28 Kasım 2008 Cuma

M.S.2150 THEA ALEXANDER (1)

Dün gece bir başka zamanda - bir başka yerde - bir başka bedende uyandım!
Tatlı mavi bir gökyüzünün altında, küçücük bir çimenliğin ortasında yatıyordum. Çıplak bedenim ürperiyordu. Ne hoş bir özgürlük! Ayağa sıçradım, koşuyordum, hiç yorgunluk duymadan koşuyor, koşuyordum. Yine iki bacağım olduğunu fark edince gözlerim sevinç yaşlarıyla doldu. Dört yıl önce Vietnam' da yitirdiğim bacağım geri gelmişti. Bedenim sağlamdı, kusursuzdu, yara izlerim yok olmuştu! Düş mü görüyordum?
Bir patika boyunca koşuyordum, birden önümde ışıltı saçan gerçek bir kadın belirdi. "Seni uzun süredir bekliyordum Jon Lake" dedi, "Adım Lea." Dile getiremediğim düşüncelerimi yanıtlayarak "İki Jon Lake var" diye açıkladı, "biri 1976'da uyuyor, diğeri burada M.S. 2150 yılı diyebileceğin bir zamanda bu kadar hoşlandığın bir bedenle -senin o eşsiz elektronik varlığını, yani gerçek 'sen'i barındıran astral ya da ruhsal bedeninle yanımda duruyor."
"Burada kalabilir miyim" diye sordum heyecanla, "yoksa o topal bedenime geri mi dönmek zorundayım?"

"Üst düzey Makro farkindalığa erişecek ölçüde özgürleşene kadar" diye yanıtladı, "yani, şu anda var olan, geçmişte var olmuş ve bundan böyle var olacak her şeyin makrokozmik 'bir'liğini fark edene kadar hep 1976'da uyanmak zorundasın..."Kitabın Orijinal Adı: 2150 A.D.



4

Çevirenin Notu
Thea Alexander bu kitabın bir hayal ürünü değil, bir yaşanmışlık olduğunu söylüyor. Neden olmasın? Rana "bir zihnin gelişkinliği, kabul edilemez görüneni kabul edebilmesiyle ölçülür" diyor. Jon Lake'in deneyimlerini okurken, kendi kendimize en azından "Neden olmasın?" diye fısıldayabilirsek, bakış açımızı birazcık esnetmiş, birazcık, o yıllardır içinde ezildiğimiz katı kalıplarımızın dışına çıkmış olmaz mıyız? Hep aynı toprak parçasının üstünde, tepemizde hep aynı gök kubbe, yaşayıp dururken, birden genleştiğimizi, gerçekte sınır tanımaz düşüncelerimizin sonsuzluğa uzandığını duyumsar da, aynen Jon Lake gibi "Ne hoş bir özgürlük!" diye coşku dolmaz mıyız?
Okuduklarımızı "bir dizi saçmalık" olarak değerlendirsek bile, sabahtan akşama kadar bıkıp usanmadan yinelediğimiz mikro davranışlarımızla bu satırlarda bir kez daha yüz yüze gelince, onları yadsıyabilecek miyiz? Mikro "ben"in kendini savunma yöntemleri hangimize yabancı? Bu kitap mikro bakış açısına tutunma eğiliminde olanlarımıza bile kendi yaşam felsefemizi hiç olmazsa bir kez daha gözden geçirmemiz gerektiğini hatırlatmıyor mu?
İç içe yaşanan sayısız boyutları zihnimizde canlandırmakta güçlük çekebiliriz, ama küçücük bir kuşun, bir çiçeğin ya da bir bebeğin gerçekte mikro davranışlarımızla düşünmeden yıkıverdiğimiz dünyalarını, o uçsuz bucaksız evrenleri yüreğimize kolayca sığdırabiliriz. İşte o zaman içimizden öyle bir sevgi taşar ki, belki de bu sevgiyle 'bir' olup tüm boyutları içeren sonsuzluğa akabiliriz; belki de mikro düşüncelerimizin ötesine uzanıp birbirimizin gözlerinin ta içine bakar da, iç 'ben'lerimize ulaşıp, o sonsuzluğun gözbebeklerimizde dans ettiğini fark edebiliriz. Neden olmasın?

5


Önsöz 7
Lea 11
Bu Bir Düş müydü? 28
Carol 44
'4- Alfa Eşleri 52
Gerçeğin Sınanması 73
Jon'un Alfa'si ve Rana 81
Sınırsız Ben 104
Makro Bağlantı 109
Aynası İştir Kişinin 155

Jon'un Geçmiş Yaşamları 169
Neda 192
On Beş Metre Sıçramak 205
Kayıp 223
Atılım 264
MikroAdası 280
Karma 315
Tekâmül Aşma 340
Sonsöz 342
Yazarın Sonsözü 349
MD'den Özet Bilgiler 351

6


12 Eylül 1948'de doğup
2 Mayıs 1976'da ölen JON LAKE'in Günlüğü Üzerine Önsöz

Adım Karl Johnson, bu günlüğü tutan Jon Lake'in oda arkadaşı ve en iyi dostuydum.
İnsanlar beni, Jon'un alışılmamış davranışları ve bu davranışları izleyen ölümüyle ilgili sorguladılar, ama ben dürüst-ce yanıtlar vermeye korktum. Başlangıçta ne olduğunu tam bilmiyordum. Anladığımda, inanmak istemedim. Sonunda gerçegi kabul ettim, ancak, pek çok kişinin -özellikle yetkililerin- buna inanmayacaklarının bilincindeyim.
Polis, üniversitedeki memurlar, Jon'un profesörleri bu öyküye elbette gülecekler. Ama bugün, bu günlükte öne sürülen olağandışı fikirleri anlayacak ölçüde gelişmiş zihinler olmalı; ben bunların herkes tarafından kabul görmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyorum.
Siz bu günlüğü okumaya başlamadan önce, yirmi yılı aşkın bir süredir tanıdığım Jon Lake'i kısaca tanımlamak istiyorum. A.B.D.'nin orta batısındaki küçük bir kentte 1940'lı ve 50'li yıllarda birlikte büyüdük. İlkokulda tanıştık ve yaşam boyu dost olduk. Kasaba doktorumuzun tek oğlu olan Jon'un kentin zengin ucundaki tepede ve gündelikçi bir işçinin oğlu olan benim kenar mahallede oturmamıza karşın bu böyle oldu.
Biz yedi yaşındayken Jon'un annesi lösemiden öldü. İki yıl sonra babam, annemle beni yanıp kül olan evimizden kurtarmaya çalışırken ciddi bir biçimde yandı. Dr.Lake, o gece, babamın kavrulmuş bedeninde yaşam güçlerini canlı tutabilmek için umutsuzca uğraş verdi. Güneş doğduğunda, başarı-

7

M.S.2150
sızhğına ağlayarak annemle beni evine aldı ve ölümüne kadar on yıl süreyle bana kendi oğlu gibi davrandı. Jon ve ben bildiğim diğer kardeşlerden birbirimize daha yakın büyüdük, hemen hiç kavga etmedik ve ben zaman zaman birçok kişiye kızgınlık duyduğum halde, Jon'a pek ender gücendim. O tanıdığım en nazik ve sabırlı insandı.
Jon parlak bir öğrenciydi, ben ise tam tersiydim. Pek çok anlamsız derse gösterdiğim sert tepkiye karşın, sabrını hiç yitirmeden on iki yıl boyunca bana öğretmenlik yaptı. Tüm çılgınca tahminlerin ötesinde, lise ve üniversiteyi ilk beşin içinde bitirmemi sağladı. Jon kuşkusuz, sınıf birincisi olarak mezun oldu; üstelik hem lisede hem de üniversitede en iyi atlet seçilmişti.
Orta saha oyuncusu olarak o kadar iyiydi ki sadece verdiği mükemmel pasları yakalamak, beni bana rağmen üniversitede bir futbol yıldızı yaptı. Jon Vietnam Savaşı'na katılmak zorunda kalmasaydı, profesyonel futbol oynayabilirdi.
Öyle anlaşılıyor ki, Jon'un babası askere alma işlemlerini düzenleyen yerel komitenin iki üyesinin öfkesine hedef olmuştu. Onlar da Jon'la beni üniversiteden mezun olduktan iki hafta sonra göreve çağırarak öçlerini aldılar.
Orduda kaldığımız süre boyunca, müfrezemizin paramparça olduğu son devriye gezisine kadar birlikteydik ve o gün kendimi millerce uzaniyormuş gibi görünen bir ormanda Jon'u taşırken buldum. Nasıl olduysa, doktorlar bizi buldular ve Jon' un sağ bacağından ayrıldığı, benim de sol gözümün görmesinden umudumu kestiğim bir üs hastanesine götürdüler.
Jon, Vietnam Savaşı denen o muazzam çılgınlıkta bacağını yitirdiği için asla kin beslemezken, ben öfke doluydum. Jon' a göre, o, kendi yaşamını kurtarmak için bile bir başkasını öldüremeyeceğini, hatta yaralayamayacağnı öğrendiği değerli bir ders almıştı. Oysa ben bunu ona Vietnam Savaşı olmadan da söyleyebilirdim

8
Önsöz
Belki de Jon'la ilgili anlamakta zorlandığım tek şey, benim yumuşak kalplilik dediğim niteliğiydi. Hiçbir şeyi İncitmezdi o. Bilerek bir böceğin bile üstüne basmaz veya bir bitkiyi sökmezdi, ama bununla birlikte kendi inançlarıni hiç kimseye va'zetmeye de kalkışmazdı. Her zaman biri ancak öğrenmeye hazırsa öğrenebilir" derdi. Ona göre, bir insan için doğru olan başka biri için yanlış olabilirdi.
Böylece Jon, savaşın kendisini üzmesine asla izin vermedi. Bu savaşın, katılan herkes için gerekli bir deneyim olduğunu söylerdi. Buna karma derdi. Ne kadar uğraştıysam da savaşı protesto gösterilerine benimle birlikte katılmasını, hattâ savaş hakkında benimle tartışmaya girmesini bile sağlayamadım. Jon zaten çok seyrek olarak tartışırdı. Neye inanıyorlarsa, onlar için onun doğru olduğunu söyleyerek genellikle uzlaşırdı herkesle.
Pek çok yönden Jon benim için anlaşılmazdı. 1.78 m. boyunda, 82 kilo ağırlığındaydı ve üniversitede herkesten daha hızlı koşardı. Yine de futbol sahasında birini incitirim endişesiyle engelleme yapmak veya top kesmekten hoşlanmazdı. Hiçbir varlığı öldüremezdi, ama başkasının Öldürdüğü hayvanın etini yerdi. Derin mavi gözleri, güçlü, güzel yüz hatlarıyla kızlar arasında pek popülerdi, bu da ara sıra sorun yaratırdı.
Lise yıllarında bir kızı hamile bıraktı. Dr.Lake'in Jon'a gerçekten öfkelendiğini sadece o zaman gördüm. Hiç kimsenin psikolojik ve maddi açıdan bir çocuğa bakabilecek duruma gelmeden, onu dünyaya getirmeye hakkı olmadığını bağırarak söylediğini hâlâ anımsıyorum.
Jon üniversitede ana dal olarak felsefe, yardımcı dal olarak psikoloji ve sosyoloji almıştı. Ordudan sağlık nedenleriyle terhis edildiğimizde, Jon ihtisas yapmak üzere üniversiteye dönmemiz konusunda beni İkna etti. ikimiz de ana dal olarak psikoloji, yardımcı dal olarak sosyoloji aldık. Bireysel davranış ve kişiliğin gelişmesindeki toplumsal etkenler Jon'u büyülemiş-

9


M.S. 2150
ti. Onun bu coşkusu bende, Vietnam gibi trajik bozgunların tekrar yaşanmaması için toplumsal değişimlere nasıl etki edilebileceğini öğrenmek konusunda gerçekçi bir ilgi uyandırdı.
Jon günlüğüne başladığı sıralarda, biz ihtisas için tüm derslerimizi tamamlamış, çocuklarda değer ölçülerinin ve kendine saygının gelişmesiyle ilgili sosyo-psikolojik bir tez üzerindi: ortaklaşa çalışma yapıyorduk.
Jon hakkında çok daha fazlasını yazabilirdim, ancak bu benim değil onun öyküsü. Buradaki amacım sadece, gerçekten olağandışı olan bu günlük için bir anlayış oluşturmak ve sizleri: arkadaşım Jon Lake'i -asla unutamayacağınız bir adamı-kısaca tanımlamak.
Jon bu günlüğü yayınlanması amacıyla değil, daha çok kendi incelemeleri için tuttuğundan, bazı bölümleri ortalama okuyucu için fazla teknik olacaktı. Bu yüzden en ezoterik, anlaşılması zor ve karmaşık paragrafları çıkardım. Bir kısmı ise kısaltılmış olarak bu kitabın arkasındaki "M.D.'den Seçilmiş Bilgiler" bölümünde bulunuyor. Benden başka üç kişi daha günlüğün tamamını okudu. O zaman Jon henüz hayatta ve günlükteki bazı kavramları açıklayabilir ve kanıtlayabilir durumdaydı. Hepimiz öylesine derinden etkilendik ki, yaşamımız o günden bu yana bir daha eskisi gibi olmadı. Bu nedenle, gerçekten ilgili okuyucuya Jon'un M.D. ile görüşmelerinden seçilmiş o bölümleri dikkate almasını ve günlüğü okurken bunlara sık sık başvurmasını öneririm.
Bu günlükte okuyacaklarınızdan pek çoğunu imkansız bulmasanız bile inanmakta güçlük çekeceksiniz.
Yine de Jon, burada ileri sürülen alışılmamış düşüncelerin zamanla herkes tarafından kabul göreceğine İnanıyordu.

10
BOLUM 1
Lea
Aylardır her sabah düşüncelerim, düşlerimde çok yakınımda hissettiğim, belli belirsiz algılayıp da bir türlü erişemediğim, tanımlayamadığım bir serüvene takılı, gönülsüzce uyanıyordum. Dün gece dileğim gerçekleşti. Bir başka zamanda -bir başka yerde- bir başka bedende uyandım.
Gözlerimi tatlı mavi bir gökyüzüne açtığımda, küçük çimenli bir alanin ortasında yatıyordum. Pek çok ağaç düzenli bir biçimde göz alabildiğine yükseliyordu.
Serin sabah esintisi yeni biçilmiş yoncaların mis kokusunu bana taşıyordu. Birbirlerini çağıran kuşların sesi içimi doğruluk ve huzur duygularıyla doldurdu. Çıplak bedenim, İncecik tüyleri hafif rüzgârla eğildiğinde, ürperdi. Ne hoş bir özgürlük!
Ayağa kalkarken tüm varlığımı yeni çevremin güzelliğiyle dolduran derin bir nefes aldım. Bu sevimli, bol ağaçlı parkta bîr serüvene atılma duygusuyla dolaştım, yürüdüm, sonra da koşmaya başladım. Koşmak bana her zaman fiziksel özgürlüğün üst sınırı gibi gelmiştir. Şimdi hiç yorgunluk duymadan, uçan çıplak ayaklarımın altındaki yumuşak toprağın keyfini çıkararak koşuyor, koşuyordum.
Ansızın doğal bir kaynağı çevreleyen küçük bir alana çıktım.
Sakınmak amacıyla yolumu değiştirmek isterken, öyle bir-

11



M. S. 2150
denbire durdum ki, neredeyse ayağım kayıyordu.
Şaşkınlıkla bacaklarıma -her ikisine de- bakakaldığımda, gözlerim sevinç yaşlarıyla buğulandı.
Dört yıl önce Vietnam'da sağ bacağımı yitirmiş, o zamandan beri, koşmanın keyfinden uzak, takma bir bacağın üzerinde topallayıp durmuştum.
Bacağım naşıl geri gelmişti?
Dikkatle bedenimi incelediğimde, üniversite günlerindeki futbol sahalarından beri onu böylesine mükemmel bir biçimde görmediğimi kavradım. Aşırı hareketli genç bir adam olarak, yara izlerinden yeteri kadar pay almıştım, ama hiçbir yerimde onlardan en ufak bir kalıntı yoktu.
Bu yeni, kusursuz görünen beden için şaşkınlıkla şükrettim.
Sabah güneşi ufka yükseldiğinde, havanın neredeyse billur duruluğunda olduğunu fark ettim. Böyle berrak bir gök görmeyeli, böyle güzel kokan temiz bir hava solumayalı ne kadar zaman geçti diye düşündüm.
Gerçekten nerede olabilirdim? Dün gece Yukarı Manhattan'da asansör süz bir binanın en iyi arkadaşım, üvey kardeşim Karl Johnson'la paylaştığım yatak odasında uyumuş, ama kesinlikle başka bir yerde uyanmıştım.
Düş mü görüyordum? Yakında tekrar tek bacaklı bedenimdemi uyanacaktım?
Bu harika yeni dünya uçup giden bir düşte erimeden önce iyice görebilmek için doymaz bir istekle çevreme baktım.
Bir kuş sürüsünün gürültülü bir biçimde havalanması beni ürküttü. Uçuş yönlerine bakarak mevsimi anlamak istedim. Soğuk bir ocak gecesinde uykuya dalmıştım, ama besbelli başka bir zaman veya yerde uyanmıştım ve burada kesinlikle kış yoktu.
Ötedeki koruya uzanan, çevresi çiçek tarlalarıyla sarılı bir patika boyunca ağır ağır ilerlemeye başladım.

12
Lea
Yalnız olmadığımı kavradığımda, içimde buz gibi bir korku dalgası patladı. Hemen önümde adeta ışık saçan gerçek bir kadın duruyordu!
Yanar döner mavimsi-yeşil renkte, biçimli kalçalarını örten bir tunik giymişti. Gök mavisi gözleri her şeyi bilen, benimseyen bakışlarla beni kucaklıyordu. Kısa altın sarısı saçlarından süzülen güneş ışığı başının çevresinde parıltılı bir hale oluşturuyordu.
Onu görünce öylesine şaşırmış, o güzel duruluğuyla öylesine büyülenmiştim ki, soluk almayı gerçekten unuttum.
"Merhaba, ben Lea'yim" dediğinde sanki o her şeyi bilen, her şeyi kabul eden gözleri dans eden ışıklarla doldu. "Seni uzun süredir bekliyordum Jon. Şu anda beni hatırlamıyorsun, ama hatırlayacaksın."
Bu gerçek olamaz diye düşündüm.
Lea, "Oh, evet olabilir" diye alçak, neredeyse müzikal bir aesle yanıtladı.
Dile getirmediğim düşüncelerime verdiği yanıt beni yatıştırdı. "Düş görmediğimi mi söylemek istiyorsun?"
Uzunca bir an düşünceli bir ifadeyle bana baktı. "Bir açıdan evet, bir açıdan hayır" diye yanıtladı. "Görüyorsun, iki Jon Lake var. Biri senin 1976 diye düşündüğün zamanda uyuyor, diğeri burada M.S. 2150 diye adlandıracağın bir zamanda, bu kadar hoşlandığın bir bedenle -astral veya ruhsal bedeninle- yanımda duruyor."
"Astral bedenim mi? Hangi yıl dedin?"
Şaşkınlığım onu eğlendirdi. "Evet, astral bedenin. Senin fizik bedeninin hemen hemen aynısı. Sadece elektriksel titreşimleri fiziksel bedenin gözleriyle algılanamayacak kadar hızlı. Astral bedenin zaman içerisinde 174 yıllık bir yol alarak 2150 yılma geldi."
"Yüz yetmiş dört yıl..." diye haykırdım. "Voov... Ne düş! Ve sen iki bedenim olduğunu mu söylüyorsun?"

13

M.S. 2150
''Gerçekte, şimdi üç bedenin var" dedi Lea. "1976'daki tek bacaklı bedenin senin şu anda yaşadıklarını düşünde görüyor. 2150'deki bedenin seni bekliyor. Ve bu beden -senin astral bedenini şimdi Jon Lake denen eşsiz elektronik özü barındırıyor. Ve o kesinlikle düş görmüyor.
Deltamız'a döndüğümüzde, 1976'ya geri gitmeden önce daha fazlasını öğreneceksin."
fiziksel bedenime döneceğim konusunda gelişigüzel söylediği söz beklenmedik biçimde sarsılmama neden oldu.
"Sakat bedenime dönmek zorunda olduğumu mu söylemek istiyorsun?''
"Oh evet," diye yanıtladı. "Üst düzey Makro farkındalığa erişerek kendini özgürleştirinceye kadar hep 1976'da uyanmak zorundasın."
"Makro farkındalık mı?" Şaşırmıştım.
"Makro farkındalık," diye açıkladı, "kısaca şu anda var olan, geçmişte var olmuş ve bundan böyle var olacak her şeyin makrokozmik birliğinin farkına varılması ve bu farkındalığın yasamda kullanılmasıdır.
Biz burada, 2150 yılında tam bir Makro farkındalığa erişmiş olmaktan uzağız, ancak makrokozmik başlangıcımızı hatırlayacak ve sizin duyu dışı idrak ya da altıncı his dîye nitelendirdiğiniz bazı Makro güçleri kullanacak noktaya kadar geliştik."
Nasıl olduğunu anlayamadığım bir biçimde kafamdaki sorulari algılayarak, "Sonra bu konuda daha fazla bilgi edineceksin," diye ekledi ve elimi tutmak üzere uzandı.
O an şimdiye kadar olanların en şaşırtıcı ve ürkütücü olanı gerçekleşti -eli tam elimin içinden geçti!
Elini umutsuzca tutmaya çalışıp, ona dokunmayı bir türlü beceremezken, "Bana ne oldu?" diye bağırdım.
"Tamam Jon" diyerek beni aceleyle yatıştırmaya çalıştı. "Fiziksel bedenimde olduğumu unuttum. Bu bedenimle doğal

14

Lea olarak senin titreşimi yüksek astral bedenine dokunamam."
Ondan çok kendime, "Pekâlâ" dedim, "Ben bir hayaletim!"
"O da bu durumu anlatmanın bir yolu" diye güldü Lea.
"Ama ben bir hayaletsem, sen beni nasil görüyorsun?"
"Seni fiziksel gözlerimle görmüyorum Jon, durugörü Makro gücümle görüyorum ve telepatik olarak da duyuyorum."
"Beni görüyor ve duyuyorsun, ama dokunamıyorsun, öyle mi?"
"Şu anda hayır," diye yanıtladı Lea, "ama yaşamı sürdürme laboratuarına gider gitmez 2150'dekİ bedenine girmeni sağlayacağız. Sonra tekrar birbirimize dokunmamız mümkün olacak."
"Tekrar mı?" diye düşündüm ve o duydu,
"Henüz bunu anlamaya hazır değilsin Jon. Haydi gel acele edelim de bir an önce yeni bedenine girebil, böylece birbirimize takrar dokunabilelim."
"Tekrar" sözcüğü kocaman bir soru işareti gibi zihnime takılı, kendimi hiç koşmadığım kadar hızlı koşar buldum; yine de aklımın durmasına neden olan yeni arkadaşımın o güzel siluetine yeti şemiy ordum.
Birden ağaçlık bir tepeye vardık ve ortasında duru mavi bir gölün parîadığı, zümrüt yeşili bir vadiye doğru inmeye başladık. Görünüm öylesine büyüleyiciydi ki, gölü çevreleyen ağaçlar arasına sokulmuş on iki büyük yapı önce gözüme çarpmadı.
"İşte bizim Delta. Oniki yapıdan oluşuyor ve on bin kişi barındırıyor."
Yaklaştığımızda, gölün ilk düşündüğümden çok daha büyük olduğunu fark ettim, yapılar da öyleydi. Her biri enî-boyu yaklaşık yüz kırkar metrelik bir tabana oturmuştu ve on iki katlıydı. Parlak ama ışık geçirmeyen, yeşil cam benzeri bir maddeden yapılmışlardı.
Kadınların da erkeklerin de tıpkı Lea gibi kısa tunikler giydiklerine dikkat ettim. Sadece bu tuniklerdeki baskın renkler değişikti.

15


M.S. 2150
Büyük yapıdan içeri girerken bazı genç erkek ve kadınların yanlarından geçtik. Olağanüstü çekici ve enerjik görünüyorlardı.
Herkes Lea'ya gülümsediği halde bazıları beni hiç fark etmiyor gibiydiler. Hatta bazen onlarla çarpışmamak için büyük çaba gösteriyordum.
Neredeyse üstüme gelen bir adama kaşlarımı çatmak üzere döndüğümde, yaşamımın en büyük şokunu deneyimledim genç bir kadın dosdoğru içimden geçerek yürüdü!
Lea güldü; şaşkın yüzümü ona çevirdiğimde, "Kaygılanma Jon" dedi. "Bazıları seni astral bedeninle göremezler, ama içinden geçmeleri de sana zarar vermez."
Bu sırada duvarın bir bölümü açıldı ve Lea geçti. Sürme kapının bacağımın arasından geçip kapanmasını yadırgayarak onu izledim.
Oda, cama benzer bir maddeden eğri bir tepesi olan büyük bir silindirin çevresine yerleştirilmiş, garip biçimli iskemlelerle doluydu.
Silindirin içi yatağa benziyordu, orada uzanmış yatan -kendi!- çıplak bedenimi görmek beni korkuttu. Görünürde uyuyordu, göğsümün aldığı solukla kalkıp indiğini izleyebiliyordum.
Lea zafer kazanmışçasina gülümsedi ve "Bu senin yeni bedenin Jon" dedi. "Aşağı .yukarı 1976'daki bedeninin aynı, ancak fiziksel eksiklikleri yok."
"Aman Tanrım!" diye bağırdım, "O ben'im - ve - ve ben ben'im!"
"Doğru Jon. Sen sen'sin, o da sen ve ben de sen'im" diye açıkladı Lea.
Anlaşılır biçimde bir söz söyleyebilmek için dahi kafamdaki pek çok soruya yanıt bulmam gerekiyordu.
"Bu beden elektronik kalıbımıza ve senin gen kalıplarına göre biçimlendirildi. Canlı, ancak astral bedenin ona girene kadar beklemek zorunda."

16
Lea
Beynim dönüyordu.
"Zihninde ne varsa almanı, zihnini boşaltmanı istiyorum Jon. Astral bedeninle ilgili işlemi yapabilmem için bana bir iki dakika izin ver" diyordu Lea. "Bana güvenebilir misin Jon?"
Bu her şeyi bilen gözlere bakarken, zihinsel karmaşam yerini yavas yavaş, her hücremin bu Lea isimli kızın içinde erimesi arzusuna bıraktı. Başımla evetleyerek, "Sana güveniyorum Lea" dedim.
Birdenbire onun kadar duru -onun kadar dürüst, açık ve savunmasız- hale geldim. Aramızda hiç engel kalmamıştı. Birincimizin içinde eridik ve dudakları oynamadığı halde sesini duydum.
"Bir olduk Jon. Bırak, ilerleyelim ve büyüyelim!"
Sonra kendimi, üzerimdeki cama benzer kapağı açan Lea' nin yüzüne bakar buldum.
Ayaklarıma doğru süzülürken ilk hissettiğim, Lea'nin böğrümden aşağı belime kayan ellerinin o olağanüstü dokunuşuydu. Onu çabucak kollarımın arasına aldım ve adını sayıklarken dudaklarımız birleşti.
Kasıklarımı keyifli bir ağırlık sardı ve ben durumumu yeni kavrayarak kızardım. Çıplaktım!
Lea'nın eğlendiğini belli eden kahkahası bedenim ve zihnim arasında patlak veren çatışmanın arasında yankılandı. Gerekli yerlerimi çabucak nasıl örtebilirdim? Neden örtmek zorundaydım kî? Ve az önceye dek çıplaklığımla neden hiç İlgilenmemiştim?
"Yine fiziksel bir bedendesin Jon" diye Lea dile getirmediğim düşüncelerimi yanıtladı. "İnsan yalnızca fiziksel bedendeyken çıplaklıktan utanır." Bana herkesin üstündeki bir örnek tuniklerden birini ve bota benzer bir çift kısa çorap uzatırken, "Belki bunlar kendini daha iyi hissetmeni sağlar" dedi.
Aceleyle giyinirken, kolaylıkla okunabilen zihnimi kendi düsünmek istediklerinden uzaklaştırıp, daha tehlikesiz konu-

17


M.S. 2150
lara yöneltme çabasıyla odanın içindekilerden söz etmeye başladım.
Astral bedenimle deneyimlediğim o çabasız elde edilen özgürlük duygusu artık kaybolmuştu; astral bedenim bu fiziksel bedenin yoğunluğu ile kuşatılmıştı. Yine de sağlık ve enerji doluydu, mükemmel bir güce ve uyuma sahipti.
Tunik bana kusursuz bir biçimde uydu, sanki ikinci bir deri gibi bedenimle birlikle hareket ediyordu.
giymeden önce renksiz olmasına karşın, üstümde mavi-gri bir renge dönüştü, orasından burasından turuncu, pembe, biraz mavi, sarı ve yeşil yanar döner ışınlar saçıyordu.
Lea şaşkınlığımı, bu bir örnek giysinin gerçekte renksiz olduğunu, ancak birinin yaşam alani içine girdiğinde renklendiğini anlatarak gidermeye çalıştı. Yaşam alanının her bireyin kendine özgü elektriksel yapısı olduğunu, birey o anda hangi fiziksel bedende bulunuyorsa o bedenden yayıldığını söyledi ve ekledi: "Bu tunik o kişiliğin yaşam alanının veya aurasınm renklerini yansıtan ve büyüterek gösteren milyonlarca minik mercekten oluşmuş gihidir."
Tuniklerin yansıttığı baskın renklerin on tane olduğunu ve bu renklerin, kişilerin o anda bulundukları bilinç düzeyini (farkındalık düzeyini) belirttiklerini de anlattı.
Benim tuniğimden baskın olarak yansıyan grilik Makro bilincin (farkındalığın) başlangıç düzeyinde olduğumu gösteriyordu.
Beynimde dönüp duran yüzlerce sorudan birini bile soramadan, Lea, M.D.'nin tüm sorularımı yanıtlayacağını, zamanım sınırlı olduğu için bir an önce oraya gitmemizin iyi olacağını söyledi.
Bu kocaman binanın üstündeki son altı kat M.D.'ye ayrılmıştı. Aşağı yukarı 110 cm. çapında bir ışın demeti görünümünde, Lea'nin boşluk dediği bir yere girdik. Hafif bir sıçramayla neredeyse aynı anda birinci kattan on ikinci kata çıkı-

18
Lea
verdik. Bu alışılmamış taşıma aracına uyum sağlamam zaman alacaktı.
M.D.'nın üç metrekare büyüklüğünde bin tane ses geçirmez odası vardı; her biri duvar boyunca -hangi konuda olursa olsun hor soruyu yanıtlamak üzere- video teyp olması gereken bir düzenekle donatılmıştı.
Kendiliğinden bedenlerimize göre ayarlanan, büyük rahat Koltuklara oturduk.
Lea koltuğunun altında bulunan küçük beyaz halkaya dokundu ve tatlı bir kadın sesi "Merkez Danışma. Yardımcı olabilirmiyim?" dedi.
"Delta 927 Gölü'nün boyutları ne?" diye sordu Lea.
Duvarda golün büyük bir haritası belirdi ve bize Delta 927 gölünün yaklaşık sekiz kilometre uzunluğunda, beş kilometre genisliginde ve ortalama on metre derinliğinde olduğu anlatıldı.
Aklımdan hesap yaptığımı hisseden Lea bu boyutların mil ve yarda olarak eşdeğerlerini istedi. Yanıt geldikten sonra da, "Şimdi seni bırakmak zorundayım" dedi.
'"Bırakmak mı?" diye sorarken ayağa fırladım, duyduğuma inanamıyordum.
" Evet Jon. Şimdi gitmem gerek," dedi sakin bir biçimde.
Bir anda kendimi onun yanında buldum.
"Seninle geliyorum."
"Hayır, bu mümkün değil Jon. Senin burada M.D. ile kalman ve Öğrenebildiğin kadarını mümkün olduğunca çabuk ögrenmen son derece önemli. M.D. sana benden çok daha fazla yardımcı olabilir."
"peki, ne zaman geri dönersin?" diye sordum.
"'geri dönmeyeceğim Jon."
"Ne demek istiyorsun? Daha yeni bir araya geldik, hemen böyle kalkıp gidemezsin. Seninle geliyorum," diye direndim.
Lea, "Bunu ben de senin kadar isterdim, ama hem uygun olmaz, hem de mümkün değil," dedi.

19


M.S.2150
"Anlamıyorum Lea, neden seninle gelemiyorum?"
"Senin burada kalman ve becerebildiğin kadar hızlı gelismen son derece önemli. Benim varlığım dikkatini dağıtabilir ve biz bu tehlikeyi göze alamayız.
Bırak, acıklamaya çalışayım Jon, ama çok kısa konuşmalıyım; diğer ayrintılar için -gerçekleşirse- gelecek buluşmamı?.! beklemek zorundasın."
" Gerçekleşirse diye ne demek istedin?" diye sözünü kestim.
"Lütfen Jon, bana güven. Zamanımızi elimizden geldiğince en iyi biçimde kullanmak zorundayız dediğimde bana inan. Ben de seninle, senin benimle kalmak islediğin kadar çok kalmak istiyorum, ama bu hiç uygun değil.
.Seni yine görüp göremeyeceğimi, görebileceksem zamanını bilmiyorum. Zaman nakli işlemini ileride yine tekrarlayacağız, ancak başarılı olup olmayacağını bilmiyoruz. Bu yüzden yine burada buluşup buluşmayacağımızı sana söyleyebilmem mümkün değil."
Acele ile ekledi: "Ancak benimle konuşarak geçirdiğin süre uzadıkça, M.D. ile olan vaktinin kısaldığını çok iyi biliyorum; bu da bundan sonraki nakil işleminin basari ile tamamlanma olasılığını azaltıyor."
"Bu konuda nasıl hu kadar soğukkanlı olabilirsin?" dedim. "Ola ki, tekrar bir araya gelemeyebiliriz, bunu bile bile nasıl sadece hoşça kal der ve yürüyüp gidersin?"
"Biz her zaman birlikteyiz Jon. Ben senden hiç uzak kalmadım. Benimle ilgili düşlerin gerçek, -sağlam bir gerçek- hayal ürünü veya bir dileğin düşte yaşanması değil. İnan bana Jon, ben her zaman seninle birlikteyim. Doğru, senin dokunuşunu, sesini, fiziksel düzeyde paylaşılan zevkleri özlüyorum ama bunları yaşayacağız; bu yaşam süresinde olmazsa başka bir yaşam süresinde, herşey kendi zamanında ve yerinde mükemmeldir. Bunu sevinçle kabul et Jon ve dileğine doğru ilerlemenin keyfini çıkar."

