep deliliğime bağlayarak teşhisimi iyice ağırlaştırdılar. Akıllanmaz ve iflah olmaz akıl hastalığı (şizofren) sınıfına sokup en kısa zamanda Manisa Tımarhanesine kapattılar. Soğan gözlü cinlerin boyutunu ve oradaki halimi hatırladım. Onlarla hiç konuşmayarak anlaşabilmiştim ama kendi cinsim olan beşer sınıfıyla anlaşamamıştım.
2- MEKTUPLAR
Aklımı kaçırdığımı tüm eski dostlarım da duymuştu. Birisi beni zavallı yerine koyarak hazîn bir mektup göndermiş. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle yazmış.
Azizim Râci!
Ayyaşlık devresinden sonra hastalık devresine gireceğini tahmin ediyordum. Ama ince hastalık (verem ve siroz) beklerken her zamanki gibi bizi şaşırtarak akıl hastası oldun. Evliya gördüğünü, gâipten sırlar elde edip Hakk’a vasıl olduğunu iddia etmişsin. Kafanın içinde sonsuz âlemler barındırdığını ve her âleme gidip yıllarca dolaşıp aynı saniyeler içinde geri döndüğünü saçmalıyormuşsun.
Azizim Râci, sen nasıl bir filozof ve aydın batılı bilim adamısın? Hani İslam’ın üstünlüğünü batıya kanıtlayacaktın? Kanıtların dokuz tane cin âlemi hikâyesi mi?
Uykudan, rüyadan, keşiften, kerametten şeriatta kanıt olmaz diyen sen değil miydin?
Eski zarif üstadım Râci olduğun günler hatırına bana cevap ver.
Allah; yakalanmış olduğun “avanaklaşma” (şizofren) hastalığına sağlık ve sıhhat bağışlasın.
Dostun Sâmi.
Arkadaşıma anladığı dilden bir cevap gönderdim:
Sevgili Sâmi!
Mektubunu okudum. Hatırın için hayalimin derinliklerindeki aydınlıktan, sizin karanlık çukur dünyanıza beş dakikalığına çıkıp şu mektubu yazdım.
Âlemin tımarhane, insanların da deli olduğunu söyleyen sen değil miydin? Şimdi benim deliliğime niçin hükmediyorsun? Senin gibi düşünmediğim için mi aklımı yitirdim? Ya da herkes gibi deli olmadığım, tüm delilerin içinde tek akıllı olduğum için mi hepiniz bana deli diyorsunuz? Ne dediğiniz umurumda değil.
Ben âlemlerin bir hayal perdesi olduğunu anladım. Gerçek ise hayal perdesinin işaretiyle anlaşılabilir. Her gerçek daha üstün bir gerçeğe göre yine hayal hükmündedir. Bu sonsuza kadar böyle sürer gider.
Basit dünya aklı ve fen bilimleri adi vak’aları formüllerle anlatır. Ben bu bilimleri hak ya da batıl olarak tartışarak boşa vakit harcamam. Benim amacım doğum ve ölüm arası yaşamda dünyaya niye geldiğimizi, ne olacağımızı anlamak ve bizi göndereni tanımaktır.
Benim amacıma, senin hayvanların yeme içme ve iyiyi seçme içgüdüsüyle aynı olan aklı meaşın (dünyasal akıl) cevap veremez. Fen bilimlerinin de “ruh” diye bir bâbı (bilim dalı) yoktur.
Ben aradığım soruların cevabını içine düştüğüm hayal aleminde, a’mak-ı hayalde buldum.
Senin göremediğin yıldız kümelerini, uzayın sonsuz derinliğini ben ışıksız ve gözsüz görüyorum. Maddenin en küçüğünün milyarlarca daha küçüklerini elsiz tutup, onlarla dilsiz konuşuyorum. Ben öyle bir öz oldum ki; uzak ve yakın, görünen ve görünmeyen, madde ve ruh aynı oldu. Madde âleminin aslı benim emrimin tecellisi, mânâ alemi ise benim irademin yansımasıdır. Ama ben yine de aç olan ruhumu doyuramadım. Hâlâ ilme ve irfana açım.
İlmin ve irfanın efendisi HER ŞEYİN OLDUĞU GİBİ olduğunu ilan etti. Hayatı olduğu gibi kabul edip, sonsuza kadar mükemmelleşmeye gayret etmek yapacağımız tek iş.
Yaşamda, “Ben evrenle bütünleşip ‘nirvana’ oldum” ya da ‘Benim varlığım yok oldu, Allah bâki kaldı (fena fillah)’ ve benzeri şeylerle her hangi bir şey olmak yok. Sadece bilmek var. Bilmenin de sonu yok. Bundan dolayı ben sonsuz bir halde aç kalmaya mahkûmum. En büyük çile bitmeyen ilim ve irfan açlığıdır. Gerisi bedensel eziyet ve terbiyedir.
En büyük çilem benim en büyük ruhsal zevkimdir. Bu delilikse ve mekânı tımarhâne ise, bedensel zevklerin yeri de sizin mekânınızsa, herkese hak ettiği yer hayırlı olsun dostum.
Mezarlıkta gördüğüm Aynalı’ya kimisi cin, kimisi cinlere karışmış deli, kimisi de hayalet dedi. Herkes doğru söyledi. Çünkü her insan ne görüyorsa ya da ne göremiyorsa ona göre hüküm verir.
Aynalı, sizin basit algılama organlarınızın algılayamayacağı kadar gerçektir. Ve siz hükmünüzde mazursunuz, kapasiteniz kadarını beyan edersiniz.
Benim kapasitemi dile getirmemin adı “avanaklaşma” ise “sadece benim gördüğüm ve benim bildiğim doğrudur” diyenlerin de hastalığına ben ad bulamıyorum. Yerine bir tımarhâne anısı yazıyorum.
Geçen gün bizi toplu olarak tebdili mekân maksadıyla mezarlığa götürdüler. Mezarlıkta serbest gezinen bir deli gördüm. Elindeki teraziyle oynuyordu. Ne yaptığını sordum. Şu cevabı verdi:
“Ahmaklıkla mârifeti tartıyorum.”
“Bundan maksadın nedir?”
“Mevcut malımı anlamak!..”
“Ne kadar malın var?”
“Ahmaklığım o kadar ağır ki, sanırım bu zamanın Kârun’u benim.”
Beni unutman ve meşgul etmemen dileğiyle, hoşça kal.
3- AŞK YA DA BEĞENİ
Hastane yönetimi benim zararsız deli olduğuma karar verdiği için haftada bir gün çarşı izni vermeye başlamışlardı.
Deli olmadığımı kimseye anlatamadığımdan dolayı zorunlu olarak perişan bir görünüşe dönüşmüştüm. Saçım sakalım birbirine karışmış, kıyafetlerim eskimiş ve solmuştu. Kunduralarımı da hademeler gasp etmişti. Ayaklarıma çaput sararak dolaşıyordum.
İzin günümü “Ayn-ı Âli Sultan” şehir mezarlığında geçiriyordum. Eski halimi bilen sade vatandaşlar, son halimi evliyalığa bağlamışlardı. Makamımı gizlemek için perişan giyinip, anlaşılmaz laflar söylediğime ve benim bu özelliklerimden dolayı da Melâmi evliyası (kendini çeşitli yollarla gizleyen ârif) olduğuma inanıyorlardı.
Halkı bu düşüncelerinden dolayı eleştiremezdim. Ben de Aynalı’yı saz ve piyano çaldığı için sahte evliya zannetmiştim. Müslümanların şartlanmalarında evliya tipi sadece fakir ve düşkün görünümdü.
Yollarda önüme geçip dua, şefaat, nasip isteyenler olduğu gibi alay edenler, sövenler de oluyordu. Hiçbir şeye tepki vermiyordum. Tepki versem de vermesem de deliliğime ve ya evliyalığıma bağlanıyordu. En iyisi susmaktı. Tepkisizlikte tefekkür daha güzel oluyordu.
Sevene de kızana da yine suçlamada bulunamıyordum. Halkın görmediğini görmek ve gerçek olduğunu iddia etmek, hem delilik hem de velilîk alâmeti olarak kabul görüyordu. Ben de Aynalı’yı görmesem ve birisi gördüğünü iddia etseydi mutlaka akıl hastalığına hükmederdim.
Bu düşünceler içinde mezarlığa geldim ve ebegümeçleri arasındaki bir mezar taşına dayandım. Eski dostum Sâmi beni Melâmice yaşamdan kurtarmak ümidiyle ve muhtemelen annemin ısrarıyla mezarlıkta bekliyordu. Aynı anda başka bir kadın da her hafta geldiğimi bildiği için yolumu gözetiyordu.
İkisine de heykel gibi bakarak “Niçin geldiniz?” diye sordum. Sâmi perişan görüntüme dayanamayıp ağlamaya başladı.
Kadıncağız da gözyaşı seliyle diz çökerek derdini anlatmaya başladı;
“Ah şeyhim!
Meczûb efendim!
Evliya beyciğim!
Zavallı kızım Nefise on beş yaşında çıldırdı. Lütfullah Bey’in oğluna gizli sevda beslemiş. Oğlan attan düşüp ölünce kızım dayanamayıp aklını kaçırdı. Neyim var neyim yok hepsini satıp türbelere, mahalle şeyhlerine adaklar sundum, hediyeler verdim. Hiç fayda olmadı. Kızımı tımarhaneye koydular. Son çare seni tavsiye ettiler. Senin duanı Allah geri çevirmezmiş dediler. Ne olur bana yardım et!”
Kadının göz yaşı seline Sâmi dayanamayıp teselli etmeye çalıştı. Ama kadının gözü evliya zannettiği benim üzerimdeydi. Bense taş gibi hiç oralı olmadım. Gözümü boşluğa dikip ‘aşk’ ve ‘çılgınlık’ hakkında tefekküre başladım.
Sâmi başıma dikelip;
“Şu zavallı kadıncağızın kızına dua etsene be taş kalpli duyarsız, akli dengesi kayık evliya!” diyerek beni alayla karışık azarladı.
Kadın, Sâmiye “Aman çelebim, saygılı konuş, sonra benim yüzümden çarpılırsın” dedi.
Yaslandığım yerden ayağa kalkarak Sâmi’ye seslendim:
“Ben mi deliyim yoksa sen mi delisin behey divâne! Milyonlarca yıldan beri biri âşık olur, biri ölür, biri çıldırır, biri de ağlar. Bu kadar adi ve basit bir hayat kanunu karşısında sen dengeni aniden kaybedip üzerime saldırdın. Bense bu kadının dilinden bana ulaşan evrensel mesajlar üzerinde yoğunlaştım.
Aşk nedir? Aşkta neden ikilik görülür de teklik görülmez diye düşündüm. Seven ve sevilen tek varlığın iki kutbudur. Bunu anlayan gerçek aşkı bulur, anlamayan ise keçinin otu beğenmesi gibi birbirlerini beğenirler ve adına da aşk derler. Bana ne Nefise’nin bir oğlanı beğenisinden. Size ne Nefise’nin hakikatindeki sırları bilmekten! Nefise ve aşkı benim için ikilik değil teklik mesajıdır ama sizin dünyanızda ille de ikili beğenidir!