20
Lea
"Ama hayır..." diye başladım.
Beni susturmak için parmağını dudağına götürdü.
''Sen burada uykuya dalınca, 1976'dakî bedenin uyanacak; umarım 2150'de yaşadığın her şeyi hatırlar ve gerçekliğine, güvenilirliğine inanırsın."
"Ama Lea..."
"Lütfen Jon! Sadece M.D.'ye sor" dedi aceleyle. ''Birbirimizi tekrar bu zamanda görme şansımız olsun istiyorsak, her dakikayı hesaplamalıyız."
Sonra yü/üme hafifçe dokunurken o akıl almaz gözleri benim gözlerimdeki sevgi, acı, haz, trajedi, kabulleniş ve huzurla birleşirken bir an duraksadı.
Sıcak bir tonla, daha çok kendine söyler gibi, "Şimdilik hoşca kal" dedi ve beni M.D. ile yalnız bıraktı.
Kendimi ona güvenmeye, inanmaya, söylediği gibi davranmaya zorlayarak sorular sormaya başladım. Ama her sorunun yaniti beni başka bir soru sormaya yöneltiyordu. Giderek bu görkemli öğrenme tekniği ile büyülenmeye başlamıştım.
Yanıtları aynı anda görerek ve duyarak alabilmek çok büyük yarar sağlıyordu; bu sistemi 1976'nın olağan araştırma işlemleri ile kıyasladım. İstenen kaynaklar kitap raflarından getirilsin diye beklemeyle geçen uzun süreleri, ilgili kitapların o anda başkaları tarafından incelendiği veya olmaları gereken yerde bulunmadıkları söylendiğinde duyulan düş kırıklıklarını hatırladım. Ciltlerce akademik saman yığınını karıştırmak, bilgicce laf kalabalığında yüzen işe yarar taneciği bulup çıkarmak sonu gelmez saatler alırdı.
Üç saat boyunca büyülenmiş gibi oturup, 2150 yılı hakkındaki bilgileri neredeyse içtim. Tüm yaşamımda olmadığı kadar çok ve hızlı öğreniyordum.
M.D. bana, insanın deneyimlediği tüm konuları içeren, sinirsız denebilecek bir bilgi bankasına sahip olduklarını anlattı bunun nasıl mümkün olduğunu sorduğumda, M.D. tek-

21

M.S.2150
nolojik süreci tanımlamaya başladı; bunlar benim için öylesine ileri ve karmaşıktı ki kısıtlı zamanımı harcamamak için yarıda kestim.
M.D. anlamamı kolaylaştırmak İçin kendi başlangıcının 1970'lerde kullanılmak üzere yapılmış Bilgisayarla Eğitim (B.E.) denen bir öğrenme aygıtına kadar dayandığını anlattı.
İlgim arttı. B.E.'yi duymuş ama hiç görmemiştim. Böylece M.D.'nin yeterliliğini, çok iyi bildiğim bir konuda -kendim hakkında- sorular sorarak sınamaya karar verdim.
M.D. anlatmaya başladı; "Sen 12 Eylül 1948'de Ben ve Jessica Lake'in tek çocuğu olarak bu yaşamına başladın. Baban kasaba doktoru, annen ise Dr.Lake ile evlenmeden önce kütüphane memuruydu. Okuldaki ilk gününde, sonradan en iyi arkadaşın olan Karl Johnson ile tanıştın. Sen ikinci sınıftayken annen öldü, iki yıl sonra da Karl'ın babası ölünce, orta okula başlamadan önceki yaz Karl senin üvey kardeşin oldu.
Okul yıllarında Karl'ın derslerine yardımcı oluyordun, o da sen başını derde soktukça -ki buna eğilimli görünüyordun-seni sıkıntıdan kurtararak karşılık veriyordu. Örneğin son sınıf mezuniyet balosunu hatırla. Futbol takımının en değerli oyuncusu sıfatıyla bile -ki o yıl sen seçilmiştin- hem Jan'ı hem de Valerie'yi kendi damın olarak aynı baloya götüremezdin ve sen her ikisine de söz vermiştin. Yine Karl'ın yardımıyla kurtuldun."
M.D. devam etti: "Bazı şeyler vardı ki, Karl bile çözüm getiremezdi; örneğin Valerie'nin hamileliği gibi. Babanın sana sövüp saydığı tek olaydı o. Hamileliğe son verme düşüncesinden hoşlanmıyordu ama hiç kimsenin psikolojik ve parasal açıdan bir çocuğa bakacak duruma gelmeden onu dünyaya getirmeye hakkı olmadığına kuvvetle inanıyordu. Cinsel konulardaki bu sorumluluk dersi, hem sana hem Valerie'ye hem de babana oldukça pahalıya mal oldu. Allahtan sen bu dersi iyi öğrendin.
Bu ve aldığın diğer ağır dersler, hem sana hem Karl'a üniversite yılları boyunca yardım eden, oldukça etkili bir yaşam

22
Lea
felsefesi edinmene neden oldu. Hatırlarsan, Kari çok dik başlıydı, her şeye karşı koyardı, 'pek çok anlamsız derse' veya 'Vietnam Savaşı denen muazzam çılgınlığa' isyan edişi gibi. Sen ona sakinleştirici bir etkiyle, biri için yanlış olanın, bir başkası için tamamen doğru olabileceğini hatırlatırdın. Ve ancak öğrenmeye hazır olanın öğrenebileceğini söylerdin. Profesörlerin kendi psikolojik gereksinmelerinin ve sınırlı inançlarının kurbanları oldukları yolundaki görüşün Karl'a hiç uymazdı. Ona göre kurban olanlar öğrencilerdi.
Biriniz felsefe, diğeriniz psikoloji eğitimini tamamladıktan sonra askere alındınız ve birkaç ay içinde Vietnam'a gittiniz. Orduda kaldığınız süre boyunca, müfrezenizin paramparça olduğu son devriye gezisine kadar birlikte hizmet verdiniz. Karl senin sağ bacağını yitirmiş baygın bedenini sırtında taşıyarak, millerce uzanan bir ormanda ona kalan tek gözüyle dönüş yolunu aradı.
Karl senin kaybın için kendi kaybı için duyduğu kadar, belki de daha fazla acı duyuyordu. Oysa sen bunun karma'n olduğunu, üzücü de olsa o hayattaki gelişmen için gerekli olduğunu sezdin.
Vietnam Savaşı'nın baştan beri bir hata olduğunu sen de hissettiğin halde, o zaman, 'doğru'nun Öznel olduğu, insan neye inanıyorsa kendisi için onun doğru olduğu düşüncesini tasiyan bir felsefe benimsemiştin. Bu felsefe sana, neye inanırlarsa inansınlar, herkesin doğrusuna saygı duymayı öğretti. Kimseyi, sana uymayan inançlarına göre davrandığı için kınayamıyordun.
Seni, başkasına zarar vermektense kendi bacağını feda etmeye yönelten de işte bu felsefeydi.
Karl ile birlikte ihtisas tezi için sürdürdüğünüz, çocuklarda değer ölçülerinin ve kendine saygının gelişmesiyle ilgili yılışmanın nedeni de yine bu felsefe oldu. Yine bu felsefe seni buraya, 2150 yılına getirmek için zaman içinde yolculuğu müm-


23
M.S.2150
kün kılan ilk bağlantının kurulmasını sağladı. Bu yöntemle başka zamanlara da gidilebilir. Ama bundan söz etmek, uygulamaktan daha kolaydır Jon.
Bilgi bankamızın doğruluğuna inandıysan, önem taşıyan diğer yaşamlarım incelemeye geçebiliriz; inanmadıysan bu yaşamının özelliklerine daha ayrıntılı biçimde girebiliriz -örneğin-"
"Bekle bir dakika!" diye kestim. "Tekrardoğuş hakkında bir şeyler okumuştum ama 'Önem taşıyan diğer yaşamlar' sözüyle ne demek istiyorsun?"
"Evet, senin çağının tekrardoğuş kuramı dîye adlandırdığı ve zaman anlayışınıza göre 'geçmiş yaşamlar' olarak nitelendirdiğiniz kavrama yabancı olmadığını biliyoruz. Ama artık 2150 yılında bu bir kuram değil, gerçeğin ta kendisi. Ancak sizin kuramınız zamanla ilgili çok sınırlı bir temel varsayıma
dayalı.
Dilersen, hatırlamak isteyeceğin 'geçmiş' yaşamlarının çoğu hakkında sana bilgi verebiliriz, yine de bu araştırmayı önem taşıyan yaşamlarınla sınırlı tutmanı Öneririz; yani şimdiki yaşamında gösterdiğin tepkilerle ilgili dersler aldığın yaşamlarınla. Aklını karıştırmak istemeyiz ama, bütün bu yaşamlar, geniş bir açıdan bakıldığında aynı anda yaşanır."
Öncelikle öğrenmek istediklerimi daha sonraya bırakarak, 2150'deki zaman kavramını sordum. Ne var ki M.D.'nin metrik zaman sistemleri hakkında kuşkusuz mükemmel, ama bana çok karmaşık gelen ayrıntılı anlatımı iyice aklımı karıştırdı. Böyle olunca, anlayabileceğimi umduğum yanıtları alabilmek için konuyu değiştirdim.
"Şu andaki yaşamım, bu yetmiyormuş gibi geçmiş yaşamlarım, üstelik seni doğru anladıysam gelecek yaşamlarımdan bazıları hakkında bana nasıl bilgi verebiliyorsun, anlayamıyorum" diye şaşkınlığımı dile getirdim.
"Senin hakkında iki kaynaktan bilgi edindik" diye açıkladı M.D. "Birincisi senin kendi bilinçaltın, ikincisi senin ölüm-
24
Lea
süz zihninin deneyimlemekte olduğu, geçmişte deneyimlediği ve ileride deneyimleyeceği her şeyin kayıtlı olduğu evrensel zihin. Bu sistem bizim M.D. bilgi bankasında kullanılan sistemin çok benzeri. Bilgilerin çoğu elimizde, ama hâlâ bazı bilgileri edinmek için elektromoleküler -senin telepatik diye düşünebileceğin- bağlantılar kurmaktayız."
"İyi de, benim ölümsüz zihnime nasıl ulaşabiliyorsunuz?" diye sordum
"Oturduğun iskemle, tüm anılarınla olduğu kadar, bedeninde atomaltı parçacıklar düzeyinde bile var olan tüm duygusal, zihinsel ve fiziksel bilgilerle elektromoleküler bir bağlantı kurmamızı sağlıyor. Yine de, ikiz ruhlarından biri olan Lea' nın zihin yapısı seninkiyle aynıdır; ikinizle ilgili her şey hem senin hem onun zihnine kaydoluyor. Makro toplumda her üyenin zihniyle böyle telepatik bağlantımız var. Bu da o ölçüde makrokozmosla bağlantı kurmamızı sağlıyor."
"Yeter" dedim, "yine aklımı karıştırdın. Ben her zaman herkesin sadece bir tek İkiz ruhu olduğunu düşünürdüm. Bu sözünü ettiğin Makro toplum da ne? Ayrıca bana makrokozmos hakkında daha fazla bilgi verebilir misin?"
Ağzımdan dökülenler sormak istediğim yüzlerce sorudan sadece birkaçıydı. Öğrenmeye öyle can atıyordum ki, önce hangi soruyu soracağımı bilemiyordum.
M.D. "Makrokozmosun temel kavramlarını anlatmakla başlayalım" dedi.
M.D.'nin daha sonraki saatlerde anlattığı her şeyi yazmaya kalkışmayacağım, ama bir iki nokta çok önemli ve bunlardan mutlaka söz etmek gerek.
M.D. konuya şöyle girdi: "İnsanın ruhu, kusursuz biçimde dengeli makrokozmosun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle başlangıçta, her insanın ruhu kendi içinde kusursuz bir dengeyle erkek ve dişi özelliklerini taşıyan pozitif ve negatif kutuplardan oluşmuş bir ana ruhun parçasıydı. Söz konusu dengeye
25

M.S.2150
karşın, her ana ruh, düşük farkındalık düzeyine geçişi ve mikrokozmik anlayışi deneyimlemek amacıyla kendini, zihinsel olarak bu dünya gezegeninde belirli aralıklarla insan biçiminde cisimlenen ve erkek veya dişi olarak işlev yapan. güya bireysel varlıklara böldü. Jon lake diye düşündüğün varlık, ana ruhtan kaynaklanan diğerleri gibi. hem bütün bu varlıklarla şu anda, geçmişte ve gelecekte bir olduğunu, hem de makrokozmik kökenini geçici olarak unuttu. Ama sen mikro-kozmik devrini tamamladığından ve tekrar makrokozmik farkındaligı kazanmaya basladığından beri. senin ana ruhundan kaynaklanan varlıklar -senin ikiz ruhların- birbirlerini bulmaya çalışıyorlar."
M.D.'nin verdiği büyüleyici bilgileri kavramaya uğraşırken, bütün bunların gerçek olduğunu hissetmeye başladım, hu iç açıcı bir duyguydu. Sanki söylenen sözler içimde derinlerde bir yerde gizli bazı anılara dokunuyorlar, onların yavaş yavaş bilince yükselmesine neden oluyorlardı.
"Lütfen devam et" dedim. "Nasıl olduğunu bilmiyorum ama, anlattıkların bana çok doğru geliyor, oysa bütün bunları gerçeklen anladığımdan bile {'inin değilim."
"Hatırlıyorsun" diye yanıtladı M.D. "Zamanla diğer yaşamlarından bölümler de hatırlamaya haşlayacaksın. Bunları sık sık düşlerinde görüyorsun. Doğduğumdan beri, Lea seni ast rai alemde; (düzeyde) ziyaret ediyor; ama sen o zaman düşlerinin önemini öğrenmemiş olduğun için bunları hatırlamıyorsun."
"Yani"' diye kekeledim, "yani çoğu kere coşku dolu uyanıp da, hemen parmaklarımın ucunda görünen, ama bir türlü erişemediğim bir şeyi umut etmemin nedeni bu mu?"
"Evet'" diye yanıtladı M.D. "Bunlar Lea ile astral düzeyde kurduğun bağlantılardan aklında kalanlardı. Lea sana gerçekte bir okluğunuzu anımsatmaya ve semi 2150 yılına getirmeye, çalışıyordu."
Dikkatle dinlediğim haldi?, M.D.'nin .sesi giderek zayıflamaya başladı.

26
Lea
"Senin zaman yolculuğun, yaşamın sürekliliği ile ilgili calismamızın en ileri projesi. Galaksimizdeki en gelişmiş zihinlerin ortaklaşa çabası ve senin içinde tomurcuklanmaya başlayan makrokozmik birlik inancının katkısıyla başarıldı; bu inancın oynadığı rol..."
27
BOLUM 2
Bu Bir Düş müydü?
Canlandırıcı bir yürüyüşten henüz dönmüşcesine enerji dolu, dipdiri uyandım.
Büyük yuvarlak çalar saatim 7.41'i gösteriyordu.
Nerelerdeydim? Neler dinlemiştim?
Bir kadın sesi »eni düşlerime geri götürüyor gibiydi. Bir t,ür yöntem... veya bir işlem... Yarım kalmış bir cümle..
Yastığı başıma çekip gördüğüm düşü sürdürme isteğiyle yine uyumayı denedim.
Sonra hâlâ düş görüyormuşum gibi bir duyguya kapıldım
Ama görmüyordum!
M.D."nin başımı döndürecek ölçüde çarpıcı, yepyeni düşünceleri açıklayan yumuşak sesini duyabiliyordum.
Sonra şu kız, Lea... Nasıl da aydınlıktı!
"Aydınlık?" Bu söz de nereden çıkmıştı?" "Aydınlık." Hoş bir duygu uyandıran bu sözcük şimdi yepyeni bir anlam kazanmıştı, dün akşamki düşe kadar taşımadığı bir anlam..
Lea aydınlıktı. Oyun oynamıyor, olmasını istediğimi sandığı biçimde davranmıyordu; yapmacığı, beklentileri yoktu, kendini savunmaya gerek duymuyordu; sadece çok zeki, yetenekli, dürüst, açık sözlü, sevinçle yaşam deneyimini kazanan, kendine, başkalarına ve yaşamın kendisine saygı duyan bir kadındı.
Lea'nin güzelliği Hollywood yıldızlarının yüzeysel, kolayca silinip giden güzelliği gibi değildi; sanki ondan derin, nere-

28
Bu Bir Düş müydü?
deyse ruhsal bir öz işiyordu. Apaçık fiziksel güzelliğinin yanısıra. beni şimdiye kadar hiç hissetmediğim ölçüde bir bûtünlük duygusuna iten, çok yönlü, pırıl pırıl, engin bir zihni vardı. Yastığıma sarıldım ve üzerimde Lea'yı sıcacık duyumsadım ve bir kez daha kendi kendimle tartışmaya giriştim. Çıplak bedenimi neden örtmeli? O durumda utanmamak için. Niye utanır insan? Eğer beden öz benliğimiz için sadece bir giysiyse...
İste yeni bir sözcük daha: "Öz Benlik." Bu sözcük de şimdi yepyeni, daha karmaşık bir anlam kazanmıştı. Gördüğüm
düsten, şimdiye kadar devam ettiğim tüm derslerde öğrendik-
lerimden çok daha ilgi çekici bilgiler edinmiştim.
Neden?
Bu soru zihnimi geleceğin fantezi dünyasından alıp, yavan bulduğum şimdiki zamana getirdi. Aklını yeni güne başladı Fiziksel olarak -yoksa ruhsal olarak mı?- varlığımın derinliklerindeki öz 2150'ye uzandı ve orada kaldı.
Yatakta oturup takma bacağımın kayışlarını bağlarken, eksikliğimi kuvvetle hissettim. Karl sabah saat sekizde hazırlık siniflarına psikoloji dersi verdiği için evde değildi. Hazırladığımız tez üzerinde bütün gün çalışabilmek amacıyla hu dönem yardimci öğretmenlik yapmıyordum ve bu yüzden memnundum İsteğim doğrultusunda kullanabileceğim zamanım vardı, ben de günlük işlerle uğraşırken bu inanılmaz düşü uzun uza-
diya gözden geçirme fırsatı bulabildim.
Sadece bir düş müydü? Belki 'sadece' yanlış bir sözcüktü. Bir ara gördüğüm bir kitaplıkta -açık kahverengi bir kitapçık-iri- kendi gerçeklerini ifade eden çok önemli düşlerin olabileceği hakkında bazı şeyler yazılıydı. Adı neydi? Belki tekrar bulabilirdim. Küçücük bir kitapçıktı hu. "Düşlerinizin Bir Şey... Yardımıyla Yorumu" gibi veya benzer bir isim hatırlıyordum.
Kahvaltımı bitirip, küçük mutfağı temizledim. Kafam karmakarışıktı. Böylesine akıl almaz olayların bu kadar açık, can-

29

M.S.2150
lı ve ayrıntılı bir biçimde yaşandığı bir düş hiç görmemiştim.
Ancak bu öyküyü ciddiye almak saygın bir psikolog olmayı unutmak demekti. Benim alanımda, zamanda yolculuk, astral bedenler, parapsikoloji veya dünya dışı varlıklarla ilişki kurmaktan söz eden biri, meslektaşları tarafından dışlanırdı.
Yine de anımsayabildiklerimi yazmaya karar verdim ve bu garip deneyimi kaydederken sanki yeniden yaşamaya başladım.
M.D.'nin son anlattıklarımı -benîm inançlarımla ilgili sözlerini- çözmeye çalışırken, kapı açıldı.
Karl, "Hey, benim karnım aç!" diye bağırarak girdi içeri. Bîr yandan kabarık siyah saclarındaki karı silkeliyor, bir yandan da kürk taklidi paltosunu ve botlarını çıkarıyordu.
Yazmaya yeni başladım sanıyordum, oysa saat 13.30 olmuştu bile.
"Bu üstündeki paltoyla Koca Ayağa benziyorsun" dedim. Karl küçük bir adam değildi. Ben takımda yarışırken Karl yolu açardı, ben de rahatça boşluk bulur, koşardım. Sanki bu iş için yaratılmıştı.
"Koca Ayak gibi de yiyebilirim!" diye yanıtladı. "Haydi yemek yiyelim!" Sonra, "Ne yapıyorsun?" diye ekledi.
"Dün gece gördüğüm düşten kaynaklanan bazı düşünceleri not ediyorum."
"Ne?"
"Dün gece gördüğüm düşten kaynaklanan bazı düşünceleri not ettiğimi söyledim."
"Ben de bunu söylediğini düşünmüştüm. Neden söz ediyorsun Allah aşkına?" Karl keskin, yeşil gözünü bana dikmiş bakıyordu.
Bazen Karl'ın gözünün, ara sıra öne sürdüğü gibi onu pro-

Koca Ayak: (Bigfoot! Amerika ue Kanada'nın balta girmemiş ormanlarında yaşadığı varsayılan Kar Adam.


30
Bu Bir Düş müydü?
fesyonel futboldan uzak tutmak için değil, ama gözünü dikip baktıgı insanları korumak için kazaya uğratıldığıni düşünürüm. Yine de sağlam tek gözü, hem yitirdiğinin hem de daha birkaç gözün yerini tutacak kadar güçlüydü!
Bakışlarında yıldırıcı bir anlam ve sorusunda ince bir alayy sezdiğim için anlatmaya başladım; "Dün gece yaşamımım ilk gerçek düşünü gördüm."
"Eminim ıslak bir düştü."
"Allah kahretsin, Karl! Ben ciddiyim!"
"Ve ben açlıktan ölmek üzereyim. Ya beni bir dakika beklersin, ya da söylevini ölü bir dinleyiciye verirsin'
Mutfakta kayboldu, kısa süre sonra sol elinde yarım litrelik bir şişe havuç suyu; sağ elinde gereğinden büyük iki dilim ekmek arasina eğreti yerleştirilmiş fındık ezmesi, reçel, salam, peynir ve kıvırcık salatadan oluşmuş sandviçi ve göğsüyle kolu arasına bir kağıt peçetenin içine sıkıştırdığı yeni yıkanmış bir havuçla ortaya çıktı. Havuca bayılıyordu.
"Tamam" dedi, "haydi anlat bakalım." İçi kauçuk köpügü dolu koltuğu Karl'ın 109 kiloluk ağırlığına boyun eğmeden önce bir an korkuyla büzüldü.
Odada bir aşağı bir yukarı dolaşarak, topu topu yedi saat evvel yaşadığım o inanılmaz özgürlük duygusunu anlattım. Karl'ın köşeli yüzü konuştuğum sürece kayıtsız kaldı, ama sözlerimi bitirir bitirmez büyük bir sırıtmayla genişledi.
"Eh" diye kıkırdadı. "Uyanmanın seni niye bu kadar üzdügünü şimdi anlayabiliyorum; sana şimdiye kadar görülen en mükemmel düşü gördüğün için başarı belgesi vermem gerek!"
Yavaşça başımı sallayarak, "Ama ben, Jon Lake olarak böyle bir düş üretebileceğimi sanmıyorum" dedim. "Gerçekten Karl... yani yeni sözcükler... bu ayrıntılar... Değil düşte görmek, ben bunları hayal bile edemem."
'Tamam Jon. Belki 1976'daki sakat bir Jon Lake'in istekleri doğrultusunda mükemmel düşler üreten 2150'deki Jon

31

M.S.2150
Lake'di. Sonuçta düşündeki kiz, Lea da bunu söylemiyor mu?"
Hazır aklıma gelmişken, düş bilgisayarına sadece yüz yetmiş bilmem kaç yılda 2150 gibi bir ütopya yaratmayı nasıl başarabildiklerini sormayı düşündün mü? Örneğin rekabetin, uyuşmazlıkların, güvensizligin, düşmanlıkların, nüfus patlamasinin, çevre kirliliğinin, cehaletin ve olağanüstü bencilliğin egemen olduğu bir dünyadan işbirliği bilincinin, sevginin ve bilgeliğin yaşandığı bir dünyaya nasıl gecilebildi? Bu soruyu sormayı düşündün mü Jon? Bunun sırrını öğrenmek hoş olurdu." Sonra, "Belki tezimizin konusunu değiştirebiliriz; bir veya iki haftalık bir uykuya dal ve şu senin M.D.'den tezi bizim için yazmasını iste." diye; güldü.
"Ciddi ol Karl, ben bunlardan bazılarını sordum. M.D. mikro toplum diye adlandırdığı bizim toplumumuzun birbirleriyle işbirliği yapmayı beceremeyen dünyadaki pek çok mikro toplumla birlikte yaklaşık 2000 yılında yok olacağını söyledi:"
"Böylece sorun çözümlenmiş oluyor" diye yorum getirdi Karl. "Ağlama, sızlama yok, sadece bir patlama..."
"Hayır, M.D. mikro toplumun yok oluşunu hazırlayan etkenlerin uzun bir süreçte yavaş yavaş oluştuğunu söyledi. Birden olmamış."
Aklıma gelen bir düşünceyle irkildim. "Kahretsin! Olayın tam ortasındayız! M.D. Makro toplumun başlangıcının 1970' tere dayandığmı söyledi. Şimdi tam zamanı Karl!"
"Aman, ne kadar iyi." diye alay etti Karl. "Artık her an bekleyebiliriz. Peki, bütün bunlar nasıl olacakmış?"
"Bilmiyorum Karl. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar bilmiyorum. Ama hangisi önce olursa olsun 2150'deki insan davranışları ile ilgili kuramlarla bizim 1976' daki kuramları bağlayan zincirin bir halkası hat. boyunca bir yerlerde kopmuş olmalı ki, aramızda böylesine fark oluşmuş.
M.D. bizim, insanın pek çok davranış biçiminin çocukluğunun ilk birkaç yılından kaynaklandığı yolundaki kuramımı

32
Bu Bir Düş müydü?
za karşı çıktı. Erken yaşlardaki beslenme yetersizliğinin ya da saglıksız zihinsel, duygusal veya bedensel etkenlerin büyük zararlara neden olabileceği ve bunların, sınırlayıcı inanç sistemlerimizle de desteklenerek daha sonraki önemli gelişmeleri etkileyebileceği görüşüne katıldı. Ancak M.D.'ye göre, çocukluğumuzda aldığımız eğitimin yanlışlığına bağladığımız tüm korku ve saplantılarımız değişmez değil; kendilerini başka türlü ifade edebilir, niteliklerini değiştirebilir ve yeniden biçimlenebilirler; gerekli olan sadece bu değişimi isteyen bir düşünce sistemi kurmak ve bunu uygulamakta kararlı olmak. Aldığımız eğitimin piyonları olmaktan kurtulmak bizim elimizde. Bunun mümkün olduğuna inandığımız ve gerekli çaba ve disiplini göstermeye istekli olduğumuz sürece, nasıl karar verirsek, nasıl olmayı dilersek öyle olmakta özgürüz."
Karl bir ıslık koyuverdi. " Bu oldukça ağır bir anlatım Jon, gördüğün düş de öyle ya..."
Öğrendiğim tüın yeni bilgileri bir kez daha gözden geçirmenin verdiği coşkuyla, "Hepsi bu kadar değil. Karl" diye sürdürdüm konuşmamı. "M.D. bize, 1970'lerin insanlarına 'mik-ııı adam' dedi. Yaşamı ve gerçeği bir mikroskobun sınırlı gö-rıış alanıyla gördüğümüzü, oysa bizim sınırlı görüş alanımızın hemen ötesinde bulunan birleştirici, uyum sağlayıcı makrokoz-ınik gerçekleri neredeyse tamamen göz ardı ettiğimizi söyledi."
"'Mİkro adam, hiiim!" diye Karl yüksek sesle düşündü. "Ve bunlar... 'barışı getiren gerçekler' denebilecek bu gerçekler hemen oracıkta, ama yine de erişilemeyecek kadar uzakta, öyle mi?"
Karl'ı "geleceğin" felsefesi ile bu kadar ilgili görmekten pek hoşnuttum. "Ben erişilemeyecek kadar uzakta olduğu kanısında değilim, Karl" dedim. "Bu daha çok at gözlüğü takmaya benziyor. Nasıl atlara, gördüklerinden ürkmemeleri için meşin gözlük takıp onların görüş alanlarını daraltıyorsak, kendimize de aynı şeyi yapıyoruz. At gözlüklerimizi, alışık olduklarımızın di-

33
M.S.2150
şindaki her şeye karşı kendimizi kapayacak veya bunlari dışlayacak bicimde dar tutuyoruz. Sonuçta kendimizin, başkalarının ve evrenle olan ilişkimizin sınırsız, ama çaba gerektiren makrokozmik gerçeğini görmek yerine, bu gerçeğin son derece kısıtlı, ama bize pek rahat gelen mikroskobik bir parçasıyla yetiniyoruz."
"Senin bu tanımına göre Jon, mikro adam 1970'lerin ortalama idrakini ifade ediyor, senin ve benim gibi insanların.."
"Sanırım öyle."
Karl devam etti: "Bu yaklaşım insanın kendini yek diğerinden ayrı hissettiği oranda zihinsel hastalıkların ortaya çıktığı kuramını destekliyor. Bildiğin gibi, at gözlükleri bizi diğer insanlardan ayırıyor -güya bizi korktuğumuz şeylerden koruyor. Ha!" Karl vardığı bu sonuçtan memnun, ekledi: "Böylece kendimizi gerçekte kendi zihnimizden koruyoruz! Anlat bana, "düşlerin ulu büyücüsü!' Gelecekte hangi din geçerli?"
"Anladığım kadarıyla Karl, bizim düşündüğümüz anlamda bir din söz konusu değil. Biliyorsun, ülkeyi? yayılmış kiliseler, yoldan sapanları parmağını sallayarak tehdit etmek veya üzerlerine yıldırımlar yağdırmak üzere her şeyi gökyüzünden dikkatle gözleyen ve yargılayan bir tanrıya tapinmaktalar."
"Gelecekte din daha çok bir yaşam biçimi" diye anlatmayı sürdürdüm. "Buna Makro felsefe diyorlar ve sanırım Lao-Tzu' nun Taoizminin, Siddhartha Gautama'nin Budizmi'nin ve Nasıralı İsa'nın Hıristiyanlık anlayışının ana çizgilerini içeriyor."
"Harika! Bizim gibi 'mikro adamlar'in asla anlayamadıkları, gelmiş geçmiş mistiklerin en büyükleri... Peki kişileri, bu Makro felsefeyi kavrayacak ölçüde büyük birer mistik fîlozof haline getirecek eğitimi nasıl veriyorlar?" Karl'in sesinde hafif bir kuşku vardı.
"Bu. Makro toplumun eriştiği düzeyi gösteriyor. Gördüğün gibi, Makro felsefenin temel metafiziksel önermesi şu: Her şey mükemmel, makrokozmik, bölünmez bir bütündür. Eski

34
Bu Bir Düş müydü?
idealist felsefenin dayandığı kavram da bu; her şey mükemmeldir ve her şeyin kaynağı zihin, tek bir evrensel zihindir. Ancak 2150'de -M.D.'ye göre- konu sadece üzerinde konuşulan bir kavram olmaktan çıkmış, toplumlarını bu anlayışa göre düzenleyerek, Makro felsefeyi yaşamlarına aktarmışlar." Karl'ın sözümü kesmesini geciktirmek için elimi kaldırdım.
"Belli ki Makro toplum, ancak İnsanlar Makro felsefenin her şeyin bir bütün olduğu' temel önermesini kabul ettikleri sürece var olabilir. Böylece, Makro toplum çocuklarını, İsa'nın birbirinizi seviniz' buyruğunun uygulamasını içeren Makro bakış açısına göre eğitiyor."
"İsa aşkına! Jon, insan bir hayvandır! Hemen hemen tüm davranış biçimlerini koşullandırabilir, güçlendirebilir ve programlayabiliriz, ama insanın doğasında bulunan hayvansal gü-ılusünü değiştireni eyiz. Hepsi küçük îsalar'dan oluşmuş yepyeni bir nesil ortaya çıkaramayız!"
"Bu doğru Karl" dedim yatıştırıcı hir tonda. "Onlar da bu konuda seninle aynı fikirdeler. M.D., sınırlı bakış açısı, sınırlı inançları olan mikro adam neredeyse tümüyle yok olmadan Makro toplumun var olamayacağını özellikle vurguladı. Mikro adamlar hayvan, çünkü kendisini bir hayvan olarak görüyor. Bu, insanın kendi kendini mahkum ettiği bir durum. Ne olduğumuza inanırsak, o oluyoruz. İnançlarımız, fiziksel bedenimizin dogumu ve ölümü arasındaki süreyle, kalıtımsal ve çevresel mirasımızın gelişigüzel getirdikleriyle yetinmemize neden oluyor.
Oysa Makro adam kendini bir hayvan olarak görmüyor. O. ürettiğimiz her düşünceyle kendimizi sürekli olarak yarattigımızı anlıyor. Her hücresinin, ürettiği her düşünceye yanıt verdiğini, böylece onu olduğuna inandığı biçime dönüştürdüğünü biliyor. Makro adam koşulların kurbanı olmadığını, kendi kaderinin, kendi gerçeğinin yaratıcısı olduğunu biliyor. Yaşamının sadece kendi gelişmesi için kendi seçtiği deneyimleri içerdiğini biliyor ve...."


35
M.S.2150
Karl eliyle yavaşlamamı işaret, ederek, "Bekle bir dakika," diye sözümü kesti. "Makro adam kimdir, sorabilir miyim? 2150' deki adamla aynı adam mıdır?"
"Hayır, öyle düşünebileceğimizi sanmıyorum. Bir insan başkalarına özen göstermeye, yekdiğerinden kendisini ayıran önyargı ve korku duvarlarını yıkmaya başladığında duygusal ve ruhsal acıdan Makro adam olmaya da başlıyor. Kendi kökeninin Makro benlik içinde -makrokozmosda- Ölümsüz bir ruh olduğunu hatırlayacak düzeyde hır farkındalığa eriştiğinde ise, zihinsel olarak Makro adam olmaya başlıyor. Sonra, mikrokozmik-Makrokozmik süreç diye adlandırdıkları geçiş «ırasında, larkın-dalıktan unutkanlığa veya daha az farkındalık haline inerken pek çok yaşam yaşamış olduğunu idrak ediyor. Böylece simdi, geçmişte ve gelecekte var olan her -şeyle her zaman makrokoz-mik birlik içinde olduğunu giderek daha fazla idrak ettiği evrimsel dönüşüne başlıyor."
"Allah aşkına Jon, neden bir ruh unutkanlığa giden yolu seçsin? Yoksa seçim hakkı yok mu?"
"Var'' dedim. "M.D. her ruhun Özgürce seçim hakkı olduğunu kesinlikle söyledi, yine de senin birinci sorunu sorduğumda birkaç yanıt aldım, ama açık söylemek gerekirse, aklım bu konuda hemen hemen seninki kadar karışık."
"Yanıtın biri suydu," diye devam ettim. "Karkındalığın azalması, sonra tekrar tekâmül yoluyla kazanılması süreci içinde makrokozmosun kendisi deneyim kazanıyor. (Kendisini dene-yiınliyor.) Bu sürece girilmesinin bir başka nedeni ise. sadece bazı ruhların -hepsinin değil- korkudan titremeyi, kuşkuyu, kendini ayrı hissetmeyi, çatışma heyecanını ve tabii tüm fiziksel zevk ve acıları derıeyimlemek için bu yolu kendilerinin seçmiş olmaları."
"Mükemmelliğin çok sıkıcı olabileceğini anlatan şu eski özdeyişten nü söz ediyorsun?" diye Kari araya girdi.
"Belki" diye yanıtladım. "İnsanın, sevinci, dayanabileceği

36
Bu Bir Düş müydü?
acı oranında kabul edebileceğini biliyoruz, çünkü bunlardan birini reddetmek ötekini de yok eder. Mikro Hıristiyan'ın huzur ve zevk dolu değişmez cennet kavramı gerçekte cehennem olurdu. Makrokozmos bütün zıtlıkların mükemmel bir dengesi: tüm acıların ve sevinçlerin nefretin ve sevginin, tüm çirkinliklerin ve güzelliklerin, korku ve çatışmalarla dinginlik ve barışın birlikte bir bütün olarak kabulü. Başka bir anlatımla, heyecanda, zevkte, çeşitlilikte ve yaratıcılıkta varılacak en üst düzey -gerçek cennet."
Kari alaycı bir tavırla, "Kimin için cennet?" diye sordu.
"Sanırım Makro'nun kendisi için. Ancak Makro'nun kendisi olduğumuzu fark edecek kadar geliştiğimizde, şimdi, geçmişte ve gelecekte var olan her şeyin mükemmelliğini kabul ve idrak edebiliriz."
Karl'm keskin zekâsının var gücüyle işlediğini neredeyse gözümle izleyebiliyordum. "Yani sen Makro'nun kendisine göre her şeyin mükemmel olduğunu mu söylüyorsun? Yoksulluk, hastalık, adaletsizlik, ölüm gihi şeylerin, hatta bizim gibi bencil mikro adamların?"
"Evet" diye başımı salladım, "çünkü hepsi mükemmel bir biçimde dengelenmiş; bir pozitif ve bir negatif birbirlerini karsılıkli geçersiz kılıyorlar. Yoksulluk, hastalık, adaletsizlik, ölüm gibi şeyler sadece mikro düzeylerde var -Makro farkındalık düzeyinde bunlar asla yok. Mistikler, her şeyin aldatıcı bir gö-nıntü (illüzyon) veya maya olduğunu söylediklerinde, anlatmak istedikleri buydu."
"Ama bu bizler, mikro varlıklar için kahrolası gerçek bir illüzyon!" diye Karl sertçe karşılık verdi.
"Elbette" diye yanıtladım. "Amacı eğlendirmek olan bir yazar tarafından yazılmış rolleri oynayan aktör ve aktrisleri izleyen biri, salt izleyici olduğunu unutmadığı sürece bu oyundan hoşlanabilir, verdiği heyecanı hissedebilir mi?"
"O halde sen Shakespeare ile aynı fikirdesin" diye araya

37
M.S.2150
girdi Karl. "Tüm dünya bir sahne ve erkeklerle kadınlar yaşamları boyunca çeşitli rolleri oynayan oyuncular. Öyle mi?"
"Evet, aynı fikirdeyim" dedim. "Bir aktörün ne kadar iyi olduğu, kendini o anda yaptığı role ne kadar kaptırdığına bağlıdır. Aynı şey mikro adam için de geçerli. Geçici olarak oynadığı role gerçek benliğini yitirecek kadar dalmış ve o rolü seçenin sadece kendisi olduğunu unutmuştur! Geniş açıdan bakıldığında ortada herhangi bir adaletsizliğin söz konusu olmamasının nedeni bu; çünkü her ruh oynadığı her rolü kendisi seçmiştir."
"Sonunda herkesin bu uykudan uyanıp, gerçekte Tanrı'yla ya da senin dediğin gibi makrokozmos veya Makro'nun kendisiyle bir olduğunu idrak edeceğine inanıyor musun Jon?"
"Eh, elimizdeki ilk tarihi kayıtlardan tıu yana, bütün mistikler hep böyle söylüyorlar."
"'Ve sen bu tür hır felsefeye gerçekten inanıyor musun?'' diye sordu Kari. Bakışları endişeli ve üzgündü. "Gerçekçi olalım Jon! Tekrardoğuşa, astral bedenlere ve zaman içinde yolculuğa inanıyorsan, nasıl toplum psikologu olacaksın? Profesörlerimiz bıı çılgınca düşünceleri hiç kuşkusuz onaylamayacaklardır."
"Tamam, bu sorulan yanıtlayacağım," derken yine odayı adımlamakta olduğumu fark ettim. "Birincisi, Makro felsefenin temel kavramları benim için yeni değil, bu kavramlar her zaman ilgimi çekti. Yaşama uygulanabileceğini sanmadığım mikro felsefeler bana hep ters geldi. Şu anda, Makro felsefenin şimdiye kadar duyduğum en gerçekçi felsefe olabileceğini, eninde Konumla yaşama uygulanabileceğini düşünüyorum.
Psikolog olmaya gelince insanın kalıtımsal ve çevresel etkilerle tamamen kısıtlanmış, çok gelişmiş simgelerle düşünen bir hayvan olduğuyla ilgili mikro bakış açısının geçerliliğini ka-hul etmiyor değilim. Ama mikro hoyutları da içeren, ancak bu boyutlara ruh, karma, tekrardoğuş kavramlarını ve her şeyi


38

Bu Bir Düş müydü?
bölünmez tek bir evrensel zihin olarak gören en geniş makrokozmik bakış açısını ekleyen bir Makro boyutu da reddedemem.
Profesörlerime ve davranış uzmanı arkadaşlarıma gelince, -Makro felsefeye inanan birini gerçek bir bilim adamı saymayacaklarını kabul ediyorum. Böyle olunca, bu kavramları dikkate aldığımı anlarlarsa, onlara göre psikolog olamam, ancak sanri ve gerçeği birbirinden ayıramayan mistik bir kaçık olurum."
"Ama" dedi Karl, ''tekrardoğuş ve Makro felsefe gibi düsüncelerle uğraştığını kimseye söylemek zorunda değilsin. Neredeyse aralıksız üç yıldır kitaplarla boğuşuyorsun ve hiç tatil yapmadın. Bu kadar yükten kaçış anlamına gelebilecek bir düş görmende şaşılacak bir şey yok."
"O halde sen gördüğüm düşün aşırı çalışmadan kaynaklanan zihinsel yorgunluğun bir parçası olduğunu düşünüyorsun. Çenemi kapar da delice fikirlerimden kimseye söz etmezsem, bana psikoterapi uygulayacaksın, öyle mi?"
Karl, "Şimdi Jon, kendini benim yerime koy," (üye savunmaya geçti. "Sana geldiğimi ve bugün bana anlattığın her şeyi benim sana anlattığımı, üstelik bunların bir gece evvel gördügüm düşten kaynaklandığını da kabul ettiğimi düşün. Dürüst ol jon. Nasıl tepki gösterirdin:"
Karl'ı benim anlattıklarımı anlatırken düşününce gülmekten kendimi alamadım. "Tamam Karl" dedim, "haklı olduğunu kanıtladın. Sen bana aynı öykü ile gelseydin, sana birkaç tahtası eksik bir kaçık olduğunu söylerdim. Ama sen her zaman dik başlı bir gerçekçi oldun, ben de filozof.
Ayrıca düşler beni eskiden beri büyüler, sense seninkileri hatırlama zahmetine bile katlanmazsın."
"Öyleyse" dedi Karl, "sen davranışlarıni hep böyle çılgın düşlere göre ayarlayan biri olduğunu söylüyorsun. Jon, doktoranı tamamlamaya buna benzer şeyleri göze alamayacak kadar yakınsın. Hangi konudan söz edersen et, seni memnuni-

39
M.S. 2150
yelle dinlerim, ama bunları bir başkasıyla konuşma, tamam mı?"
"Olur" dedim, "belki sen haklısın. Belki bütün bunlar sadece çılgın bir düştü. Gece uyuduğumda bu varsayımın doğru olup olmadığını anlayacağım."
Karl inançla. "İşte bu mantıklı" dedi. "Bak, gitmek zorundayım. Öğrencilerimden biriyle buluşacağım, akşam için de Cindy'ye söz verdim. Eğer eve döndüğümde uyumuş olursan seni uyandırmam."
"Ne yaparsan yap, beni uyandırma! Ne olacağını görmek için bu akşam erken yatacağım."
"Aklıma gelmişken" diye devam ettim, "düşümle İlgili ayrıntıların çoğunu not ettim. Makro toplumun örgütsel yapısının seni ilgilendirebileceğini düşündüm. Hepsi çalışma masamın üstündeki not defterimde yazılı. Çok geç gelmezsen, göz gezdirebilirsin."
"Okurum" dedi Karl, sonra da bürosuna gitmek üzere yola çıktı.
Dışarıda uçuşan karın karşı koyamadığım bir çekiciliği vardı. Kardan nefret ederim ve onu severim. İyice sarındım ve üniversitenin kütüphanesine kadar süren bir yürüyüşe çıktım. Yorgunluktan kaçış anlamındaki bir düşten daha çok gördüklerimi gerçekten yaşadığım umudunu destekleyecek kitaplar arayarak kütüphanede birkaç saat geçirdim. Bulamadım.
Lea'yı, sadece düşte bile olsa yeniden görmek için duyduğum, neredeyse sıkıntı verecek kadar kuvvetli isteğe karşı koyamayarak dokuz buçuğa doğru yattım. Uyumayı beklerken kendimi, düş bilgisayarımın Makro toplumun yapısı ve değişik metrik zaman sistemi* hakkında verdiği ayrıntıları düşünerek oyaladım.
*M.D. 'den Seçilmiş Bilgiler bölümüne bakın.
40
Bu Bir Düş müydü?
Ne kadar düşünürsem, Karl'ın haklı olabileceği konusundaki endişem o kadar artıyordu. İnsanların, yaşadıkları gerçeği kaldıramaz hale geldiklerinde, kendilerine; düşsel bir dünya yarattiklarını okumuştum. Belki de gerçekten bir tatile çıkmalıydım.
Ne tarafıma yatarsam yatayım, bir türlü uyuyamıyordum.
Gece yarısına doğru Karl ve Cindy sessizce içeri süzüldüler Duvara döndüm, onları rahatsız etmemek için uyuyormuş gibi yaptım.
Kısa süre sonra uykuya daldım ama Cindy'nin bastırmaya calıştığı gülüşüyle uyandım. "Allah kahretsin!" diye düşündüm. yastıgı başıma çekerken Karl'ın kısık sesle, "Sessiz ol tatlım" dedigini duydum.
Odanın öbür tarafındaki yataktan gelen gıcırtıya aldırmamak çok zordu, ama becerdim ve bir kez daha uykunun derinliklerine daldım.
Birden yatağımın içinde korkuyla dimdik oturdum. Cindy Keskin bir çığlık salıvermişti.
Orada anadan doğma çıplaktılar. Karl Cindy'nin bacaklarınin hassas iç kısımlarını hafif hafif ısırıyordu, benimle aynı odada, oracıkta.
"Allah kahretsin Karl!" diye küfrettim. "Senin aşka saygın yok mu?"
En az benim kadar korkmuş, baktı. Ancak Cindy battaniyeyi üzerine çekerken, Karl'ın yüzündeki şaşkınlık, yerini, durumu eğlenceli bulan bir ifadeye bırakmıştı.
Cindy'yi. battaniyeyi ve her şeyi toparlamaya çalışarak şakacı bir tavırla, "Takma kafana" dedi, "eğleniyoruz, kilisede degiliz!"
Cindy'nin özür sözcüklerini içimdeki çatışmanın sesi bastırdı. Gelişkin ben'im "Karl haklı, biliyorsun" diyordu. "Sevdigin biriyle aşk yaptığında hazzı ve neşeyi paylaşırsın. Bu yararlıdır, sağlıklıdır, iyidir."


41
M.S.2150
Sonra yargılamaya alışık gelişmemiş ben'im gelip gelişmiş benime karşı çıkıyordu: "Evlenmeyi hiç düşünmediği biriyle! burada çırılçıplak bulunmasının Karl'a bir yararı yok veya Karl'ın önünde, -hayır bizim yatak odamızda- böyle soyunmasının Cindy'ye. Ne biçim bir kız bu?"
Gelişmiş ben'im "Ooo, bırak Jon" diyordu. "O üstün biri; zeki. düşünceli ve neşeli. Bunu biliyorsun. Hoşlanma ve paylaşma duygusunun höyle mükemmel bir doğallıkla birlikte yaşanmasında yanlış olan bir şey yok. Gerçekte düşündüğün kadar anlayışlı olsaydın, onları yapılamazdın, unların adına sadece mutlu olurdun."
"Onların adına mutlu olmak, öyle mi! Ben böyle bir şeyi asla yapmazdım," diye sürüyordu içimdeki tartışma.
"Yapmaz miydin ha?" Belki Karl'in yasaklari delişini, kendini ifade etmekteki özgürlüğünü biraz kıskanıyorsun."
Onlar daha sessiz olana veya ben uyuyakalana kadar, ya da hem onlar seslerini kısana hem de ben uykuya dalana kadar kendimle çatışmam böyle sürüp gitti, Her neyse, Perşembe .sabahı alışık olduğum saatte uyandığımda aklımda kalmış ufacık bir düş kırıntısı bile yoktu.
NewYork'ta Ocak ayı berbat soğuk geçer; bu yıl da diğer yıllardan farklı değildi. O garip düşü gördüğümden bu yana on bir karlı ve çamurlu gün yaşamıştık; arada birkaç düş görmüştüm ama hiçbiri 2150 yılı ile ilgili düşümü andırmıyordu bile.
Bu durum Karl'm "sıkıntılardan kaçış anlamındaki düşler" tezini destekliyor muydu, yoksa çürütüyor muydu?
Kari başlangıçta endişeliydi ve İlk birkaç gün evde benimle alışılmıştan biraz daha fazla kaldı. Gecelerim höyle garip yanıtlar üretemez hale gelince. Karl'ın gördüğüm düşün gerçekte tedavi edici bir kaçış yöntemi olduğu sonucuna vardığını anladım.
Öte yandan ben bütün bunları aklımdan çıkarmakta zor-

42
Bu Bir Düş müydü?
laniyordum. Günlük alışılmış işlerimle uğraştığım halde rahat degildim. Bir parçam bu olağandışı deneyimden kopamıyor, ona dönmek isteğiyle yanıp tutuşuyordu.
Düşler ve düş görme konusunda küçük bir araştırma yapmaya karar verdim. Keskin soğuğa karşı iyice sarınarak kitapciya yollandım. Orada da dosdoğru düşlerle ilgili kitapların buunduğu bölüme yöneldim.
Rafları incelerken gözlerim tek bîr sözcüğe takıldı: Makro!
Gözlerim yerinden uğrayacak gibiydi! İşte oradaydı. Daha önce gördüğüm ince kahverengi kitapçık. Adındaki hatırlayamadiğim sözcük Mukro`ydu. "İnanılmaz!" diye düşündüm. "Düşlerinizi Makro Bakış Açısından Yorumlayın."
Kitabı çabucak satın aldım ve akşam saatlerini yazılanlari okuyarak ve hatırladığım düşlere uygulayarak geçirdim.
On buçukta, 2150 yılının ve Lea'nin gerçekten var olduklarina inanarak yatmaya gittim. Belki de o gerçek bizim gercegimize paralel bir gerçekti veya buna benzer bir şey. 'Tam anlayamamıştım, ama yine de bu gerçeğin evrenimizin -bizim Makro evrenimizin- bir yerinde var olduğundan şimdi kuşkum yoktu

43
BOLUM 3
Car ol
Uyandığımda 2150 yılındaki kütüphaneme geri dönmüş olduğumu sevinçle gördüm, -yoksa ileri gitmiş olduğumu mu gördüm demeliydim? Merkez Danışma'nın o tatlı kadın sesi kulağıma doldu. Uykuya dalmadan evvelki son sorumu yanıtlamakla olduğunu fark ettim. 1976'da on bir gün gecirmiş olmama rağmen, 2150 yılına göre ayrıldığımdan bu yana sadece birkaç saniye geçmişti. M.D. bana ne olduğunu biliyor muydu?
"Özür dilerim" diye kestim. "Ne kadar uyuduğumu ve bana ne olduğunu anlatabilir misin?"
"üç saniye önce uykuya daldın" diye yanıtladı. M.D. 2150' nin metrik zaman ölçüsüne göre aşağı yukarı on saniye. Yine de bu üç saniye içinde 1976'da yaklaşık on bir gün geçirdin."
Aklım karışmış ve biraz da tedirgin, sordum: "Bunu nasıl biliyorsun?"
"Koltuğun," diye yanıtladi M.D., "sendeki önemli fizyolojik değişimleri kontrol ediyor. Lea 7-927 ve diğerleri de bu bilgisayarı senin zaman yolculuğunla ilgili hesaplamaları yapmakta kullanıyorlar.
"Neden 7-927?" diye sordum.
"Çünkü Delta 927'de doğmuş.. Lea adı verilen yedinci bebekti."
İyice artan bir ilgiyle, "Adları neye göre seçiyorsunuz?" diye sordum.

44
Carol
"Makro toplumda ruhların belirgin özelliklerine veya titresimlerine uyan otuz bin ad var. Bir ruh burada yeniden fiziksel beden edindiğinde, titreşimi belirlenir ve bu titreşime en uygun ad seçilir."
Biraz düşündükten sonra sordum: Söyleyebilir misin, Jon adi benim titreşimime ne kadar uyuyor?"
"Gerçekten çok uygun" dedi M.D. "Ama bu bir rastlantı degil, çünkü annen uygun ad seçmekte yetenekliydi. Oldukça geliskindi. Öyle olanlara 1976'da medyum diyorsunuz."
Annem ben küçükken öldüğü için onu pek iyi hatırlayamıyordum. Ne sahip olduğu duyular açısından ne de başka konularda.
Lea -aklımda kaldığından çok daha güzel- birdenbire içeri girdiğinde, M.D.'ye annem hakkında bu kadar bilgiyi nasıl öğrendiğini sormaya hazırlanıyordum. Lea daha ağzını bile açamadan, sözcükler dudaklarımdan döküldü: "Neden geri gelemedim? Seni özledim."
"Her uyuduğunda denedik Jon. Birinci gece Karl'a duydugun öfke nakil (aktarım) işlemini engelledi. Sonra da bu aksama kadar yaşadıklarının gerçek olduğuna inancın nakli sağlamaya yetecek ölçüde güçlü değildi."
"Pekâlâ, nasıl 1976'da on bir gün geçirip, buraya ayrıldıktan, sadece üç saniye sonra geri dönebildim?"
"Gerçekte bir yerden bir yere gitmedin Jon. İki yerde de varligini sürdürüyordun. Ama aynı anda yaşanan, yine de herkese göre değişken bir zaman kavramının senin bugünkü idrakinin ötesinde olduğu nu sanıyorum."
"Zamandan söz etmişken, kaç yaşındasın Lea?"
"Hmm" dedi, "en azından Merkez Danışma'ya sormayı unuttuğun bir soru. Yanıtlamadan önce sen söyle, kaç yaşında olduğumu düşünüyorsun?"
"Eh" dedim, "emin değilim ama on sekizle yirmi beş arası, yirmibirin üstünde olduğunu umuyorum."
45
M.S.2150
"Umudun gerçekleşecek, hem de biraz daha fazlası." Sonra afacan bir çocuk gülüsüyle bilgisayara "Lütfen bize kaç yaşında olduğumu söyle" dedi.
M.D. hemen yanıtladı: "Jorı'un kavrayabileceği anlamdaki zamana göre Lea 7-927 üç hafta üç gün sonra kırk yılını dolduracak."
"O halde 2110 yılında doğdun!" diye haykırdım kuşkuyla. Lea'nın yaklaşık kırk yaşında olduğuna inanamıyordum. Veya Makro toplumda söylendiği birimde -onlar yaşadıkları yıllardan: bizim okul yıllarımızdan söz ettiğimiz gibi söz ediyorlardı- neredeyse kırk yılını dolduracaktı.
"Bu doğru" diye yanıtladı Lea. "Fiziksel yaşlanmayı dur-: durmayı öğrendik. Makro toplumda yaşlı görünümlü sadece bir-j kaç kişiyle karşılaşacaksın. Onlar da 2000 yılından önce doğmuşlar."
"Dur bir dakika" diye kestim, "Sen burada yüz elli yaşının üzerinde insanlar bulunduğunu mu söylemek istiyorsun?"
"Evet. Kuramsal olarak onuncu bilinç düzeyine ulaşan her kes istediği kadar yılı fiziksel bedende geçirebilir. İdrak ne kadar yükselirse, fiziksel beden de o kadar kolay denetim altına alınabilir. Mikro adamın aksine, bizim üst düzeydeki Makro varlıklarımız dilediklerinde fiziksel, dilediklerinde astral bedenlerini kullanabilirler. Sadece fiziksel düzeyde almaları gereken ders varsa, bu dersi öğrenene kadar fiziksel bedende kalırlar. Amacımız kendimizi sınırlı, düşük titreşimli fiziksel varlığımızdan tamamen özgürleştirmektir."
"Ama fiziksel bedenim haz verici. Bana acıdan çok zevk verecek kadar genç kaldığı sürece onu bırakmak İstemem" diye yakındım.
"Doğal olarak kimse istemez" dedi Lea. "Fiziksel bedenlerimizde bulunmamızın en önemli nedeni bu, onu istiyoruz Ama bütün çocuklar gibi sonuçta büyüyoruz. Çocukça davranıslarımızdan usanıyor ve bize daha fazla doyum sağlayacak

46
Carol
yeni deneyimler arıyoruz. Böylece bütün ruhlar kaçınılmaz olarak daha üst idraklere doğru gelişiyorlar."
"Ama ben..,"
"Biliyorum" diye kesti Lea. "Henüz buna hazır değilsin. yinede Alfa öğrencilerimizden biri olmayı denemeye hazırsın. Gel kalacağın Gama binasına gidelim, sorularını yolda yanıtlarım."
El ele gölün çevresinde yürürken bir süre hiç konuşmadım. Lea sessizliğime saygı gösterdi. M.D.'nin Makro'nun toplumsal yapısı hakkında anlattıklarını düşünüyordum.
"Eğer herkes yaşamının ilk otuz yılını öğrenci olarak Alfa, Beta ve Gama'da geçirmek zorunda kalıyorsa, bu toplum cok sıkı denetim altında ve olağanüstü plânlı olmalı" dedim. 1970'li yılların sorunlarından biri sanayi toplumlarında gençlerin çoğunun öğrenimlerinin gereğinden uzun sürmesi, böylece toplumun üretken olmayan üyeleri durumunda kalmaları."
"Evet bu doğru. Ama bizim öğrencilerimiz nasıl doyurucu ve üretken bir biçimde yaşanacağını öğrenirler. Günlük yalımlarında kullanmayacakları için unutacakları ilgisiz konu ve olayları ezberleyerek zamanlarını harcamazlar. Örneğin tarihi ve coğrafi ayrıntıları ezberlemek ve sizin toplumunuzda çok önem verilen yabana dil, cebir, geometri gibi çoğu insanın hiç kullanmadığı konulari öğrenmek zorunda kalmazlar."
"Varlığımızı sürdürebilmek için" diye devam etti Lea, "mikro adamın önemsiz ve bölücü uğraşlarını yaşamımızdan çıkarip atmak gerektiğini öğrendik. Mikro aile, ekonomik sınıf, din, ulusallık, kültürel ve ırksal bölünmeler gibi."
' İşte sözünü ettiğim katı denetim bu" dedim. "Özgürlük
yok!"
"Kendini başkalarından ayrı ve üstün hissetmenin özgürlügündenmi söz ediyorsun? Bencil olma ve kendi mutluluğuna başkalarıninkinden daha fazla önem verme, rekabet, savaş, baskalarını yok etme, aşıri tüketimle kirlilik yaratma, aşırı üre-


47
M.S.2150
me ve işbirliğini reddetme özgürlüklerinden mi?"
Bir iki saniye beni dikkatle süzdü, sonra devam etti; "Görüyorsun Jon, bu gezegende bu bedenlerde var olmak isteyen biri işbirliğini öğrenmek zorunda, bu da mikro özgürlüklerinden vazgeçmesi anlamına gelir. Toplumumuzu aşırı denetim altında, aşırı sistematik hale getirilmiş buluyorsun, biliyorum, ama bir süre burada yaşa ve Makro toplumumuzun senin mikro toplumunun, asla güvence veremeyeceği konulardaki özgürlükleri sağlayıp sağlamadığını gör. Korkulardan, hastalıklardan, açlıktan ve yalnızlıktan, sinir bozucu gerilimlerden ve kendi kendinden nefret duygusundan özgürleşmek gibi."
"Eğer Makro toplum bütün bunları sağlay ab iliyorsa, elbette bu sistemin nasıl çalıştığını görmek isterim!'1
Güneş ışıklarıyla dolu bir günün tüm güzellikleriyle kuşatılmıştık... Pırıl pırıl mavi bir göl, serin ve hafif bir rüzgâr, ağaçların gölgelediği sevimli bir park..
"Bu cenneti korumak için gerekli işleri kini yapıyor?" diye sordum.
"Senin robotlar diye adi andıra bileceğin hizmet mekanizması bütün can sıkıcı, tekdüze işlerimizi yapar. Yine de bitki lerin büyümesine yardım etmek pek çok insana keyif veriyor. Hoşumuza giden işleri yaparız, bu yüzden aramızdan bazılarını bahçede çalışırken görebilirdin."
ilk büyük binaya yaklaştığımızda, Lea burasının benim kalacağım Gama öğrenci yurdu olduğunu söyledi,
'"Seni Alfa eşinle tanıştırdıktan sonra kendi işimin başına dönmeliyim" dedi. "2150 hakkında bilgi edineceksin, sonra burada kalmak için çaba gösterip göstermemeye karar verebilirsin."
"Dur bir dakika" eledim. "Benim gerçekten bir Alfa'da yaşayacağımı ve başka bir kızla aynı yatak odasını paylaşacağımı mı söylemek istiyorsun?"
"Tabii Jon, Makro toplumumuzdaki yaşamı öğreneceksen, o yaşamı deneyimlemelisin."

48
Carol
"Evet ama, ben seninle yaşayacağımı düşünmüştüm" diye karşı çıktım.
"En azından yedinci bilinç düzeyine erişmeden ve onuncu öğrenim basamağını tamamlamadan benimle yaşayamazsın."
"Tanrım!" diye haykırdım. "Bu yıllar sürer Lea!"
Lea güldü ve "Carol'la, Alfa eşinle tanışana kadar bekle, dedi, "birkaç yıl süreyle onunla aynı yatağı paylaşma düşünce-
sinin yakında hoşunu gideceğine eminim."
"Ama... ama" diye öfkeyle kekeledim. "Ciddi olamazsın. Ben seni seviyorum. Başka bir kadınla yatmak istemiyorum."
"Sevgiyi," dedi Lea, "belirleyen şey, kişinin bilinç düzeyidir Mikro bilinç düzeyinde aşk kıskanç bir sahiplenme duygusuyla kendini gösteren kuşku ve kuruntu dolu bir bağımlılıktir "
Oo, mükemmel!" diye homurdandım. "Serbest aşkı yada her önüne gelenle sevişmeyi savunmak için kullanılan şu klasik bahane!"
"Senin mikro toplumunda kabul edilenin tersine, 2150'de cinsellik çirkin bir sözcük değil. Basit bir orgazm duygusun-
dan çok daha fazlasını paylaştığımızı fark edeceksin. Ve biz
bir başkasını asla bir seks aracı olarak kullanmayız.
Lütfen Jon, ahlâki değerlerimizin yozlaşmış olduğuna karar vermeden önce bizi tanı. Bir araştırma yapar gibi bize tarafsiz ve önyargısız bir gözle bak.
Şimdi Alfa eşinle tanışmaya hazır mısın?"
Yaptığımız konuşma yüzünden zihnîm o kadar doluydu ki, binaya girdiğimizi, birkaç çocuğun önünden geçip çabucak yedinci kata çıktığımızı ve camla kapatılmış uzun bîr koridor boyunca yürüdüğümüzü hayal meyal fark ettim. Koridor hem günes ışığı hem de tavanın her tarafından yayılıyormuş gibi görünen bîr ışık sistemiyle aydınlatılıyordu. İç tarafa dönen baska bir koridora sapıp, büyük mavi bir kapının önünde durduk. Geçtiğimiz diğer bütün girişlerin de aynı çelik mavisi ren-

M.S.2150
ginde olduklarını anımsadım, oysa duvarlar göze boş gelen bir yeşildi. Yedinci katta olduğumuzu, bu katın Beta'nm yedinci öğrenim basamağındaki öğrencilerine ayrıldığıni, yeşilin de yedinci bilinç düzeyini ifade eden renk olduğunu hatırladım.
Lea'nın Alfa eşimle karşılaşmaya hazır olup olmadığım konusundaki sorusunu yanıtlamayı geciktirmek amacıyla, ona mavi kapılari sordum.
"Mavi sekizinci bilinç düzeyinin rengidir" diye açıkladı Lea. "Ve yedinci bilinc, düzeyi sekizinci düzeye açılan kapı olduğu için, yedinci öğrenim basamağına ayrılan bölümlerde kullanılan kapılar mavi. Tabii Öğrenim basamağındakiler henüz, öğrenci, bulundukları basamak farkındalik düzeylerini ifade etmiyor, ama rengini paylaşıyorlar."
"Bu renklerin kendilerinin özel bir anlamları var mı?"
Lea insanda düş kırıklığı yaralan afacanvari gülüşüyle "Carol bütün bunları sana seve seve anlatır" dedi.
Önümüzdeki kapı birden kayarak açılınca korktum. Şaşkınlığımı hisseden Lea dikkatimi kapının yanındaki düğmeye çekti. "Çoğumuz elektriği devreye sokmak için psikokinetik (PK) Makro gücümüzü kullanırız. Sen PK'ni geliştirene kadar düğmeye basmak zorundasın."
İsa'nın söylediklerini düşünmek istiyordum, ama önümüzde uzanan alışılmışın dışındaki oda bütün dikkatimi dağıttı.
İçeri girdik. Ortak kullanılan bu Alfa salonu dokuz metre eninde, yirmi altı metre boyunda ve halı kaplıydı. Duvarlara yapılmış üç boyutlu resimler çok etkileyiciydi. Açık hava manzaraları öyle gerçekçi resmedilmişlerdi ki pencereden bakıyormuşum gibi bir duyguya kapıldım.
Odada eşya bulunmaması da bu duyguyu güçlendiriyordu. Sanki içerisi dışarısının bir devamıydı. Bu dev boyutlu salonun sadece bir köşesine on geniş oturma birimi, halka oluş-

50
Carol
turacak biçimde yerleştirilmişti. Pek iskemleye benzemiyorlardi ama, aynı amaçla kullanıldıkları belliydi. Dört buçuk metre yüksekliğindeki tavan gizli bir ışık kaynağıyla aydiniatılıyordu, güneş ışığına bu kadar benzeyen başka hiçbir ışık görmemistim! Odanın boş olması bana yedinci kata geldiğimizden beri hiç kimseyle karşılaşmadığımızı hatırlattı. ''Herkes nerede?'' diye sordum
"Öyle güzel gün ki" diye yanıtladı Lea. "Hemen herkes dısarida. Biz öğrenmek için sınıflara kapanmıyoruz, siz öyle yapiyorsunuz."
O sırada odanın ucundaki bir kapı açıldı ve genç bir kız iceri doğru koştu. Bu Carol'du. Üzerinde o tek tip tuniklerden vardı; Lea ve ben çoraba benzer botlar giymiştik, ama Carol' un ayakları çıplaktı.
Sağ elini Lea'nın yüzüne koydu, Lea da aynı şeyi yaptı ve birbirlerinin gözlerinin içine o kadar uzun süre baktılar ki, konıı ben olduğum için artan bir utanma duygusuna kapıldım. carol sonra hiçbir şey söylemeden benim yüzüme dokundu ve gülümseme dolu, ama sessiz bakışma başladı. O muhteşem gözlerinde boguluyormusum gibi bir duyguya kapıldım, bu simdiye kadar gördüğüm en sevimli yüzdü. Bedeninin dev bir rmermerden yontulmuş hissini veren güzelliğini görebilmek için gözlerimi gözlerinden zorla ayırdım. Carol benim kadar uzun ve ben 1.78m. boyundaydım!

Psikokinezî: Zihnin doğrudan maddeyi etkileme gücü.

51
BÖLÜM 4
Alfa Eşleri
Birden Lea'nin gitmiş olduğunu fark etlim, Carol'la yalnız kalmıştım. Neden böyle sinirli ve gergindim? Lea ile birlikteyken kendimi böyle hissetmiyordum. Niye Carol'um yanında ilk buluşmasını yaşayan saf bir delikanlı gihiydim?
Aniden Carol'un telepati yeteneğiyle zihnimi okuyabileceğini hatırladım. Yüzümün kızardığını hissettim. Utanmamı gerektirecek şeyleri aklıma getirmemek için gösterdiğim umutsuzca çaba. üzerine çok uyan pembe tuniğinin gizleyemediği o muhteşem bedenini daha fazla düşünmeme neden oluyordu.
"Anlamaya başlıyorsun" dedi Carol. "Bir şeyi düşünmemeye çalışmakla o şeyi düşünmekten kurtulmak mümkün değil. Gerçekte bedenimi düşünmekten ne kadar kaçınırsan, onu o kadar çok düşünürsün."
"Ah... özür dilerim" dedim boğuk bir sesle,
''inan ki özür dilemene gerek yok. Bedenlerimizi güzel bulmaman üzücü olurdu!" Carol bunları söylerken tuniğinin üstünü çekti ve giysisi yere kayarak onu tüm güzelligiyle çırılçıplak bıraktı.
"Carol!" derken soluğum kesiliyordu. "Lütfen Jon, bedenime bak" dedi, sanki başka bir şeye bakabilirmişim gibi!
"Bunun senin İçin zor ve utandırıcı olduğunu biliyorum. Başak burcundan -Zodyak'm bakir burcundan olman da için-

52

Alfa esleri
deki, seksi günah sayan 20. yüzyıla özgü duyguyu körüklüyor; eger 22. yüzyılın Alfası'nda rahat yaşamak isliyorsan, bu duygunun şimdi çaresine bakmalıyız. Göreceksin, birlikte banyo yapmak başak burcundan biri İçin iyi bir başlangıç olacak."
Tehlikesiz bulduğum bu konuya utangaçlığım azalır umuduyla balıklama daldım: "O halde sen astrolojiye inanıyorsun, öyle mi?"
"Sadece etkisine Jon, yoksa yaşamlarımızı belirlediğine inanmıyorum. Şimdi banyoya!" Elimi tuttu ve o ana kadar gördüğüm en geniş yatak odasına girdik.
Oda yaklaşık seksen metrekare büyüklüğündeydi. bir kösede otuz santim yüksekliğinde, eni ve boyu ikişer buçuk metre olan kocaman bir şilte, karşı köşede üç metre eninde, dört metre boyunda gömme bir havuz bulunuyordu. Ortaya, kenarları seksen beş santim olan bir video ekranını görecek bicimde birkaç yumuşak yastık yerleştirilmişti. Carol beni gömme havuza götürdü, elimi bırakarak sığ suya daldı.
Gelişmiş serüvenci benim kısa sürede üstün geldi ve çabucak tuniğimi çıkarıp Carol'un ardından havuza girmemi sağladı. Su sıcak ve berraktı. Zemin havuzun öbür ucuna doğru tatlı bir meyille derinleşiyordu. Hemen o yana gittim; derinlik yaklaşık 2.25 metreydi. Görünüşe göre Carol PK gücünü kullanıyordu, çünkü saydam bir plastik bölme duvardan çıkarak havuz biçimindeki banyomuzun çevresini tamamen sardı.
bana dönerek "İşte" dedi, "artık içimizden geldiği gibi davranabiliriz. Gel, birbirimizi yıkayalım!"
Carol bunları söylerken beni tekrar PK gücüyle şaşırttı. Altimizdaki zemin yavaş yavaş yükselmeye başladı. Su zar zor dizlerimizi örter hale gelince durdu.
Kendimi çok çıplak hissettim.
Bir duvar panosu açıldı ve ortaya içeri çekilebilen iki hor-
tum cıktı. Birinden parıldayan kaygan köpükler, diğerinden duru su geliyordu. Carol havuzun sığ tarafından çıkan bir şilteye
53
M.S.2150
uzanmamı istedi. Sonra bir eliyle üstüme köpük püskürtürken
diğer eliyle beni yavaşça sabunlamaya haşladı.
Büyük bir özenle bedenimin her noktasını köpükle kapladı. Bir kez daha cinselliği düşünmemeye, cinsel istek duymamaya çalıştım ama boşuna, uyarılmıştım.
elleri üzerimde kayarken, Alfa eşimle banyo yapmanin vereceği keyfi anlatan yumuşacık sesini dinliyordum. Omuzlarımı ve sıkı karın kaslarımı çok beğenmişti. Sıra erkeklik organıma geldiğinde, onu güzel bulduğu ve belirgin biçimde uyarılmış olduğu hakkında gelişigüzel bir iki söz söyledi. Artık bu çok fazlaydı, uzun süredir koruduğum sessizliğimi bozdum.
"Allah aşkına Carol, yardım et!" diye yalvardım. "Cinsel açıdan uyarılmak istemiyorum."
Carol hemen "Neden istemiyorsun?" diye sordu. "Çünkü" dedim zayıf bir tonda, "bu durum, kendini kontrol edemeyen bir çocuk gibi hissetmeme neden oluyor. Ayrıca Lea'yı aldatmak istemiyorum."
"eğer Lea için endişe ediyorsan, o dokuzuncu bilinç düzeyinde," dedi yatıştırıcı bir tonla; sanki bu açıklamanın beni hemen sakinleştirmesini bekler gibiydi, "Yani" diye; devam etti, "senin herhangi bir parçana sahip olmak gibi hastalıklı duyguları taşımayacak kadar gelişkin; sen ne yaparsan yap onu inci- temezsin veya kıskançlık duymasına neden olamazsın."
"Ama, ben..."
Carol sözümü kesti: "Lea benden becerebildiğim her konuda sana yardımcı olmamı istedi, buna senin cinsel konulardaki
nevrozun da dahil."
"Ben sinir hastası değilim!" diye kendimi şiddetle savundum. "Tamamen normalim!"
Carol sükûnetle "Belki 1976 standartlarına göre" diye yanıtladı. "Ama güzel bedenlerimizin sana verdiği haz nedeniyle, bütünüyle normal ve sıhhatli olan bu duygu yüzünden kendini yetersiz hissetmen veya kendi kendinle çatışma içine gir-

54

Alfa Eşleri
men 22. yüzyıl Alfa'sı için normal değil."
"Pekâla" dedim dürüstlükle, "1976'da sadece beş dakika önce tanıştığım kızlarla birlikte banyo yapmazdım."
Biz konuşurken Carol beni yıkamıştı, diğer hortumla duruladı. Sonra hortumu hana verdi ve kollarını başının üstüne kaldırarak baştan çıkarıcı bir tavırla hafif hafif dönmeye başladı. Derin bir soluk aldım ve parıldayan köpükleri üzerine püskürtmeye haşladım, bu arada hortumu iki elimle tutuyordum.
Carol şeytanca gülümsedi. "Ben seni böyle yıkamadım Jon. bana dokunursan kontrolünü kaybedeceğinden korkuyor musun gerçekten?"
"Cehennemin dibi!" diye patladım ve köpükleri saten gibi yumuşak cildine coşkuyla sürmeye başladım.
Carol gülerek "Hiç de cehennem değil!" dedi. "Bana daha cok 20. yüzyılda sözünü ettikleri cennet buymuş gibi geliyor."
Haklıydı. Suçluluk duygusuna binmiş yargılayıcı ben'imin bana doğru tehdit, edercesine parmak salladığını sezdim; ama Kara tahtanın üstüne çizilmiş beyaz bir çizgi gibi öyle sınırlı, öyle tek yönlüydü ki. Ve ben o çizgiyi sildim, gerçek cennet yaşamının keyfini çıkarmaya başladım. Onu köpüklerle kapladım, sonra her iki elimle o güzelim kavis ve vadileri sevgiyle keşfettim. hiç acele etmiyordum, eğer Carol bir süre sonra zemini indirip bizi tekrar suyun içine bırakmasaydı, bütün günü banyoda geçirebilirdim. Kısa bir süre birbirimize su sıçratarak neşeli hır biçimde güreştikten .sonra Carol beni havuzdan çıkardı, başka bir devreyi harekete geçirerek plastik siperi kaldırdı ve tekrar taze suyla doldurmak üzere havuzu boşalttı. Sicak hava akımı bedenlerimizi çabucak kuruttu. Sonra beni elimden çekerek koştu ve kendini karşı köşedeki büyük şiltenin üstüne bıraktı.
Bir saat boyunca Carol'la fiziksel, zihinsel ve duygusal acidan tam anlamıyla birleşmenin, gerçekten bir olmanın verdigi hazla kendimden geçtim.