Anlattıklarımdan bir şey anlamıyorsunuz, biliyorum. Çünkü alık alık yüzüme bakıyorsunuz. Kusuruma bakmayın ben çılgınım ve ne dediğimi bilmiyorum(?).
Çıldırmak nedir?
Çıldıran kimdir ve niçin çıldırmaktadır?
Size okkalı bir cevap vereyim mi?
Yine anlamazsınız ama ben anlatayım.
Seven varlık sevgisini vereceği ikinci bir varlık bulamaz ve sevilen olarak kendisini başka bir isim ve resimle peydâ eder. Bir an sonra kendini böyle kandıramayacağını ve aşkın asla gerçek olmadığını fark eder. Ve sonsuz yalnızlığın sonsuz karanlığına gömülür. Sen yalnızlıktan de ben de teklikten diyeyim, ikisi de aynıdır ve çıldırma nedenidir.
Ağlamak nedir?
Ağlayan kimdir ve niçin ağlar?
Kadın ağlar da demir ağlamaz mı?
Evet kadın ağlar, demir ağlamaz. Kadın nedir? Demir nedir?
Ağlayan nedir, ağlamayan nedir?
Bu suallerin cevabı yok. Niçini ve nedeni de yok.
Her şey niçinsiz ve nedensiz. Çünkü tek olan niçinsiz ve nedensiz.
(Sâminin kolunu acıyla büktüm)
Ben sen değilim. Eğer ben sen olsaydım kolunu bükemezdim ve sen acı duymazdın. Bu senin gerçeğindir.
Benim gerçeğimde ise büken el ve bükülen kol tek varlığın kendisini arada sırada kontrolüdür. Kendini ebedi hayalden uyandırmak için nâfile çimdiklemeleridir.
Size göre aşk bir beğeni zevkidir. Bu tür zevk en aşağı bedensel boyutun duygusudur. Bize göre aşk, âşıksız (sevensiz) ve mâşuksuz (sevilensiz) hakikattir ki ruhsal zevkin zirve duygusudur.
Ey Sâmi! Bu kadına acıyorsun da ezelin ve ebedin yalnızlığından çıldırmak üzere olan şu zavallı Râci’ye neden acımıyorsun? Onun kızı çıldırmış benim ise tüm kâinatım çıldırmak üzere.
Beni neden meşgul ediyorsunuz? Beni yine niçinli ve nedenli süfli aleme indirdiniz. Tam tüm tezatları cem etmek üzereydim ki beni yine kesrete sürüklediniz.”
Hitabımdan bir şey anlamayan Sâmi ve kadın mezarlıktan uzaklaştılar. Ben de tımarhaneye döndüm.
4- BEN AYNALI’YIM, AYNALI DA RÂCİ
Bir gün tımarhane avlusunda güneşleniyordum. Deliler birisinin etrafında halka olmuşlar “Aynalı! Aynalı!” diyerek dönüyorlardı. Neredeyse kalbim duracaktı. Yıllarca karış karış aradığım Aynalı Baba delilerin arasından bana tebessüm ederek bakıyordu.
Bu sefer temkinli davrandım. İşi gücü deli dövmek olan Gulyabani lakaplı hademeye sordum:
“Şu deli halkasının ortasında birisini görüyor musun?”
Gulyabani merakla baktı;
“Hayır görmüyorum! Bu dayak delileri yine oyun oynuyor. Sen görüyor musun?” diye aniden bana sordu. Görüyorum desem kesinlikle dayak yiyecektim. Hayır diyerek Gulyabaninin gitmesini bekledim.
Aynalı Baba da delilerin arasından sıyrılıp yanıma geldi. Hiç tepki vermedim. Aynalı bozulmuş gibi sordu;
“Hoş geldin demek yok mu nûrum?”
“Hayaletlere hoş geldin denmez.”
“Ben hayalet değilim.”
“Var da değilsin.”
“Hayal perdesinde yokum ama zamansız bir bilincin gerçek âleminde varım.”
“Yüz yıl önce kaybolduğunu söylediler.”
“Evet, yüz yıl önce beş duyu dünyasına görünmeme kararı aldım, buna ölüm diyebilirsin.”
“Bana neden görünüyorsun?”
“Ben sana görünmüyorum. Sen beni görüyorsun.”
“Beynim hayal mi üretiyor?”
“Hayır senin beynin sağlıklı. Bilincin benim hayatta iken ulaştığım ilim irfan boyutuna ulaşınca kendini ‘Aynalı Baba’ olarak gördün. Gören de görünen de sensin. Çokluk mantığından teklik mantığına döndüğün için kendini başka isim ve resimle görüp sevebiliyorsun.”
“Aynalı ben isem Râci kim?”
“Tek ve yalnız olan Aynalı’nın Râci isminde ve resminde bir tecellisidir.”
“Ben senim, sen de bensin. Bu iki öznenin toplamı bir mi ediyor.”
“Evet, vahdet matematiğinde her sayının toplamı, çarpımı, bölümü bir’e çıkar. Fakat herkes bu hesabı yapamaz. İkiye iki, üçe üç, beşe beş derler.”
“Bu ne tür bir oyun?”
“Külli aklın, kendi kendisiyle ‘akıl oyunları’dır.”
“Akıl içinde akıl. Her akıl bir alt akla göre deli kabul edildiği bir oyun, öyle mi?”
“Evet nûrum öyle. Hadi git hastane ocağından iki kahve al gel.”
“Olmaz, dayak yerim.”
“Sen al gel. Sen delisin iki fincana bir fincan desen ve ocakçıya üç fincan parası versen, ocakçı seni Gulyabani’ye karşı korur. Ama iki fincana bir fincan desen ve bir fincan parası versen dayağı yersin!”
Tımarhane duvarından içeri atılan bozuk paraları toplayıp sakladığım yerden aldım. Aynalı’nın dediği yaptım. Ocakçı Gulyabani’ye fısıldadı. Gulyabani bana ilişmedi ama kendi kendime konuştuğumu ve iki fincanı da benim kullandığımı kendi mantığına göre algılayarak uzaktan beni göz hapsine aldı.
Aynalı Baba ile kahvemizi yudumlarken kendi kendime sordum:
“Ben gerçekten şizofren miyim?”* * *
12. BÖLÜM‘ÇİFTE HAFIZLAR, CIRTLAK EFE, DOKTOR KURU SIKI ve DOĞA YASALARI’
Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (12) Bölüm ..Kemal Gökdoğan DOĞA YASALARIbiz birbirimizi biliriz
İnsanın yegane bilgisi, bir şey bilmediğini itiraf ve tasdik etmektir.
1. ÇİFTE HAFIZLAR
Tımarhane avlusunun (bahçesinin) çevresi demir parmaklıklarla çevriliydi. İnsanlar hayvanat bahçesinde hayvanları seyreder gibi parmaklıklar arkasından biz delileri seyrederek eğlenirlerdi. Çoğu hastanın yakını ve bakıcısı olmadığı için masraflarını çıkarmak için seyircilerin önünde çeşitli tuhaflıklar yaparlardı. İnsanlar da gülerler ve daha çok numaraya teşvik etmek için parmaklıklar üzerinden içeriye bozuk para, tütün, yiyecek, içecek gibi şeyler atarlardı..
Gerçek bir hafız ve arkasında sürekli dolaşan bir Kıptî arabacı vardı. Hafız duvar önünde diz çökerek Davudî sesiyle makamlı Kur’an okurdu. Arabacı da hemen arkasından hafızın okuduğu yerleri daha güzel bir tegannî (melodik ses) ile okurdu. Kelimeleri yanlış seslerle okumasına rağmen dinleyenlerin çoğu fark edemezdi. Çünkü halkın yüzde doksan dokuzu arapçayı ve yüzde doksanı da Kur’an okumayı bilmiyordu. Arabacı içeri atılan şeylerin çoğunu topluyordu. Hafız, Arabacının hafız olmadığını, her kelimeyi yanlış okuduğunu söylerdi fakat kimse aradaki farkı anlayamazdı. Bu iki arkadaşa “Çifte Hafızlar” deniyordu.
Müslümanların ekseriyeti, kâinat kitabını “okuyan” Hz. Resulullah a.s.’ın hatırası ardında dolaşan ve âyetlerin anlamını bilmeden tekrar eden “Çifte Hafızlar” gibiydi. Bilmediğin bir lisanın kelimelerini doğru da telaffuz etsen yanlış da söylesen anlamlarına ermedikten sonra “okumuş” sayılmazsın.
Arabacıya niçin böyle yaptığını sordum. Gayet akıllı cevap verdi:
“Ben kıptîyim. İnsanlar hakaret kastıyla bize çingene derler. Atlı araba ile helal rızık çıkarmak istedim fakat kimse iş ve para vermedi. Dilencilik ve hırsızlık yapmamak için Hâfızın peşine takıldım ve buralara kadar düştük.”
“Nasıl akıl ettin de taklidi hafızlığa başladın?”
“Allah bizi çalgıya, çengiye, şarkıya, türküye mütemâyil yaratmıştır. Fıtraten yetenekliyizdir. Aramızda kalsın Aynalı Baba’ya saz çalmayı ben öğrettim. O da karşılık olarak bana kendi hakikatimi okumayı, tevhid ve kader sırlarını öğretti. Böylece çingenelik mühürünün ruhuma kazıdığı kezzaplı aşağılık duygusundan kurtuldum. Allah’ın Çingene Arabacı olarak da zâhir olabileceğini hazmettim. Fakat bunu ne Kıptiler ne de kendilerini üstün ırk zanneden milletlerin fertleri anlar.”
İçimde yanmaya başlayan aşk ateşinin tesiriyle;
“Yâ Rabbî! Seni her kılık ve kıyafet altında, her isim ve resim tecellisinde her an gördüğüm halde SENİ tanıyamadan geçirdiğim ömrümün tümüne toptan tövbe ediyorum” diye bağırdım.
Gulyabani bağırışımı deliliğime vererek pala bıyıklarının altından gülümsedi.
2. MAKAM DÜŞKÜNÜ BİR DELİ(Cırtlak Efe)
Askerliğini Jandarma eri olarak yapmış bir Efe vardı. O da tımarhanede vakit geçiren akıllılardandı. Yedi yıl dağlarda haydut ve eşkıya kovalamış. Dağ köylerinde bir dervişten asıl eşkıya ve haydudun ilim ve irfan nuruyla aydınlanmamış emmare nefs olduğu bilgisini almış. O dervişin sohbetleriyle olgunlaşmış ve pişmiş. Benim gibi ağzını tutamadığı için tımarhaneye kapatılmış.
Bedenin ülke, aklın padişah, bilincin vezir ve emmâre nefsin de cehalet dağlarında gezen, yakalanıp terbiye ve tımar edilmesi gereken bir âsi olduğunu anlatması askerlikte delirmesine bağlanmış.
Cırtlak Efe de kimsesizlerden olduğu için seyircilere eşkıya hikâyeleri anlatarak rızkını çıkarıyordu.