55
M.S.2150
Bu bir saat sona erdiğinde, cinsel ilişkinin zihinsel ve duygusal ilişkiyle böylesine içice olduğu zaman, iki insanı daha evvel mümkün olabileceğini hiç düşünmediğim bir bîr`liğe ulaştırdığını öğrenmiştim.
Birbirimizin kollarında yatarken Carol'a hamilelikle ilgili suçluluk duygumdan ve korkumdan söz ettim. Bu yüzden lise günlerimden bu yana hiçbir cinsel ilişkinin özgürce tadına varamadığımı söyledim. Valerie ile ilgili suçluluk duygumu anlatırken, babamın beni öfkeyle "hayvanca bencilliğim" yüzünden şiddetle kınadığında yaşadığım, son on yılın en kötü deneyimini yeniden yaşadım. Bunun üzerine Curol bana Makro toplumda hiçbir kadının özel olarak duygusal ve zihinsel hir hazırlık yapmadıkça çocuk sahibi olmayacağını söyledi. O zaman bile Deltar'dan izin alınıyormuş.
Carol'un kadının üreme devrelerinde hamile kalmak isteyene kadar adet görmesini engelleyecek değişikliklerin nasıl yapıldığı hakkındaki teknik açıklamalarını anlamadım; yine de 20. yüzyılın kadın ve erkeklerinin çoğu bu uygulamayı seve seve kabul ederlerdi, biliyordum.
Yönetimin Makro toplumun sadece fiziksel, zihinsel ve ruhsal açıdan en üstün üyelerine çocuk yapma izni vermesi konusunu konuştuk. Doğumları sınırlıyorlar, böylece öğrenci nüfusu toplam nüfus icinde yaklaşık yüzde onu oluşturuyordu. Ne kadar az, kadının hamile kalmaya yeterli koşullara sahip olduğunu anladığımda şok geçirdim.
"Carol, on kişiden dokuzuna ana olma hakkını tanımamanın gerçekten adaletli olduğunu mu düşünüyorsun?"
Carol. '"Adaletli mi?" diye sordu, sonra güldü. "'Senin 1970' lerden olduğunu bir an için unuttum Jon. Bir çocuğu meydana getirmek ve doğurmak bir kadının başardığı en çetin sınavdı ama fiziksel olarak yıkıcıydı. Artık bu sınav gerekli değil; çiftlerin, dünyanın kendi küçük kopyalarına gereksinimi olduğu yolundaki akıl almaz kanıları, mikro adamın sınırlı görüş açı-

56
Alfa Eşleri
sinin üzücü bir ürünüydü."
"Mikro adamın tarihini okudum" diye Carol konuşmasını sürdürdü. "Binlerce yıl her isteyen çocuk sahibi olabildi ve cocuklar ana-habanın malıymış gibi değerlendirildi. 20. yüzyılda, senin ülkende küçük yaşlardaki çocukların çalıştırılması engellendi, böylece mikro aile çocukları önemsememeye başladı, se-
nin zamanında uyuşturucu ilaçlara eğilim ve gençliğin başkal-
dirmasi kısmen, mikro adamın veya kadının yetiştirebileceginden daha fazla çocuk yapmasından ve onlarla yeteri kadar ilgilenememesinden kaynaklanıyordu."
"Ve sîzin çözümünüz" dedim, "nüfusunuzun yüzde doksanına çocuk sahibi olma konusunda seçim hakkı tanımamak."
Carol başını sallayarak, "Oh Jon" dedi, dudaklarında acı bir gülümseme vardı; "anlamıyorsun! Kendini bu amaca hazirlayan herkes çocuk sahibi olabilir. Belki bazıları için birkaç yasam gerekebilir ama, biz Makro toplumda, mikro toplumda inanildiginin aksine, tek yaşama hapsedilmiş değiliz. Mikro adamın sloganı şöyleydi: 'Bir kere dünyaya geliyorsun, o halde ye, ic ve pislet, çünkü yarın ölebilirsin!" Ve tabii çılgınca bencilligiyle sadece kendini yok etmekle kalmadı, neredeyse tüm gezegeni ortadan kaldırıyordu."
1976"da göllerimizin ve ırmaklarımızın büyük bir kısmıni ciddi biçimde kirletmiş olduğumuzu, okyanusları bile etkiledigimizi kabul etmek zorunda kaldım.
Benim "zamanım"la Carol'un "zamanı arasinda islerin nasil bu kadar kötü gittiğine şaştım.
besbelli düşüncelerimi algıladı ve bir an sustu; gözleri tatsiz bir şeyi hatırlamışçasına hüzünlendi, sonra anlatmaya devam etti: "Bütün hayvanlar ve balıklar yok olana kadar okyanuslarınizı, havanızı ve toprağınızı kirlettiniz. Böylece dünyanin jeofizik dengesini bozarak Öyle yıkıcı depremlere ve gel-git dalgalarina neden oldunuz ki, bugünkü dünyanızın haritasina baktığında onu tanıyamayacaksin."


57
M.S.2150
"Pekâlâ" dedim hafifçe, Felâketin büyüklüğünü tam kavrayamamıştım. "Sanırım bu felaketler aşıri nüfus sorunumuzu çözmüştür. 2150 yılının dünyasında kaç kişi yaşıyor peki'.'"
"Yaklaşık 303 milyon" dedi Carol. Doğa felâketlerine rağmen mikro adam yine de işbirliği yapmış ve yekdiğerine yardım etmiş olsaydı, bugün cok daha fazla insan yaşardı. Ne yazık ki o. ulus, ırk, dîn. dil eğitimsel ve sosyoekonomik düzeyler gibi geleneksel bölünmeleri daha da abarttı ve harabeye çevrilmiş gezegenin hızla azalan kaynaklarını ele geçirme kavgasına girişti."
"Gerçekten mikro adamın dinozor veya dodo kuşu gibi
nesli mi tükendi? diye sordum.
"Hemen hemen" diye yanıtladı Carol. "Bugün üç milyon kadar varlık hayatta, hepsi Mikro Adası diye adlandırdığımız bir adada yaşıyor. Makro toplum üyelerinden herhangi biri de bizim yaşam biçimimize ayak uyduramama Mikro Adasi'na gidip bencilce ve mikro komşularının korkularını paylaşarak yaşayabilir -20.yüzyıldaki toplumunuzun yaşadığı biçimde."
"Yani sen Makro toplumun üç milyon insani bir hapishane adasında tuttuğunu mu söylemek istiyorsun?" dedim.
Carol başını salladı. "Makro toplumda Makro standartlarımıza göre yaşamaya istekli hiç kimse Mikro Adası'nda yaşamak zorunda değildir. Mikro Adası'nda yaşayan herkesin orada yaşamayı kendisinin seçtiğini anlamalısın." Çocuklar da mi? diye sordum.
"Evet." diye Carol başıyla onayladı. "Her çocuğun ana-babasını ve içinde büyüyeceği çevreyi doğumundan önce. kendisinin seçtiğini biliyoruz."
"Sen de mi tekrar doğuşa inandığını söylemek istiyorsun?"
diye ekledim.
"evet, inanıyorum" diye karşılık verdi Carol. "Hepimiz inanıyoruz. Dünyanın keşfi, onun yuvarlak olduğu kuramıni nasıl kanıtladıysa, zihnin keşfi de tekrardoğuş kuramını kanıtladı.

58
Alfa Eşleri
Bilinçaltını keşfettiğimizde, ruhu ve onun belleğini de keşfetmiş olduk. Bu bellek hem bu gezegende hem de başka boyutlarda geçirmiş olduğu yaşamların anılarını taşıyordu. Bu gezegene gelen ilk insan ruhlarının çeşitli hayvanların bedenlerine girdiklerini ve böylece bu bedenlere tutsak olduklarını öğrendik. Sonra diğer insan ruhları, kardeşlerine, onları bu hayvan yaşamından kurtaracak bir yol bularak yardımcı olmaya karar vermişler.
Bu amaca ulaşmak için maymunların üzerinde uçuşarak, Makro güçleriyle bu hayvanların salgı merkezlerini etkilemiş, evrimsel değişime uğramalarını sağlamışlar. Dünyanın değişik yerlerinde yaklaşık aynı zamanda siyah, kahverengi, kırmızı, sari ve beyaz tenli beş insan ırkının ortaya çıkış nedeni bu. Maymunların bedenleri giderek daha fazla insan bedenine benzedikçe, bunlar insan ruhları tarafından bu fiziksel boyutu deneyimlemek ve hayvan bedeni içindeki insan ruhlarına insan bedeni sağlamak için araç olarak kullanılmışlar."
"Hâlâ hayvan bedeni kullanan insan ruhları var mı'.'" diye sordum. "Yani 1976'da kentimizdeki hayvanat bahçesinde demir parmaklıkların ardında tutsak hemcinsim bir insan ruhuna rastlamış olabilir miyim?".
Sorum Carol'u eğlendirdi. "Hayır. Artık değil. Burada ruhlarin tekâmülü söz konusu; insan ruhuna yaklaşmış bir kısım ruhlar hâlâ başka yaşam biçimlerinde bedenleniyorlar; bir kısmı ise belirli insanların algıladıkları zihinsel güçler kullanıyorlar. Ama hayvan bedeninde tutsak olmuş gerçek insan ruhları. bilinen tarihin başlangıcından çok önce insan bedenlerine girmekte özgür oldular. Ancak bu yine de insan bedenlerinde tutsak olmadıkları anlamına gelmiyor."
"Ne demek istiyorsun?" diye kuşkuyla sordum.
"Ruhların çoğunun insan bedeninde -fiziksel varoluşun sınırlı alanı içinde- sadece zevki düşünebildiklerini söylemek istiyorum. bu zevkten vazgeçme veya bu zevki kaybetme korku-

59

M.S.2150
suyla kendi isteklerinin -kendi sınırlı görüş açılarının- kurbanı oldular ve tekrar tekrar bedenlenme durumunda kaldılar. Karma Yasası'dan kaçınma çabasıyla geçmişlerini unutmaya çalıştılar. Böylece aldatıcı bir unutkanlık içinde yaşadılar."
"Karma kavramı bana yabanci değil" dedim. "Hıristiyanların "ne ekersen omı biçersin' deyişlerindeki anlayışla aynı,
Doğru mu?"
" Esas olarak evet" diye yanıtladı Carol, sonra açıklamaya
girişti: "Görüyorsun karma, her şeyin bir bütün olduğunu ortaya koyan Makro gerçeği yansıtıyor; buna göre, başkalarına .yaptığımız herhangi bir şeyi kendimize yapmış sayılırız. Tabii bu sınırlı mikro görüş açısıyla görülemiyor; bu yüzden ruhlar kendi geçmiş eylem ve düşüncelerinin acı veren sonuçlarından sakınma çabasıyla mikro yaşamlarına sığındılar. Sözünü ettiğim aldatıcı unutkanlık bu.
İyice dar bir mikro görüş alanında karma yok, çünkü karma burada bir varlık olarak algılanmaz.
Evrimin ortalarında karma, iyi ve kötü talihin mantıksal bir açıklaması olarak kabul edilir, gerçek olduğuna inanılır ve bu yüzden zamanın sürüp giden görünümü içinde neden-sonuç prensibi olarak gerçektir.
Oysa çok daha kapsamlı bir Makro görüş alanında geçmiş, şimdi ve gelecek aynı an'dadır ve karma sınırlı bir zaman anlayışının ilkesi olarak değerlendirilir. İyi ve kötü talih, geniş açıdan bakıldığında neden ve sonuç değildir, ama her ruh tarafından kendi gelişimi için özellikle ve dikkatle seçilmiş ders alınacak fırsatlardır."'
"Bekle bir dakika" diye kestim. "'Bırak, biraz, geriye döneyim. Bazı ruhların kendi eylem ve düşüncelerinin sonuçlarından sakınma amacıyla geçmişlerini unutmaya çalıştıklarınımi söyledin. Düşünceler derken anlatmak istediğin neydi?"
"Bildiğin gibi düşünce maddedir ve eylem kadar önemlidir" diye Carol ekledi. "Düşünme biçimin seni sen yapar ve

60
Alfa Eşleri
cevrendeki dünyayı derinden etkiler."
"Yani" dedim, "birini soysam veya öldürsem, hatta birinden nefret bile etsem, bütün bunların sonuçlarının bana geri dönebileceğini mi söylemek istiyorsun?"
"Tamamen öyle, diye yanıtladı. "Ama bu olayın sadece yarısı. Sabırlı, yardımseversen veya başkalarını gönülden üzmüyorsan, bunların sonuçları da sana geri dönecektir.
Makro anlayışın büyük filozofu isa şöyle demişti: 'Başkalarini hangi ölçüyle ölçersen, karşılığında sana da aynı ölçü uygulanacaktır.' 'Başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davran' altın kuralının, sınırlı mikro bakış açısından önemi olmadığı halde, Makro bakış açısından anlam taşımasının nedeni bu.
Karma Yasası'nın bir başka anlatımı Newton'ıın üçüncü esasıdır: 'Her etki, eşit güçte karşıt, bir tepki doğurur.' bu yasa tüm yaşamlarımız boyunca işler, sonuçlarından kurtulmak icin sadece bir tek yol vardır, o da Makro bakış açısına erişerek bu anlayışı yaşama aktarabilmek, yaşamda kullanabilmek."
"Anladığımdan kuşkuluyum" diye duraksadım.
"Demek istediğim Jon, bütün yaşamlara uygulanan hep aynı yasa, ama bakış açısının genişliğine göre farklı anlaşılıyor, farklı yorumlanıyor.
Makro bakış açısına göre senin bilinçli amacın bedeninin her hücresini etkiliyor, ayrıca çevre koşullarına da etki yapıyor. Bu yüzden yaşamın ve yaşamının getirdikleri için senin, sadece senin sorumlu olduğunu anlamalısın. İşte 1970'li yıllara özgü çocuksu kültürün yakında olgunlaşmasını sağlayacak büyük gerçek bu -bu her şeyin sevinçle ve yepyeni umutlarla idrak edilmesidir. Bizler koşullarımızın kurbanları değil, yasamlarımızın mimarlarıyız. Bilinçli zihnimiz yaşamımız, kendimiz, duygularımız hakkında bir resim yapıyor ve bilinçaltımiz bu resmi hakim bilincimizin inançlarıyla mükemmel bir uyum icinde madde dünyasına aktarıyor.
Gördüğün gibi bu yasa, yaşadığımız tüm yaşamlar için


61

M.S. 2150
geçerli- Ancak, deneyimlemekte olduğumuz yaşamdaki gelişkinlik düzeyimize göre farklı yorumluyoruz:"
"Pekâlâ, ama biz pek çok kere yeniden doğuyorsak geçmiş yaşamlarımızı neden hatırlamıyoruz?" diye sordum. "Sadece hatırlamak istemediğimiz için mi diyorsun?"
"Bu doğru," diye yanıtladı. "İnsanlar geçmişlerini unutuyorlar, çünkü çirkin, bencilce davranışlarını hatırlamak istemiyorlar; aksi halde gururları zedelenecek ve kendilerini başkalarından üstün hissetmeleri mümkün olmayacaktı. Ancak geçmiş başarısızlıklarımızı unutursak gururlu olabiliriz. Yine de, geçmişteki hatasını unutan onu tekrarlamak zorunda kalır. İnsan ruhları yaşadıkları deneyimlerden sadece kendi zihinlerinin sorumlu olduğunu kabul etmedikçe, aynı acı verici sonuçları getirecek aynı bencilce davranışları tekrarlamak durumundalar. Eğer evrimlerini kolaylaştırmak istiyorlarsa, önce bütün yaşam süreleriyle ilgili sorumluluğun kendilerine ait olduğunu kabul etmek zorundalar, sonra sevinçle diledikleri yaşamı yaratabilirler." Carol gülümseyerek elimi tuttu. "Bütün bunlar hakkında ileride daha ayrıntılı konuşuruz. Şimdi toparlanalım ve yemeğe gidelim."
Giyindikten sonra Alfa'nın yemek salonunda nefis bir yemek yedik. Mutfakları olağanüstüydü. İstediğiniz herhangi bir yiyeceği almak İçin yapacağınız bütün iş kadranda bir numara çevirmek ve bir düğmeye basmaktan ibaretti. Bir iki saniye içinde seçtiğiniz yemek sıcak veya soğuk -nasıl istemişseniz öyle- duvardan çıkan bir tabla üzerinde size sunuluyordu.
Kararında pişmiş, dumanı üstünde gelen, bir kiloya yakın olduğunu sandığım bifteğimi yedikten ve aşçılıklarını bol keseden Övdükten sonra, bu arada havuç suyunu bitiren Carol, bifteğin yüksek protein içeren deniz yosunu ile başka bitkilerin bileşiminden sentetik olarak elde edildiğini söyledi. Öğrendiğime göre aşçı da bilgisayarla işleyen bir hizmet mekanizmasıymış.

62
Alfa Eşleri
Carol karmaşık besin üretim teknolojilerini anlatmaya çalıştı ama, ben bifteklerin gerçek biftek olmadığını unutmaya çalıştığım için ona zahmet etmemesini söyledim. Carol da beni, hoşa gitmeyen gerçeği yok saymak için aldatıcı unutkanlığı kullanmakla suçladı; hatamı kabul etmek zorunda kaldım. O halde bifteğimin nefis tadını hatırlayabilirdim ama yine de, ancak nereden geldiklerini unutursam 2150'de yiyeceğim yemeklerin keyfini çıkarabilirdim.
Vejetaryen beslenmeye karşıydım, çünkü etin hem tadını seviyor hem de onun bildiğim en zengin protein kaynağı olduğuna İnanıyordum. Eğer 2150'deki bilimsel gelişmeler bu sorunları çözümlemişse, tartışmaya girmenin anlamı yoktu. Ca-rol'un hayvanları yemek için öldürmenin yanlış olduğu düşüncesine katılmasam bile.
Carol'a, onun ve Makro toplumun diğer üyelerinin mikro adam ve alışkanlıkları konusunda oldukça katı olduklarını düşündüğümü söyledim. Ama Carol bunu kabul etmedi. Mikro adamı kınamadığını, nasıl altıncı sınıftaki bir çocuk birinci sınıftaki bir çocuktan üstün tutulmazsa, kendisini de aslında mikro adamdan üstün saymadığını, bütün meselenin m-M (mikrokozmik-Makrokozmik) süreci boyunca giderek artan bir farkında-lık kazanarak her şeyin bir olduğu bilincine varmak olduğunu anlattı. Ayrıca, erkek ve kadın mikro varlıklar olarak bencilce yaşadığı pek çok geçmiş yaşamını da hatırladığını öne sürdü.
Farklı cinsiyetlerin yaşandığı geçmiş yaşamlar beni şaşırttı, ama bu konuyu daha sonra açmaya karar verdim.
Paylaştığımız odaya döndüğümüzde -şimdi bu odanın bizim odamız olduğunu düşünüyordum- Carol bana tuvaleti göstermek için bir devreyi harekete geçirince, duvarın bir bölümü ve bitişik zemin garip ama çok kullanışlı görünen bir tuvalet haline dönüştü, ama özel bölmesi yoktu. Sıkıntıyla baktığımı gören Carol gülümsedi ve yakındaki bir düğmeye basmamı önerdi. Saydam olmayan plastiğe benzer bir perde kayarak tuvale-

63
M.S.2150
ün çevresini tamamen örttü.
"Gördün mü Jon" diye takıldı, "utanç verici olduğumı düşündüğün bir parçanı Haklamak için bir yöntem. Bu perdeyi özellikli? senin gelişin için hazırladık
Burada, 2150 yılında düşünmek için yalnız kalırız, gizlenmek için değil. Ama sizin 20. yüzyılda insan bedeni ve bu bedenin temel ve gerekli işlevleri hakkında çelişik duygular içinde
olduğunuzu biliyorum."
2150 standartlarına göre belki de nevrotik olduğum konusunda Gürol'a bak verebilirdim ama, yine do perdeyi kullandım ve ondan da aynı şeyi yapmasını rica ettim. İsteğime karşı koymaması hoşuma gitti. Kolay kabul eden, uyumlu bîr insandı. Bu, aynı fikirde olmadığımız bir konuda kendi görüşünü açıklamaktan kaçınıyor anlamında değildi, ama sabrını yitirmiyor veya benim mikro nevrotik tarzıma ya da 2150 hakkındaki doymak bilmez merakıma sinirlenmiyordu.
Duvardaki video ekranını sorduğumda, bunun M.D.'ııİn odasındaki gibi Merkez Danışma ile bağlantılı olduğunu söyledi. Sonra bana onu kullanmanın derişik yollanın gösterdi.
Ekranın karşısındaki iskemleleri: oturduk ve Carol Merkez üumşma'dan bize 1970 yılına ait bazı dergileri göstermesini istedi. Oldukça kısa bir süre sonra kendimizi Time ve Newsweek dergilerinin mikrofilme kaydedilmiş sayfalarını çevirirken bulduk. Carol .sayfalardan birinde M.D.'yi durdurdu ve benden onu okuyup yorumlamamı rica etti. Şöyle diyordu: Time Dergisi, 13,7.1970
"1970"te milyonlarca Amerikalı savaş, enflasyon veya ekonomik durgunluktan kaynaklanmayan -ama bu sorunlar kadar önem taşıyan- bir endişenin pençesinde. Zorba caniler ve kötü amaçlı yabancıların -silahlı soyguncuların, gangster sürülerinin, yaşamı eroinle değiştirmeye her an hazır uyuşturucu tutkunu hırsızların Birleşik Amerika'nın her yanına saldıkları korku, halkın değişmez yoldaşı oldu. Bu kendini kaybetmiş
64
Alfa esleri

bir zorbanın buhranlı anına rastlayıp, birkaç peni uğruna, bir hiç uğruna ölmenin soğuk korkusu.
Ve hâlâ Amerikalilar'in tecavüze uğramak, soyulmak veya öldürülmekle kıyaslandığında, araba kazalarında ve evlerindeki kazalarda yaralanma oranları birkaç kat daha yüksek. Soygun kurbanlarının sadece yüzde onu ağır yaralı, öldürülenler ise yüzde birin altında. Ote yandan ülkenin mutluluğu, gangsterler ve araba hırsızlarından çok daha fazla zimmetine para geçirenler, fiyatları belirleyenler (Mikro politikacılar) ve organize kapkaççılar tarafından sinsice baltalanıyor.
Ciddi suçların yaklaşık yarısı hiç bildirilmiyor, çünkü çoğu kez korkudan uyuşmuş, hissizleşmiş kurbanlar işi başından aşkın polisin yardımcı olabileceğine inanmıyorlar. Polis gücünün yüzde 70 ilâ 80'i ağır suçların peşine düşmek yerine, bağıran radyoları susturmak, kendilerini kurtarmak ve ilk yardım uygulamakla harcanıyor. Sayısız ek mesai saati sarhoşluk, kumar, pornografi, yasak seks ilişkileri gibi gerçek kurbanları olmayan suçlarla uğraşıldığı için boşa gidiyor. Hatta polisin yaptığı iyi işler bile çok yoğun mahkemeler ve cezalandırma yöntemleriyle suçu besleyen hapishaneler yüzünden sonuçsuz kalıyor."
Carol'a baktım ve "70'li yılların dünyasının bölünmüş olduğunu, insanların birleşemediğini, en önemli toplumsal sorunlarını çözmeye yetecek işbirliğini sağlayamadıklarını söylemekten başka ne diyebilirim ki..." dedim.
"Senin toplumun" dedi Carol, "sadece becerebildiği biçimde davrandı; yaşamı mikro açıdan gördüğü için başka türlüsünü yapamazdı, insanlar kendilerini ve çevrelerindeki dünyayı nasıl algılıyorlarsa, ancak öyle davranabilirler. Ve bu algıları tamamen inançlarına ve yaşam felsefelerine göre belirlenir; 21. yüzyıldan evvelki inançlar ve yaşam felsefeleri de genelde farkındalıktan yoksundu."

65
M.S. 2150
"Tamam" diye kabul ettim. "Daha geniş bir zemini görmek için daha geniş bir açıya ihtiyacımız vardı; en gerçekçi öğüdü veren 'Dağdaki Vaiz'i ve 'Altın Kural'ı anlamaya yetecek kadar geniş bir açıya -bir Makro bakış açısına."
Carol gülümsedi ve İsa'nın altın öğüdünü tekrarladı: "Başkalarıni hangi ölçüyle ölçersen, karşılığında sana da ayın ölcü
uygulanacaktır."
"Evet" diye yanıtladım, "ama insanlar makrokozmik bir' ligi idrak etmedikçe, bunun anlamını kavrayıp, gündelik ilişki-
lerine uygulayamazlar."
"1970'lerde" diye Carol ekledi, ''en az üç kişiden birinin yoksullumun pençesinde kıvrandığı bir dünyada yaşıyordun ve siz insanlar o mağrur Birleşik Devletlerinizde -gerçekten de birleşik mi, o da ayrı bir konu- öyle bozuk ve yetersiz sosyoekonomik bir düzen kurmuştunuz ki, bu sistem bireylerin ihmal edilmişliğini ve yoksulluğunu sadece görmezden gelmekle kalmıyor, gerçekte bu yoksulluk ve aldırmazlığın kuşaktan kuşağa aktarılarak sürdürülmesine neden oluyordu."
"Aynı zamanda" diye devam etti, "ulusal enerjinizin ve kaynaklarınızın en önemli bölümünü savaş ve paranoyak savaş hazırlıkları için harcadıniz. 1960'li ve 70'li yıllarda aynı miktarda para ve ulusal çabayı Vietnam'da halkı ikiye bölen savaşı yürütmek yerine kendi sosyal sorunlarınıza ayırsaydınız, yoksulluk çemberini sonsuza dek kırar ve ülkenizin diğer sosyal sorunlarini çözümlemekte hayli yol alırdınız."
"Biliyorum" dedim, "ama yöneticilerimiz ya ahlâki değerlerden yoksundular ya da gerekli bilinçten."
Carol başını salladı, "Her ulus lâyık olduğu kişiler tarafından yönetilir" dedi. "Sen kusuru başkalarının üstüne atarak kendi sorumluluğundan kaçmaya çalışıyorsun. Lütfen Jon, benim burada seni veya mîkro toplumunu yargıladığımı sanma. Mikro adamı, mikro adam gibi davrandığı için suçluyor veya kınıyor değilim. Bu becerebildiği tek davranış biçimiydi,
66
Alfa Eşleri
çünkü sadece böyle davranmayı öğrenmişti. Ben yalnızca senin bakış açının genişlemesine yardımcı olmak zorundayım."
"Ama" diye karşı çıktını, "bir başkasına yöneltilen bencilce, acımasızca, hatta şiddet içeren bir davranışı nasıl olur da ki namazsın; hele şiddet içeren bir davranış neredeyse tüm gezegeni yok edecek kadar ego dolu ve sağgörüden yoksun olursa?" "İnsanın kendi eylemlerinin getireceği sonuçları öğrenebilmesi için tek yol buydu" diye yanıtladı Carol. "Öğrenme süreci içinde mutlaka hatalar olmalıdır. Ayrıca Jon, hu sadece kısa vadeli mikro bakış açısından korkunç görünüyor; oysa Makro bakış açısına göre her şey mükemmeldir. Her şeyin bir amacı vardır ve her şey mutlu sona ulaşır; çünkü her şey mükemmel Makro farkıtıdalığa doğru gelişmektedir."
"biliyorum" dedim, "senin Makro bakış açına göre yaşadığımız her deneyimden tamamen biz sorumluyuz. Ama bunu yoksulluk veya hastalık çeken ya da haksızlıklara uğrayan birini? ani atsana."
Carol gülümsedi ve "Ben çocuklarla anlamaya hazır olmadıkları konuları konuşmam" dedi. Yine de zamanla her çocuğun bir yetişkin olacağını ve herkesin her şeyi anlar hale gelebileceğini de unutmuyorum."
Bu konuya bu kadar derinlemesine girmeye kendimi henüz hazır hissetmediğime karar vererek, Carol'a diğer Alfa üyeleriyle ne zaman tanışacağımı sordum. Carol da hemen M.D.' den Alfar'mı -yoksa artık bizim Alfarimiz'ı mı demeliyim- aramasını ve sormasını rica etti. Yaklaşık on beş saniye içinde Alfa yöneticimizin sesini duyduk, Carol'a diğer Alfa üyelerinin iki saat içinde geri döneceklerini bildirdi.
Carol verdiği bilgi için Alfar'a teşekkür ettikten sonra görüşmeyi kesti ve bana M.D.'nin Makro toplumun üyeleriyle, herkesin koluna taktığı bir bilezikte bulunan haberleşme birimi aracılığıyla nasıl bağlantı kurduğunu anlattı. Sonra makib (Makro kimlik bileziği) diye adlandırdığı kendinin kini göster-

67
M. S. 2150
di. Bilezikte bir saat, bir haberleşme birimi, biyonik bir monitör ve bir beslenme bölümü bulunuyordu. Makro toplumda yaşayan herkesin kalbinin ve beyninin durumunun anında bu bilezikler aracılığıyla M.D.'ye aktarılabilmesine hayran olmuştum. Böylece herhangi bir tehlike anında, başı dertte olan kişi kendinden geçmiş ve yardım çağıracak halde olmasa bile, durum M.D. aracılığıyla en yakındaki yardım edebilecek kişilere
bildirilebiliyordu.
Carol yakında benim de kendi makib'imi alacağımı söyledi. Sonra diğer Alfa üyelerinin fotoğraflarını görmek isteyip istemediğimi sordu. Elbette görmek istiyordum; Carol M.D.'den diğer üyeleri bana tanıtmasını rica etti.
Birden kendimi biraz önce sesini duyduğum Alfa yöneticimizin, Alan'ın resmine bakar buldum. Bu arada M.D. onun hakkında bilgi veriyordu.
"Alfamiz'ın yöneticisi olan Alan 20.6 yaşında, 1.83 m. boyunda ve 109 kilo ağırlığında olup halen Delta 927'nin öğrencilere ayrılmış Gama binasında kalıyor."
Carol burada keserek, M.D.'nin alfamız'ın her üyesi hakkında biriktirdiği bilgiyi dinlemenin günler alabileceğini, çünkü bu bilgilerin geçmiş yaşamları da içerdiğini anlattı. Ama üyeler hakkında bu kadar bilgi edinmeye henüz hazır olmadığım kanısındaydı.
Ancak bütün bu bilgilerin Makro toplumda yaşayan herkese açık olduğunu özellikle belirtti. Gizli, saklı veya sır niteliğinde kabul edilen hiçbir bilgi yoktu.
Oysa benim 1976'daki hükümetimin kalin bir sır perdesi çekmeden çalışabileceğini sanmadığımı söyledim. Sonra Alan'ı bir tartışma grubunu yönetirken, koşarken, yürürken, yüzerken, oyun oynarken ve uyurken gösteren bir video bant izledim. Son derece yaşam dolu ve zeki görünüyordu. Bunu söylediğimde Carol, bu yanıt her şeyi açıkliyormuş gibi Alan'ın altincı bilinç düzeyinde olduğunu belirtti.
68
Alfa Eşleri
Ardından, Alan'in Alfa'daki kız arkadaşı Bonnie'nin resimlerini gördük. 1.75 m. boyunda ve 72 kilo ağırlığındaydı. Sonra 1.87 m. boyundaki Adam'la 1.77 boyundaki Nancy'yi, 1.72 m. boyundaki Diane ile 1.82 m. boyundaki David'i izledik. Onların ardından ekranda, hepsinden uzun olan Steve belirdi, 1.92m. boyundaydı, kız arkadaşı Joyce İse 1.77 m. idi. M.D. en son Carol'un ve Jon'un resimlerini gösterdi; benim resimlerimin kütüphanede ve Lea ile yürürken çekilmiş olduğunu fark ettim.
Alfa'daki arkadaşlarımın fiziksel ölçülerinin mükemmelliği ve güzellikleri beni çok etkilemişti. Ama saçlarının çok kısa olmasına da şaşırmıştım. Beş erkek içinde saçları en uzun olan bendim; oysa benim saçlarım 1976 standartlarına göre kısaydı. Kızların arasında ise en uzun saçlı olan Carol'du; onun saçlarının uzunluğu da on santimi geçmiyordu.
Bu durumun nedenini Carola sorduğumda, saça önem vermediklerini, çünkü gösterişle uğraşmadıklarini anlattı. Kısa saçın çok daha rahat olduğu konusunda bana inandırıcı sözler söyledi.
"Makro toplumda hiç şişman veya çirkin insan yok mu Carol, söylesene!" dedim.
Güldü. "Bütün çocuklarımızın genetik, fiziksel ve zihinsel gelişmelerini tamamen kontrol edebilirken, nasıl olabilir?" dedi.
"Pekâlâ, o halde neden farklı bilinç düzeylerine sahipsiniz? Niye herkesin onuncu düzeyde olmasını sağlayamıyorsu-nuz?"
"Çünkü" diye yanıtladı Carol, "geçmiş yaşamlarda alınan dersleri değiştiremeyiz. Yine de Makro potansiyel taşımayan hiçbir ruh Makro toplumda doğamaz."
"Ben de mi?"
Carol gülümsedi. "Oh Jon, eğer Makro potansiyele sahip olmasaydin, en akıllılarımız bile Lea'ya seni buraya getirme konusunda yardımcı olamazlardı."

69
M.S.2150
"Bırak, bu bilinç düzeylerini kavramaya çalışayım" dedim. "Ben birinci düzeydeyim, çünkü Makro farkındalığa giden yolun daha başındayım."
"Doğru Jon. sen şimdi her şey olan, her şey olmuş olan ve her şey olacak olanla bir olduğunu tekrar idrak etmeye doğru yol alıyorsun."
"Ve Adam'la Nancy ikinci bilinç düzc-yindeler" diye devam ettim. "Sen Steve ile birlikte üçüncü bilinç düzeyindesin, Bonnie ve Joyce dördüncü düzeydeler. Sonra Diane ve David, onlar da beşinci düzeydeler ve Alan, önderimiz, altıncı bilinç düzeyinde. Şimdi bana bu düzeyler arasındaki farkın ne olduğunu anlat!"
"Bunu M.D, yanıtlasın" dedi Carol. "Sen sorularına yanıt bulurken, ben de gidip yönetim binasından senin makib'ini alayım."
M.D.'nin göstermiş olduğu Delta haritası aklımdaydı, birden Carol'un on millik bir gidiş gelişten söz ettiğini kavradım. "Yani on mil mi yürüyeceksin?" diye sordum.
"Oh, pnömatik (hava basıncı ile işleyen) yeraltı borusuyla Alfamız'a gönderilmesini sağlayabilirdim ama, bugünkü egzersizimi yapmadığım için koşacağım. Bir saatten önce dönmüş
olurum."
inanamayarak sordum: "Yani bir saatten daha kısa bir süre içerisinde on mil mi koşacaksın?"
"Merak etme Jon, Makro gücümüz mikro adamın hiç deneyimlemediği kadar hafif, hızlı, uzun ve keyifle koşmamıza yardımcı olur."
"Yörede herhangi bir taşıma aracı yok mu?" diye kuşkuyla sordum.
"Zorunluluk olmadıkça Delta içinde her yere, hatta bazen bir Delta'dan diğerine bile yürüyerek veya koşarak gideriz. Elbette bizi bu gezegen üzerinde istediğimiz her yere çok çabuk ulaştıran hava araçlarımız var, ama sizin mikro toplu-

70

Alfa Eşleri
munuzdaki hastalıklı acelecilikten uzak dengeli bir yasama inanıyoruz. Yine inanıyoruz ki, bedenin, zihnin ve ruhun eşit biçimde çalıştırılmaları gerek, böylece birbirleriyle uyumlu kalabilirler."
Sözlerini bitirirken bana bir öpücük gönderdi ve gerçek anlamıyla odadan fırladı. Aceleyle değil, sadece son derece sağlıklı bir bedeni çalıştırmanın verdiği coşkuyla... Koşma zevkimi paylaşması beni mutlu etti, bu enerjik toplumda neden hiç kimsenin şişmanlamadığını da daha iyi anladım.
Video ekranına dönerek bilinç düzeyleri hakkındaki sorulanına başladım ve M.D.'nin Makro toplumda yaşayan herkesle ilgili doğumdan Ölüme dek, neredeyse tüm ayrıntıları içeren kayıtlar tuttuğunu gördüm. Bu Makro kimlik bileziği ve M.D. tarafından yapılan yıllık değerlendirme vasıtasıyla sağlanıyordu.
Bir insanın tuniğinin rengi onun bilinç düzeyini gösteriyordu. Öğrendiğime göre tunik, insanın aurasını şaşmaz bîr doğrulukla yansıtıyordu; aura ise zihinsel, duygusal, ruhsal ve fiziksel durumun yanılma/ bir göstergesiydi.
Birinci bilinç düzeyinin temel rengi griydi, enerjiyi ifade eden ikinci düzey turuncu, bu enerjinin kontrolünün kazanıldığını gösteren üçüncü düzey pembe, bir başkasının duygularıni anlayabilme ve yöneticilik yeteneğinin kazanıldığı dördüncü düzey mor, her şeyi olduğu gibi sevinçle; kabul edebilme bilincinin kazanıldığı beşinci düzey eflâtun, sevginin gerçek anlamının idrak edildiği altıncı düzey sarı, şifa verme yeteneğine erişilen yedinci düzey yeşil, aklın denge içinde kullanılabildiği sekizinci düzey mavi. bilgeliğin kazanıldığı dokuzuncu düzey mavimsi yeşildi. Önderliği ifade eden onuncu düzey İse kendini beyazla açığa vuruyor ve diğer tüm bilinç düzeylerinin mükemmel bir dengesini içeriyordu.
M.D.'ye göre Makro toplumda Makro farkindalığın onuncu düzeyine erişecek kadar gelişmiş sadece yüz yirmî yedi kişi

71
M.S.2150
vardı. Üç yüz milyonluk Makro toplumun sadece yüz yirmi yedi üyesi bu anlayışa ulaşabilmişti.
Bir insanın bulunduğu bilinç düzeyi, sahip olduğu üç makro özelliğin, önem .sırasıyla sevgi, bilgelik ve önderlik niteliklerinin gelişkinliğine ve yedi Makro gücünü -durugörü, telepati, önceden bilme, geçmiş yaşamlarını hatırlama, psikokinezi (zihnin doğrudan maddeyi etkileme gücü), telekinezi (nesneleri dokunmadan hareket ettirme) ve astral projeksiyon- kullanmaktaki ustalığına göre belirleniyordu. (M.D.'den Seçilmiş Bilgiler bölümüne bakın.)
M.D. nasıl bilinç aşaması yapıldığı konusunda oldukça karmaşık bilgileri vermeyi sürdürürken uykumun geldiğini hissettim; gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum.
Sonuçta dayanamadım ve gözlerimi kapadım, çok geçmeden uyuya kalmıştım.

72


BOLUM 5

Gerçeğin Sınanması
Bir başka soğuk, kasvetli ocak sabahına gözlerimi açtığımda ayın 17'siydi ve günlerden cumartesiydi. M.D.'nin 2150'nin denetim altında tutulabilen iklim koşulları konusunda anlattıklarını anımsadım. Her şey gerçek olamayacak kadar iyi diye düşündüm
Bütün bu akıl almaz toplumsal ve bilimsel değişiklikler sadece 174 yılda nasıl meydana gelmişti? Ama benî 1976'da 174 yıl geriye götüren bir zaman yolculuğu yapmış olsam, 1802 yılından 1976'nın dünyası da gerçekleşmesi kesinlikle olanak dışı bir düş olarak görünürdü, bunu kabul etmek zorundaydım.
Huxley ve Orwell gibi kişilerin gelecek hakkında öne sürdükleri kehanetleri düşündüm. Onlar insanın geleceğine büyük bir kuşkuyla bakmışlardı. Sözünü ettikleri insan elbette rnikro adamdı ve M.D.'ye göre mikro adam hâlâ kendini yok etmekle uğraşıyordu. Orwell ve fluxley Makro adamı hayal edebilecek kadar geniş bir bakış açısına sahip olsalardı, acaba yazdıkları bundan nasıl etkilenirdi diye merak ettim.
Sonra 2150'nin dünyasının kendi düş gücümün ürünü olmadığını söyleyebilmek için ortada elle tutulur en ufak bir kanıt bulunmadığı aklıma geldi.
işte o an birden, burada gerçekten var olup olmadığımi anlamaya, bana varlığımı doğrulayacak bir şeye dokunmaya, biriyle konuşmaya, bir ses işitmeye şiddetle gereksinme duydum.

73
M.S.2150
Odanın öbür tarafına baktığımda, Karl'ın her zamanki gibi özenle yapılmış yatağını gördüm, günlüğüm yastığının üstünde duruyordu.
Yataktan fırladım ve dengemi kaybettim, az kalsın yere düşüyordum. Takma bacağımın kayışlarını bağlamayı unutmuştum. Bu olay burada, bu anda gerçekten var olduğumu doğrulamaya yetti. Buradaydım, tamamen uyanıktım ve 1976 yılin-
daydım -tek bacakla.
Sekerek Karl'ın yatağına gittim, günlüğümü aldım ve Karl'in notunu gördüm: "Öğleyin konuşuruz."
Saatime göre neredeyse 9.00 olmuştu ve ben yine oldukça geç uyanmıştım. 2150 yılından veya düş dünyamdan -ya da her neyse ondan- hatırlayabildiğim yeni deneyimlerimi Karl dönmeden kâğıda geçirmek İstiyordum. Aceleyle giyindim, çabucak kahvaltı ettim ve coşkuyla yazmaya giriştim.
Karl 12'yi çeyrek geçe geldiğinde ben hemen hemen bitirmiştim. Yazılı sayfaları günlüğümden çıkararak ona uzattım, böylece ben yazacaklarımı tamamlarken, Karl da düşümde yaşadıklarımı gecikmeden öğrenebilecekti.
Aşağı yukarı aynı zamanda bitirdik ve bir iki saniye birbirimize baktık. Sonra Karl sessizliği bozdu.
"Hey" diye sırıttı. "Olağanüstü bir düş kurucu oldun. Üstelik güzel, insanüstü bir kadınla aşk yapmakla da yetinmiyorsun hayır, iki tane mükemmel sevgili... biri sarışın, biri esmer... ama saçları kısaymış, ne fark eder?"
"Tamam" dedim, "söyleyeceğin başka şey var mı? Buradaki süreklilik seni hiç mi etkilemiyor? Yeni düşün, bir evvelki düşün tam bittiği yerden başlamasına ne diyorsun? Ya da geleceğin toplumu ile ilgili ayrıntılı bilgilerin mantık çerçevesinde birbirini izleyerek zenginleşmesine?"
Karl alayı bıraktı ve kaşlarını çattı. "Evet Jon" dedi, "etkilendim. Ama dürüstçe söylemem gerekirse ne düşüneceğimi bilmiyorum; ancak, bu olayı ciddiye alırsak her ikimiz de ti-
74


GerçeğinSınanması
marhanelik oluruz. Bunu düşün Jon. Şu başlığı gözünün önüne getir: Gayretli iki genç psikolog, ihtisaslarını tamamlamaya sadece bir yıl kala, aşırı çalışmanın getirdiği yüke dayanamayıp Eyalet Akıl Hastanesi'ne kaldırıldılar."
İşte bu eğlendiriciydi, ama rahatsız edecek kadar akla yakın görünüyordu. "Tamam, tamam -dikkatli olacağım Karl, söz veriyorum" dedim.
"Gizli tutmanın bile sorunu ortadan kaldıracağından emin değilim Jon. Bu düş senin için bir sabit fikir haline geldi."
Düşündüm ve haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldım, "Sanırım hakkın var Karl. Tüm yaşamım boyunca böylesine doyum veren, mükemmel ve karşı koyulmaz biçimde çekici başka hiçbir şeyle karşılaşmadım."
"Ama hâlâ gerçekliği konusunda biraz kuşkuluyum" diye ekledim. "Doğru olup olmadığını sınamayı tasarlıyorum, aynen diğer varsayımların sınandığı gibi. Mikro varlığımdan kurtulmayı öğrenip, 2150'nin Makro dünyasında sürekli yaşamayı başarabilirsem ki Lea yapabileceğim kanısında bu da son sınav olur."
"Aman Tanrım, Jon!" Karl iskemlesinin ucuna kadar geldi, duyduğu korkuyla sesi buz gibiydi. "Sen ne dediğini biliyor musun? Eğer bu düş zihinsel yanılgıysa, hoşa gitmeyen gerçeklerden bir kaçışsa, sonun ot gibi yaşamak olur. Sen sürekli düş dünyandayken, 1976'nin gerçek dünyasında bir hastane köşesinde damardan beslenir hale gelirsin. Al, dış ortamla ilişkisini kesmiş bir şizofren daha!"
Karl ayağa kalktı ve odayı adımlamaya başladı. Aramızdaki sessizlik öyle uzadı ki, gerçekten hastalanıyor olmam ihtimalini ciddi biçimde düşündüm. Sonuçta dış ortamla ilişkisiz siizofrenlerin bitkisel yaşamını sürdürmek durumunda kalır mıydım? 2150 yılının dünyasında sürekli kalmayı başarırsam, 1976' daki bedenime ne olurdu? Bitkisel yasamamı girerdi, yoksa sadece ortadan yok olur ya da ölür müydü?
75
M.S. 2150
Bunlar benim yanıtlayamayacağım sorulardı; "keşke M.D.' ye sorabilsem..." diye düşündüğümü fark ettim.
"Buldum Kari" dedim. "2150'de sürekli kalırsam 1976'da-ki bedenime ne olacağını döndüğümde M.D.'ye soracağım."
"Oh, işte bu harika!" dedi Karl acı bir alayla. "Günah iş- I lemekten kurtulmak için şeytandan yardım isteyelim!"
"Ama Karl, ben..."
"Beni dinle Jon" diye kesti. "Kendini dev bir bilgisayarın yönetimine bırakmış bir toplum, gerçek bir toplum bile olsa, hasta bir toplumdur. Hasta! HASTA! Bunu kavramak zorundasın."
"Burada bir dakika dur Kari!" diye yanıtladım. "Dürüst olalım! Elde ettikleri başarıyı değerlendirelim. Gel, sonuçları
kıyaslayalım.
1976'dakİ mikro toplumumuz kısa süreli maddi zevkler uğruna bencilce bir sömürü düzeni yaşıyor. Bu çıkarcı davranışlar özgürlük, aile, şehir, devlet, millet din ya da komünizm, ! sosyalizm, kapitalizm ve birtakım başka lanet olası izm'ler adı- j na sahnelenip sürdürülüyor ve inanılmaz sayıda insanın büyük acılar çekmesine neden oluyor.
1976'nın dünyası kuşkuyu besleyen çıkarcı ayrılıkların, güvensizliğin, düşmanlığın ve hem ülke içinde hem de ülkeler arası sonu gelmez çatışmaların dünyası. Bu öylesine bölünmüş ve işbirliğinden uzak bir dünya ki, sonunda kendi toprağını, suyunu, hayvan yaşamını, hatta soluduğumuz havayı, gezegenimizin varlığını tehlikeye sokacak ölçüde bozdu.
İnsanlarımıza gelince, her üç kişiden biri yoksulluk İçinde, hasta ve yarı aç yarı tok yaşıyor. Üstelik bu gezegende yaşayan herkese, tek tek her insana yetecek yiyecek, giyecek, ba- i rınak, tıbbi bakım ve eğitim sağlayacak kaynaklarımız ve tek-
nolojimiz varken.
Sorum şu Karl, bütün bunları neden yapmıyoruz?" "Galiba kahrolası çıkarcılığımız yüzünden Jon" diye ya-
76
Gerçeğin Sınanması
nıtladı Karl. "Ama tüm sorularımızın çözümünü Allahın cezası bir makineye devredemeyiz. İşte bu tam bir sorumluluktan kaçış olur."
Öfkeyle, "2150'de kimse sorumluluktan kaçmıyor" dedim ve birden Karl'ı -belki de kendimi- alışılmamış deneyimlerimin gerçekliğine, değerine, hak ve adalete uygunluğuna inandırmak için son derece büyük bir gereksinme duyduğumu fark ettim.
"Tamam Kari" dedim, sakin olmaya çalışarak, "becerebil-diğin kadar açık fikirli olmaya çalış ve benî Öyle dinle, çünkü duygularımıza kapılırsak gerçekten başımız derde girer.
2150'nin toplumu hakkında öğrendiğim her şey, insanların birbirlerini önemsediklerini ve birbirlerine yardımcı olmak [cin büyük çaba içinde olduklarını gösteriyor. Bunu sorumluluktan kaçma olarak değerlendiremezsin."
"Ayrıca" diye ekledim, "bir yaşam felsefesi geliştirmişler; İni felsefe Öylesine geniş bir bakış açısı sağlıyor ki, bencilce davranışların uzun vadedeki yıkıcı sonuçlarını görebiliyorlar. Başka bir anlatımla, Makro bakış açısından hepimizin birbirimize bağlı tek bir bütün olduğumuzu görebiliyorlar ve bu yüz-nen en önemsiz görünen bir bireyin mutluluğu bile herkesi ilgilendiriyor, herkesin mutluluğu oluyor. 'Birbirinizi seviniz', 'sen kıırdeşınin koruyucususun', 'ne ekersen onu biçersin' veya 'baş-llııliirına sana davranılmasını istediğin gibi davran' gibi sözler idece bu geniş bakış açısından anlam kazanıyor."
"Ama şu Allahın cezası makineye ne diyorsun?" diye başlı Kari.
"Rahat bırak şu makineyi!" diye bağırdım. "Makro felsefe ya da gelişkin ruhların yaşamaya değer buldukları Makro toplumu yaratan M.D. değil. Sevgiyi, sabrı incelikle davranmayi-yaşayan her varlığa anlayışla yaklaşmayı sağlayan da M.D. degil! Hayır! Bunları yapanlar, bencilce olmayan Makro yaşam bicimini seçmiş Makro toplumun insanları."
77
M.S.2150
"Ya elde edilen sonuçlar?" diye devam ettim, "300 milyon insan savaştan, kirlilikten, yoksulluktan, bencillikten ve düşsel mantıktan uzak yaşıyor; her biri eğitim görmüş ve sağlıklı, başlarınin üzerinde bir dam var ve günde üç öğün doyurucu yemek yiyorlar."
"Eğer böyle yaşamak hastalıksa, evet eğer hastalıksa, HASTALIKSA" diye bağırdım, yumruğumu masaya indirirken, "Tanrı aşkına, ben hasta olmayı seçiyorum!"
Karl bana inanmaz gözlerle bakıyordu. Sonra "Jon, seni hiçbir şeyi böylesine... tutkuyla savunurken görmemiştim" dedi, "Bağırıyorsun, karşı çıkıyorsun, yumruğunu vuruyorsun, küfrediyorsun. Bütün bunlar benim için yeni. Ne düşüneceğimi bilmiyorum."
"Benim şu ana kadar bu yaşama katılmamış bir seyirci olduğum gerçeğini anlamaya ne dersin? Her zaman serinkanlı olmakla öğündüm, ama aslında sorumluluktan kaçıyordum, Şimdi -hele şükür- ilgiliyim, yaşama katılıyorum, sorumluluğu yükleniyorum ve ne olursa olsun, eski halime dönmeyeceğim. Geleceğin dünyasını öğrenmek ve keşfetmek için bütün gücümü ortaya koyacağım."
Karl yavaşça başını salladı, yüzündeki gerginliği görebiliyordum. "Korkuyorum" dedi. "Kendimi sana dünyadaki herkesten daha yakın hissettiğimi biliyorsun. Öyle ki, sana yardım etmek İçin hayatımı verirdim."
"Hatırlıyorum," diye devam etti, "bazı felsefi anlayışlara göre, eğer birinin yaşamını kurtarırsan, o yaşamdan sorumlu olursun. Eh, Vietnam'da senin yaşamını ben kurtarmıştım ve şimdi birtakım hastalıklı sanrılarla o yaşamı mahvetmene izin veremen."
"Ama karl," diye başladım.
"Hayır, kahretsin, şimdi sen beni dinle!" diye direndi; bir yandan da güç kullanarak aklımı başıma getirmek istercesine yumruğunu bana doğru sallıyordu. "Kişilikteki ani ve önemli

78
Gerçeğin Sınanması
değişikliklerin akıl hastalıklarının klâsik belirtileri olduğunu benim kadar iyi biliyorsun ve sen bunu bile bile az önce, bütünüyle yeni bir kişilik kazanmış olduğunu kabul ettin!"
Sözlerine ara vererek beni dikkatle süzdü; fırlattığı bombanın üzerimde bıraktığı etkiyi görmek istiyordu.
Beni köşeye sıkıştırmış olmaktan açıkça memnun, devam etti: "Şimdi Jon, içinde yaşadığımız gerçeği senin düş dünyanın erdemlerine karşı savunacak değilim. Ben de iyilikten, merhametten, herkese adil davranılmasmdan yanayım; bencilliğe, aşağılık davranışlara ve her çeşit kötülüğe karşıyım. Bütün bunlara rağmen, yine de geleceğin düş dünyasına sığınmak yerine, 1976'nin hoşa gitmeyen gerçekleri ile savaşmayı göze alıyorum..."
Aramızda bir sessizlik oldu; Karl söylediklerini düşünmem için beni kendi halime bırakmıştı.
Ani kişilik değişimleri ve hoşa gitmeyen gerçeklerden kaçış hakkında öne sürdüğü varsayımların beni biraz korkuttu-jtunu kabullenmek zorunda kaldım. Yine de hâlâ 2150 ile ilgili düşleri görmeye başlamadan önce var olan Jon Lake'e geri dönmemin mümkün olmadığına inanıyordum. Sonuç ne olursa ol-iun, düş dünyamın gerçekten geleceğin dünyası olup olmadığı-kı araştırmak zorundaydım. Peki, Karl'ın bunu onaylamasını nıiHil sağlayacaktım? "Tamam Kari" dedim sonunda, "üzerinde durduğun noktalari kabul ediyorum. Belki deliriyorum, belki de doktoram uğruna aşırı çalışmaktan kaynaklananbir kaçış içindeyim. Ama gerçek er geç ortaya çıkacaktır. Eğer durugörü, telepati ve benzeri Makro güçleri kullanmayı öğrenirsem, bunları sana burada 1976 yılında da gösterebilir durumda olmalıyım, değil mi?" Karl şaşkınlıkla baktı. "Yani" dedi, "bu güçleri kullanabildigini düşünde görüp de bana uyanıkken kanıtlayamazsan, artık böyle hastalıklı kuruntularla uğraşmaktan vazgeçeceğini mi söylüyorsun?"

79

M.S.2150
"Evet Karl," diye yanıtladım, "aynen öyle söylüyorum. Düş dünyamı sınamak istiyorum, bu deneme başarılı olmazsa, gerisine boş veririz."
Karl rahatlamış bir gülümsemeyle omzumu okşayarak, "Şimdi akla yakın konuşuyorsun" dedi. "Gerçeğin belirlenmesi konusunda son kararı bana bıraktığına göre, şu garip düşlere duyduğun ilgiyi sürdürmene şimdilik karşı çıkamam; yine de bu denemenin düşlerinin gerçek dışı olduğunu ortaya koymasının uzun süre almayacağına inanıyorum."
Aramızda sessizce anlaşarak bu konudan söz etmeyi bıraktık. Günün kalan saatlerini başka şeylerden konuşarak geçirdik. Akşam yemeğini dışarıda yedik, sonra da gençlerde uyuşturucu alışkanlığı ile ilgili bir filmi izlemeye gittik.
Eve dönerken bizim kuşağımızda giderek artan uyuşturucu kullanımını tartıştık ve bu durumun daracık çerçeveli mikro toplumumuzun çirkin gerçeklerinden çılgınca bir kaçış çabasından veya daha iyi bir şeyler bulma umudundan kaynaklandığı konusunda fikir birliğine vardık.
Daha sonra, yatakta uykumun gelip beni geleceğe götürmesini umutla beklerken, birden, güzel bir geleceği düşlemeye itilmemdeki nedenlerle uyuşturucu kullananların nedenlerinin benzer olup olmadığını merak ettim.
Bu düşünce beni tedirgin etti, odanın öbür tarafında yatan Karl'a seslenerek, deneme başarısız olursa düşlerimdeki dünyayı unutacağım konusunda verdiğim sözü bir kez daha tekrarladım. Karl, sorunu çözümlemiş olduğumuzu söyleyerek aramızdaki anlaşmadan kaynaklanan memnuniyetini dile getirdi.Oysa ben uykuya dalarken hâlâ kendimi rahatlatmaya çalışıyordum.

80

BÖLÜM 6
Jon 'un Alfası ve Rana
Bir kez daha Merkez Danışma'nm sesiyle uyandım. Uykuda geçirdiğim süreyi öğrenmek için hemen araya girdim. Ama bu kez M.D., Alfa odasındaki iskemlenin kütüphanedekiler gibi bir zihin-beden izleyicisi ile donatılmış olmadığı için bana bu konuda bilgi veremeyeceğini söyledi.
Yine de Carol'un henüz dönmediğine bakılırsa, bu defa da 2150'nin zaman ölçüsüne göre bir iki saniye içinde geri gelmiş olmalıydım.
M.D.'ye beni huzursuz kılan bazı konuları sormaya karar verdim.
"Biliyorsun M.D., zaman içindeki bütün bu gidiş ve gelişler 1976'daki yaşantıma zarar veriyor. Kardeşim bir çeşit akıl hastalığına yakalanmak üzere olduğumu düşünüyor. Tartışırken öne sürdüğü kanıtların oldukça sağlam olduğunu kabullenmek zorunda kalıyorum.
Sorunu çözebilmek için 2150'nin gerçek olup olmadığını ortaya koyacak tek bir deneme yapmayı tasarladık. Eğer senin tanımladığın Makro güçlerden birkaç tanesini geliştirebilir ve bunları kullanabildiğimi 1976'da Karl'a kanıtlayabilirsem, Kari da ben de 2150'nin gerçek olduğunu kabul edeceğiz. Aksi halde "düşlerimi" sadece, yıllarca ara vermeden çalışmanın getir-diği zihinsel yorgunluğu bastırmak için oluşturduğum kuvvetli bir sanrı olarak nitelendireceğiz.

81
M.S.2150
Söyle bana, bu Makro güçlerden bazılarını geliştirmem ve eğer becerebilirsem, bu yeteneklerimi 1976'ya geri döndüğümde korumam mümkün mü?"
M.D. tek bir sözcükle yanıtladı: "Evet." "2150'de sürekli kalmam mümkün mü?" diye sordum ardından.
M.D.'nin yanıtı, "Evet, üçüncü bilinç düzeyine ulaştığında 2150'de sürekli kalabilirsin" oldu. "Bu ne zaman olacak?"
"Bu tamamen senin isteğine ve olabilirliği konusundaki inancına bağlı."
"Peki, bazı Makro güçleri geliştirmem ne kadar sürer?" M.D.'nin yanıtı, sanki bir evvelkinin bant kaydıymış gibi aynıydı: Tamamen senin isteğine ve olabilirliği konusundaki inancına bağlı."
Yanıtın yinelenmesinin mekanik bir aksaklıktan kaynaklanmış olabileceğini düşünerek, bandın takılıp takılmadığım anlamak için M.D.'ye adımı sordum.
"1976'daki adın Jon Lake" dedi. 2150'deki adın Jon 8- 927, çünkü Delta 927'de doğmuş yedi Jon daha var."
"Bazı Makro güçleri geliştirmek ne kadar sürer?" diye üsteledim.
Yanıt hâlâ aynıydı; "Tamamen senin isteğine ve olabilirliği konusundaki inancına bağlı."
Bir yandan Makro güçlerimin ne zaman açığa çıkacağını öğrenemediğim için düş kırıklığına uğrarken, diğer yandan bu güçleri 1976'da da kullanabileceğim için sevindim. 2150'deki kimliğimi duymaksa içimde hoş bir duygu uyandırmıştı.
Üçüncü bilinç düzeyine ulaşırsam 2150'de sürekli kalabileceğimi bilmek benim için büyük sevinç kaynağı olmuş, rahatlamıştım. Ancak henüz canımı sıkan bir şey daha vardı. O da 1976'daki bedenimle ilgili kaygımdı.
M.D.'ye "Üçüncü bilinç düzeyine erişir de sürekli 2150'de

82
Jon'un Alfası ve Rana
kalırsam, 1976'daki bedenime ne olacak?" diye sordum.
Az ve öz konuşmayı seven M.D. dümdüz yanıtladı: "Ö 1 e c e k."
Carol Makro kimlik bileziğimle geri döndüğünde, ben aynı anda hem Ölmenin hem de yaşamanın nasıl olabileceğini kavramaya çalışıyordum.
Carol gülümseyerek bileziği bileğime geçirdi ve "İşte senin kendi kişisel makib'in" dedi.
Çeşitli işlevleri olan bu bileziğin saat, dengeli beslenme aygıtı, kalp ve beyin dalgaları izleyicisi ve haberleşme birimi (telepatik gücü sınırlı olanlar için) taşıdığı halde, bu kadar hafif olmasına şaştım; 1976'daki kol saatim bundan epey ağırdı.
Carol Bileziğin su geçirmediğini, bozulmasının da hemen hemen olanaksız olduğunu söyledi. Güç kaynağını sorduğumda, makib'den tutun da en büyük taşıma araçları ve hizmet mekanizmasına dek, kullandıkları tüm aygıt ve araçların güçlerini, Merkez Danışma'ya bağlı Güç Yayma Santralı diye adlandırdığı bir birimden aldıklarım söyledi.
Bunun atom enerjisiyle işleyen bir santral olup olmadığını sorduğumda, Carol şiddetle karşı çıktı ve nükleer artıkların mikro adamın dünya kirliliği sorununu büyük Ölçüde artırmış olduğunu söyledi. Oysa kendilerinin kozmik ışımaları dünyanın hareketi nedeniyle açığa çıkan güçlerle nasıl birleştirdiklerini anlattı. Bunlar bir kristal tarafından yakalanıyor, tekrar etkin hale getiriliyor, yansıtılıyor ve yükseltiliyordu. Sonra da böylece oluşturulan enerji santralından her yöne gönderiliyordu. Birimlerde kullanılan güç ise santralın yayın frekansına ayarlı elektro-akustik bir yöntemle sağlanıyordu.
Bu enerji kaynağı bulununca, insanın artık başka bir enerji kaynağına bağımlılığı kalmadığı için dünyanın yakıtla ilgili kirlilik sorunu da ortadan kalkmıştı.
Söz konusu kristal hakkında ayrıntılı sorular sorup, nasıl Çalıştığını öğrenmek istediğimde, Carol, giydiğimiz tuniklerde
83
M.S. 2150
de benzer bir işlemle hazırlanmış çok benzer yapıda minyatür kristaller bulunduğunu söyledi.
Artıkları değerlendirerek tekrar kullanılır duruma getirmeyi nasıl öğrendiklerini anlatarak sözlerini sürdürdü; öyle ki, dünya gezegeni bilinen tarihi boyunca hiç böylesine temiz olmamıştı. 2150'nin pırıl pırıl açık, tatlı havasını hatırladım. Çöp ve artıklardan arınmış ırmakları, gölleri ve okyanusları gözümün önüne getirdim. Carol M.D.'den bize dünyanın 2150' deki halini resimlerle göstermesini istedi.
Bundan sonraki birkaç dakikayı cennet bahçesine dönmüş bir dünyayı seyrederek geçirdim. Artık sularımızı kaplayan çirkin petrol birikintileri yoktu; pis sarı bir hava veya atmosferimizi dolduran gözle görülmeyen öldürücü gazlar da yoktu; gezegenin lâğımı olan çirkin biçimde yayılmış kentler de. Mik-ro adamın tüm iğrenç döküntüleri ortadan kalkmıştı.
"Her şeyi böyle nasıl temizleyebildik?" diye sordum Carol'a
Gülümsedi, "Makro adam için güç olmadı " dedi. "Mikro adamın bu dünyayı açık bir lâğım çukuruna çevirmesinin kaçınılmaz olması gibi, Makro adamın aynı dünyayı bir yeryüzü cennetine dönüştürmesi de kaçınılmazdı."
"Görüyorsun" diye devam etti, "mikro adamın ruhu gelişerek Makro adamın ruhu oldu. Sonra yetişkinler çocukların döküntülerini topladılar. Hepimizin bir zamanlar çocuk olduğumuzu -bir zamanlar dövüşen, kirleten, kendimiz dahil her şeyi yok eden mikro varlıklar olduğumuzu- unutmamalıyız.
Mikro adamı kınamıyoruz, bu kendi çocukluğumuzu kınamak olur; kınamak da bizi o geçmişten, onu unutarak kurtulmaya zorlar. Oysa geçmişimizi unutmak istemiyoruz, çünkü onu yeniden yaşamak zorunda kalmak istemiyoruz."
Carol'un kişisel sorumlulukla ilgili güçlü inançlarına değer veriyordum, yine de sordum: "Geçmiş yaşamlarını gerçekten hatırlayabiliyor musun?"

84
Jon'un Alfası ve Rana
"Evet, tabii" dedi sakin bir tavırla, "Senin 20. yüzyılında erkek olarak yaşadığımı hatırlayabiliyorum. Gezegenin kirlenmesinden büyük ölçüde etkilenerek 90'lı yıllarda öldüm."
Bir şey söylemek istedim ama Carol kesti. Geçmiş yaşamlarımı hatırlamaya hazır olduğum zaman gerekli yardımı göreceğimi, ondan sonra tekrardoğuş ve karma gerçeğini çok daha iyi anlayacağımı açıkladı. .
Ardından da, makib 'imdeki saatin metrik sisteme göre nasıl çalıştığını bilip bilmediğimi sorarak konuyu değiştirdi.
M.D.'nin bir sorumu yanıtlarken metrik zaman sistemi ile ilgili bilgi de verdiğini, ancak bunun yeterli olduğunu sanmadığımı söyledim. Böylece bir süre metrik zamanı gözden geçirdik. M.D. de bize örnek ve grafiklerle yardımcı oldu.
Oldukça karmaşık metrik zaman sisteminin tüm ayrıntılarını burada açıklamayacağım, sadece bir fikir vermek istiyorum: 2150'de takvim yılı ilkbaharda gündönümüyle başlıyor ve yüzer günlük on aydan oluşuyordu. Bir metrik gün, 1976' daki saat birimi göz önüne alındığında, yaklaşık 8.6 saat sürüyor ve yine yaklaşık 51.8'er dakikalık on metrik saate bölünüyordu. (M.D.'den Seçilmiş Bilgiler bölümüne bakın.)
Bir saatte 100 dakika ve bir dakikada 100 saniye bulunmasına alışmaya çalışırken, Carol diğer Alfa üyeleriyle tanışma zamanının geldiğini söyledi. Onları Alfa'nın ortak kullanılan salonunda bulduk; bizim de yerlerimizi almamızla tam bir çember oluşacak biçimde oturmuşlardı.
Makro telepatik gücüm olmadığı için en çok sinirlerimi bozan şey, çembere katıldığımızda derin bir sessizlikle selâmlanmamız oldu. Sekiz zihin benim bu hale dayanacak güçten yoksun zihnimi araştırıyordu.
Bakışlarına karşılık vermeye çalıştım, ama her defasında utanarak gözlerimi yere indiriyordum.
Alfanınız olan Alan, sol elimi tuttu ve sağ elini sıkıca yanağıma bastırdı. Gözleri bir iki saniye sessizce gözlerime takılı

85
M.S.2150
kaldı; sonra, "Alfamız'a hoş geldin Jon;" dedi. "Ben Alan Altı' yım. Daha evvel konuşmaya başlamadığımız için bağışla. Geleneklerimize göre önce gözlerimiz ve zihnimizle tanışırız, sonra dokunur, ardından da istersek sesimizi kullanırız.
Yakında Makro telepatik gücün geliştiğinde bütün bunlar senin için kolaylaşacak. Yine de, geleneksel sevgi gösterimizden rahatsızlık duymamak için önemli başka bir sorunun öncelikle üstesinden gelmelisin."
"Sana dokunduğumda auranın geri çekildiğini fark ettim" diye devam etti. "Tabii bu, senin dokunma eylemini paylaşmaktan tedirgin olduğunu gösteriyor.
Duyduğun tedirginlik, erkeklerin birbirine dokunmasını hoş karşılamayan kültüründen edindiğin modası geçmiş bir tabudan kaynaklanıyor olabilir, ama astrolojik etkilere fazla açık olduğunu da gösteriyor olabilir. Başak burcundan olanların çoğunun insanlarla yakın temastan hoşlanmadıklarını bilecek kadar astroloji okudun. Eğer öyleyse, bu ayırıcı, zararlı bir astrolojik etki. Bu durumun zihinsel kontrol ve doğru uygulama ile üstesinden gelebilirsin.
Bu geri çekilme tepkisine neden olan her neyse yakında etkisini yitirmeli, bunu başarmanda biz hepimiz sana yardımcı olacağız. Kendimizi tanıttığımızda, kötü bir maksat taşımadığımızı bil ve bu selâma sen de kendinden bir şeyler katmaya çalış. Varlığıni meydana getiren atomların sevgiyle, coşkuyla selâmladığın insana doğru aktığını gözünün önüne getir. Böylece elektromoleküler bir yol oluşacak, bu da sana ulaşmamızı
kolaylaştıracaktır.
İşe Alfa eşimle tanışmakla başla; yalnız önce söylemem gereken bir şey daha var Jon. Biz kendimizi, üçüncü bir kişnin tanıştırmasını beklemek yerine, doğrudan tanıtırız. Böylece davranmayı daha dürüst, daha açık ve kolay buluyoruz. Belkide en önemlisi, bu yolun, insanların modası geçmiş şekilci davranışların sıkıcı yükünü taşımaksızın diledikleri her zaman,!
86
Jon'un Alfası ve Rana
her yerde ve her nedenle karşılıklı iletişim içine girmelerini mümkün kılması. Sadece birbirimizin gözlerinin içine bakar, ellerimizi uzatır, adımızı söyler ve düşündüklerimizi telepatiyle veya konuşarak karşımızdakine aktarırız."
Sözlerini bitirdikten sonra döndü ve eliyle yanında oturan güzel kızı gösterdi. Kızın tatlı yüzünde, gözlerindeki parıltıda yansıyan bir gülümseme belirdi.
"Ben Bonnie'yim" dedi. "Alfamız'a hoş geldin Jon." Yanıma diz çökerek sol eliyle benimkini tuttu, sağ elini de içtenlikle yanağıma bastırdı. Ben kendimi toparlayana dek o iskemlesine geri dönmüştü bile. Sonra da yanında oturan yakışıklı, koyu renk gözlü genç devi gösterdi.
Genç adam yanıma yaklaşırken ayağa kalkmaya hazırlandım. Bonnie'ye böyle incelikle davranma fırsatı bulamadığım için utanmıştım.
"Lütfen kalkma Jon. Benim adım Adam. 2150 yılında birinin diğerine duyduğu saygı veya verdiği değeri gereksiz toplum kullarına uyarak göstermek zorunda olmadığını, yaşamımizı böyle yüklerle sıkıntıya sokmadığımızı göreceksin. Hepimiz kendi değerimizi biliyoruz ve bunu açığa vuracak şekilci davranışlar olmaksızın da karşılıklı saygımız olduğunu kabul ediyoruz."
Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. En emin yolu seçerek sadece "Teşekkür ederim" dedim. Çembere katıldığımızdan beri ilk kez sesim çıkıyordu. "Çok iyisiniz. Öğrenecek pek çok şe-lyim olduğu anlaşılıyor." Gösterdiği sevgiye ölçülü bir biçimde karşılık verdim.
Ardından Adam'in Alfa eşi Nancy önümde diz çökmüş kendini tanıtırken, ben de kendimi onun parlak kahverengi gözlerinin derinliklerine bıraktım.Nancy'yi bir Herkül'ün geniş omuzlarına sahip, sürekli gülümseyen David ve Alfa eşi Diana izlediler. Aralarında 1.72 m boyuyla en kısa olan Diana'ydı, ama fiziksel ölçüleri ola-
87
M. S. 2150
ğanüstü güzel ve kadınsıydı.
Sonra Alfa'mızm Calût'ü* 1.92 m. Boyundaki Steve ile tanıştım. Dev bedeni, çocuksu bir afacanlıkla sabırlı bir sevecenliğin çelişkili ifadesini taşıyan bir yüzle dengelenmişti.
Son üye sevimli yeşil gözleriyle neşe saçan Joyce'du Koyu kumral saçları, keşke 2150'de kızların saçları uzun olsaydı diye düşünmeme neden oldu.
İnsanın içine işleyen o her şeyi bilen gözleri, kısa saçları, çok uzun boyları -ki 1.78m.lik boyuma rağmen erkeklerin en kısasından beş santim daha kısaydım ve olağanüstü güzellikleri belki de en çarpıcı fiziksel özellikleriydi. Kadınlar kusursuz ölçülere sahip Yunan heykelleri gibiydiler. Erkekler ise olağanüstü yakışıklıydılar. Ama güzelliğin ender bulunduğu ve peşinden koşulduğu 20. yüzyılın tersine burada hiç kimse dış görünüşüyle fazla ilgilenmiyordu. Carol bedenden çok zihnin güzelliğine ve gücüne değer verdiklerini anlatmıştı.
Yine de M.D.'nin bedenin zihni, zihnin de ruhu yansıttığını söylediğini hatırladım. Bu nedenle fiziksel sağlığı ve güzelliği gözardı etmediklerini ve hafife almadıklarını biliyordum.
Onların beni ve benim de onları böylesine sıcak ve olumlu duygularla karşılamış olmamıza şaşırdım. Dokunmaya karşı 1970'lerden kaynaklanan tipik nefretim de giderek azalıyordu. Belki de bu insanlardan, 20. yüzyıldaki tanışmalarda gösterilmesi adet olan saygıda genelde algıladığım yüzeysellikle değil, gerçekten içtenlikle hoşlandığım için böyle hissediyorum diye düşündüm. Teker teker hepsine derin bir kişisel bağlılık duymuş olmam şaşırtıcıydı. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama, yaydıkları olumlulukla öyle bir güven ve gerçek anlamda saygı ortamı yaratıyorlardı ki, bu durumda kendimi onlardan ayrı ya da savunmada hissetmem zaten olası değildi. On-

88
Jon'un Alfası ve Rana
larla huzurluydum, çünkü artık onlar benim dostlarımdı -en iyi dostlarım...
Odaya biri girdi, bakmak için döndüğümde son derece mükemmel, heykel gibi güzel bir adam gördüm. Yunan heykellerine kadınları benzetmiştim ama, şimdi karşımda o güzellikte bir erkek vardı ve heykel değildi, capcanlıydı. Tuniği parlak beyazdı, orasında burasında belli belirsiz gökkuşağı renkleri yanıp sönüyordu.
Sadece ona bakmak ve o inanılmaz etkisini, o inanılmaz gücünü hissetmek bile yüreğimi öyle bir sevinçle doldurdu ki, içim içime sığmadı.
Elimi tuttu ve kendi kocaman ama yumuşak elini yüzüme koyarak, "Düşüncelerini algılıyorum Jon" dedi. "Ben de aynı sevinci duyuyorum. En sonunda seni aramızda görmek ne güzel!" Elimi sevgiyle sıktı. "Mutlulukla ilerle Jon! Biz bir' iz!" Ben yanıt bulana kadar gitmişti bile.
"Ne oldu? Nereye gitti? Kim o?" Sorularım adeta üst üste yığılıyordu.
"Eli'ydi, bizim Ktarımız. Diğer onuncu bilinç düzeyinde olanlar gibi düşünceyle yolculuk yapar. Senin Uranüs dediğin gezegene geri dönmek zorundaydı, manyetik alanlarındaki bazı sorunların giderilmesi konusundaki yoğun çalışmalara katılıyor. Bu yüzden dünyaya gelmeye pek vakti yok, ama seni selamlamayı ve 2150'ye hoş geldin demeyi çok istedi."
Zihnimde bu söylenenleri oturtabileceğim bir çerçeve, kavramama yarayacak bir ön bilgi aradım.
"Yani sadece bir gezegenden diğerine gitmeyi düşünüyor ve gitmiş oluyor, bunu mu demek istiyorsunuz?"
"Doğru" diye yanıtladı Joyce. "Onuncu bilinç düzeyindekiler zamanlarının çoğunu başkalarına yardımcı olmak ve on-lurm gelişmelerine katkıda bulunmak için dünyanın dışında geçirirler; diğer gezegenlerin gelişmiş varlıkları da bize yardım j etmek için dünyaya gelirler."