Bir gün yanıma gelerek “Ârife târif abesle iştigaldir” (Zâhiri görüntünün Bâtınî anlamını bilene, kelimelerin işâret ettiği mânâları anlatmak vakit kaybıdır) diyerek selam verdi. Bir fincan kahve ısmarladım ve bir hikâye dinledim.
(Önce italik yazıyı baştan sona okumanızı sonra dönerek açıklama ile birlikte tekrar okumanızı öneririz)
“Bu memlekette bin kadar eşkıya çetesi var.
Beden ve bilinç boyutunda hakikati örten perdeler var.
Şefleri Kara Efe, yardımcıları Ak Efe, Mor Efe, Yeşil Efe ve Kızıl Efe.
En kalın kara perde tevhid ilminden bihaber olmaktır. İlim öğrendikçe peredeler incelir, renkler açılır.
Hepsi adamlarıyla dağa çıktı.
Nefs, tevhid ilminden dağa kaçan eşkıya gibi kaçar
Ben bütün Türk ülkesinin Ordu Baş Kumandanı olduğumdan Başvekilden bu haydutları tutup
ıslah etmek için emir aldım.
Bedenimin ve ruhumun vicdanı nefs karanlıklarımı aydınlatmayı istiyor.
Omuzlarımdan bin tane kol çıkardım.
Aklımı bir tabağa koyarak bin parçaya böldüm.
Her bir parçayı her kol çavuşunun heybesine koydum.
Her perdeyi kaldıracak bir mârifet ilmi vardır. Levhi mahfuz olan aklımızda külli bilgi mevcuttur. Her perde için külli bilgiden bir kıvılcım çıkarmak gerekir.
Çavuşlar akılları ermedikleri vakit benim aklımı heybelerinden çıkarırlar, ne yapacaklarını danışırlar.
Her an başka bir tefekkür haline düşerim. Her an bir perde kaldırırım.
İşte bu sayede ne Kara Efe kaldı ne Mor Efe, hepsini yakaladım.
İlmin ve irfanın aydınlığı ile cehaletin karanlıklarını dağıtıp nefs şubelerimi asıllarına döndürdüm.
Bu muvaffakiyetimi Ulu Padişaha rapor etmişler.
Ruhum mutmain oldu.
Bana kırk cariye, kırk deve yükü altın ve beş yüz deve yükü nişan (madalya) ihsân etti.
Eşkıya hükmündeki nefs şubelerim cariye misali emrime girdi. Bu aydınlanma dünyadaki en büyük kârdır. Âlemlerdeki her isim ve sıfat tek Zâta ait nişanlardır, tecellilerdir.
Önceki nişanlarımla sonraki nişanlarımın toplamı kırk bin deve yükü oldu.
Her an yeni bir tecelli halindeyim. Önceki ve sonraki tecellilerim birbirine benzemediği gibi her an sayısız ve sonsuz olarak artmaktadır.
Hepsini kırk bin âlem katarına yükledim.
Âlemler benim tecelli gâhımdır.
Her nişanı bir vagon duvarına asıp üzerine
‘ İş bu nişanlar Ordular Başkumandanı Cırtlak Efe’ye aittir’
diye yazdırıp her gittiğim yere taşıyacağım.
Her katarın (varlık silsilesinin) her ferdinde benim cemalim ve celalim görünür.
Nişanlar âşikâr eylenmezse ne işe yarar?”
Hakk’ın güzellikleri Kâmil İnsan bilinciyle algılanmazsa ne anlamı kalır?
Cırtlak Efe’nin seyircileri güldüren zır deli saçmalarının ardında anlayan için nice sırlar mevcuttu.
3. DELİLİĞİ AKILLILIĞA TERCİH EDEN BİRİSİ(Dr. Kuru Sıkı)
Üzüm bağlarına sahip bir zengin servetinin tamamını kaybetmiş. Aklı bu yüzden bozulmuş. Elinde kalan birkaç dönüm üzüm bahçesinden daha iyi verim elde etmek için kendince bir ilaç formülü geliştirmiş.
Ziraat mühendislerinin terkiplerini beğenmeyip, asma kütüklerinin bit ve kurt hastalığına kökten çözüm geliştirmiş.
Cıva, asit, barut, şap, kibrit eczası ve birkaç daha zehirli sıvıyı karıştırıp macun yapmış. Elindeki son asma kütüklerine bol miktarda dökmüş. Sonuç, her derde devacı sahte Doktor Kuru Sıkı’nın ilaçlarının sonucu gibi olmuş. Asma kütüklerindeki bit ve kurtlar yok olduğu gibi toprağıyla birlikte üzüm bağı da beş yıl kullanılamaz hale gelmiş.
Eski zenginin nâmı Dr.Kuru Sıkı olarak kalmış.
Dr. Kuru Sıkı çok az konuşan birisi olduğu için akıllı mı deli mi anlayamadım. Nadiren özlü sözler konuşurdu.
Mesela “Teferruata gerek yok, kökten çözüm; varlığı yok etmektir.” Der ve susardı.
Cümlenin anlamı, mutlak yokluk olan ‘fakr hâli’ ile mutabık (uygun) görünüyor. Fakat Dr. Kuru Sıkı’nın fakr hali ile ilgisi delilik derecesindeki meczubiyetiyle birleşince, ilacı gibi zehirleyici dozda bir velî tipi ortaya çıkıyordu. İnsanlara akıllarının alamayacağı üslupla hitap ediyor ve bilgisinden istifade olunamıyordu.
Bu tip velîler haramın ve helalin sınırlarını belirleyen şeriat hükümlerini aklı cüz ile birleştiremezdi.
Aklı cüze göre başkasının malını çalmak, toplumun örfî ve devletin resmî onayı (nikah) olmadan evlilik hayatı (birliktelik-zinâ) yaşamak, insan öldürmek gibi büyük yasaklar vardır.
Varlığın hakikatini sadece soyut olarak tefekküre yarayan aklı kül mantığını, aklı cüzün haramlarına uygulayan meczup (akıl ile alakası olmayan) kişiler; hırsızlık, zinâ ve cinayet gibi haramları ‘hakkın fiili’ zannedip helal kabul edebilirler. Bu mantıkla hareket eden meczup kişiye ‘velî’ de denilemez. Ancak velayetle ilgili bazı nefsi mülheme bilgilerini sızdıran aklî dengesi bozulmuş bir tip denilebilir. Bunlardan her hal ve şartta uzak durmakta yarar vardır. Hükümleri şeriata terstir, yaşantılarında örnek olamazlar ve irşad edici (yol gösterici) kabul edilmezler.
Mesela bir gün bir delinin dişi ağrımıştı. Dr. Kuru Sıkı hademelerden kerpeden, çekiç, keski istedi. Ne yapacağını sordular. Diş ağrısını kökten çözmek için hastanın çene kemiğini çekeceğini söyledi.
Ben de namaz kılmayı bazen unuttuğumu söyleyip bir nasihat istedim. Kulaklarımın hakikatin sesi olan ezana karşı tıkalı olduğunu ve kulakları iki taraftan birleşinceye kadar matkapla delmek gerektiğini söyledi. Hemen koşarak hademelerden matkap bulmaya gitti.
Allah’a nefsimizi nasıl kurban edeceğimizi sordum; çocuğun senin en değerli nefsindir, çocuğunu kes dedi. Bu cevabı ile Kur’an’daki ve İsrâiliyattaki (Yahudi Hikayeleri) mecazi anlatımları gerçekten ayırt edemeyecek derecede zahirden ve bâtından kopuk olduğunu anladım.
Bazen de çok esrarlı cevaplar veriyordu. Bana Allah’ı anlat dedim; benden mi dinlemek istersin yoksa kendisinden mi dinlemek istersin dedi, sustu ve konuşmadı.
4. RÜYA, RÜYA İÇİNDE
Manisa Tımarhanesinde gerçek delilerin arasında birkaç akıllı (?) vardı. Cırtlak Efe, Arabacı Kıpti, Doktor Kurusıkı ve ben akıllı delilerden idim. Bizi de tımarhane dışındakiler tanıyamamış, deli (?) zannetmişlerdi.
Biz dört akıllı (?) aynı koğuşta kalıyorduk. Güneş doğmadan önce kalkmış yataklarımızda oturuyorduk. Sabah çorbasına kadar kapı kilitli kalıyordu. Gözlerim isteğim dışında duvara döndü. Duvardan Aynalı’nın süzülerek odaya geçiş yaptığını gördüm.
Hiçbir şey olağan üstü gelmiyordu ve doğa yasalarıyla mucizeler arasında da bir fark görmüyordum. Çünkü bu âlem ezelden ebede ‘her şey olabilir’ mayası ile mayalanmıştı. Sürekli görüp de kanıksadığımız olaylara ‘doğa yasaları’ diyorduk. Arada sırada oluşan ya da sadece bir kez bir Resul veya velî vesilesiyle görülen olaylara da ‘doğaüstü’ diyorduk. Doğaüstü bir olay mesela Hz. Musa dönemindeki ‘denizin yarılması’ her beş bin yılda tekrar etse mucize olmaktan çıkar doğal bir hadise haline gelirdi.
Bir kez gerçekleşen olaylar mucizedir. Aslında her insan da bir kez zahir olmak itibarıyla mucizedir.
Aynalı Baba bu arada odanın ortasına kadar yürüyüp durdu. Selam verdi. Herkes selama karşılık verince, diğerlerinin de onu gördüğünü anladım. Aynalı tatlı sesiyle;
“Haydi! Erenler toparlanın, sabah kahvesini benim şatoda içelim” dedi.
Günlük kıyafetlerimizde pijama ve elbise ayrımı olmadığı için hepimiz de zaten hazır haldeydik. Buradan nasıl çıkacağız diye sormadım. Dünya hayatı tümüyle bir rüyaydı. Uyuduğumuzu zannettiğimiz sürecin rüyasında duvardan geçiyorduk. Şu anda da uyanıklık rüya sürecini yaşıyorduk. Uyumak ve uyanık olmak dünya rüyasının iki haliydi. Hepimizde aynı bilinçte olduğumuz için yoğun bir sis perdesinden geçiyormuşçasına duvardan geçip gittik.
Hastane bahçe duvarından da aynı şekilde geçtik. Akıllı (?) insanlar biz delileri (?) görmüyordu. Biz bize boyutundaydık. Geçen yıl tanzim edilen yeni at pazarına gelince Aynalı durakladı. İnsanlar şiddetli pazarlıklarla at alıp satıyorlardı. Bizler başka boyutta olduğumuz için görünmüyorduk fakat atlar gördüğü için ürküyorlar, şaha kalkıyorlardı.
Aynalı parmağıyla parke taşlarının arasındaki bir karınca yuvasını gösterdi. Oraya dikkatle bakmamızı istedi. Biz dört deli (?) yuvaya bakmaya başladık. Taşların üzerinde beş yüz kadar mini karınca toplanmış, kaynaşıyordu. Biraz sonra bir at tam yuvanın üzerine geldi. Yeni doğmakta olan güneşe gölge oldu. Aynalı‘nın işaretiyle yürüyüşe devam ederek at pazarından çıktık.