* Calût (Goliath): Hz. Davud'un öldürdüğü dev adam.

89
M.S.2150
Alan önce yanlış duyduğumu sandığım bir şey önerdi, çünkü bana "Haydi dans edelim!" demiş gibi geldi.
Önerisi kabul sesleriyle hemen onaylandı. Alan elimi tuttu ve diğerlerinin ardından uzun oturma odası boyunca koşmaya başladık.
Bundan sonraki on beş veya yirmi dakika içinde olanlar benim için inanılır gibi değildi. Birden salonu şimdiye kadar duyduğum en heyecan verici müzik doldurdu.
Canlı bir polkaya benzer yorucu bir folk dansını veya Of-fenbach'm Gaite Parisienne figürlerini düşünün, ya da çiftlerin karşılıklı gelerek oynadıkları Virjinya Halk dansına Mevlevi dervişlerinin dönüşlerini ekleyin, buna akrobasi ve bir de bayrak yarışı yapan koşucular katın, yine de Makro dans dedikleri bu dans hakkında pek az fikir edinebilirsiniz.
Hopladılar, zıpladılar, düz taklalar attılar, koştular, birleştiler, ayrıldılar, tekrar birleştiler, fırıl fırıl döndüler, yanlamasına taklalar attılar, piramitler oluşturdular ve kalbim balyoz gibi güm güm vurana, nefesim kesilip soluk soluğa kalana kadar bütün bunlara katılmam için bana yardım ettiler. Sonra tuniklerimizi çıkarıp Alfa'mızın kapısından çıplak, dışarı fırladık ve koridorlardan geçip Beta'mızm alt kattaki yüzme havuzuna doğru koştuk.
28 m. eninde, 83 m. boyundaki havuza gülerek atladık. Havuzun neden bu kadar büyük olduğunu merak ettim, ama biraz sonra kendi Alfaları'ndaki danslarını yeni bitirmiş, Beta-mız'ın yedinci öğrenim basamağındaki diğer üyelerin -18, 19 ve 20 yaşlarında 90 çıplak gencin- de gülerek bize katılmalarıyla sessiz sorum yanıtlanmış oldu.Fiziksel güzellikleri, neşeleri ve içtenlikleri beni yine çok etkilemişti.
Bu havuz uca doğru sığlaşmadığı için hepimiz üç metre derinliğindeki suyun kâh altında kâh üstünde yüzdük. Suda kendi yuvalarında hareket eden bir ayıbalığı sürüsü kadar ra-
90
Jon'un Alfası ve Rana
hat görünüyorlardı.
Ancak birkaç dakika geçmişti ki, Carol bana gitme zamanının geldiğini söyledi. Havuzdan dışarı tırmandık ve ben birden sadece bizim sudan çıktığımız! fark ettim. Betamız'in diğer üyelerinin de bize katılıp katılmayacaklarını görmek için döndüğümde, bağırdıklarını duydum: "Hoş geldin Jon, hoş geldin!"
Koyu renk gözleri insanın içine işleyen, sırım gibi ancak kasları son derece gelişmiş bir dev sudan fırladı ve elimi tuttu, diğer elini yanağıma sıkıca ama sevecenlikle bastırdı. Birden derin bir sessizlik oldu. Benden altı yaş küçük olmasına rağmen en az on-on iki santim daha uzun ve otuz kilo daha ağırdı. Gözlerimin içine baktı, bu kez rahatsız olmadım, güvenle ve gerçekten büyük bir sevinç duyarak bakışlarına karşılık verdim.
Şimdiye kadar duyduğum en derin sesle "Betamız'in yedinci öğrenim basamağına hoş geldin Jon" dedi "adım Leo ve bizim katın Betarıyım. Aramıza katıldığın için sevinçliyiz. Bunu herkesin adına söylüyorum."
"Teşekkür ederim" diye yanıtladım, sonra sesimi herkesin duyacağı kadar yükselterek, "Hepinize bu harika karşılama için teşekkür ederim" dedim. "Burada olmaktan duyduğum mutluluğu zihinsel olarak algılayabilirsiniz çünkü coşkum sözcüklerle anlatılamaz."
Sonra benim alfa grubumdaki diğer arkadaşlarım yanıma geldiler ve hep beraber temiz tunikler giymek üzere odalarımıza koştuk, ardından da akşam yemeği için yemek salonunda buluştuk.
Konuşarak, gülüşerek yavaş yavaş yedik yemeğimizi. Böylece hepsinin olağanüstü zekâlarını, geniş bilgilerini, değişik ilgi alanlarını değerlendirme fırsatı buldum. Ayrıca gerçekten beğendiğim bazı yeni besinleri de tattım, ama neden yapıldıklarını sormadım. Yediğim yemeğin kaynağını düşünmeye zorlanmazsam, o yemekten daha fazla keyif alacağımı herkes his-

91
M.S.2150
setmiş görünüyordu.
Belki de beni en fazla mutlu eden, 1976'ya dönüşlerimde duyduğum aklî dengemle ilgili korkularıma anlayış göstermeleri ve beni bu konuda rahatlatmalarıydı. Onlara Karl'la konuşmamızı ve 2150'deki yaşantımın gerçekliğini hangi yolla sınamaya karar verdiğimizi anlattım. Bu denemeyi hep birlikte onayladılar.
Alan benim zaman yolculuğumun Makro toplumda herkes tarafından bilindiğini ve 2150'de sürekli kalmayı öğrenip öğrenemeyeceğim konusundaki gelişmelerin de büyük bir ilgiyle izlendiğini söyledi.
Sonra Joyce, güzel yeşil gözlü, kısa kumral saçlı Joyce, burada dünyaca ünlü olduğum halde özel yaşantımda rahatsız edilmeyeceğimi, 20.yüzyıl ünlülerinin çektikleri sıkıntıyı çekmeyeceğimi anlattı. Ana parçası olduğum bu deneyle ve benimle ilgili tüm bilgiler M.D.'de kayıtlı olduğu için, dileyen herkes benimle veya deneyle ilgili bilgi almak istediğinde doğrudan M.D.'ye sorabilirdi.
Bunun hoşuma gittiğini söyledim, eğer bu kolaylığı 1976' daki ünlülere de önerebilseydim, kısa sürede zengin olurdum diye ekledim.
Alan "Bir sakıncası yoksa, sana sormak istediğimiz düzinelerce soru var" dedi.
"Hiç sakıncası yok," diye yanıtladım. "Ben de sizlere bazı sorular sormak istiyordum."
Steve onlar için tabu olabilecek herhangi bir sorunun bulunmadığını, 1976'da insanların pek çok konudan kaçınmalarının nedeninin, bu konularla bağlantılı suçluluk duygularından kaynaklandığını anlattı. Söyledikleri üzerinde biraz düşündüm, sonra "Bana istediğiniz her konuda rahatça soru sorun" dedim. "Beni rahatsız edecek olsa da önemli değil, çünkü sizin Makro toplumunuzun sürekli üyesi olmak istiyorum; bu yüzden kendimi sizin kadar

92
Jon'un Alfası ve Rana
iyi tanımayı ve o denli açık olmayı öğrenmem gerekiyor."
İzleyen birkaç dakika boyunca 20. yüzyıldaki yaşantım, anne-babama, öğretmenlerime, hükümetime ve pek çok kilise ve dine karşı hissettiklerim konusunda soru yağmuruna tutuldum. Kültür, ekonomi, ırk, din, ayrı diller gibi mikro adamı bölen her şeyle ilgili duygularımı merak ediyorlardı.
Bu soruları yanıtlarken herhangi bir çekingenlik duymadım, ama o ana kadar onların da beni rahatsız edecek bir soru sormamış olduklarını fark ettim. Böyle sorulara geçilmeden, David, şimdi bazı sorular sorma sırasının bende olduğunu söyledi.
Ona teşekkür ettim ve Makro toplum hakkında onların duyguları ile ilgili genel sorulara başladım. Toplumlarının aşırı denetim altında ve kısıtlayıcı olduğunu düşünmeme gerçekten şaştılar. Alan bu konudaki yanıtları herkesin adına özetlemek istedi.
"Makro toplumda kendimizi ve çevremizdeki dünyayı tanımak açısından insanoğlunun bugüne kadar hiç sahip olmadığı kadar geniş bir özgürlüğümüz var. Aşırı denetim altındaki toplumlar konusuna gelince, bizim polisimiz, askeri güçlerimiz ve insanların uymak istemedikleri yasalar koyan hükümetlerimiz yok."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordum.
Alan, "Hemen hemen herkes tarafından çiğnenen yasalarımız yok demek istiyorum" diye yanıtladı, "örneğin alkollü içkilere, kumara, değişik cinsel eylemlere ya da uyuşturuculara karşı yasalarımız... 1976'da birbiriyle çatışan ve karışıklık yaratan öyle çok yasanız vardı ki, insanlarınız kendi komşularından, hatta kendi hükümetlerinden korunmak için avukatlar tutmak zorunda kalıyorlardı. Evlenmeyi, boşanmayı ve vergileri düzenleyen içinden çıkılamayacak kadar çapraşık yasaları düşün. Eğer hukukçularınızın bu yasaları yapmakta ve korumakta kendi çıkarları olmasaydı, tüm bu düzenlemeler

93
M.S. 2150
varlıklarını elbette sürdüremezlerdi."
"Ama yasalarınız olmak zorunda, aksi halde her şey bir kaosa dönüşür," dedim.
"Bizim yasalarımız, bizim hukukçularımız yok" diye karşılık verdi Nancy, "hiçbir şey de kaosa dönüşmüş değil."
"Ama yasa koymak zorundasınız" diye direndim. "Yasalarınız olmalı, örneğin hırsızlığa karşı! Size ait bir şeyi çalarsam ne yaparsınız?"
Hepsi güldüler; 1.72 m.lik boyuyla en ufak tefekleri olan sevimli Diane, "Haydi" dedi, "bize ait olan herhangi bir şeyi al. Herkes dilediğini özgürce alabilir ve biz sana istediğin bir şeyi vermekle ancak mutlu oluruz. Görüyorsun ya, hırsızlık yapmaya gerek yok."
"Pekâlâ" dedim, "ama cinayete ne diyorsunuz? Cinayete karşı yasalarınız olmalı."
Bu noktada onları mat ettiğimi düşünürken, Bonnie yüzündeki küçücük büyüleyici çukurları, gamzelerini göstererek gülümsedi. "Sizin 20. yüzyılınızda yıldızlara yolculukla ilgili bir yasa yoktu, çünkü bunun mümkün olabileceğine kimse inanmıyordu." Biraz durdu, yeniden söze başladığında derin mavi gözlerinde beni etkilemek ister gibi bir anlam belirmişti. "Biz de, 22. yüzyılda Makro adam için birini öldürmenin mümkün olabileceğine inanmıyoruz, bu yüzden ilgili bir yasamız yok."
Bonnie beni öyle şaşırtmıştı ki, o an yasalardan söz etmeyi unuttum ve 2150 yılında bilimin, henüz onuncu bilinç düzeyine gelmemiş insanların da başka gezegenlere yolculuk etmelerini sağlayacak ölçüde gelişmiş olup olmadığını sordum.
Bonnie Makro adamın evreni araştırmak için sadece astral projeksiyon yöntemini kullandığını söyledi.
Bu arada bana astral bedenimin 2150'ye yaptığı yolculuk hatırlatıldı, sonra da sekizinci ve dokuzuncu bilinç düzeyindeki bazı insanlarla onuncu düzeydeki herkesin astral yolculuk yapabildikleri, hem de yalnızca üç boyutlu evrenimizde de-
94
Jon'un Alfası ve Rana
ğil dördüncü boyut olan zamanın da ötesine geçebildikleri anlatıldı. Bu kadarını kavramam çok zordu, onun için yasa konusuna gen döndüm.
"Peki" dedim, "eğitim yasalarınıza ne diyorsunuz? 18, 19 ve 20 yaşındaki herkes Beta'nın yedinci öğrenim basamağın-dakı bir grupla yaşamak zorunda ve 30 yaşma gelene kadar Gama ogrencı yurdunda kalmanız gerekiyor. Buna ne dersiniz?"
Tekrar güldüler, koyu renkli yakıŞ1kh Adam, "Ama bizi hiç kimse Gama öğrena yurdunda yaşamaya zorlamıyor" dedi Makro toplum arkadaşhk, sevgi, bilgi, jimnastik, eğlence gibi gereksinim duyduğumuz her şeyi bize en uygun yolla sağlayacak biçimde duzenlemmştir. Istediğimiz her an buradan ayrılmakta özgürüz. Ama mazoşist değiliz, genelde bizim için yararlı olana pek karşı çıkmayız."
Alan uzun yemek masasından kalkarak "Makro toplum tek bir kurala -sevgiyle kabullenme- kuralına göre yaşadığı için elbirliğiyle çalışıyoruz" dedi, "bu nedenle herhangi bir uyuşmazlık söz konusu olamaz. Yine de hâlâ Mikro Adası'nda yaşamlarını Makro birliği unutmaya adamış mikro insanları mız var. Ancak böyle isteyerek Makro kökenimizi unutursak başkalarına ve kenemize zarar veren mikro bencilliğiyle davranabılırız.
"Güzel" dedim, "en azından onları bir hapishane adasında kalmaya zorlamakla mikro adama karşı yasa uyguluyorsunuz
"İlgisi yok diye yanıtladı Alan. "Onları orada tutan sadece gelişmeye yönelik istek ve inançlarının olmaması. Gerçekte adada, Makro kökenini hatırlamak ve böylece Makro topluma dönmek isteyen herkese açık eğitim çalışmaları yapıyoruz. Ancak Mikro Adası'ndaki davranısına ne kısıtlayıcı, ne cezalandırıcı- hiçbir biçimde karışmiyoruz. Bize sorarsan, diledikleri her şeyi yapmakta özgürler. Ama onlar yalnızca yasalar koymak ve bunları zorla uygulamakla uğraşmayı yeğli-
95
M.S.2150
yorlar; böylece çekişmeye dayalı bencilce yaşamlarını sürdürmüş oluyorlar."
Bu noktada taktiğimi değiştirip, çok kişisel bir soru sormaya karar verdim. "Alan'ı Alfar ve Leo'yu Betar seçerken yöneticilik niteliklerinin üstünlüğünü mü göz önüne aldınız, yoksa M.D. altıncı ve yedinci bilinç düzeylerinde olduklarını söylediği için mi onlara oy verdiniz?"
O ana kadar benim Carol'um söze karışmayarak, diğerlerine bana soru sormak ve sorularıma karşılık vermek için fırsat tanımıştı. Ama bu kez doğrudan ona bakarak, ondan yanıt istedim.
Önce arkadaşlarına bir göz attı, belli ki onlar adına konuşmak için onay aldı; sonra "Biz Alan'ı ve Leo'yu onları tanıdığımız sürece, yani birinci ve ikinci basamaklardaki eğitim yıllarımızdan bu yana hep üstün Makro nitelikleri gösterdikleri için seçtik" dedi. "M.D. bizim zaten bildiğimizi bir kere daha söylüyor. Hiç kimse başka birinin bilinç düzeyi hakkında yanılgıya düşecek kadar aptal olamaz, çünkü tuniklerimizin renkleri gerçeği yanlışsız ortaya koyar. M.D. tuniklerimizin bize çoktan anlatmış olduğu gerçeği sadece biçimsel açıdan doğrular."
"Anlıyorum" dedim ve konuyu değiştirdim. "Peki, kıskançlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Birinin Alfa eşiyle se-vişseniz ne olur?"
Dev Steve sorumu grup adına yanıtlarken onların yine neşeyle güldüklerini duydum. "Cinsel ilişki mikro adam için en heyecan verici ve cesaret isteyen eğlencelerden biri olmuş olmalı. Şu ünlü 'gece on bir sendromu,' yani, bir kadının direncini azaltıp tabularını yenebilmeniz için hafif müzik ve yumuşak sözlerle yeteri kadar gevşeyeceği geç saati beklemek gibi şeyler 2150'de geçerli değil. Bizim tabularımız yok, gizli karanlık köşelerimiz yok ve bu yüzden başkalarını kendi bencil mikro amaçlarımız için sahiplenme isteğimiz de yok."

96
Jon'un Alfası ve Rana
"Yani Adam veya David senin Joyce'unla sevişmeye başlarsa kıskanmayacağını mı söylemek istiyorsun?"
Steve sevecenlik ve sabırla gülümsedi. "Her şeyden önce, o kesinlikle benim Joyce'um değil, sadece kendisinin Joyce'u. İkincisi, Adam ve David Joyce ile sevişmek isteselerdi bu şaşırtıcı olurdu, çünkü yaşam biçimlerine tamamen ters düşerdi. Ama yine de kıskançlık duymazdım, eğer bu onları mutlu etmişse beni de ederdi; etmemişse, değerli bir ders almış olurlardı ki, bu dersin yardımıyla yaptıkları yeni bilinç aşaması hepimizi sevindirirdi."
"Ama neden şaşırırdın?" diye sordum, burayı pek anlamamıştım.
"Şaşırırdı" diye Joyce yanıtladı, "çünkü yedinci öğrenim basamağına geldiğimizde, Alfa eşlerimizle çok daha derin bir birlikteliği paylaşacak olgunluğa da erişmiş oluyoruz. İlk beş öğrenim basamağı boyunca çeşitli eşlerle cinsel ilişkileri tanıdık, ama artık yedinci öğrenim basamağında böyle çocuksu eylemlerle ilgilenmiyoruz. O ilişkileri kötü ve günah saydığımız için değil, sadece bu tür davranışları tamamen aştığımızı düşünüyoruz."
"Yani birbirinizi cinsel olarak çekmeyi mi aştınız?" diye sordum inanamayarak.
"Oh, kesinlikle öyle değil!" Güldüler; sonra Joyce bir benzetme ile anlatmaya çalıştı. "Bir resmi veya bir heykeli beğenmek başka şey, onu alıp eve götürmeyi, kimsenin göremeyeceği bir yere gizlemeyi ve sadece kendisi için saklamayı istemek başka şey" dedi.
Bu benzetmenin bana pek bir şey ifade etmediğini düşünürken, Diane, benim onların geçirdikleri eğitim dönemlerini geçirmediğimi hatırladıklarını, bu yüzden herhangi bir cinsel sorunum olduğunda Alfa veya Beta'mızdaki her kızın bana yardımcı olabileceğini söyledi.
Afallamıştım. "Yani bana, bu katta herhangi bir kızın be-

97
M.S.2150
nimle cinsel ilişkiye girebileceğini mi anlatmak istiyorsunuz?" "Bu doğru" diye yanıtladı Carol. "Eğer 2150'de birine yaklaştığında, o birlikte olmanın her ikiniz için de yararlı olmayacağını hissederse, sadece "Teşekkür ederim. İsterdim ama uyum sağlayacağımızı sanmıyorum," diyecektir. Yine de bütün Gama'da hatta Delta'da seni geri çevirecek hiçbir kız yok; demek ki, reddedilme korkusuyla böyle bir istekte bulunmaktan kaçınman gereksiz. Ve inan, ne Lea ne de ben bu yüzden kıskançlık duyarız."
Duygu ve düşüncelerimdeki çelişkiyi gidermek istercesine başımı salladım; sonra tüm cinsel tabularım yüzünden benimle birlikte olmanın onlar için çok kötü bir deneyim olacağını, kendilerini tecavüze uğruyormuş gibi hissedebileceklerini söyledim.
Ama Bonnie'nin anlattığına göre Makro toplumda tecavüz olayının görülmesi mümkün değildi. Hem hiç kimse cinsel ilişkiye karşı çıkmadığı, hem de Makro adam mikro düzeydeki cinsel alışkanlıklardan zevk almadığı için Makro toplum mikro adamın çarpık cinsel gereksinmelerini karşılayamazdı.
"20. yüzyılda insanların cinsel davranışlarına dayalı şantaj olaylarının ve siyasi skandalların bu kadar sık görülmesi inanılır gibi değil," diye Bonnie düşüncesini belirtti. "Homoseksüelliğe ve evlilik dışı cinsel ilişkilere karşı anlamsız tutumunuz bu tür davranışları ortadan kaldırmak yerine daha da körükledi."
"Yani sizin insanlarınız homoseksüelliğe -erkeğin erkekle, kadının kadınla cinsel ilişki kurmasına- karşı değil mi?" diye şaşarak sordum.
"Elbette karşı değiliz. Ama yine de 2150'de homoseksüellik oranının çok düşük olduğunu göreceksin.
Bunun birinci nedeni, insanı genelde homoseksüelliğe iten yalnızlık duygusu, duyumsuzluk, seninle aynı cinsten olan birine dokunmaktan hoşlanmanı homoseksüellik olarak nitelen-

98
Jon'un Alfası ve Rana
diren yıkıcı yakıştırmalar gibi toplumsal etkileri ortadan kaldırmış olmamız.
İkincisi, eğer bir ruh erkek veya kadın bedeninde doğduğu halde, duygusal, ruhsal ya da zihinsel açıdan karşı cinsin baskın özelliklerini taşıyorsa, ağır basan cinsiyetini açığa vurmasını doğal karşılamalısm. Bu ne anormal ne de sakınılması gereken bir durumdur; gerçektir, doğaya ve mantığa uygundur.
Üçüncüsü, bilinç düzeylerimiz yükseldikçe içimizdeki erkek ve dişi güçler giderek daha mükemmel bir biçimde dengelenir, öyle ki sonunda duygusal, ruhsal ve zihinsel olarak yeniden çift cinsiyetli oluruz. Sanırım senin mikro toplumun ayırıcı düşünce yapısı ve cehaletiyle, bu 'bir olma hali'ni hastalık olarak kabul ederdi."
"Çift cinsiyet konusunda pek bir şey bilmiyorum, ama homoseksüellik hastalık değil mi?" diye sordum.
Steve "Bazen evet, bazen hayır" diye açıkladı. "Karşı cinse duyulan ilgiden pek farkı yok. O ilgiyi de bazen sağlıklı, ama bazı hallerde tamamen hastalıklı olarak niteleyebilirsin. Her konuda olduğu gibi, bu da insanın hangi dürtüyle davrandığına bağlı."
Bir süre daha mikro toplumumuzun sorunlarından ve bu sorunlara Makro toplumun bulduğu çözümlerden söz ettik. Sonra Alan, kişisel tekâmülüne yardım eden özel rehberi ile görüşmeye gitmesi gerektiğini söyledi. Carol da makib'ine bakarak genelde Kişisel Tekâmül çalışması dedikleri Makro danışma vaktinin geldiğini belirtti.
Birbirimize hoşça kal diyerek, kendi özel rehberlerimizle buluşmak üzere hep birlikte Alfa'dan ayrıldık.
Carol'a Kişisel Tekâmül çalışması hakkında sorular sordum. M.D. bana bu yöntemin Makro toplumun eğitim yapısının özü olduğunu söylemişti, ama bu benim için pek bir şey ifade etmemişti.
Carol K.T. çalışmasının, daha geniş bakış açısına ya da

99
M.S.2150
yaşam anlayışına sahip bir kişinin, bakış açısı dar olan, ama bu açıyı genişletmeyi öğrenmek isteyen bir öğrenciye rehberlik etmesi yoluyla uygulanan bir eğitim yöntemi olduğunu anlattı. Yedinci eğitim basamağından başlayarak onuncu eğitim basamağının sonuna kadar bütün öğrencilerin, Makro toplumun en az yedinci bilinç düzeyine ulaşmış en bilge kişileri arasından seçilmiş K.T. rehberleri vardı. Bu durum da rehberlerden çoğunun 50 yaşın üstünde olmalarını gerektiriyordu.
Gama öğrenci binasının on birinci ve on ikinci katları, hem kişisel hem de grup çalışmaları yapılabilecek kadar geniş ve konforlu eğitim odalarına bölünmüştü. Ayrıca burada jimnastik salonları ve tüm Gama'yı alacak büyüklükte bir toplantı salonu da vardı.
Parıltılı beyaz kapıların önünden rengârenk koridorlar boyunca yürüyerek Kişisel Tekâmül çalışması yapacağımız odaya vardık.
Carol kapıyı açmak için uzandı, ama o daha düğmeye basmadan kapı sessizce kayarak açıldı. Girdiğimiz odanın halıya benzer koyu mavi döşemesi, tatlı sarı renkteki duvarları ve içindeki üç büyük orman yeşili koltukla tam bir tezat halindeydi. Odanın eni-boyu en az yedi metre vardı ve ortada başka eşya bulunmadığı için olduğundan büyük görünüyordu.
Koltuklardan birinde 2150'de gördüğüm en ufak tefek kadın oturuyordu.
Ona doğru yürüdüğümüzde ayağa kalktı ve kollarını bizden yana uzattı. Carol hemen bu kolların arasına kaydı ve sessizce kucaklaştılar. Sonra Carol geri çekildi, rehberimizin ilk düşündüğümden de kısa olduğunu gördüm; boyu en fazla 1.60 m. kadardı.
Öne doğru gelip elimi tuttuğunda, yaşının farkına vardım. Kırk beş yaşlarında, tamamen sağlıklı ve son derece çekici bir kadının yüzüne ve bedenine sahipti, ama her nedense uçuk mavi gözleri bana çok daha yaşlı olduğu duygusunu verdi.

100
Jon'un Alfası ve Rana
Yüzüme dokundu ve "Makro topluma hoş geldin Jon" dedi. "Benim adım Rana, bu bedeni 125 yıldır taşıdığımı söyleyerek sorunu yanıtlamak istiyorum."
Ben bu gerçeğe uyum sağlamaya çalışırken, Carol, "Ve kapının kendi kendine açılmasıyla ilgili soruna gelince" dedi. "Rana'nın önce telepati, sonra da psikokinezi (PK) gücünü gördün."
Rana'nın tuniği Eli'ninki gibi pırıltılı beyazdı. Onuncu bilinç düzeyinde olanlar öyle gelişkin hale gelmişlerdi ki, tunikleri tüm renklerin tam bir dengesini yansıtıyordu, bu denge de insanın gözüne, sanki içerdiği renk yokmuşçasına beyaz görünüyordu.
Makro toplumda sadece 127 kişinin onuncu bilinç düzeyine ulaşmış olduğunu hatırladığımda, saygıyla karışık bir korku duydum ve bana özel davranılıp davranılmadığını merak ettim.
Rana gülümsedi ve "Hayır, sana özel davranılmıyor" dedi. "Sen gelmeden çok önce ben Carol'un özel rehberiydim. Sen onun Alfa eşi olduğun için beni rehberin olarak seçebilirsin ya da başka birini isteyebilirsin."
"Ben... ben sanırım sizi seçerdim" diye kekeledim.
"O halde oturalım ve büyüyelim!" diye karşılık verdi neşeyle.
İnsanın bedenine göre şekillenen yumuşak koltuklara oturduk ve ben benden beklenenin ne olduğunu düşünmeye başladım.
Carol imdadıma yetişerek Rana'ya, geleceğe bakıp benim ne zaman Makro toplumun sürekli üyesi olacağımı söylemesinin mümkün olup olmadığını sordu.
Rana Carol'u bir an dikkatle süzdü, sonra ciddi bakışlarını bana çevirdi. En sonunda, "Jon ile ilgili gelecek konusunda zorlanıyorum" dedi, "çünkü ortada Jon'un vermesi gereken çok önemli bir karar varmış gibi görünüyor, öyle ki bu karar

101
M.S.2150
geri kalan yaşamını bütünüyle belirleyecek. Jon 1976'nm mikro yaşamı ile 2150'nin Makro yaşamı arasında bir seçim yapmak zorunda."
"Ben bu seçimi çoktan yaptım" diye karşı çıktım. "2150' deki Makro yaşamı seçtim."
Rana bana baktı, gösterdiği sabır, anlayış ve cesaretteki olağanüstü gücü hissettim. Birden, odaya girdiğim ilk andan beri tüm zihnim ve bedenimle varlığından kaynaklanan gücün etkisine tutulmuş olduğumu fark ettim. Bu olayı yazarken Ra-na'yı tanımlayacak sözcük bulamamanın sıkıntısını çekiyorum. Belki yaydığı elektrik dalgaları beni, kendimi böylesine etkilenmiş hissedecek kadar uyarmıştı. Sessizliği Carol bozdu.
Rana'ya, "Yani henüz seçimini tam anlamıyla yapmamış olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu.
Rana Carol'a baktı, sonra gözlerini yine bana çevirdi. "Jon' un henüz kendi durumunu gereği kadar gözden geçirecek zaman bulamadığı kanısındayım" dedi. "Şaşkınlık ve büyük korku içinde, bizleri kendisi için erişilemeyecek kadar mükemmel varlıklar olarak görme eğiliminde."
Söylediklerini düşündüğümde haklı olduğunu anladım. 2150'de tanıştığım herkesin benim ulaşamayacağım ölçüde mükemmel olduğunu açıkça hissettim. Gerçekte onlarda en küçük bir zayıflık ve kusur görmemiştim. Başımı üzüntüyle sallayarak Rana'yı doğruladım.
"Haklısın" dedim. "Kendimi kazara yedinci sınıfa gelmiş birinci sınıf çocuğu gibi hissediyorum. Bu dersler bana erişilmez görünüyor. Sınıf arkadaşlarım beni küçümsüyor olmalılar, çünkü benden çok daha genç olmalarına rağmen, gelişmişlik açısından millerce önümdeler."
"Oh Jon, bu doğru değil," dedi Carol yalvaran bir tonda. "Hepimiz seni seviyor ve olduğun gibi kabul ediyoruz. Seni birbirimizi yargıladığımızdan fazla yargılamıyoruz. Hepimiz eşit

102
Jon'un Alfası ve Rana
değerdeyiz ve herkes ikinci veya daha üst bilinç düzeylerine çıkmadan önce birinci düzeyde olmak zorunda."
Ben Carol'un sözlerini yanıtlamayınca, Rana "Görüyorsun Carol" dedi. "Jon senin onu koruduğunu düşünüyor. Devlerin arasında bir cüce olarak kabul görmek istemiyor. Bir dev olmak istiyor, ama bunun mümkün olabileceğine de inanmıyor."
"Nasıl mümkün olabilir? Sizin eğitim sisteminiz gelişmekte olan Makro adam için tamamen özendirici, sevgi ve anlayış dolu mükemmel koşullar hazırlıyor; öte yandan ben nasıl mik-ro adam olunacağını öğrenmek için tam yirmi yedi yıl harcadım."
Sözlerimin korkunçluğunu fark ederek sustum. Lea bir yana, Alfa eşimle veya diğer Alfa üyelerinden biriyle bile aynı bilinç düzeyine gelmemin mümkün olmadığını kendi kendime kabul ve itiraf etmekteydim.
2150'de sürekli kalma gibi tatlı düşlerden uyanıp, bunun tamamen imkânsız olduğu gerçeğini kavramak enerjimi damla damla tüketti. Bedenim kendi ağırlığıyla ezildi. Boğazımda bir sızı duydum. Birden yüzüm göz yaşlarımla ıslandı. Artık Ca-rol'u ve Rana'yı bulanık görüyordum.
Rana, "Ne zaman merhamet değil de gerçekten yardım istersen, o yardımı mutlaka alacaksın" diyordu.
Ama yorgundum, çok yorgun...

103
BÖLÜM 7
Sınırsız "Ben'
Pişen domuz etinin kokusu, ekmek kızartma makinemizin kızarmış dilimleri atarken çıkardığı ses, pencere kenarlarına birikmiş kar... son derece sıradan bir sabah. O halde kendimi neden böylesine kederli ve mutsuz hissediyorum?
Sonra hatırladım ve hatırlamamış olmayı yeğledim.
Bir iki saniye Rana'yla konuşmamı aklımdan çıkarıp atabilmek için çılgınca bir çaba gösterdim; beceremeyince, bir süre de beni 2150'de kalmaya uğraşmanın boş bir umut olduğu sonucuna vardıran nedenler ve onulmaz yetersizliğimle ilgili duygularımda yanılmış olabileceğimi gösteren bir ışık aradım.
Makro toplumun eğitim sistemi ve bu sistemle kendi eğitimim arasında yapmış olduğum kıyas aklımdaydı. Alfa arkadaşlarımın gösterdiği o inanılmaz canlılığı, coşkuyu, güzelliği, zekâyı, olağanüstü farkmdalık halini, sevgiyi, anlayışı, sevecenliği ve sabrı anımsadım ve ben... onların en yaşlısından yedi yaş daha büyüktüm.
Lea bir yanlışlık yaptı diye düşündüm. Bana yeni doğmuş bir bebek bedeni vermeliydi. Böylece birinci eğitim basamağından başlar, on sekiz yıl sonra diğerleriyle eşit düzeyde yedinci eğitim basamağına ulaşırdım. Dokuzuncu bilinç düzeyinde olduğu halde böyle bir yanılgıya nasıl düşmüş olabilirdi? Kendimi kaybetmeden hemen önce Rana'nın söylediği neydi? Yardım istemekle ilgili bir şeydi; sanırım şöyleydi: ne zaman mer-

104
Sınırsız "Ben"
hamet değil de gerçekten yardım istersem o yardımı mutlaka alacaktım.
Makro toplumun en üst bilinç düzeyindeki Rana, 2150'de sürekli kalacak aşamayı yapmamın imkânsız olmadığını bana açıkça anlatmaya çalışmıştı.
Rana ve Lea bu kadar yanılmış olabilirler miydi? Onlardan sadece merhamet mi istemiştim? Eğer umut yoksa, isteyebileceğiniz tek şey merhamettir! Ama nasıl umudum olabilirdi? Onlar öyle mükemmeldiler ve ben öyle kusur doluydum ki, bağdaşmamız asla mümkün değildi.
Öylesine garip bir çıkmaza girmiştim ki, kendime hafiften gülmeye başladım. Sınırlı ve yetersiz olduğuna, sonunda başarısız olacağına inanmış tam bir mikro adam örneğiydim.
Bir umut ışığı, bir çıkış yolu bulabilmek için enine boyuna düşündüm.
Kişisel tekâmül konusunda gelmiş geçmiş en büyük rehberlerden biri, "İsteyin, o size verilecektir; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalm, size açılacaktır" demişti.
Bunu daha etkili biçimde söyleyemezdi ve ayrıca, "küçücük bir hardal tohumu kadar inancın varsa, dağlan yerinden oynatabilirsin" de demişti.
Bu, Makro devler için doğru diye düşündüm, ama kör şeytan, benim gibi mikro cüceler, değil dağlan oynatmak, dilekte bulunmaya yetecek inancı bile nasıl edineceklerdi?
Yine de... yardım istersem -gerçekten yardım istersem-Makro toplumdan daha uygun bir ortam seçemezdim. Belli ki, benim bildiğimden ve anladığımdan çok daha fazlasını biliyor ve anlıyorlardı. Belki benim de bir dev olmamı sağlayacak yardımı nasıl yapacaklarını biliyorlardı, böylece onlarla eşit düzeyde yaşayabilirdim... belki...
Karl'ın başıma dikilip beni kahvaltıya çağırmasıyla düşüncelerim bölündü.
Saate baktım, neredeyse sekiz buçuk olmuştu. "Hey Kari!"


105
M.S.2150
diye seslendim, "Neden bu sabah derse gitmedin?"
Kapı aralığında yüzünden önce kabarık siyah saçları göründü -saçlarını hep doğal biçiminde bırakırdı. "Her gece 174 yıl ileri geri gide gele gerçekten her şeyle bağlantını yitirdin. Bugün burada, 1976'da günlerden Pazar ve eğer çaba gösterir de hatırlarsan, mikro toplum sakinlerinden mikro oda arkadaşın Pazar günleri çalışmaz, bütün gün sadece vakit öldürür."
"Tamam, tamam" dedim. "Bu sabah pek alçak gönüllü olduğumu göreceksin. Ben de düşümde gerçekte ne kadar mikro olduğumu görüyordum. Seninle farkımız yok."
Birkaç dakika sonra kahvaltı masasında Kari'in karşısında oturmuş, ona 2150'de başımdan geçen yeni olayları anlatıyordum. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama, Karl'la konuşurken can sıkıntım geçti ve içim yeniden umut doldu.
Uzun bir kahvaltı oldu, çünkü Karl'a aktaracak pek çok şeyim vardı ve Kari da alışılmış sorularından fazlasını sormak ister gibiydi. Diğer Alfa üyeleriyle ve Rana hakkında anlattıklarımla inceden inceye ilgilendi. Benden her şeyi çok daha ayrintılı biçimde tanımlamamı istedi. Yanıtlarken, bildiğim en üstün nitelikleri ifade eden sözcükleri kullandığım halde, yine de 2150'de tanıdığım insanları anlatacak fazla bir şey söyleyememiş olduğumu fark ettim.
Sonunda Karl, "Biliyor musun Jon" dedi, "sen bana tanrılar ve tanrıçalardan söz eder gibisin, üstelik bunlar eski Yunan ve Roma tanrıları değil, çünkü onların da zayıflıkları ve kusurları vardı. Senin anlattığın tanrılarla tanrıçalar onlara benzemiyor. Söyle bana, bu insanlar gerçekten böylesine mükemmel mi, yoksa sen sadece Makro farkındalığı yaşamadığın için mi onları öyle görüyorsun?"
"Haklısın Karl" diye kabullendim. "Benim sorunum bu. Öyle mükemmel, öyle insanüstü görünüyorlar ki, onlara benzeyebileceğimi düşünemiyorum. Bundan sonraki yaşamımı da devlerin arasında bir cüce olarak geçirmek beni ne kadar mut-

106
Sınırsız "Ben"
lu edebilir, bilemiyorum."
"Bir başka anlatımla, cennet bahçende bir yılan buldun... ve bu yılan da sensin Jon!"
"Pekâlâ" dedim isteksizce, "tam bu biçimde düşünmemiştim, ama sanırım haklısın, Beni 2150'den ve orada sonuçsuz kalacağına inandığım çabadan kaçmaya iten neden, kendime duyduğum güvensizliğin zehriydi."
"Düş dünyandan vazgeçmeye hazır olduğunu mu söylemek istiyorsun?" diye sordu Karl.
Bu sorudan kaçınmak istediğimi fark ettim. Yanıtlamak istemiyordum. "Şu anda ne yanıt vereceğimi bilmiyorum" dedim. "Gerçekten yapmak istediğim tek şey sarhoş olmak ve her şeyi unutmak."
"Nee!" Karl'ın yüzü endişeyle kırıştı. "O kadar kötü mü Jon?"
Karl tüm yaşamım boyunca sadece bir kez sarhoş olduğumu biliyordu, o da Vietnam dönüşündeydi. "Hayır, gerçekte değil Karl. Hiçbir şey kadınların, yaşlı insanların ve çocukların vatan hizmeti adı altında öldürüldüğü bir dünyada yaşamak kadar kötü olamaz. Hayır, sarhoş olmayacağım, bütün bu anlattıklarımı kâğıda dökeceğim, belki yazmak zihnimi toparlamama yardımcı olur, sonra da oturup düşüneceğim."
Günün geri kalan saatlerinde Karl beni kendi halime bıraktı, her şeyi günlüğüme geçirdim ve üzerinde uzun uzun düşündüm.
Akşamın ilerlemiş saatlerinde mikro ben'imin ne kadar güçlü olduğunu daha iyi anladım; bir şarkının davulla çalınan nakaratı gibi, "yapamam, yapamam, yapamam" diye güm güm tekrarlayıp duruyordu.
Bu eski, alışılmış, kısıtlayıcı düşünce kalıplarını maskelemek, bilmezden gelmek veya bunlara bağışlatıcı neden bulmak çok kolaydı. Ama şimdi, bunalımdaki mikro adam (yani ben) bu sınırlı inançlarının ektiğini başarısızlık olarak biçmek zorundaydı.

107
M.S.2150
Garip olan, kendi kendimle dürüstçe yüzleşmeye yönelik çabalarımın içimde her şeye rağmen bir umut uyandırmış olmasıydı. Geleceğin Makro toplumuna dönmeyi yine coşkuyla bekliyordum. Eğer kendime karşı dürüst olur, kendimle yüzleşmenin güçlüğünden kaçmazsam, er geç ışığın ve karanlığın dengelendiği bir resim göreceğimi bir kere daha anlamıştım. Tek yönlü mikro bakış açısıyla bir paranın iki yüzünü aynı anda görmek kolay değildi.
Ben yatmaya hazırlanırken, Karl günlüğümü okumayı bitirdi ve tek sözcük etmeden bana doğru yürüdü. Gözleri yaşlarla buğulanmıştı, bu beni çok şaşırttı, çünkü erkeklerin ağlaması gibi duygusal zayıflıklardan ne kadar nefret ettiğini biliyordum. Sonra -belli ki konuşamayacak kadar etkilenmişti- sol elimi tuttu, bir an duraksadı ve sağ elini yavaşça yanağıma koydu.
Ben kendimi toparlayana kadar Karl banyoya girip aramızdaki kapıyı kapatmış ve suyu gürültülü bir biçimde akıtmaya başlamıştı bile. Mikro toplumumuzda düşüncelerimiz ve duygularımız konusunda açık ve dürüst davranmanın ne kadar zor olduğunu tekrar düşündüm. Bize isteklerimizin büyük bir bölümünden utanmamız gerektiği öğretilmişti, öyle ki yaşamımızı bu istekleri yok saymaya adıyorduk, böylece kendimizi insanın erişebileceği en büyük zevklerden yoksun bırakmış oluyorduk.
Daha sonra tam uykuya dalmak üzereyken, Karl karanlık odamızın öte yanından seslendi: "İyi şanslar!" Bir an durakladıktan sonra, "Sana inanıyorum Jon" dedi.
Teşekkür mırıldanırken, mikro adam için en zor şeyin kendine inanmak olduğu sonucuna vardım. Ama insan kendinde kınayacak bu kadar çok şey bulurken, böyle bir inancı nasıl taşıyabilirdi ki?
Uykuya dalmadan evvel, yardım istemeden önce başarının mümkün olacağına inanmam gerektiği sonucuna varmıştım. Yani, kendime inanç duymalı ve beni kendi düşüncelerimden başka hiçbir şeyin kısıtlayamayacağını kabul etmeliydim.

108
BOLUM 8
Makro Bağlantı
Yine 2150'de uyandım, yüzüm göz yaşlarımla ıslanmıştı ve Rana'nm "Geri dönüyor" diyen sesini duydum.
Gözlerimi açtığımda, Carol'un yüzündeki endişe ve merakı fark edip şaşırdım. Ama bakışlarımı Rana'ya çevirince, o olağanüstü sakin ve güvenli ifadeyi yeniden buldum; bu ifade ondan yayılıyormuş gibi görünen neredeyse elektriksel bir coşku ya da neşeyle garip bir çelişki yaratıyordu. Bana gülümsedi-ğinde, gözleri daha da parladı.
"Görüyorsun" dedi, "en azından Alfa eşinin mükemmel olmadığını anladın. Merak ve endişe duyuyor, bu da her zaman, henüz tam bir makro farkmdalığa erişilmemiş olduğunun göstergesidir."
Uzandım ve Rana sözlerini sürdürürken Carol'un yüzüne dokundum. "Adetlerimizden bazılarını çok çabuk öğreniyorsun. Alfa'nm geri kalan üyelerinin de arada bir kusurlu olduklarını görmen uzun sürmeyecek."
"Böyle kusurları sende görmem mümkün mü?" diye sordum.
Güldü ve "Beni endişeyle bakarken veya senin şu anda uğraştığın sorunlar için üzülürken göremezsin" dedi. "Yine de tam bir Makrokozmik farkmdalığa ulaşana kadar her zaman almam gereken daha büyük dersler olacak."
"Seni de düşündüren sorunlar olduğunu mu söylemek istiyorsun?" dedim.

109
M.S.2150
"Bir yaşında bir çocuk için sorun olan, çocuk üç yaşina geldiğinde artık sorun değildir" diye yanıtladı. "Ama üç yaşindakinin kendi sorunları vardır ve bu sorunlardan çoğunu bir yaşındaki çocuk kavrayamaz. Bu böyle sürüp gider, yedi yaş sorunları üç yaşındaki çocuk için anlaşılır değildir. İnan, bu nedenle her bilinç düzeyinin uğraşması gereken kendi konuları var. Bunlar sorun olarak görülürse, giderek daha karmaşık olur, daha güçleşirler. Gelişmek için seçilmiş fırsatlar olarak kabul edilirlerse, çözümlerini bulmak, onlarla gerçekten uğraşmak ve bu yaşam oyunuyla büyümek keyiftir."
"Ama sonuçta tam bir makro farkindalığa erişince bütün bunlar bitecek, değil mi?" diye sordum.
Güldü. "Tam bir Makro farkindalık tüm sorunların, tüm üzüntülerin, düş kırıklıklarının, acıların, cehaletin, çirkinliklerin, hastalıkların, tüm zamanlardaki ve her yerdeki bütün diğer olumsuzlukların deneyimlenmesidir. Bu durum tamamen Makro bilince ulaşmamış biri için cehennemdir. Ama gerçek bir Makro farkındalıkla bakıldığında, hep var olmuş veya hep var olacak tüm olumlu niteliklerle kurulmuş tam bir dengedir; düş kırıklığı ve sıkıntı içindeki verimsiz mikro varoluşun tersine, mükemmel olan budur."
"Peki" dedim, "söylediklerine inanıyorum. Ama ben bu çok sınırlı mikro düzeyimle mümkün olduğu kadar hızlı gelişmeyi nasıl öğrenebileceğim?"
"Biz yaparak, tehlikeleri göze alarak, başarısızlıklara uğrayarak, ancak ondan sonra başararak öğreniriz" dedi. "Hatalarımızın ve başarısızlıklarımızın yardımıyla gelişir, ilerleriz. Başarısızlığın, başarının öbür önemli yarısı olduğunu göremezsek, başarısızlıktan sakınmaya çalışırız ve böyle yaparken başarıyı da yitiririz."
"O halde sanırım" dedim, "becerebildiğim ölçüde herkesle çok yakın ilişkiye girmem gerek, bu da birçok risk ve başarısızlığı birlikte getirecek demektir." Tüylerim ürperdi. "Söy-

110
Makro Bağlantı
lemesi bile oldukça ürkütücü."
"Gerçek anlamda tek bir korku var" dedi, "o da başarısızlık korkusu ki bu da yapmak istediğin herhangi bir şey konusunda kendini yetersiz hissetmen demektir."
"Ama sınırsız Ben'inden yardım istemelisin" dedi Carol. "O zaman daha geniş bir bakış açısından başarı ve başarısızlığın 'bir' olduğunu görebilirsin."
Söylenenleri düşünürken, dalgın bir ifadeyle, "Sınırsız Ben' ime dönmek, 1976'daki tanımlamalara göre Tanrı'ya dönmek olmalı" diye yanıtladım. "Bu da dua yoluyla olsa gerek, oysa ben gerçek anlamda dua etmeyi hiç beceremedim."
"Bunda şaşacak bir şey yok Jon! Senin zamanında bilinçli olarak edilen dualar, insanın gerçekte hak etmediğini hissettiği veya elde edememekten korktuğu bir şey için kuvvetle yakarması biçimindeydi. Gerçeğimizi baskın düşüncelerimiz biçimlendirdiği için, insanlar genelde dua ederek diledikleri bir şeye erişemezler; çünkü baskın düşünceleri onu elde etmeyecekleri veya edemeyecekleri yolundadır!
Yine de başka bir bakış açısından, aklımızdan geçen her düşünce bir duadır; çünkü bir kez düşünüldüğünde, o düşünce evrenin sürekli bir parçası haline gelir ve makrokozmik birliğe yönelir." "Bütün dualar" diye sözünü sürdürdü Rana, "gerçekte bütün düşünceler, istekleri dile getirir.
Buna ister dua, ister düşünce de, hepsi bir; sonuçta bu deneyimlediğimiz her şeyi yarattığımız bir araçtır.
Senin zihnin o tek olan zihnin bölünmez bir parçası olduğu için, isteklerini yerine getirecek tüm güce sahipsin. Ne istersen onu alırsın, ancak alacağına 'inan'. Hatta ışıktan, Makro farkındalıktan kaçıp, unutkanlığın karanlığına, mikro far-kındalığa inmek istersen, bu dileğin de yerine gelir. Gördüğün gibi Jon, dua -daha geniş bir bakış açısından- işlevini yapar. Dualar kesinlikle hiç durmadan yanıtlanır. Ancak biz her zaman bu yanıtlardan hoşlanmayabiliriz!"

111
M.S.2150
"Başka bir anlatımla" dedim, "zihinlerimiz tüm güce sahip olduğu için, sorunumuz bu zihni nasıl daha çok olumlu biçimde kullanacağımızı öğrenmek."
"Tam değil Jon," diye yanıtladı Rana. "Olumsuzluk olmadan olumluya ulaşamazsın; aynen aşağısı olmadan yukarısının da olamayacağı gibi. Bu nedenle sorun, zihinlerimizi mükemmel bir dengeyle kullanmayı öğrenmek. Bu da her şeyi bir bütün olarak kabul etmekle, her şeyi bütünüyle kabullenmekle, her başarısızlığın başarıya giden bir yol olduğunu bilerek, başarı ve başarısızlığı birlikte kabullenmekle mümkün."
"Bunu nasıl yapıyorsun?" diye sordum.
"Öğrenilmesi gereken her ders" diye açıkladı Rana, "hata ve başarısızlık gerektirir. Bu her insan için tüm bedenli ve be-densiz hallerinde ve çok boyutlu deneyimlerinde öğrendiklerinin birikimine göre değişir."
Şaşkın ifademi görünce ekledi: "Bu, ruhsal zihin veya bilinçaltı hiçbir deneyimi unutmadığı için böyledir. Deneyimler üst üste birikir. Eğer bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi için on bin kez başarısız olması gerekiyorsa, çocuk ne kadar erken bu başarısızlıkları deneyimlerle, o kadar erken yürümeyi öğrenir. Mikro adam deneyim birikiminin etkisini bilmediği için, cesaretini kolayca yitirir ve sık sık 9999 kez başarısız olduktan sonra bile, sorunun çözümüne onuncu başarısızlığmdaki kadar, hatta daha da uzak olduğunu düşünür."
"Elbette bu doğru bir düşünme biçimi değil" diye Carol araya girdi, "çünkü 9999'uncu başarısızlıktan sonraki ilk denemesi sorunun içeriğini kavramasını ve başarıya ulaşmasını sağlayabilir."
"Ama her başarısızlığın bir başarı getirdiğini söylediğinizi sanmıştım" dedim kuşkuyla, "oysa şimdi 9999 başarısızlığın yanı sıra 9999 kez de başarıya ulaşmaktan söz etmiyorsunuz. Bu nasıl oluyor?"
"Çünkü" diye yanıtladı Rana, "mikro adam başarıdan de-

112
Makro Bağlantı
ğil, sadece başarısızlıktan kaygı duyar. Deneyim birikiminin (birikerek çoğalma etkisinin) sonuçlarından habersiz olduğu için, her başarısızlığın sorunun içeriğini tam olarak kavramaya (içgörüye) giden gerekli ve başarılı bir adım olduğunu fark etmez. Başka bir anlatımla, her başarısızlık insanı sorunun bütününü kavramaya (tam bir içgörüye) daha da yaklaştırması açısından küçük bir başarıdır."
"Hmmm, bunun üzerinde düşüneceğim" dedim. "Ama Makro güçlerimi geliştirmeyi nasıl öğreneceğim?"
Rana, "İşe Makro güçlerini geliştirmekle başlamayacaksın" dedi, "önce Makro farkındalığım artırmaya çalış. Farkın-dalığm arttıkça Makro güçler de gelişir."
"Bununla birlikte" diye ekledi Carol, "her konudaki öğrenim için iki etkenin gerekli olduğunu hatırlamak zorundasın: yeterli istek ve yeterli inanç."
"Örneğin" dedi Rana, "yüzmeyi öğrenmek isteyen, ama boğulmaktan korkan birinin yeterli inancı olmadığı için yüzmeyi öğrenemeyeceği gün gibi ortada."
"Veya tam tersi" diye Carol devam etti, "yüzmeyi başarıyla öğreneceğine inandığı halde, daha çok tenis oynarsa, bu kez de yeterli isteği olmadığı için yüzme öğrenemeyecektir."
"O halde" diye ekledi Rana, "yeterli istek ve yeterli inanç ancak birlikte olduklarında her şey mümkün."
"Oldukça basit görünüyor" dedim.
İkisi de güldüler. Rana, "Evet, basit geliyor Jon" dedi, "çünkü geliştin -görüşünü genişlettin- daha geniş bir bakış açısı edindin. Evren ve onun çalışma biçimi temelsel nitelikte ve inanılmayacak kadar basittir. Onu karmaşık gösteren insanın sınırlı bakış açısıdır. AMA! Ama insan bir şeyi, onun hakkında konuşurken değil, onu uygularken gerçek anlamda öğrenir.
O halde neden gelişme isteğinizi artırmak ve tüm deneyimlerinizi gelişmeniz için sunulan seçilmiş fırsatlar olarak değerlendirmek üzere Alfanıza geri dönmüyorsunuz?" Yumuşak

113
M.S.2150
bir tonda eklerken gülümsedi, "Eğer biri daha şimdiden yüz yetmiş dört yılı başarıyla aşmış ve yeni bir beden edinmişse, herhangi bir şeyden -hele gelecekteki başarılardan- kuşku duyması gerçekten zor!"
Ayrılmadan evvel birkaç dakika boyunca Carol ve Rana akıl almaz konulardan söz ettiler; bu arada zihnim, Rana'mn anlattıklarını sabırsızca kavramaya çalışıyordu.
Carol omzuma dokundu, hep beraber sessizce kapıya doğru yürüdük. Eşiğe ulaştığımızda, Rana'nin elini tuttum ve minnetle yumuşak bir biçimde yanağına dokundum. Sonra, Rana' nın zihnimin derinliklerinde bir şeyleri uyandıran, o insanı ürperten gözlerinin anısıyla oradan uzaklaştık.
Alfa'ya döndüğümüzde Carol'a, Rana'nin bedenini her biçime sokabilecek bir zihinsel güce sahip olduğunu düşündüğümü, bu yüzden neden orta yaş görünümünü seçmiş olduğunu sordum. Carol bu soruyu Rana'ya sormuş olsa, alacağı yanıtın tek bir sözcük olacağını söyledi: çeşitlilik.
Alfa'daki odamıza geldiğimizde, Carol akşam saatlerim Makro eğitimle geçirmemizin ardından, uykudan önceki son bir saatin de Makro Bağlantı'ya ayrılması gerektiğini belirtti. Makro Bağlantı'nin, tüm mikro kimliklerden arınıp, tam bir makrokozmik bir'lik bilincini deneyimlemek olduğunu anlattı.
Gevşetici bir banyodan sonra yataklarımıza çıplak uzandık ve Carol M.D.'den Makro Bağlantı için dürtü vermesini istedi. Video ekranını birden sürekli açılan ve yayılan geometrik desenler kapladı. Odanın içini de sanki tüm zihnimi ve bedenimi yayılan ve büyüyen desenlerle birlikte titreştiren yatıştırıcı bir tınlama sesi doldurdu.
Önce kuşku duydum, bu inanılmaz görsel ve işitsel dürtünün neden olduğu yabancı duygulara karşı durmaya çalıştım. Ama Carol mırıldanmayı sürdürüyordu: "İste ve inan... deneyimle ve kabul et... ilerleyelim ve büyüyelim!" Sonuçta direnmekten vazgeçtim ve kendimi çeşitli duygulardan oluş-

114
Makro Bağlantı
muş yumuşacık bir ırmak boyunca akar buldum, ta ki -hayal edilebilecek en büyük ruhsal doyumu sağlayan bir uyum duygusu içinde- tanımı mümkün olmayan sonsuz bir birleşme, bir olma ve denge okyanusuna dalana kadar...
Olağan sınırlı bilincim diye düşündüğüm hale geri döndüğümde, Carol'un sabah olduğunu ve benim ilk Makro Bağlantımı deneyimlemiş olduğumu söylediğini duydum. Yanımda uzanan güzel çıplak bedenine bakmak için döndüğümde, hâlâ uyuyormuşçasma gözleri kapalı, sessizce yattığını fark ettim.
Gerçekten konuşup konuşmadığını merak ettim ve birden dudaklarını oynatmadığı halde sesini duydum: "Günaydın Jon! Yeni telepatik Makro gücünü deneyimliyorsun."
"Tanrım!" diye bağırdım. "Düş görüyor olmalıyım!"
Artık iyice uyanık görünen ve birden kendini kollarımın araşma atan Carol'dan ortalığı çınlatan bir kahkaha yükseldi.
Bu kez, benimkilere bastırdığı dudaklarıyla, "Düş görmüyorsun" dedi. "Makro güçlerini henüz deneyimlemeye başlıyorsun. Şimdi üst düğmeye bas da, gün ışığını görelim!"
Kalkmaya çalıştım, ama "Zihninle yap Jon, bedeninle değil" diyerek beni bırakmak istemedi.
"Nasıl?" diye şaştım.
Yanıt, "Hayal ettiğin bir parmakla uzan ve düğmeye dokun" oldu.
Bunu yaptım ve üstümüze ışık aktı.
Carol coşkuyla, "İşte, ilk psikokinezi denemeni başardığını gördün" dedi. "Şimdi düğmeye tekrar bas."
Tekrar yaptım, oda karanlığa gömüldü.
Sabah ışığının geri gelmesi için yine düğmeye dokunurken "Doğru!" dedim, "Yapabiliyorum. Ama nasıl?"
"Hiç daha önce Makro Bağlantı'yi deneyimlemiş miydin?" diye sordu Carol yanıtı bilerek. Sonra ekledi: "İşte olan bu. Asla bir daha eskisi kadar sınırlı olmayacaksın."
"Yani dün akşam mikro kimliğimden sıyrılabildiğim için

115
M.S.2150
mi, şimdi Makro güçlerimi kullanmaya başlayabiliyorum?"
"Evet" diye yanıtladı Carol. "Herkes Makro Bağlantı kuruyor, ama kendi koyduğu sınırlarla kendini makrokozmosdan soyutlayan ve buna katlanmak zorunda kalan mikro adam, Makro Bağlantı sırasındaki deneyimlerini bilinçli bir biçimde hatırlamıyor; bu yüzden de bundan pek yarar sağlayamıyor. Sen her şeyle 'bir' olduğun hali, yani Makro Bağlantı sırasındaki deneyimlerini hatırlamayı seçtin. Makro kökeninle kurduğun bağlantıyı hatırladığın ölçüde Makro farkındalık kazanırsın, tüm Makro güçler de aynı ölçüde gelişir."
"Kendimi bir dev gibi hissediyorum!" diyerek Carol'u öpücüklere boğdum ve bu öpücükler çok geçmeden bedenlerimizi tam bir birleşmeye sürükledi. O zaman Carol'un, M.D.'den ruhsal tınılarımızı (notalarımızı) yeniden vermesini istediğini duydum. Dün gece Makro Bağlantı'ya hazırlandığımızda odamızda yankılanan tınılar bir kez daha çevremizi doldurdu.
"M.D.'den istediğin neydi? Kişisel ruh tınılarımız mı?" diye sorduğumda, tınılar sesimin içinde silikleşip yok oldu.
"Evet" diye yanıtladı Carol. "Her ruhun kendine özgü bir titreşimi vardır. Senin ve Lea'nm ruhsal titreşimleriniz tıpatıp aynı. Benimki seninkine çok benziyor. Senin ilk alfa eşin olarak seçilmemdeki nedenlerden biri bu. M.D. herkesin ruhsal tınılarını veya titreşimlerini bilir ve ikimizinkini de aynı anda vererek, bize, birbirimizle tam bir uyuma ulaşmamız ve şu anda, geçmişte ve gelecekte her zaman her şeyle bir olduğumuzu idrak etmemiz konusunda yardım edebilir."
"Bu Makro Bağlantı'yla aynı şey mi?"
Yanıtı "Hayır" oldu. "Makro Bağlantı'ya sadece bedenlerin değil, zihinlerin de bütünüyle birbiri içinde erircesine birleşmesi yoluyla erişilir.
Cinsel ilişki, Makro dürtüler kullanıldığında, birbirimizle kaynaşarak Makro Uyum'a veya makrokozmosla kaynaşarak Makro Bağlantı'ya ulaşmamız konusunda bize yardımcı ola-

116
Makro Bağlantı
bilir. Ama mikro dürtülerle birlikte olduğunda, mikro düzeydeki cinsel ilişkinin doğurabileceği tüm mikro bölünmeleri ve acıları yaşarsın."
"O halde cinsel ilişki ne mikro ne de Makro, öyle mi?" diye sordum.
"Bu sendeki güdüye bağlı" diye yanıtladı Carol. "Cinsel ilişki makrokozmosdaki her şey gibi doğal ritmin bir parçası. Her yaştaki insana yönelik pek çok olumlu işlevi var. Gevşemek, gerilimi gidermek, aşkı ifade etmek veya sadece eğlenmek için kullanıldığında yaşamı zenginleştirir. Üstünlük sağlamak, baskı kurmak, ırza geçmek için veya eşinin isteklerine karşı kullanıldığında, dengelenmesi son derece güç olumsuz titreşimler yaratır.
Cinsel ilişkinin, başka herhangi bir düşünce ve eylem gibi, daha çok Makro mu yoksa mikro olarak mı değerlendirileceğini, o zaman ve yerdeki insanın güdüleri belirler."
Sonra Carol M.D.'den Makro dürtü sağlamasını istedi. Odamız tekrar o heyecan verici tınlamalarla doldu. Bu kez görkemli bir tını, bedenim ve zihnim keskin bir hazla birleşip, birlikte titreşene değin gittikçe yoğunlaşarak art arda yinelenip durdu; öyle ki sonunda kendimi yine güçlü bir ırmak gibi algıladım. Ama, iki büyük ırmağın "bir" olmak için karışıp kaynaştığı bir ırmaktı bu defaki. Sonsuz okyanusla birleşmediğimiz halde, bu coşku veren deneyimi tanımlayacak sözcükleri bulmakta hâlâ güçlük çekiyorum.
Irmaklarımız kocaman, gürültülü bir dalganın zirvesine tırmanıp sonra öte yana akarken onu öylesine sıkı tuttum ve kendimden geçerek inledim ki, Carol haykırdı. Ruhsal tınılarımızın gücü ve yoğunluğu giderek hafifledi, sonunda odamız bir kere daha sessizliğe gömüldü.
İkimiz de dinginlik içinde birleşmiş yatarken, bundan böyle Makro ilişki düzeyinde olmayan bir cinsel ilişkiye girmek istemeyeceğimi fark ettim. Zihnimde Carol'un sesini duydum,

117
M.S.2150
artık sadece ruhsal titreşimi benimkiyle aynı veya benzer olanlarla birlikte olabileceğimi sandığını söylüyordu; çünkü diğer tüm cinsel birleşmeler gerçek olanın boş birer kopyası olmaktan öteye gidemezlerdi.
"Bu sözünü ettiğin tanıma daha kaç kişi uyuyor?" diye sordum.
"Tüm Makro toplumda yaklaşık bin kişi seninle birlikte Makro Bağlantı kurabilir.
Beş bin kadın bulunan bizim Deltamız'da ise, ruhsal titreşimleri seninle aynı olan ikiz ruhlarından Lea'nın yanı sıra, ruhsal tınılarımız seninkine, birlikte Makro Bağlantı'ya ulaşmamıza yetecek kadar benzeyen benim dışımda, yedi kadın ve iki erkek var."
"İki erkek mi?" Bu 2150 kültüründe, bana Carol'un ve Lea'nın hissettirdiklerini hissettiren bir adamla karşılaşırsam ne yapacağım konusunda kafam karışmıştı.
"Elbette Jon! Ruh varlıkları olarak ister kadın isterse erkek olarak bedenlenebildiğimizi biliyorsun. Bu ruhsal titreşimlerimizi değiştirmez ki.
M.D. Alfa eşlerini ruhsal tını benzerliklerini göz önüne alarak özenle belirler ve önerir; son kararı birlikte olacak eşler verir.
Eşruhunu veya ikiz ruhunu titreşimlerinizdeki uyumdan tanıyabilirsin. Yine de her zaman ancak ikiz ruhlarınla en uyumlu dengeyi kurabilirsin."
"Senin burada bir ikiz ruhun yok mu?" diye kuşkuyla sordum.
Carol gülümsedi ve "Endişelenme" dedi. "Sen, bir ikiz eşten yoksun kalmama neden olmuyorsun. Gerçekte, ikiz ruhlar çok seyrek olarak aynı zaman ve yerde bedenlenirler. Genelde bu boyutta ayrı ayrı daha hızlı aşama yapabileceklerine karar verirler. Bu durum onları, kısa sürede tekrar bir araya gelebilmek için öğrenmeye yönelik büyük çabalar göstermeye özendirir."

118
Makro Bağlantı
Carol'un anlattıklarına göre bu bizim için uygun değilse, Lea'nın, kendi ikiz ruhumun, beni neden kendi zamanına getirdiğini merak ettim.
"Elbette sizin için uygun" diye yanıtladı Carol. "Bir araya geldiniz, çünkü senin öğrenmem ancak bu yolla diğer bütün yollarla olduğundan daha fazla hızlandırılabilirdi. Onunla karşılaştın ve Makro toplumun öngördüğü eğitimi tamamlayana kadar onun Alfa eşi olamayacağını biliyorsun. 1976 ile zi-hin-beden bağlantını tamamen kesebilmek için üçüncü bilinç düzeyine erişmek zorundasın ve bunu 1976 zaman birimiyle üç ay içinde yapmalısın."
"Üç ay! Bu mümkün değil!"
"Olmasını umuyoruz" diye yanıtladı Carol. "Ama çok sıkı çalışıp, üç aylık bir süre içinde bu aşamaya gelmeyi başarmalısın."
"Neden?" diye sordum. "Ve neden kimse bunu bana daha önce anlatmadı?"
"İlk Makro Bağlantı'nı deneyimlemeden önce bunu öğrenseydin, tamamen imkânsız olduğunu düşünecektin. İkinci sorunun yanıtı bu" dedi Carol. "Neden yalnızca üç ay? Bu sorunun yanıtına gelince, o da Lea'nm seni sadece buraya getirmek için değil, seni burada tutmak için de büyük enerji harcamak zorunda kalması. Sen buraya geldiğinden beri ilk defa dün gece dinlenebildi. Makro Bağlantı'da kaldığın sürece tüm zaman-uzay (mekân) kısıtlamalarından özgürdün ve bu yüzden zaman-uzay içindeki aktarım işlemlerinin sürdürülmesi için yardıma gereksinim duymuyordun.
"Yani üçüncü bilinç düzeyine ulaşabilirsem, Lea'ya beni burada tutması için yardımcı olabileceğimi mi söylemek istiyorsun?"
"Bu doğru, M.D. Lea'nın zaman ve mekândan kaynaklanan engellemelerle senin yardımın olmaksızın ancak üç ay başa çıkabileceğini hesapladı."

119
M.S.2150
"Tanrım! Bu nasıl iş? Üç ay içinde üçüncü bilinç düzeyine erişemezsem ne olacak?" diye sordum.
"Bu yaşamının geri kalan bölümünü sürdürmek için kendi zamanına döneceksin. Lea, o zamana kadar tüm yaşam enerjisini bedenini terk etme sınırına dek tüketmiş olacak. Ama kendi başına zaman-mekân engellerini kaldırmayı sürdürür veya daha sonra aktarma işlemini tekrar denerse, ölebilir de."
"Ama dokuzuncu, hatta onuncu bilinç düzeyinden başkaları da ona yardım edemezler mi?" diye sordum
"Yardım ediyorlar" diye yanıtladı Carol. "Bu gezegende, hatta bazı komşu gezegenlerde yaşayan dokuzuncu ve onuncu düzeydeki herkes, hatta bazı bedensiz varlıklar da yardım ediyorlar." Yine de ikiz ruhundan başka hiç kimse kesin bağlantı enerjisini sağlayamaz; fiziksel bedene sahip olduğun sürece de, sağlayabileceği enerji sınırlıdır. Üçüncü bilinç düzeyine erişmek için üç ayın var, hepsi bu."
"Bunu daha önce öğrenmediğim için memnunum" dedim. "İlk tepkim önümde duran işin imkânsızlığına sövmek olacaktı, oysa bu sabahki deneyimimden sonra hiçbir şeyin imkânsız olmadığını anlıyorum."
"Şimdi seni neden buraya getirdiğimizi biliyorsun" dedi Carol. "Biz hiçbir şeyin imkânsız olmadığı kanısındayız."
Makib'ine göz attı ve Alfamız'in diğer üyeleriyle kahvaltıda buluşmak için (metrik zaman biriminden çevirerek) on beş dakikamız kaldığını söyledi.
Banyo yaptık ve giyindik, diğerleri kahvaltıya başlamak üzereyken yemek odasına vardık. İçeriye girince bize baktılar ve konuşmaksızın, "Makro güçlerin dünyasına hoş geldin Jon" dediler.
Kahvaltı ederken Carol'a, Makro güçlerle ilgili deneyimimi nereden bildiklerini sordum. Carol onlara sormamı önerdi. Ancak ben daha sorumu dile getiremeden, sekiz çift gözün bana baktığını ve zihnimde bir yanıtın çınlamakta olduğunu fark

120
Makro Bağlantı
ettim: "Hepimiz telepatik ilişki içindeyiz ve sen şimdi gerçekten aramıza katıldın."
Sonra üçüncü düzeyin gerektirdiği bilinci üç ay içinde kazanabilmem için, bana tüm güçleriyle yardımcı olacaklarını söyleyerek cesaret verdiler. Bilincime ivme kazandırmak üzere, alınacak derslerin sayısını ve hızını artırmaya yönelik çözüm yollarından söz ettik. Bu da sohbeti, yedinci öğrenim basama-ğındaki öğrencilerin olağan deneyimlerinin Makro Bağlantı deneyimleriyle nasıl zenginleştirilebildiği konusuna getirdi. Alan mikro dünyayı aşmak için gerekli bazı koşulları açıkladı.
Öğrenmeyi sağlayan iki etkenin, istek ve inancın, başarısızlık ve başarı deneyimlendikçe güçlendiğini, bu nedenle ne kadar çok deneyim biriktirebilirsem, o kadar hızlı öğrenebileceğimi anlatarak söze başladı. Ancak yeni Makro Bağlantı kurmaya başlayan öğrenciler için bir sorun ortaya çıkıyordu; Makro Bağlantı mutluluk veren bir deneyim olduğu için, öğrenciler hoşa gitmeyen mikro deneyimlerden kaçmak amacıyla Makro Bağlantı'ya tutunma eğiliminde oluyorlardı. Bu da üst düzey bağlantıları hemen sona erdiriyordu; çünkü bu bağlantıları kurmak ancak öğrenmek için gerekli deneyimleri ve sonuçlarını sevinçle yaşamaya çalışmakla mümkündü, yoksa bunlardan kaçınarak değil. Hepsi kendi Makro Bağlantılarının -bu en yüksek deneyim sadece olumlulukların değil, olumsuzlukların da gerçek anlamda birlikte kabulünü gerektirdiği için- son derece sınırlı olduğunu açıkça söylediler.
Konu buraya geldiğinde Carol, son Makro Bağlantımız'in bu bilinç düzeyine erişene dek tüm yaşamı boyunca deneyim-lediği beşinci Makro Bağlantı olduğunu, oysa ikinci öğrenim basamağına başladığı üç yaşından bu yana bunu her gün denediğini anlattı. Alan, altıncı bilinç düzeyinin özelliklerini göstermesine ve Alfa'mızda bulunan herkesten fazla Makro Bağlantı kurmuş olmasına karşın, bu hale sadece on kez ulaşmıştı.