Mezarlığın ortasında Aynalı’nın önceki kulübesinin aynısı duruyordu. Beşimiz yeşil otların üzerine oturduk. Bu sefer Aynalı Baba kahvemizi yeni temin ettiği bir ispirto ocağında demledi. Büyük fincanlarla ikram etti.
Sabah ziyaretine gelenler vardı. Bir kaçı bizim oturduğumuz yere doğru yöneldiler. Birisi benim içimden geçti gitti. Ben de merak saikasıyla onun üzerine yürüdüm. Ben de onun içinden geçtim. O benim farkımda değildi. Ben ona göre ruh idim, o da bana göre ruh idi. Fakat ikimizde kendi boyutumuzda kendimizi madde olarak algılıyorduk.
Yaşlı birisi ortamıza oturdu. Bizi ve kulübeyi görmüyordu fakat arkadaşına şöyle seslendi. Belli ki kalbi daha saf ve hisleri daha kuvvetliydi:
“Burada ruhlar hissediyorum. Canım da taze çekilmiş kahve çekti.”
Ziyaretçiler uzaklaştılar. Yıllardan beri özlediğim kahve âleminin keyfiyle kendimden geçmişim.
5. KARINCALARIN İMANI VE İRFANI
Zifiri karanlık bir mağarada beş yüz kadar karınca yavrusu vardı çevremde. Kendime baktım ben de karıncaydım. Işık olmamasına rağmen çevremi çok net görüyordum. Hemen yanımda yatanlar da yine karınca tecellisine dönüşmüş olan tımarhane arkadaşlarımdı.
Birbirimize antenlerimizle mesaj göndererek haberleşiyorduk. Hepimiz birkaç günlük yavruyduk ve hızlı eğitimden geçiriliyorduk. Öğreticilerimiz yaşlı karıncalardı. Bir şeyi bir kez söylüyorlar ve hepimiz de aynı anda anlıyorduk.
Bir hafta içinde yuva dışına çıkacak kadar büyümüş ve her şeyi öğrenmiştik. Öğrenmek kavramı bana biraz ters geliyordu. Sanki anlatılanlar beynimin içine kendiliğinden yerleşiyordu. Davranışlarımı düşünmeden yapıyordum. Her seferinde doğru olan karar ve fiil otomatik olarak açığa çıkıyordu. Sevki tabii (içgüdü) denilen şey bu olmalıydı.
İç duygularımda kin, nefret, hırs, kibir, gurur gibi şeyler yoktu. Tembellik yapamaz durumdaydım, tüm zerrelerim enerjiyle kaynıyor, sürekli hareket etmek istiyordum. Suç işlemiyordum. Çünkü sevki tabiimde suç işleme programı yoktu. Bu durumda insanlardan ve meleklerden üstün olmamız gerekiyordu. Hâlbuki insanlar âlemindeki tasnife göre en alt sıradaydık, çünkü hayvandık.
İnsana en üste çıkma şansını; isyan, hata, tembellik, gurur, kibir ve benzeri davranışlara müsait olması fakat bunları terk ederek disiplin altına alması mı veriyordu? Bu davranışların hiç birisini terk etmediğimi ve disiplin altına almadığımı hatırladım. Demek ki benim insanî tecellimin sadece görünüşü insan imiş, bilinç olarak şu anki hayvanî tecellimden daha da aşağıda imişim.
Antenlerimize yeni bir titreşim geldi. Yuvamızın en yaşlı ve en âlimlerinden oluşan heyet bizi dışarıda bir konferansa davet ediyordu. Bölükler halinde tüm yavru karıncalar dış dünyada toplandık. Yuva dışına çıktığım anda insanlık ve hayvanlık şeklinde olan çift bilinç duygumu kaybederek tamamen karınca oldum.
Dış dünyada çok tuhaf şekiller vardı. Taşlar köşeli idi ve yan yana sıralanmıştı. Bir tanesini on bin karınca kıpırdatamazdı. Sonra bu köşeli taşlar muntazam olarak toprağa gömülmüştü. Yuvamızın çıkışı bu mucizevî taşların arasındaydı.
En yaşlı âlim, ârif ve filozof karınca yüksek bir yere çıkarak konferansa başladı.
“Sevgili gençler. Hepinizi bir arada görmek bana çok büyük şeref verdi. Biz yaşlandık, yakında da ölürüz. Fakat içimiz huzurlu ve rahat. Bu gün burada sahip olduğum evrensel sırların tamamını sizlere aktarmayı düşünüyorum. Sizin hepinizin benim sahip olduğum ilme ve irfana lâyıkıyla vâris olacağınızdan eminim.
Milyarlarca yıldan beri atalarımızın bize devrettiği ilme göre; anteni sonsuz uzunlukta olan tek ve yüce tanrımız tüm evreni biz antenli karıncaların hizmeti için yarattı. Dünyada karıncalardan başka varlıklar olduğunu da biliyoruz. Fakat onları göremiyoruz. Belki de onlar bizi görüyordur. Ve bize özenerek bakıyorlardır. Çünkü en güzel sûret karınca görünüşüdür.
Mâneviyatı açık karıncaların keşfî bilgilerine göre diğer varlıkların; acaip, garip, yetersiz vücutları ve yeteneksiz beyin yapıları olduğundan eminiz.
Meselâ şu köşeli taşları buraya başı bulutlara değen akılsız devlerin döşediğine inanıyoruz. Bu taşların doğaya ve karıncaya hiçbir yararı yok. Devler akılsız oldukları için içgüdüleriyle taşları yontup döşüyorlar. Kendilerine de yararı olmayan bu işi yapma nedenleri yüce antenli tanrının onları öyle programlamış olmasıdır. Anlamsız amel işleyecek mahlûk olarak yaratılmadığımız için ne kadar şükretsek azdır.
Bir yıldan beri yüce antenli yaratıcımız doğaüstü olaylarla bize vahiy gönderiyor. Kendisini unutmamamız, verdiği nimetlerin değerini bilmemiz için mucizeler gönderiyor.
Bir yıl önce devler yuvamızın çevresine köşeli taşlar döşedi. Düşünün bu bizim yapamayacağımız muazzam bir iştir. Bin karınca bin yıl çalışsa bir taşı ancak döşer. Düşünün ve itiraf edin! Bu devleri mutlaka yaratıcı sonsuz antenli bir tanrı sevk ve idare ediyor, onlara bu işleri yaptırıyor. Taşlara bakın, taşlardaki dizayn ve mühendisliğe bakın, ne kadar mucizevidir. Bu sanatı akılsız olan ve sadece içgüdüleriyle yaşayan insan denen devler yapabilir mi? Demek ki bu taşlar bizim işimize yaramasa da yüce antenli yaratıcımız bu taşlarda insan denilen mahluk elinden tecelli ettirdiği harika san’atıyla bize kendi varlığını ihtar ediyor.
Şu üzerimizdeki dört sütunlu buluta bakın! Milyarlarca yıldan beri bulutlar hep havada gezerdi. Bu mucize bulutun yerden başlayıp da gökyüzüne uzanan dört tane hareketli sütunu var. Tam yuvamızın üstüne gelerek bizi güneşten koruyor.
Bu mucizevi bulut arada sırada sıcak yağmur yağdırıyor. Öğretim görevlilerimiz, profesörlerimiz ve yüzlerce yüksek lisans öğrencilerimiz mucize bulutlar ve sıcak yağmurlar hakkında tezler hazırlıyorlar. Henüz bu işlemin mucize mi doğa yasası mı olduğunu çözebilmiş değiliz.
Yüce antenli tanrımızın, ve yüce rabbimizin hikmetinden sual olunmaz ama bizim karınca kullar olarak üzerimize düşen bilim farzını da icra etmemiz gerekiyor. Şimşeksiz, bulutsuz ve gök gürültüsüz atmosferde birden ortaya çıkan bu sıcak yağmur bulutlarının gaybî sırlarını da çözmek zorundayız.”
Dördümüzün başı döndü. Antenlerimizle mesajlaştık. Karınca bilincimizin yanında insanî bilincimiz de tekrar devreye girmişti. Ben söz isteyerek yüksek yere çıktım. Yaşlı âlim karınca gururla öğrencisini dinlemeye başladı.
“Sayın üstadlarım ve değerli arkadaşlarım. Ben âcizane kardeşiniz, haddim olmayarak üstadlarımın ve değerli bilim karıncalarının tezlerine karşılık olarak bir anti tez sunmak istiyorum.
İlk olarak yüce antenli tanrımızın biz karıncalara benzeyen antenlerinin olmadığını ve karınca gibi bir bilinci olmadığını iddia ediyorum.
(Üç karınca hariç diğerleri yoğun bir titreşim koparır)
Lütfen antitezime saygılı olun. Belki de burada gerçeği ama sadece gerçeği bilen dört karınca vardır. Hepiniz yanılıyor olabilirsiniz. Beni anlarsanız hakikat ehli olursunuz.
Yüce yaratıcı ne karıncaya ne de dev varlıklara benzer. O sadece kendisine benzer. Hatta o tek olduğu ve sonsuz olduğu için benzeyecek ve ya benzemeyecek varlıklardan münezzeh olmak zorundadır.
Bir yıldan beri başımıza musallat olan olaylar mucize değildir. Tanrının vahyi, ikazı ve işareti de değildir. Sizin karınca gözüyle algılayamadığınız ancak bulutumsu yoğunlukta görebildiğiniz şey dört bacaklı bir hayvandır. Elli milyar karınca toplam ağırlığına eşit bir hayvandır.
Başınıza yağan da sıcak yağmur değil at, beygir ve merkep isimli dev hayvanların idrarlarıdır.”
Âlimler, profesörler ve karıncalar şok olmuşlardı. Hepsi birden beni linç etmek için üzerime hücum ettiler. Hepimiz tek top karınca kümesi olmuş kaynaşıyorduk. Birden tepemizdeki at idrarını salıverdi. Bizim dörtlü ile birlikte tamamımıza yakını idrar içinde boğularak ölmüştük.
Ortalık kuruyunca bizi yuvaya taşıdılar. Ölü olduğum halde çevremi algılıyordum. Birisi beni yavaş yavaş sallıyordu. Gözlerimi açtığımda beni sallayanın Aynalı Baba olduğunu gördüm.
Aynalı Baba tebessüm ederek
“İnsanoğlunun da
ilmi, irfanı, imanı ve gaybi sırlara vâkıfiyeti
ancak âlim karınca kadardır”
dedi.
Bizi tımarhaneye doğru uğurlarken elindeki sazıyla da bir türkü tutturmuştu.
Güneş yanar, âlem döner,
Bir gün gelir, hepsi söner.
Ey sâhib-i ilm-ü hüner,
Bilir misin, sebebi kim?
Ne gelen var, ne giden var,
Ne solan var, ne biten var,
Ne gülü var, ne diken var,
Bilir misin, sebebi kim?
Her zerre ferd yoktur eşi.
Aceb bunlar kimin işi?
Ey kendini bilmez kişi,
Bilir misin, sebebi kim?