121
M.S.2150
Sorun inançta değil, istekteydi. Hepsi en az bir kere Makro Bağlantı'yı deneyimlemiş oldukları için, bu bağlantının olabilirliği konusunda artık kuşku duymuyorlardı. Yine de, Makro Bağlantı'mn ön koşulu her şeyin ayırımsız kabulü olduğu halde, bu bağlantıyı başarmak için duyulan istek sınır getirmeyi, seçiciliği kendi doğasında içeriyordu. Durum böyle olunca çelişki başlıyor, ne kadar sık bu bağlantıyı kurmaya çalışırlarsa, başarı sağlamaları da o kadar güçleşiyordu. Ayrıca, bilinç düzeyinin düşüklüğü oranında, makrokozmosun bir parçasına zorla tutunma -sürekli orada kalma- gibi olmayacak bir iş peşinde koşma, bu amaca sarılma eğilimi artıyordu. Kimi kez büyük bir başarıya ulaşmak için küçük küçük pek çok başarısızlık gerekiyordu.
"O halde" dedim, "eğer üçüncü bilinç aşamasına erişmek için bin kere başarısız ve başarılı olmak gerekiyorsa ve ben bunu bugüne kadar sadece beş yüz kez deneyimlediysem, çözüm bir an evvel beş yüz kere daha başarısız ve başarılı olabilmekte."
"Kesinlikle" dedi Carol, "ama başarısızlık/başarı olgusunun da bin çeşidi (derecesi) var; yani çok önemli bir başarısızlık/başarı deneyimi bu konudaki yüz küçük deneyime eşdeğer olabilir."
"Bu bana savaşma şansı veriyor. Üç aylık sürenin beş yüz küçük başarısızlığı deneyimlemeye yeteceğini sanmıyorum. Ama bu süre bitene dek her an heybetli bir başarısızlığın gelip kontenjanımı tamamen doldurmasını umabilirim."
Güldüler ve şaka yapabilmenin her zaman farkmdalık düzeyinin genişlemekte olduğunu gösterdiğim söylediler. Sonra; Alan, genellikle sabah saatlerini bilgisayar merkezinde veya odalarında M.D. ile çalışarak geçirdiklerini anlattı. Öğleden sonra diğer öğrenim basamaklarmdaki öğrencilerle eğitici oyunlar oynuyorlar, akşamları da kişisel gelişmelerine yardımcı olan rehberleriyle birlikte oluyorlardı.

122
Makro Bağlantı
Öğrendiğime göre günlük programları değişmez değildi, ancak tüm öğrenim basamaklarında geniş çapta uygulanıyordu. Yine de sekiz, dokuz ve onuncu basamaklar başta olmak üzere, daha büyük basamaklardaki öğrenciler küçüklerle -özellikle birinci ve ikinci basamaktakilerle- daha fazla vakit geçi-riyorlardı. Doğumdan sonraki ilk yılların çok önemli olduğunu düşünüyorlar, bu yüzden bu dönemler için öğrenme açısından dönüm noktası olabilecek çok sayıda deneyim ve gelişmeye yönelik ders öngörüyorlardı.
Steve, "Bina ne kadar yüksekse, temelinin o oranda güçlü olması gerekir" benzetmesini yaptı. Bu nedenle temel bir kere atıldığında, üzerinde kurulacak binanın en üst sınırları ancak bu temelin gücüne göre hesaplanabilirdi.
Joyce, mikro ailelerde doğmayı seçmiş mikro ruhlara dikkatimizi çekti ve onların küçük yaşlarda edindikleri deneyimlerin ileriki yaşlardaki öğrenimlerini ağır biçimde kısıtladığını anlatarak konuyu sürdürdü. Bu yüzden, mikro açıdan bakan mikro adam için gerçekten umut yoktu. Sadece, yaşamımızda var olan her şeyin bütün sorumluluğunu sevinçle üstlenmeyi içeren Makro bakış açısı, en yüksek başarıyı ve umudu sunuyordu.
Kahvaltıdan sonra Carol bilgisayar merkezine kadar yürümemizi önerdi, orada kendi sorumlarımız üzerinde ayrı ayrı çalışabileceğimiz özel odalar vardı. Gama'dan dışarı çıkınca, havanın yine çok güzel olduğunu fark ettim ve M.D.'nin bana hava koşullarını denetim altında tutabildiklerini anlattığını hatırladım. Ne zaman yağmur veya kar yağdığını merak etmeye başladım, bu arada bulunduğumuz yerin coğrafi durumuyla, hatta 2150'nin yeni dünya haritasıyla ilgili pek az şey bildiğim aklıma geldi. Soracak o kadar çok soru, öğrenecek o kadar çok şey vardı ki... Makro toplumda büyümüş ve M.D.'yi yıllardır kullanan Carol'a imrendim.
M.D.'nin bölümüne gelince yine göle bakan odaya girdim,

123
M.S. 2150
Carol da bitişik odayı seçti. Sonra dört saat boyunca, görüş alanımı mümkün olduğunca genişletmek amacıyla, M.D.'ye sorduğum coşku dolu soruların dışında her şeyi unuttum. Coğrafya ile başladım ve 2150'nin dünya haritasının bu kadar büyük ölçüde değişmesinin nedenlerinden birinin kutupların konumunun değişiminden kaynaklandığını keşfettim.
M.D.'ye göre, mikro adamın dünyanın ekolojik ve jeolojik dengesine müdahale etmesi, çok sayıda zincirleme basınç tepkimelerine neden olmuş, öyle ki büyük kara kütleleri okyanuslara gömülmüş ve daha önce sular altında bulunan geniş alanlar su üstüne yükselmişti. Sonuç olarak kuzey ve güney kutuplarının konumları değişmiş, bu olgu da çok büyük iklim değişikliklerine neden olmuştu. Benim yaşadığım Delta 927 eskiden Kuzey Kanada'nın bulunduğu bölgede yer alıyordu ve yarı tropikal iklimi denetim altında tutulmakla birlikte, ısı geceleri altmış, gündüzleri de en fazla seksen derece Fahrenhayt arasında değişiyordu.
Lea, 2150'nin dünya haritasını tanıyamayacağımı söylerken haklıymış. Ana karalar bütünüyle değişmişti, şu anda biri Kuzey Atlantik, diğeri Güney Pasifik okyanuslarının bulunduğu yerde Avustralya büyüklüğünde iki tane ana kara vardı. Bütün bu olağanüstü toprak değişiklikleri 21. yüzyılın başlarında gerçekleşmiş olduğu için, dünya nüfusunun nasıl birden böyle azalıp, 2150'de sadece üç yüz milyon insana indiğini anlayabildim.
Yine de bir toplum psikologu olarak, sorularımın büyük çoğunluğu sosyal konularla ilgiliydi. 1976'daki anlamda bir çalışmanın (o zamanki işlerin) burada söz konusu olmaması beni büyüledi. Makro toplum zihinsel gelişmeye son derece değer verdiği için, birkaç yüz marka sabun, çeşit çeşit tuvalet kâğıdı veya diş macunu ya da evcil hayvan yiyeceği gibi gösterişe yönelik malzeme üretmiyordu. (Evcil hayvanlardan söz etmişken, konuyu dağıtmamak amacıyla sadece burada alıştığımız biçim-

124
Makro Bağlantı
de evcil hayvan bulunmadığına değinmekle yetineceğim. Makro adam tüm hayvanlarla uyum içinde yaşadığından, onları beslemek, korumak veya onlarla arkadaşlık etmek adma, hiçbir hayvanı içeri kapatıp tutsak etmiyordu.) Rekabete ve aşırı tüketime dayanan, atığı bol bir ekonomi uygulanmadığı için satıcılara ve reklâmlara gerek duyulmuyordu. Ve tüm üretim hizmet mekanizması tarafından yürütüldüğünden, işçi-yönetici sınıfı ve sendikalar yoktu.
Uyuşmazlıklarla ilgili yasalar olmadığından, avukatlar ve mahkemeler de yoktu. Makro zihin güçleriyle denetim altına alınamayan hiçbir hastalık bulunmadığı için doktorlara ve hastanelere gerek duyulmuyordu. Makro toplum sevgi ve işbirliği değerlerine dayanan evrensel bir uyum içinde yaşıyordu, bu yüzden burada devletin bürokratik kuralları da gereksizdi.
Mikro toplumda devletin üstlendiği görevlere Makro toplumun gerçekten hiç gereksinimi olmadığını kavrayana kadar, bir hükümetin yokluğu düşüncesini akıl almaz buluyordum. Polis ve benzeri güçler yoktu, çünkü mikro bölünmeler ve haksızlıklar yoktu. Tüm fiziksel gereksinimler karşılıksız sağlandığı için kimse para kullanmıyor, kişisel mal edinmiyordu. Vergiler yoktu, çünkü her şey herkesin kullanımına açıktı ve herkes bu ortak yaşama gerektiği ölçüde katkıda bulunuyordu. Burada ne mikro çekişme veya umursamazlıkların kurbanı olan insanları gözetmeye yönelik yardım kuruluşlarına, ne de yasama kurullarına ve sonu gelmez mikro önyargılarıyla sert tartışmalar içindeki yasa koyuculara gerek vardı. Büyük iş sahiplerinin ya da işçi sınıfının çıkarlarını korumaya yönelik kulis etkinliklerine de, politikacılara, C.I.A.'ye veya F.B.I.'a da gerek yoktu. Burada mikro dünyaya özgün bürokratik kuralların hiçbirine gereksinim duyulmuyordu.
Sonra birbirleriyle çekişme halindeki dinlerin etkin olduğu bir dünyayı, Hıristiyanlığı savunan ama mikro ayırımlar uygulayan kendi ülkemi, 1976'mn Amerika Birleşik Devletleri'

125
M.S.2150
ni düşündüm. Olağanüstü büyük paralarla inşa edilmiş on binlerce kilise binasıyla birlikte mikro adamın bazı dar görüşlü dinsel tarikatlara katılmasını sağlayarak Tanrı tarafından bağışlanmasına ve toplum tarafından kabul görmesine yardımcı olmaya çalışan on binlerce kilise görevlisini hatırladım. 2150 yılının dünyasında ne kilise, ne rahip, ne de papaz veya haham vardı.
Dine dayalı fanatik ve bölücülerin artık bulunmadığı bir zaman gerçekten gelmiş olabilir miydi? Artık hiçbir grup Tan-rı'nın "seçilmiş" kulları oldukları savını öne sürmüyor muydu? Öyle görünüyordu ki, mikro bölünmeler uzun ömürlü olmuyordu, özellikle de insanın inançları ve yaşam felsefesi üzerinde çok önemli etkileri olan dinsel konularda... Ancak makrokozmik bir'liğin her şeyi bir bütün olarak kabul eden felsefesi kalıcı değerlere sahipti.
M.D.'nin ırksal ayrılıkların nasıl ortadan kalktığı konusunda anlattıklarının Karl'ı büyüleyeceğini biliyordum. 2150 yılma doğru dünyada gerçekleşen köklü fiziksel değişimler, köklü iklim değişimlerine neden olmuşlardı. En sonunda neredeyse tüm ırklar birbirine karışmış ve zihinsel ve fiziksel açıdan daha sağlıklı, güçlü ve güzel bir kuşak ortaya çıkmıştı. Artık ırksal bölünmeler söz konusu değildi; çünkü derilerinin rengi dahil, insanlar arasında aşırı fiziksel ayrılıklar kalmamıştı. Makro adam, tüm ırkların en nitelikli genlerini kendinde toplamıştı, bu olgu da tek bir ırkın -Makro adamın- oluşmasına yol açmıştı.
Biraz değişime uğramış bir İngilizce'nin Makro toplumun ortak dili olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmadım; çünkü, 1976'da bile İngilizce ana dil veya ikinci dil olarak dünyanın her tarafında, öğrenim görmüş insanların büyük çoğunluğu tarafından konuşuluyordu. Makro toplumun kökeni, daha çok İngilizce konuşulan 20. yüzyıl sonu Kuzey Amerikası'na dayanıyordu. Bu yüzden, 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başın-

126
Makro Bağlantı
da dünyayı altüst eden afetlerden kurtulanların çoğunun -ikinci dilleri bile olsa- biraz İngilizce bilmeleri doğaldı.
Makro toplumun bu kadar başarılı bir yol izlemesinin iki nedeni vardı: Makro potansiyele sahip oldukça gelişmiş ruhları çekmesi ve işbirliğine yanaşmayan mikro adamın neslinin hemen hemen tükenmiş olması.
Makro toplum ilk başlarda tütün, alkol, hatta uyuşturucu kullananları dışlamakla birlikte, böyle alışkanlıkları olan kişiler tek bir bilinçli Makro bağlantı kurup, böylece en azından biraz daha yüksek bir Makro bilince ulaştıklarında, bir daha asla böyle maddelere yönelmemişlerdi. Bu durumda, sadece birinci bilinç düzeyinde olup da, Makro Bağlantı'yı hiç de-neyimlememiş olanlar kimyevi uyarıcılara veya yatıştırıcılara gereksinim duymuşlardı. Amaçları tüm fiziksel bağımlılıklardan kurtulmaktı. Yine de, Makro toplumda ikinci bilinç düzeyi üstünde olup da, mikro bağımlılıkları kınayan veya diğerlerine Makro felsefeyi kabul ettirmeye çalışan hiç kimse yoktu. Onları ilgilendiren topluma katılanların sayısı değil, nitelikleriydi.
Tasarlanmış tüm ütopik toplumları ve amaçlarına ulaşmaktaki başarısızlıklarını düşündüm, Makro toplumun insanı hayran bırakan başarısına bir kez daha şaştım. Bu durumda M.D.'nin bana, her şeyin bir zamanı olduğunu hatırlatması gerekti -Makro adamın bile. Makro topluma göre, insan ruhları yeniden tam bir Makro farkındalık kazanmak üzere tekâmül halindeydiler. Tekâmülün mikro düzeyinde sevgi ve işbirliğine dayalı bir toplumdan söz etmek mümkün değildi. Ama sonuçta ruhlar Makro toplumu oluşturabilecek Makro potansiyeli kazanacak ölçüde tekâmül etmişlerdi. Henüz tekâmülleri mikro düzeyde olan ruhlara gelince, bunların deneyim kazanabilmeleri için hem fizikötesi evrende başka boyutlar, hem de fiziksel dünyaya benzer başka gezegenler vardı.
Artık fiziksel evrenin Makro adama yaratabileceği büyük

127
M.S.2150
sorunlar kalmamıştı, ama fizikötesi evrenin çeşitli boyutlarıyla ilgili çözümlenmesi gereken önemli sorunlar vardı. M.D. bana diğer boyutlarla ilgili pek çok bilgi verdiği halde, ben bunların çoğunun idrakimin üzerinde olduğunu düşünerek, içinde bulunduğum güç durumla ilgili sorular sormaya başladım.
M.D.'ye üç ay içinde üçüncü bilinç düzeyine nasıl ulaşabileceğimi sormaya karar verdim ama M.D.'nin bile yanıtını bilmediği bir soruydu bu.
Daha önce hiç kimsenin sadece üç aylık bir süre içinde farkındalığını, birinci bilinç düzeyinden üçüncü bilinç düzeyine ulaşacak biçimde artıramadığını öğrenmek cesaret kırıcıydı. Yine de M.D.'ye göre, kimsenin başaramamış olması bunun imkânsız olduğu anlamına gelmiyordu; çünkü burada şimdiye kadar hiç denenmemiş yepyeni bir etken devreye girmişti; M.D. bu yeni etkeni 'ikiz ruh yardımıyla zaman-mekan nakli' diye adlandırıyordu.
M.D.'ye göre, astral bedenimin 2150 yılma getirilmesi ve özel olarak üretilmiş fiziksel bir bedene yerleştirilmesi işleminin gerçekleştirilebilmesi benim Makro potansiyelimi gösteriyordu. Başka bir anlatımla, eğer ben m-M (mikrokozmik-Mak-rokozmik) tekâmül süreci boyunca yeteri kadar yol almamış olsaydım, bunların gerçekleşmesi mümkün olmazdı.
Ayrıca Lea benim ikiz ruhum olduğu ve dokuzuncu bilinç düzeyine erişmiş bulunduğu için, yakında benim de en azından üçüncü bilinç düzeyine ulaşmam olasılığının yüksek olduğu düşünülmüştü. Sorun, bana tanınan sürenin çok kısa oluşuydu. Ve bu süreyi uzatabilmek için M.D.'nin yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ama benim Lea'ya bağlı oluşum, Lea'nın da dokuzuncu ve onuncu bilinç düzeyindeki herkesin zihinsel güçleriyle ilişki içinde bulunuşunun Makro Bağlantı kurma isteğimin ve inancımın kuvvetlenmesi doğrultusunda sayısız yarar sağlayacağı hesaplanmıştı.
Sonra, ilk Makro Bağlantı'yı bu kadar erken deneyimle-

128
Makro Bağlantı
miş olmam gerçeği de vardı. M.D., bu yüzden üçüncü bilinç düzeyine hızla ulaşabilme olasılığımın önemli ölçüde arttığım vurgulayarak, bir an evvel Makro Bağlantı kurmak üzere yeni bir deneme yapmamı önerdi. "Şimdi mi?" diye sorduğumda, M.D. evetledi. O sırada Carol içeri girdi.
Carol'a M.D.'nin önerisinden söz etmeye gerek kalmadan, o düşüncelerimi telepatik olarak algılamış ve bana yardıma gelmişti.
Yanıma oturdu ve hemen Makro Bağlantı kurmak üzere bana katılmak istediğini belirtti. M.D.'den Makro dürtü vermesini rica ettim. Video ekranı yeniden ipnotize edici çizgi ve renklerle doldu. Bunun yanı sıra, inanılmaz ölçüde heyecan veren, ama çelişkili biçimde aynı anda insanı gevşeten tınılar bedenimin tüm hücrelerinin ve zihnimin her noktasının içine işliyor ve onları genleştiriyor gibiydi.
Biraz sonra kendimi büyük huzur, sevinç ve hoşnutluk duyguları içinde güçlü bir ırmak olmuş akarken buldum.
Ansızın ırmak gücünü yitirdi, sular kendi üstünden geriye akmaya başladı ve karardı. Tınılar, sanki geriye akan sular beni ondan uzaklaştırıyormuş gibi, giderek hafifliyordu. Birden korkuyla buz gibi ter içinde kaldım, çılgın gibi tınılara ulaşmaya çalışıyordum. Oysa telaşım arttıkça, tınılar daha da silikleşiyorlar di.
Zihnimin gerilerinden bir yerden Konfüçyüs'ün sevgiyle ilgili bir tanımlaması kopup geldi -küçük bir göldeki iki balıkla ilgili bir şeydi. Göl kurumaktaymış. Balıklar dayanışma içinde engin çölü aşıp, başka bir göle ulaşmışlar. Buraya gelince birbirlerinden ayrılmışlar ve kendi yollarına gitmişler. Birbirlerini bırakmaları konusundaki sezgilerinin sevgi olduğu söylenir.
Bunu neden düşünmüştüm? Benim şu andaki durumumla ne ilgisi vardı? Özgür bırakma, olan neyse onun mükemmel olduğunun -ki bu anlayışın tam idrakine ancak onuncu bilinç düzeyinde varılabiliyordu- bir tür kabulü anlamına mı geliyor-

129
M.S. 2150
du? Makro Bağlantı'yı engelleyen benim ona ulaşma telaşım mıydı?
O kadar hızlı geri dönüyordum ki, neredeyse bağlantı kopmak üzereydi. Bedenime, zihnime ve duygularıma gevşemek için çaba göstermekten vazgeçip, şimdi, geçmişte ve gelecekte, her zaman 'olmakta olanın' mutlak mükemmelliğini fark etmelerini emrederek, tüm umudumu 'her şeyi kabul' ilkesine bağladım.
Zihnimde gizli bir köşe bu çelişkiyi komik buldu ve bir şeye çılgınca tutunarak onu elimde tutabileceğimi sanmaktaki aptalca cesaretime güldü. Bu gülüş beni rahatlattı. Geri akışa karşı koymaktan vazgeçip, bu akışın gücünün ve güzelliğinin farkına varmaya başladım.
O zaman sular beni fırıl fırıl döndürdü, en tepeye yükseltti ve hızla ileri fırlattı. Irmak berraklaştı, parladı ve güçlendi.
Yolu bu muydu? Hep bu yolla mı başarılmıştı? Zihnim bana oyun mu oynuyordu? Değişiklik gerçekten sadece benim zihnimin içinde miydi, kendi endişemin ürünü müydü?
İçimdeki gülüş büyüdü, tüm varlığımı doldurdu. Felsefi bilmeceleri hep sevmişimdir, ama bu olağanüstüydü!
Kendimi bütünüyle bu duygusal ve zihinsel devinime bırakarak, sonu gelmez gibi görünen bir boyuttan diğerine sevinçle akıp durdum; ardından da uçsuz bucaksız okyanusa ulaşarak Makro Bağlantı'nın o dile gelmez coşkusunu yaşadım.
En sonunda gözlerimi tekrar açtığımda, Carol mutluluktan parlayan bakışlarıyla bana gülümsüyordu.
"Makro Bağlantı'ya ikinci kez ulaştın Jon" dedi sevinç saçarak, "hem de aradan bir gün bile geçmeden."
"Ama az kalsın ulaşamıyordum, bana öyle geldi" derken Carol'un başaramadığım kavradım. Benim adıma duyduğu mutluluk içime işledi.
"Her şey kendine uygun zamanda gerçekleşir Jon. Bunu anlamayı ve kabul etmeyi öğrenmek zorundayız. Irmağı doğa-

130
Makro Bağlantı
sından hızlı akıtamazsm. Haydi gel, açlıktan ölüyorum!"
Makib'inden küçük bir tablet çıkararak, birini bana uzattı.
"Bu ne?" diye sordum.
"Öğle yemeğimiz!"
"Neyimiz?" diye sordum inanamayarak.
Bu arada Carol duvara doğru gitmiş; saydam, ağırlığı yokmuş gibi görünen su dolu iki kupayla geri dönmüştü. "İşte bu sihir!" dedi. "Eğer tableti yutar ve bardaktaki bütün suyu içersen, akşama kadar acıkmayacağın konusunda sana güvence veririm." Sonra kendi hapını yutup, suyunu bir dikişte içti.
Onun gibi yaptım, bir iki saniye içinde doyurucu bir yemekten yeni kalkmış gibi kendimi tok hissettim. Ayrıca Carol bana bu hapın bedenimin altı saat boyunca gereksinme duyacağı tüm besin değerlerini dengeli bir biçimde içerdiğini söyledi. Ona pek beğendiğim, lezzetli yosun bifteği gibi katı yiyecekleri neden zahmet edip de geliştirdiklerini sorduğumda, Al-fa'da hep birlikte yemek yerken yiyeceklerden tat almaktan hoşlandıklarını, ama başka işlerle uğraşırken tabletleri kullandıklarını anlattı.
"Başka işlerden söz etmişken" dedi, "senin için diğer öğrenim basamaklarmdaki öğrencileri görmeye gitme zamanı geldi."
Kütüphane araştırma binasından ayrılıp, öğleden sonra güneşinin keyif verici sıcaklığında yavaş yavaş yürüdük. Yolu bırakıp, ulu ağaçların gölgesinde öğrencilerin eğlence alanlarına doğru ilerledik. Tatlı taze havayı soluyup, böylesine bir güzelliği, dinginliği ve sevinci deneyimleme fırsatını bulduğum için inanılmaz ölçüde şanslı olduğumu düşündüm.
Carol, Alan'a önce hangi eğlence alanını ziyaret etmemizin uygun olacağını danışmak için makib'ini kullandı. Bu davranışı bende merak uyandırdı.
"Telepati gücün olduğu halde, diğerleriyle konuşmak için neden makib'ini kullanıyorsun?"
Gülerek, "Sınırlı telepati gücümle ancak çok genel mesaj-

131
M.S. 2150
lan alabilir veya gönderebilirim." diye yanıtladı. "Eğer bir insan yakınımda değilse, gücüm mesajın bütünlüğünü iletim süresince korumaya yetecek kadar net değil."
"Yani bu, televizyon veya radyoda kanal aramaya mı benziyor?" diye sordum.
"Evet, bu iyi bir benzetme. Alınan mesajın anlaşılırlığı göndericinin gücüne ve alıcının duyarlılığına bağlı." Bir an sustu, sonra ekledi: "Gerçekte sadece dokuzuncu ve onuncu bilinç düzeyindekiler birbirleriyle tamamen telepatik olarak haberleşebilirler."
"Peki, durugörü, geleceği ve geçmişi bilme, PK (psikokinezi) gibi diğer Makro güçler için de bu böyle mi?"
"Kural olarak" diye yanıtladı, "Makro güçler düşük far-kmdalık düzeylerinde bir ölçüde sınırlıdır. Gerçekte üçüncü ve dördüncü düzeydekiler bile yedi Makro güce kıyasla çok daha fazla üç Makro niteliği -sevgi, yöneticilik ve bilgelik niteliklerini- edinme açısından gelişkinlik gösterirler."
"O halde" dedim, "Makro güçlerini mükemmel bir biçimde kullanabilmek için dokuzuncu veya onuncu farkındalık düzeyine erişmeyi beklemek zorundasın."
"Bu doğru" diye yanıtladı. "Biraz evvel kullandığımız su dolu kupaları neden zihin gücümle almadığımı şimdi anlayabilirsin. Sadece kupaları fazla çaba harcamadan getirebilirdim, ama onları suyla doldurmak ve dökmeden hareket ettirmek için gerçekten uğraşmak zorunda kalacaktım. Bu da hem uzun sürecek, hem de beni yorgun düşürecekti."
"Bunun seni yoracağı aklıma gelmemişti" dedim şaşırarak. "Gerçek gücün, ancak her şeyi olduğu gibi kabul edip, istek ve inanç duyarak kazanıldığını şimdiden öğrenmeye başladın. Biz Makro güçlerimizi ilk kullanmaya başladığımızda, hemen hemen hepimiz ne kadar çok denersek o kadar etkili sonuç alabileceğimiz kanısına vardık. Ama bu çalışmalar neredeyse dayanılmayacak kadar büyük enerji istiyor."
132
Makro Bağlantı
"O halde, bunun sadece bir uygulama, yani pratik yapma meselesi olduğunu mu söylemek istiyorsun?" dedim.
Gülümsedi ve "Evet öyle" dedi, "aynı zamanda duygusal ve zihinsel bir disiplin meselesi. Bizim sorunumuz ise, yaşamlarımızın böylesine mutlu ve huzur dolu olmasının verdiği rahatlıkla, uygulama yapmak için gerekli isteği pek sık duymamamızdan kaynaklanıyor."
"Hmm" dedim, "belki bu Makro toplumda büyümüş, amacına ulaşmak için sonsuza dek zamanı olan senin gibi biri için doğrudur, ama benim sadece üç ayım var; ya bu süre içinde kendi amacıma ulaşacağım, ya da yaşamımın geri kalan bölümünü geçirmek üzere 20. yüzyıla döneceğim."
"Kesinlikle öyle" diye yanıtladı Carol, "dokuzuncu ve onuncu bilinç düzeyindekilerin seni buraya getirmekte istekli olmalarının nedeni de bu. Senin yitirecek daha çok şeyin olacağı için Makro toplumda şimdiye kadar hiç kimsenin sahip olmadığı ölçüde büyük bir dürtü seni harekete geçirecekti."
"Tamam!" dedim. "Çalışma yapmaya hazırım. Nereden başlıyorum?"
"Çok güzel! Benim de beklediğim buydu. Senin istemen gerekiyordu, biz seni çalışmaya zorlayamazdık."
Kollarıyla beni sararak, yüzüme çabucak öpücükler kondurdu.
"Tamam, tamam" diye şaka yollu takıldım. "Bahse girerim ki, ödüllü koşullandırma yöntemi ile ünlü şu yaşlı B.F. Skin-ner bile senin davranış yönlendirme tekniklerini onaylardı."
"Skinner'i tanımıyorum" dedi, "ama kendini ödüllendirilmiş hissettiğin için memnunum. Şimdi işe başlayalım ve biraz PK denemeleri yapalım. Bakalım şu çakıl taşını ayağımın dibine getirebilecek misin?"
Burrhus Frederic Skinner: 1904 doğumlu ABD'li ruhbilimci. Ödüllendirme yoluyla koşullandırma kavramına dayalı bir öğrenme yöntemini inceledi.
133
M.S.2150
Gösterdiği taşa baktım ve küçük olduğu için kolay bir başlangıç olacağına karar verdim. Yerinden kaldırmak için hayali parmaklarımı uzattım, ama kımıldatamadım bile.
Carol, "Sert davranıyorsun. Makro Bağlantı deneyimini hatırlayarak gevşe" diye öneride bulundu.
Makro Bağlantı'yi az daha nasıl yitirecek gibi olduğumu hatırlayınca, becerebildiğim ölçüde kendimi zorlamayı bıraktım, ardından da zihnimi mutluluk dolu bir dinginlik içinde buldum. Yavaşça taşa yöneldim ve onu kolayca göz hizasına dek kaldırdım. Sonra başımızın üstünde havada oynatıp, zikzaklar çizdirdim. Bir iki dakika boyunca, başarıyla PK uygulayabilmenin o alışık olmadığım sevincini yaşadım.
Hızla artan ve tüm bedenime yayılıyormuş gibi görünen bir yorgunluk hissetmemiş olsaydım, belki de hemen daha büyük cisimlerle deneme yapmak isteyecektim. Çakıl taşını düşürdüm.
Carol düşünceli bir ifadeyle gülümsedi. "Yorgunluktan söz ettiğimde ne demek istediğimi şimdi biliyorsun. Ama Makro Bağlantı'yı çok yeni deneyimlemiş olduğun için, ola ki yorgunluğun etkisini zihninde bu deneyimi yeniden canlandırarak giderebilirsin. Haydi bir dene."
Ayakta bile duramayacak kadar yorgun olduğuma karar verip, yumuşak, mis kokulu otların üzerine uzandım ve Carol' un önerisine uymaya çalıştım. Yorgunluğum hatırlamama engel oluyor gibiydi; özgürce akma duygusunu içimde yeniden canlandırana, Makro Bağlantı'nın etkisinin enerjimi oldukça yenilediğini kabul edene dek bir süre geçti.
Yavaşça ayağa kalktım. "Pekâlâ" dedim, "dersimi aldım: Makro güçleri uygulama konusunda aşırıya kaçma!"
Carol bir an bana baktı, sonra "Nasılsın?" diye sordu. "Enerjin büyük ölçüde yenilendi, biraz daha denemek ister misin

134
Makro Bağlantı
"Hayır" diye yanıtladım. "Bir süre beklemenin daha iyi olacağını düşünüyorum." Bunu söyler söylemez gerçeği fark ettim, Makro Bağlantı'yı hatırlamak öylesine hoş ve yatıştırıcı bir duygu yaratmıştı ki, içimde Makro güçleri uygulamaya yönelik bir istek kalmamıştı.
"Bu doğru" dedi Carol. Belli ki telepati gücünü kullanmıştı. "Makro Bağlantı'yı zihninde tekrar canlandırmak enerjini yenileyebilir, ama aynı zamanda seni öyle haz dolu bir doyuma ulaştırır ki Makro çalışmalar için gerekli çabayı sürdürme isteğin büyük ölçüde azalır."
"Tanrım!" diye haykırdım. "Ne kadar çok Makro Bağlantı deneyimler seniz, büyüme ve değişme isteğinizin de o oranda azaldığını söylerken, hepinizin anlatmaya çalıştığı buydu!"
"Evet, doğru" diye yanıtladı Carol. "Ama bu sadece düşük Makro bilinç düzeyleri için geçerli. Bir kere dokuzuncu düzeye eriştin mi, bu duyguyu hemen hemen hiç yaşamazsın; onuncu bilinç düzeyinde ise gerçekte her türlü gelişme ve öğrenmenin gereği olan başarısızlık/başarı olgusunu deneyimle-mekten kaçınmaya yönelik tüm mikro isteklerden tamamen özgürleşirsin."
Çakıl taşını yeniden oynatarak çalışmayı sürdürmek için kendimi zorladım ve biz yürürken onu da önümüz sıra zıplatmaya başladım.
Carol elimi tuttu ve hafifçe öptü. "Görüyorsun, onlar haklıymış! Senin herkesten fazla isteğin var." Sonra güldü ve "Üzerimde o kadar iyi bir etki bıraktın ki, sana yardımcı olacağım, böylece çabucak yorulmazsın" dedi. Bunu söylerken benimle birlikte sırayla önümüzdeki taşı zıplatmaya başladı.
Birkaç dakika boyunca bu rahatlatıcı ve basit PK kullanımını sürdürdük; bu sırada yine biraz yorgunluk duyduysam da bu az önceki tüketici yorgunluktan çok farklıydı. PK deneyimini, geniş yapraklı çalılıklardan oluşan bir çitle çevrili bir açıklığa ulaşınca sona erdirdik. Burası, Gamma binamızın çey-

135
M.S.2150
rek mil ötesinde yer alan, birinci sınıflara ait bir oyun alanıydı.
Kocaman oyun alanı, bir kenarı yüz seksen metre uzunluğunda olan bir kare biçimindeydi ve üzerinde çağlayanlar, geniş kumsallı gölcükler bulunan bir akarsuyla çevrelenmişti. Birkaçı çengel adıyla bildiğim alete benzeyen bir sürü jimnastik ve oyun aleti, alanı benek benek kaplıyordu. Onları görünce içimden, dörtte bir boyumda olup da, tünel kaydıraktan kayabilmenin veya on beş metrelik yatay merdivenin bir ucundan diğer ucuna tutuna tutuna gidebilmenin coşkusunu yaşama isteği geldi.
Carol bedensel oyunların yetişkinler için de önemli ve eğlendirici olduğunu vurgulayarak, her Gama'da büyüklere yönelik benzer oyun alanlarının bulunduğunu söyleyip beni şaşırttı.
Ortada toplar, tahta kutular, çeşitli boy ve biçimde oyuncaklar ve şimdiye kadar hiç görmediğim eğitici oyunlar vardı.
Altı haftalık ile üç yaş arasında yüz kadar çocuğun yanı sıra çocuklardan fazla yetişkin görmek de şaşırtıcıydı, neredeyse bir çocuğa iki büyük düşüyordu.
Şaşkınlığımı hisseden Carol, ilk dört öğrenim basamağında bulunan herkesin daha büyük basamaklardaki öğrencilerden seçilmiş ağabey ve ablaları olduğunu hatırlattı. Üçüncü ve dördüncü basamaklardaki Alfa eşleri, genelde yine Alfa çifti olan bir ağabey ve bir abla tarafından gözetiliyorlardı. Ancak birinci ve ikinci basamaklardaki her çocuğun, sadece sekiz, dokuz ve onuncu basamaklardaki öğrenciler arasından seçilmiş veya öğrenimini bitirmiş gönüllülerden oluşan beş ağabey ve beş ablası vardı.
Oyun alanında yürürken, psikologların ta 20. yüzyılın ortalarında bile- çocukların zihinsel veya fiziksel açıdan beklenen ölçüde gelişebilmeleri için yalnız yeterli beslenmeye değil, bunun yanı sıra pek çok şeye de gereksinme duyduklarını bildikleri aklıma geldi. Oysa 20. yüzyılda sadece yetersiz beslenme nedeniyle her üç çocuktan biri kalıcı biçimde zarar görü-

136
Makro Bağlantı
yordu. Beslenmenin ötesinde üç psikolojik gereksinim söz konusuydu: Sevgiyle benimsenme, daha bilgili büyük çocuklarla veya yetişkinlerle sözcüklerle kurulan iletişim ve sınırsız araştırma olanakları. Son ikisi çoğu kez şöyle özetleniyordu: "Zengin bir çeşitlilikteki zihinsel ve fiziksel dürtüler."
"Evet" diye düşündüm, Makro büyümenin bilgisi 20. yüzyılda hazırdı, ama mikro adam bu bilgiyi geliştirme konusunda ne istek ne de inanç duydu. Psikologlar ve psikiyatristler bile kendi öz çocuklarına, onları sevgiyle benimsediklerini her zaman hissettiremiyorlardı. Bu durum büyük ölçüde, yetişkinler olarak bizim kendimizi, erken yaşlardaki deneyimlerimizin piyonları saymamız gibi sınırlı bir mikro kuramı hiç irdelemeden kabullenmemizden kaynaklanıyordu.
Üniversitelerde pek yaygın olan bir yorumu hatırlayınca gülümsedim. Doktora yapmış birinin, tüm bu saçmalıklarla uğraşmak zorunda kalacağı için kendinden gerçekten nefret edeceği söylenirdi. Eğer doktorasını kazanabilmiş biri sağlıklı ve dengeli bir yaşamla ilgili kuramları uygulamaya nasıl geçireceğini hâlâ bilemiyorsa, bu kesinlikle doğruydu. Ayrıca yaşamının geri kalan bölümünü de, tedaviye yönelik zihin sağlığı kavramlarını başkalarına öğretmenin ardına gizlenerek geçirip, bunları kendi yaşamına aktarmaya çalışmaktan kurtulabilirdi. Ünlü bir deyişi hatırladım, şöyle diyordu: 'Becerebilen yapar, beceremeyen