Haktır desen mânası ne?
Sebep midir? Bir kelime:
Soruyorum sana yine,
Bilir misin, sebebi kim?

Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (13) Bölüm ..Kemal Gökdoğan LEYLÂ’lı MECNÛNpeçenin ardındaki güzel
Mecnûn hançeri kaldırır ve tam kalbine saplamak üzereyken durur.
“Hayır, Leylâ! İntihar etme” der.
Leylâ ve Mecnûn hakkında açıklama :
Leylâ ve Mecnûn Osmanlı divan şairi ve tasavvuf edebiyatı üstâdlarından Fuzuli tarafından yazılmış bir hikâyedir. Leylâ ve Mecnûn isimli şahıslar tamamen hayali kahramanlar olup tarihte yaşadıklarına dair hiçbir iz yoktur..
Fuzulî bu hikâyeyi beşerî aşk tarzında anlatmıştır. Fakat hikâyenin anlamının beşeri aşk ile uzaktan ve yakından hiçbir alâkası yoktur. Hikâye tamamen tasavvufi içeriklidir.
Leylâ; tasavvufî yolculuk olan seyr-i süluk (bilincin hakikate yükseliş aşamaları) ile ulaşılacak gâyenin sembolüdür. Mecnûn da nefsin (o gâyeye yükselen bilincin) sembolüdür.
Leylâ; gece, geceye ait, gecenin rengi gibi anlamları içeren bir isimdir. Tasavvufta gece, karanlık ve siyah kavramları Allah’ın zâtî yönüne işaret eden sembolik bir renktir. İnsan kalbinin ya da daha doğru bir ifade ile insan bilincinin AHADİYET (teklik) ilmini tanıyıp o ilme âşık olması olayı siyah renk ile anlatılır. Bunun da kaynağı; Hz. Muhammed a.s.’ın Mekke’yi fethettiği gün sancağının ve sarığının renginin siyah olmasıdır.
Zâhirde Mekke’yi fetheden Resulullah a.s. hakikatte Ahadiyet ilminin zirvesini fethetmiştir. Ahadiyet ilminin zirvesi ise a’ma (mutlak yokluk, mutlak teklik, mutlak karanlık) makamıdır. Aydınlıkta varlığın kesreti (çokluğu) görünür ama gece olunca ışıkta görülen tüm çokluk kalkar ve yerini sonsuz bütünlük olan tekillik kaplar.
Mecnûn kelimesi “göze ve bilince gizli olmak” anlamındaki kök harflerden gelmektedir. Cennet, cin, cinnet kavramları birbirine akraba sözcüklerdir. Cin “beş duyuya gizli varlık” anlamındadır. Cennet de yine “beş duyumuza gizli bir mekân” anlamını içerir.
Cinnet geçirmek; sebebi gözle görülemeyen bir olay nedeniyle akli kontrolü kaybetmek anlamındadır. Mecnûn ismi de hikayeye özgü olarak cinnet derecesinde tüm bilincini AHADİYET ilmine odaklamak ve o ilimden başka tüm varlıktan ilgiyi kesmek anlamlarını içerir.
“Mecnûn’un Leylâ’ya aşkı başlangıçta beşeri bir aşk idi sonradan Leylâ yerine Mevlâ’yı buldu ve aşk ilahi aşka dönüştü” gibi basit bir yorumu tamamen terk etmemiz gerekir. Leylâ ve Mecnûn hikayesi ilâhî aşkı da anlatmaz. Mecnûn; kendisini Ahad’dan ayrı bir varlık zanneden bilincin tekrar Leylâ’ya; yâni kendi Ahadiyetine dönüşünün hikâyesidir. İnsanın kendi hakikatini idrakidir. İnsan ve ismi Allah olan bir tanrının birbirini sevmesi değil Allah’dan gayrı varlığı olmayanın kendine olan aşkıdır. Allah’ın kendine olan aşkının hikâyesidir.
1- RAPORLU TABURCU
Manisa tımarhanesindeki çilemi doldurmuş ve annemin dilekçesiyle hastaneden taburcu edilmiştim. Çıkış belgemde “Yaptığı şeylerden ve düşündüğü şeyleri söylemesinden mes’ul değildir” yazıyordu.
Ben “her dilediğini sualsiz yapacak ve yaptığından asla sual olunmayacak” bir belgeye ulaşmıştım. Buna delilik mi, velîlilik mi denilir? Siz karar verin.
Cebimdeki belgeye göre her düşündüğümü kimseyi dikkate almadan ifade etmek özgürlüğüm de vardı. Yâni ben Râci olarak sanki evrende “tek” varlık imişim gibi her şeyi kendi kendime konuşabilirdim. Nasıl olsa ben’i ben’den başkası duyamayacaktı. . .
Başta anneciğim ve tüm tanıdıklar benim için üzülüyorlardı. Fakat onulmaz akıl hastalığına düşmüştüm, tedavi olunamazdım, çârem yoktu. Ben de, bana acıyan akıllı (?) akrabalarıma ve dostlarıma üzülüyordum. Onların da benim gibi hastalanması için dua ediyordum.
Aynalı Baba’yı da aramıyordum. Ben nerede isem o oraya geliyordu. Manisa’dan İstanbul’a dönmüştüm. Canım Aynalı ile buluşmak, ispirto ocağında demlenmiş bir fincan kahvesini içmek dilediğinde a’mak-ı hayalimde bir boyut açılıyor ve sadece ikimiz o âlemde buluşup keyif ediyorduk.
“Aynalı ve Aynalı Baba” boyutu dışımda bir varlık değil, düşünce dünyamda oluşturduğum sanal bir ortamdı. Ben Aynalı Baba idim ve aynı zamanda Râci idim. Kendi hakikat boyutlarından dilediğini oluşturma gizemine ermiş, duâ sırrını çözmüş bir Râci idim. Kendimle her an buluşan vahded idim. Kendimle her an buluşan kesret idim.
Püsküllü fesimi başıma taktım. İtalyan iskarpinlerimi giydim. Hâkim yaka beyaz gömleğimin üzerine saçaklı kırmızı ipek kuşağımı sardım. İspanyol paça pantolonum, üstünde yelekli ceketim, elimde bastonum ile İstanbul’un parke taşlı yollarını arşınlamaya hazırdım. Bıyıklarımın ucunu burdum ve Beyoğlu sırtlarına doğru yürümeye başladım.
Eski dostlarım için bu fiyakalı kılığım artık eski akıllı Râci’nin değil yeni deli (?) Râci’nin sembolüydü.
Unkapanı’ndan Tarlabaşı’na doğru çıkarken küçük bir bostan içinde yaşlı bir çınar ağacı vardı. Aynalı Baba’nın orada oturmuş beni bekliyor olmasını kafamda kurguladım. Neşeli adımlarla bostana girdiğimde ispirto ocağının ve Mısırçarşısı’nda satılan meşhur Hacı . . . kahvesinin kokusunu çoktan almıştım.
Aynalı Baba her zamanki haliyle tebessüm ederek “Hoş geldin nûrum” dedi ve hemen kahveleri iri fincanlara doldurdu. Beraberce çınar ağacına yaslandık kahvelerimizi içmeye başladık.
Çınarın arkasında eski piyano ve üzerinde ney öylece arazi üzerinde duruyordu. “Neyi anladım ama piyano oraya nasıl gelmişti?” diye düşünmedim. Belkıs’ın Tahtı’nı ne getirdiyse; piyanoyu, neyi ve hatta Aynalı Baba’yı da aynı güç getirmiş olmalıydı. Yâni Süleymân’da, Süleymân olarak zâhir olan Bâtın, şimdi de Râci olarak Zâhir idi ve aynı fiili tekrar ediyordu.
2- EMMÂRE NEFSİN, MÜLHİME NEFSE AŞKI
Aynalı Baba;
“Evlât bu gün biraz coşkunum. Sana ney çalayım” dedi ve üfürdükçe yerler gökler inlemeye başladı. Kendimden geçmişim.
Emel şehri beyinin oğluymuşum.
Annemin ve babamın bir tanesiydim. Oldukça gösterişliydim. Çok şık giyiniyordum. İpek atlas kıyafetlerle inci mercan süslü atımla dolaşmaya çıktığımda halk beni görünce; “Fetebârekellâhu Ahsen-ül hâlikin, var edicilerin en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” âyetini okuyarak bakarlardı. Genç kızlar benimle evlenmek için hayaller kurarlardı. Fakat kalbimde doldurulamaz bir boşluk hissediyordum. O boşluğun ne olduğunu da bilmiyordum. Hiçbir saltanat nimetinin ve dünya güzelinin aşkının ruhumdaki sonsuz girdabı doldurabileceğini zannetmiyordum.
Ne aradığını bilememek ve bulamamak derdi ile zamanla hastalandım, yatağa düştüm. Günden güne sararıp soluyordum. Derdime çâre olması için ülkenin her yerinden hekimler getirildi ama hiç birisi devâmı bulamadı.
Nihayet dağ başında yalnız yaşayan bir yaşlı âlim gelerek hastalığımı teşhis etti. Babama;
“Ey efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastasıdır” dedi.
“Muhterem hocam kimi seviyor?”
“Hiç kimseyi. İşte aşkın en öldürücü şekli budur. Bu gencin bağrını yakan aşk mutlak aşktır. Yâni hiçbir şeye karşı olmayan ve hedefi bulunmayan bir aşktır. Bu aşka bir hedef bulmalı; ondan sonra aşkın ateşini, cana can katan kavuşma hâli ile söndürme yolunu düşünmeli. Böyle olmazsa ölümü muhakkaktır.”
Aileme göre iş basit olup sadece beğeneceğim bir kız bulmaktı. Oysa benim derdim dış dünyada değil iç dünyamda idi. Bilincimin emmare nefs boyutu her şeye doymuştu. Kendini beğeniyor, gücünün ve kuvvetinin sonsuz derecede artmasını ve Firavun gibi ölümsüz bir tanrı olmayı planlıyordu.
Emmâre nefsim aklımı ve ruhumu emrine almıştı. Aklım ve ruhum kölesi olmuş Emmâre için “Fetebârekeallâhu Ahsen-ül hâlikîn!” diyorlardı. Fakat Emmârem yaşamın sonlu, gençliğin geçici, şan ve şöhretin çökücü, saltanatın yok olucu olduğunu çok iyi biliyordu. Bunları nasıl tanrısallığa dönüştürebilirdi? Derdi buydu. Tanrı olmaya âşık olmuştu.
Ben de bu derdimi imansızlık, kâfirlik, dalâlet, sünneti seniyyeyi terk gibi şeriat suçlarıyla yargılanmamak ve dışlanmamak için açıkça söyleyemiyordum.
Bir gün sokaktan geçen adam şöyle bağırıyordu:
“Kapalı bir sandık satıyorum. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Alan da pişman olur, almayan da!”
İlk defa içimde bir merak duygusu uyanmıştı. Babam o gizemli sandığı hemen bin altına satın aldı. Sandığı kırmadan açmak bana büyük bir zevk vermiş, tam iki gün şifresini kırmak için çalışmıştım. Nihayet açıldı. İçinden Maksûd Şehri Padişâhı Sultan Kerâmet’in dünya güzeli kızı âyine-i Aşk Bânu Sultan’ın bir resmi ve bir yazı çıktı.
Bânû’nun resmi bu kadar güzel ise kendisi nasıldır diye merak ettim ve yazıyı okudum.
“Bu resmi gören herkes Bânû’ya âşık olur. Fakat ona âşık olmak ölüm demektir. Şimdiye kadar bin genç bu yolda ölmüştür. Kendini seven bu sevdadan vazgeçsin!”
Emmâre nefsim ölümsüz tanrı olunca yanına da ölümsüz bir tanrıça istiyordu. Emmâreden sonraki en esrârengiz nefs boyutu ‘mülhime’ idi. Mülhime kapalı bir hazine sandığı gibiydi. Ölümlü emmârenin aradığı ölümsüzlük suyu Âb-ı Hayât’ın formülü onda mıydı? Onda olduğuna inanarak bu sefer de ‘mülhime’ye âşık olarak sırlarını araştırma yolculuğu olan seyr-i süluka hazırlanıyordu.
Aileme Maksûd şehrine gidip Bânû’yu alıp geleceğimi söylediğimde çok şiddetli itiraz ile karşılaştım. Israrım sonucu iknâ oldular ve yola çıktım. Bir yıl süren yolculuktan sonra hedefe vardım. Beni sarayda konuk ederek hemen Bânû’nun huzuruna çıkardılar. Bânû beni beğendiğini itiraf ederek bana yazık olmaması için bu sevdadan vazgeçmememi ve evime dönmemi ısrar etti. Şöyle dedi:
“Ey Genç! Benimle evlenmen için suallerime doğru cevaplar vermen gerekir. Fakat şimdiye kadar kimse doğru cevabı veremediği için helak oldu. Sorularıma doğru cevabı bulabilenler ise zaten benimle evlenmeye ihtiyaç duymaz. Benden daha güzel olan ‘Güneş’ Sultan sevdasına yakalanırlar.”
Nefsi emmârenin kararları delikanlılık çağındaki duygusallığa mağlup olan gençler gibidir. Emmâre her şeyi bildiğini iddia eder. Fakat hatalarına levm ederek (pişman olarak) aynı hataları yinelemeden bir yol gösterici desteğiyle mülhime nefs boyutunda sırlar ilminin bahçesine adım atar. En kaygan zemin olan bu boyutta ayağı kaymazsa Mutmain Nefs’in hakikati ‘Güneş’ gibi doğar. Emmâre nefs artık aradığı aşkı kendi hakikati olarak Mutmain nefsde bulmuştur ve Mülhime’ye (Bânû’ya) tekrar dönemez.
“Hayır ey Bânû! Âlemde senden daha güzel bir varlığın olabileceğine inanmıyorum. Ben senin sevdandan vazgeçemem. Bana sorularını sor.”
“O halde günah benden gitti. Ya hem beni kaybedersin ya da hem kendini kaybedersin. Ya da Güneş Sultan’ın çekimine kapılarak yine beni kaybedersin. Her halükârda ikimizin sağlıklı olarak kavuşması ve bir arada durması imkânsızdır” dedi ve bir ah çekerek suallerini yöneltti;
“Bir;
elif mi noktadan, nokta mı eliften çıkmıştır?
İki;
bu ne vakit olmuştur?
Üç;
elifle noktanın aynı olduğunu canlı örnekle kanıtlayabilir misin?”
Bu suallaerin sonunda Bânû yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eşsiz güzellikteki yüzü görünce göz kamaştırıcı güzelliğine dayanamayarak “Allahu Ekber” feryadı ile düşüp bayıldım.
Yaratılışça saf ve temiz olan “nefs” bölgesel şartlanmalardan, toplumsal saplantılardan ve kişisel özelliklerden dolayı saflığını kaybeder. Hatalı ve kısıtlı bilgi ile donanmış anlamındaki “emmâre” nefs sıfatını alır. Emare nefs bilincini yaşayan birey içinde bulunduğu toplumun dinsel, mistik, tasavvufî ya da felsefî soyut konularına ilgi duyarsa “öz eleştiri/tefekkür” yapan anlamındaki “levvâme” nefs sıfatını alır. Levvâmenin kalıplarını kırıp evrensel düşünceye ilk adımını attığında şartlanmalarından öğrendiği tanrı düşüncesini yıkarak “Allah” gerçeğini çok genel hatlarıyla kavramaya başlar. İlk anda kendini ve tüm varlığı Allah’ın projeksiyonu gibi kavrar. Emmâre ve levvâmenin dar kalıplarına göre bu projeksiyon düşüncesi sonsuz sınırsız bir keşif gibi gelir. Hâlbuki Allah’ın projeksiyonu olmak hâlâ özünde tanrı inancını ve ikiliği barındırmaktadır. Buna rağmen sûfî’nin burada müthiş bir şekilde başı döner. Allah ile arasındaki perdelerden sadece birincisi kalkmıştır henüz. Daha sonsuz perdeler olmasına rağmen kalkan ilk perdede dahi sonsuz güzelliği tam seyrettiğini zanneder.
Bânû’nun yüzündeki peçeyi kaldırması Râci’nin ilk tasavvufi keşiflerinden birisinin sembolik anlatımıdır.
Gözümü açtığım zaman Aynalı Baba tebessümle konuşuyordu:
“Elif harfinin üstüne bir çizgi at ‘e’ olsun. Altına çizgi at ‘i’ olsun. Üstüne vav koy ‘û’ olsun. Elif nasıl oluyor da böyle kılık değiştiriyor? Elifi değiştiren çizgilerdir demek cevap değildir. Asıl cevap ise akıl tasını çatlatır. Hak her an başka bir tecellidedir desen herkes baş sallar ‘evet’ der. Ama Hak tecelli etmez kendisi olarak; sen , ben, o olur desen Hallac gibi başını kaptırırsın. Bu elif bâ meselesi de amma çetin şey! ‘Sen elif dersin hoca, mânâsı ne demek’ diyen Türkmen Yunus gibi burada susmak gerek”
Aynalı Baba neyini koynuna soktu. Piyanosunu tarlada bırakarak bostandan çıktı gitti. Aslında oradaki piyano bana göre vardı. Hatta sadece piyano değil; Aynalı Baba, neyi ve kahve takımı bana göre vardı. Normal insanların beş duyusu bunları algılayamıyordu. Ben de piyanoya ne olacak düşüncesinde olmadığım için Tarla başı mahallesinden Beyoğlu semtine doğru yoluma devam ettim.

Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (14) Bölüm ..Kemal Gökdoğan LEYLÂ’sız MECNÛNpeçesiz güzel
Bu gün canım İstanbul Boğazı’nda sandal gezintisi yapmak istedi. Üsküdar’da gözüme boş bir sandal kestirdim. Sahibi yüzünü peştamalla kapatmış uyukluyordu. Biraz ağır adımla bastırarak bindim.
“Kaptan-ı Deryâ, asıl küreklere” dedim. Yüzündeki peştamalı kaldırdı. Tahmin ettiğiniz gibi bana gülerek bakan Aynalı Baba idi..
“Nereye nûrum” dedi.
“Elbette Bânû’nun olduğu boyuta” dedim.
Kıyıdan biraz açıldık. İspirto ocağında kahvemizi demledik. Sandalın periyodik yalpaları ve kahvenin rahatlatıcı tadıyla kendimden geçmişim.
Bu günkü hayalim dün kesildiği yerden başlamıştı. Ben bayıldıktan sonra Bânû da derinden ah çekerek bayılmıştı.
Önceki bölümde açıkladığımız gibi Bânû Mülhime Nefs’i sembolize ediyordu. Mülhime nefs emmâre nefse muhtaçtır. Çünki faaliyet için gereksinim duyduğu yaşam enerjisini emmareden alır. Bunun için tasavvufta emmare nefsi öldürmek, yok etmek yoktur. Sıfatlarını ve işletim sistemini düzenleyerek üst nefs boyutlarının emrine vermek vardır. Bunun kaynağı yine Resulullah’dır. Şöyle ki:
Üç sahabe bazı kararlar alarak Resulullah a.s.’a gelirler. Birisi Hristiyan ruhban keşişler gibi tamamen cinselliğini öldürüp ibadet etmek istediğini söyler. Diğeri dağ başına çekilip mağarada ibadet edeceğini söyler. Üçüncüsü de ömrü boyunca oruç tutacağını bildirir.
Resulullah a.s. üçünün de yolunun yanlış olduğunu ve kendisinin Allah’ı en çok bilen ve O’ndan herkesten daha çok haşyet duyan olduğu halde; aile hayatı yaşadığını, toplum içinde doğal hayat sürdüğünü ve bazen oruç tutup bazen tutmadığını belirtir.
Bu üç husus İslâm Sûfizmini
Hristiyan mistisizminden ve Hint felsefesinden (Budizm, Hinduizm vs.) ayırır.
Bireyi
“Toplum içinde inzivaya,
zahirini halk ile aynı yaşamaya,
bâtınını Hak ile daimi birliğe
ve
her nefs boyutunun ölçülü olarak hakkını vermeye”
yöneltir.
Bânû’nun bayılması emmareyi temsil eden şehzade ile aynı anda olmuştur.
Emmarenin değişen sıfatları
Kur’an ve Sünnet ölçüsünde olursa
emmare nefsin
ismi
melekî mülhime nefs adını alır.
Eğer emmare nefsin değişen sıfatları
kendini tanrısal güçleri olan
bir evliya olarak gösteri amacına dönerse
ismi
şeytânî mülhime nefs adını alır.
Emmâre nefs (şehzade) baygınlık konumundan hangi değişimle ayılırsa Bânû (mülhime) da o konuma paralel olarak ayılacaktır.
Kendime geldim. Eğer Bânû’nun suallerine doğru cevabı bulamaz ve ona kavuşamazsam yaşayamam ve intihar ederdim. Doğru cevabı bulmak için yanımdaki âlim kişilerle hemen yola çıktım.
Cevaplar “delilik ülkesi”ndeydi .
Delilik ülkesi neredeydi? Her yerdeydi. Biz de delilik ülkelerinde doğru cevabı verebilecek olanları araştırmaya başladık.
Üç aylık arayıştan sonra izbe bir mezarlıkta bir grup deliyi oturuyor bulduk. İçeri girerken çıkardığımız seslerden birisi rahatsız olarak;
“Hey ne oluyor? Ezan mı okunuyor?” dedi.
Belli ki bu deli her ses ve olayı Allah’ın Ekber’iyeti olarak algılıyordu. Diğer deli ise şöyle dedi:
“Bizim bilincimize cehaletin mantığı ve ayak gürültüleri giremez. Çünkü bizim memleketimizde hiçbir değer yargısı, içgüdülere hizmet eden akıl türü ve kanıtlara dayalı iman arayan ilimler yoktur.”
Bir diğer deli de;
“Birisi Kâfirûn Sûresi mi okuyor? Bilinci bedensellikle örtülü olanlar mı geldi? Örtülülerin mantığı ile bizim mantığımız uyuşmaz. Herkes kendi yoluna!” Dedi.
Birisi;
“Bülbül ötüyor!”
Birisi;
“Hayır, çorba tenceresi kaynıyor!”
Birisi;
“Ne buyurdunuz? Kahve cezvesi mi taşmış?”
Birisi;
“Dalga sesi olmalı!”
Sonuncusu;
“Helvacı bağırıyor galiba biraz alsak!”
diyerek hepsi sessizliğe gömüldü. Bize mantıksız ve kopuk kopuk gelen bu cümlelerle gayet güzel anlaşarak bizim amacımızı birbirlerine aktardılar.
Tam kırk gün delilerin bu tür anlam iletişimini dinledik. Elbette ki hiçbir şey anlamadık. Sonunda birisi bize bakarak;
“Size nasıl bir mal satalım?” dedi.
“Sizden ilim almaya geldik” dedim.
“Âh cümle hâlette yine kendini zevk ederek,
Küllü hizbin remzini hâtemine çekmiş ferhûn”
Âh bütün hallerde yine kendini zevk ederek böbürlenenler,
‘Her grup kendi yanlarında olanla böbürlenicidirler’
(Mü’minûn: 53) âyeti
ile işaret edilen durumu kendilerine mühür yapmışlar.
Diye karşılık verdi.
Elini öpmek istedik şöyle dedi:
“Hacer-i Esved’i var öp, eğer öpmekse muradın,
Hiç’i pûs etmek için hâlet-i bisân gerek.
Can derâguş olunur mu mütenâhi sözlerle,
Leb değil öpmek için ah-ı cân gerek!..”
Eğer öpmekse muradın Hacer-i Esved (taşını) öp.
Kendi varlığını hiç’e eşlemiş kimsenin elini öpmek için hiç olmak gerek.
Sonlu anlamlarla sonsuz can kavranabilir mi?
Öpmek için dudak değil ta candan gelen bir ah gerek.
“Ey ârif kişi. . .”
der demez sözümü keserek;
“Ve körün unvanını ârif koyarak,
Görenin ismine divâne denildi,
Nice efsâneleri saydırmış ilim,
İlm-ü irfânına efsâne denildi.”
dedi.
Bunlardan bir şey öğrenemeyeceğimi zannetmeye başladığımda iki deli kendi aralarında konuşmaya başladılar.
“Ey hayrete dalmış! Okudun yazdın ne anladın?”
“Elif-bâ’nın mânâsını anladım!”
“Mânâsı ne demekmiş?”
“Birin iki, ikinin bir olmasıdır.”
“Nasıl?”
“Allah bir’dir, Elif’dir.
Kendini bir’leyecek ikinci varlık
yani ikinci harf B’nin asla var olamayacağını bilir.
Elif vardır Bir,
B yoktur İki.
“Bunun ismi nedir?”
“Kelime-i tevhid yani; Lâ ilahe illallah, diyerek Allah’ın bir olduğunu söylemektir.”
“Bir’in bir olduğu nasıl söylenir. Bir zaten bir değil mi? Bir ikiye mi bölünmüş de birliyorsun, tevhid ediyorsun?”
“Bir’e ben bir dersem; bir ve ben iki eder. Ama ‘Ben’ diyen Bir’in kendisi ise ikilik olmaz.”
“Yani Allah sana söyletiyorsa ya da dilinde söyleyen O ise mi ikilik olmaz?”
“Aynı akıllılar gibi konuşmaya başladın. Kendine gel! Deliler gibi düşün. Allah’dan başka ben mi var? Allah başka birisinin dilinin içine mi girip konuşturacak? Ya da uzaktan talimat mı gönderecek. Sen bu mantıkla akıllılar ülkesinde padişah olursun.”
“Tamam kızma. Sadece senin akıllanıp akıllanmadığını anlamak için sordum. Hâlâ delisin, iyi…
Allah’ın kendisini tasdikine kabul deniyor. Allah’ın başka varlık olmadığını ilanına da inkâr yani ‘lâ’ deniyor. Peki, bu nasıl bir iş ve oluştur?”
“Bunun üç püf noktası vardır.
Bir:
Yaratma sanatı.
Yaratma sanatının püf noktası;
içinde ve dışında başka bir varlık yaratmayıp,
varlığı ilminde vehmetmektir.
İki:
Bilinme sırrı.
Bilinmenin püf noktası;
Allah’ı bilecek
ya da
bilmeyecek
ikinci varlığın olmamasıdır.
Üç:
Vahdet oyunu.
Vahdet oyununun püf noktası;
kendisini tevhid etmek için
başkası olup,
sadece Allah ismini birlemesidir.
“Bu ne zaman olmuştur?”
“Zaman aklın ve gözün yanılgısıdır.
Zaman yoktur.
Tek bir an vardır.
Tek bir an sonsuz esmâ âlemidir.”
“Elif-Bâ nedir?”
“Varlığın hakikatini anlatmak için
kullanılan bir semboldür.
Elif Allah’a işâret eder.
Elif; ahadiyete, tekliğe işaret eder.
Yani Allah’ın vahdet halini anlatan harftir.
B harfi
Allah’ın
biribirine hiç benzemeyen
isimler ve resimler altında
zahir olmasını ifade eder.
Buna kesret sırrı da denilebilir.”
“Elif mi asıldır, be mi asıldır?”
“Elif ve be iki değil ki;
biri asıl
diğeri sahte olsun!”
“Varlığın aslı nedir?”
“Varlık ayrı,
asıl ayrı değildir.”
“Elif mi noktadan çıkmıştır? Nokta mı eliften çıkmıştır?”
“Nokta;
isimsizlik, sıfatsızlık, fiilsizlik halidir.
Nokta;
şekilsiz ve anlamsızdır.
Nokta;
Elif olup dile gelir.
Elif noktadan çıkar.”
“Nasıl olur? Göster!”
Deli cebinden bir parça balmumu çıkararak avucunda sıcak nefesle yumuşattı, ovaladı ve yuvarlak hale getirdi.
“İşte nokta!”
diyerek mumu ovalayıp uzattı;
“İşte Elif !”
dedi. Uzun mumu hilal gibi büktü, bir ucundan bir parçacık kopardı ve hilalin altına yapıştırdı;
“İşte Be harfi!”
dedi.
Diğer deli ayağa kalktı;
“Elif’in başka adı var mı?”
diye sordu. Deli;
“Evet var fakat kulağına söylerim”
diyerek fısıldadı. Sonra bana dönerek;
“Ey genç!
Nokta;
elif oldu, elif ‘b’ oldu.
B’yi ısıttım geri çevirdim tekrar nokta oldu.
Aslında var olan hep nokta idi.
Elif de
‘b’ de
yirmi sekiz hece de
noktadan başka değildir.
Şimdi beni iyi dinle!
Nedir bu gösteri ve sihir?
İşte cevabı:
Hak
kendi güzelliğine âşık oldu.
Kendini seyretmek için
Mim
(Mecnun isminin ilk harfi)
ve
lâm
(Leylâ isminin ilk harfi)
oldu.
Kendi aşk ateşinde yanarak eridi ve bütünleşerek nokta oldu.
Kendisini sevecek
ikinci bir varlık olmadığını bildi.
Yine
kendisinin seveceği ikinci bir varlık olamayacağını da bildi.
İşte bu gerçeğe aşk denir.
Aşkda ikilik yoktur.
İkili sevginin adı aşk değil
birbirini beğenidir.
Şimdi;
Leylâsız Mecnûn oldun.
Çünkü Mecnûn Leylâ oldu.
Sonra ikisi de kendi hakikatine döndü
Ve
dönünce dönenlerin iki değil tek olduğunu anladı.
Leylâ ve Mecnûn isimlerini aradan çıkarırsan
benim fısıldadığım ismi de duyarsın!”
Diyerek kendi mantık boyutlarına döndüler. Tekrar bize anlamsız gibi gelen cümlelerle anlaşmaya başladılar.
Üç sorunun cevabını bulmuştum. Aslında bulduğum cevaplar varoluş sırrı idi. İçine düştüğüm boşluğun yalnızlık ve karşı cinse olan sevgi arayışından kaynaklanmadığını anladım. Aradığım Bânu değildi. Bânu’nun da aradığı ben değildim. Biz kendimize olan aşk sırrını arıyorduk. Hak’kın tecellileriydik ve kendi gerçeğimize âşık Mecnûnlar ve Leylâlar idik.
Aşk sırrının verdiği huzur ile gözümü açtım. Karşımda Aynalı Baba küreklere asılarak gülüyordu. Neşeyle;
“Peçe kalktı,
güzel göründü.
Beğeni söndü,
aşk şâha kalktı.”
Diyerek ardından bir beyit okudu:
Ona Mecnûn mu denilir ki onun Leylâ’sı,
Yeni bir cilve-i şevket ile Mevlâ olmuş.”
Leylâ’sı ilâhi kudretin yeni bir tecellisi ile
perdesiz Hak olan kimseye
Mecnûn denilemez.
Kahve içerken uyuklamış ve birkaç saniye içinde birkaç aylık zaman dilimi yaşamış olarak ayılmıştım. Gerçek ve hayal arasında gidip gelmeler bende şüphecilik duygularımı körüklemişti.
Aynalı Baba’dan anladığım kadarıyla varlık tümüyle Hak’kın hayali idi. ‘Ben’ olarak varsaydığım zâtım da hayal içinde hayal idi. Bir de hayalimin derinliklerinde ‘gördüğüm’ ve ‘olduğum’ şeyler vardı. Onlar ise; hayalin, hayalinin hayali idi.
Bu hayali hangi gerçek üretiyordu?
Hak gerçektir;
âlemler,
ben
ve
bendeki hayal âlemleri
Hak’kın hayalidir desem
korkunç bir paradoksa düşüyordum.
‘Ben’ hayal’im ve hayal olduğumu biliyorum demek;
Hak’kın varlığından başka
geçici ya da kalıcı olarak var olmamı gerektirirdi.
Ben Hak’kım
Ve
her şeyi ben hayal ediyorum desem
Firavun gibi Rablik (tanrılık) iddiasına kalkışmış olurdum.
Bu çelişkiden çıkamayacağımı anladığım anda
Aynalı Baba yine imdadıma yetişerek paradoksu çözdü.
“Ezelî ve ebedî tekliğin verdiği acıyı bilir misin?
Doğmamanın ve doğurmamanın verdiği yalnızlığı bilir misin?
Görünebileceğin başkasının olmaması
Ve
seni görebilecek başkasının olmaması
gerçeğinin verdiği boşluğu bilir misin?
Ey kulum
Ve
Yâ Rabbim
muhabbetinin iki varlık arasında
olamamasının verdiği hüsrânı bilir misin?
Hayalinde dahi
ikiliği (şirki) var etmemek
kudretinden doğan
‘Ahadiyet’
mahkûmiyetini bilir misin?
Nereden bileceksin?
Sadece şu kadar söyleyeyim;
‘her şey olsaydı işte böyle olurdu’.”
Aynalı Baba sözlerini bitirince öyle bir sessizliğe ve hüzne büründü ki sararmış solmuş bir heykel gibi oldu. Sanki evrende ondan başka hiçbir şey yokmuşçasına bir derinliğe gömüldü. Kıyıya gelmiştik. Sandaldan indim. O hâlâ sandalda bir put gibi gizemli görünüyordu.
Benim de gönlüme bir hüzün çökmüştü. Aynalı Baba’yı sanki bir daha göremeyecekmişim gibi duygularla evime döndüm.

Amak-ı Hayâl Yorumlu Özeti (15) Bölüm ..Kemal Gökdoğan VEDÂ
Aynalı ve Râci’nin ebediyen ayrılışı
Aynalı Baba ile tanıştıktan sonra kendimi tanıyamaz hale geldim. Nereden geldiğimi nereye gittiğimi karıştırdım. Ben kimim? Hangi memlekette oturuyorum? İşim, mesleğim, ailem, çevrem, arkadaşlarım kimdir? Bilemiyordum ve her şey birbirine karışmıştı..
Son sandal gezintisinden sonra üzerimdeki kat kat hayal perdeleri kalkmaya başladı. Ben aslında doğma büyüme İstanbulluydum. Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi’nde doktordum. Ne oldu, nasıl oldu anlayamadan kendimi Anadolu’nun küçük bir şehrinde tren yolculuğunda buldum. Hiç tanımadığım yaşlı bir kadın annemmiş ve onunla yaşıyordum. Çevremde sürekli meyhanelerde içtiğim bir arkadaş grubu buldum. Trenle bir kasabaya seyahat ettik. Kır âleminde iki derviş gördüm. Şehre döndüm, amaçsızca gezinirken eski bir mezarlığa girdim. Orada Aynalı Baba’yı tanıdım. On gün kadar kahve âlemleriyle hayalimin derinliklerine gidip geldim.
Bir ara Aynalı’yı kaybettim. Birkaç yıl Anadolu’da karış karış onu aradım. Aklımı kaçırdığımı zanneden annem beni Manisa Tımarhanesi’ne kapattırdı. Orada birkaç akıllı deli ile dost oldum. Aynalı ile tuhaf bir şekilde Tımarhane’de tekrar buluştuk.
Şimdi İstanbul’dayım. Yine annemleyim fakat Anadolu’daki annem değil, gerçek annemleyim.
Aynalı’yı nerede bulmak istersem orada buluyorum. Bu durumun tek açıklaması var. Ya âlemler birbirine girdi ya ben gerçekten aklımı oynattım ya da rüyadayım ve uyanamıyorum.
Kesin emin olduğum tek şey ise İsmimin Ahmed Râci olması, alkolden kurtulmam, sâde bir ibadete ve karmaşık bir tefekkür hayatına başlamış olmamdır. Bunların haricinde hiçbir şeyden emin değildim.
En kısa zamanda Aynalı Baba’yı bulmam ve hayal âleminde miyim gerçek âlemde miyim netleştirmem gerekiyordu.
Aynalı Baba en çok mezarlıklarda yalnız yaşamayı ve eski derme çatma kulübelerde birkaç dostuna ney faslı ve kahve ikram etmeyi seviyordu. Onu bulmak niyetiyle Karaca Ahmet Mezarlığı’na gittim. Evet oradaydı. Asırlık bir çınar ağacına yaslanmış ney çalıyordu. Uzaktan seyrettim. Benim geldiğimi görmemişti. Kendimin rüyada mı gerçekte mi gezindiğini test etmek için Aynalı’ya görünmeden geri döndüm.
Üsküdar rıhtımından hızlı bir kayık kiralayıp Eyüp Mezarlığı’na geçtim. Eğer rüyada ve hayal âlemindeysem Aynalı Baba’yı Eyüp Mezarlığında yine asırlık bir çınara yaslanmış ney çalarken bulmam gerekiyordu. Mezarlığın izbelerine yürüdüm. Evet yanılmamıştım. O, tam umduğum gibi karşımdaydı, benden habersizmiş gibi neyine üfürüyordu.
Yavaşça yaklaştım. Selam verdim. Her zamanki edâsıyla;
“Hoş geldin nûrum! Hele gel de bir fincan kahvemi iç” dedi.
Hemen çalı çırpı toplayıp isli ateşte eski cezvesiyle kahve demleyip alaca desenli porselen fincanda ikram etti.
Kafam karma karışık fikirlerle doluyken kahveyi yudumladım. Başım dönmedi, kendimden geçmedim. Gerçeğe dönmek istiyordum. Tüm cesaretimi toplayıp sordum:
“Efendim, affınıza sığınarak bir şeyler sormak istiyorum.”
“Estağfurullah evlâdım, dilediğini sor!”
“Ben rüyada mıyım yoksa gerçek hayatta mıyım?”
“Aslında ikisi de aynıdır ama avama göre ayrı ayrıdır. Avama göre rüyâ âlemindesin.”
“Kimin rüyasındayım? Kendi rüyamda mıyım? Sizin rüyanızda mıyım?”
“Yaşam dediğin şey Tek Varlık olan Hak’kın ilminde varsaydığı rüyâ âlemleridir. Rüya senin veya benim değildir. Biz ancak İlâhî rüyanın ruhsuz, bedensiz, bilinçsiz, dilsiz, kulaksız. . . ‘fakirleri’yiz. Sende meydana gelen rüya da O’na aittir, bende meydana gelen rüya da O’na aittir. O’ndan gayrı ne var ki? Yine avama göre kabul edelim; senin rüyandayız.”
“Rüya benimse sizin durumunuz nedir? Siz gerçek hayatta var mısınız? Yoksa benim rüyamda benim bilincimin yansıttığı bir hayal misiniz?”
“Uyanınca anlarsın.”
“Ben uyanırsam sizi ebediyen yok etmiş olmaz mıyım? Eğer şu anda rüyada isem uyanınca sizin hiçbir zaman var olmamış birisi olduğunuzu anlayacak isem, ben ebediyen bu rüyadan uyanmak istemiyorum. Sizden ayrılmak istemiyorum.”
“Üzülme evlât! Ben hiçbir zaman var olmadım ki; sen uyanınca yok olayım. Şu anda da var olan sensin. Beni var zannediyorsun.”
“Siz gerçek hayatta hiç var olmadınız mı?”
“Senden yüz yıl önce Aynalı nâmı altında bir tecellîyat oldu. İnsanlar beni var kabul etti. Fakat ben asla var olmadığımı bildim.”
“Siz beni rüyamda irşat etmek için mi geldiniz?”
“Hayır, ben senin rüyana gelmedim. Her insanda tüm insanların tüm yaşam ve bilgi kayıtları mevcuttur. Sen kendi özündeki ‘levhi mahfuz’ kayıtlarından Aynalı Baba boyutuna yükseldin. Aynalı’nın ulaşmış olduğu bilgileri rüyâ âleminde şekil ve olaylara bürüyerek ‘okudun’. Ben seni irşad etmedim. Sen gerçek hayatta alın terinle tahsil ettiğin ilimlerin ve tefekkür çilesinin mükâfatı olarak kendini Aynalı Boyutu (Aynalı Baba’nın bilincinin yükselmiş olduğu nefs mertebesi) ile ödüllendirdin.”
“Hayır! Sizin beni irşat etmediğinize inanmam. Sizin gerçek olmadığınızı asla kabul etmem. Sırf tevazu olsun diye böyle konuşuyorsunuz.”
“Sadece sen değil, senin uyandığın zaman yazacaklarını okuyacak olanlar da benim hayal ürünü olduğumu kabullenmekte zorlanacaklar. İnsanlara rüyada, hayal âleminde sırları fethetmek, aniden ilmi ledüne sahip olmak gibi fanteziler çok cazip gelir. Gerçek tasavvufta hazıra konmak yoktur. Her çağın değişmeyen tasavvufi eğitim esası; gerçek hayatta gerçek üstatlardan alın teri ile ilim tahsil etmektir. Bu duruma göre okumakla da olur, sohbetlerini dikkatle dinlemekle de olur. Âdetullah budur, aksi iddialara itibar etme.”
“Uyanınca sizi rüyamda tekrar görebilir miyim?”
“Allah’ın sisteminde sadece bir şey imkânsızdır; ikilik. . . Bundan başka her şey mümkündür. Rüyalara bel bağlama. Bu gördüğün rüyalar, hayaller irşat değil sadece zihinsel bir mâcerâ idi.”
“Sizden ayrılmak, sizi unutmak çok zor.”
Meseleyi anlamıştım. Rüyada rüya gördüğümü bilecek şuurdaydım. Biraz sonra uyanacaktım ve Aynalı’ya ebediyen vedâ edecektim. Her şeyin hayal olmasına rağmen Hayalim’e; Aynalı’ya sarıldım. Elimde olmadan ağlamaya başladım. Aynalı da ağlamaklı bir sesle beni bağrına bastı:
“Ne yapalım evlâdım! Dünyâ dediğimiz şey okyanusun gel git dalgaları gibidir. Görünüşlere aldanmamalı. ‘Külle yevmin hüve fi şe’n…’ O her an yeni bir iş ve oluştadır. . . Her an kâinatta hükmünü yürütmektedir. . . (er-Rahmân: 29) Biz Allah’ın sistemi dışında kalamayız ki….”
Aynalı Baba, daha doğrusu ‘hayalimdeki Aynalı Baba hayali’ yavaşça asırlık çınara dayandı. Gözlerini sonsuzluğa dikti. Bir daha kıpırdamadı. Yüzüne baktım, her zamanki tebessümü vardı. Yanında oturdum, oturdum, oturdum. Eline dokundum buz gibi olmuştu.
Mezarlığı bu arada sis kaplamıştı. Sislerin içinden dört siluet belirdi. Çifte Hâfızlar, Dr. Kuru Sıkı ve Cırtlak Efe hüzünlü adımlarla Aynalı’nın yanına oturdular. Deli Hafız Yâ Sîn’i okudu, Arabacı her zamanki gibi ardından yalan yanlış taklit etti. Dr. Kuru Sıkı ve Cırtlak Efe yeri kazdılar. Cenâze duası için (cenaze namazı) imamlık vazifesi bana düştü. Aynalı’yı çok sevdiği kıyafetiyle toprağa verdik. Dört deli sislerin içinde tekrar kayboldular.
Aynalı Baba’nın kulübesine girdim. Bana miras olarak bir not defteri, iki isli cezve, yüz gram kahve ve şeker ile iki büyük fincan bırakmıştı. Aynalı benim hayalimdi. Onu kaybetmekten ben üzüldüm.
Ben kimim? Ben de birisinin hayaliyim. Siz de beni kaybetmekten üzülmeyin. Çünkü ben de Râci olarak hiçbir zaman var olmadım. Biraz sonra ben de uyanacağım ve kendimi Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin ‘hayal âleminde’ bulacağım.
Ya siz uyanınca kendinizi nerede bulacaksınız?
Yine kendinizde, ‘ötenizdeki birisi’nde değil. . .
..SON

Hiç yorum yok: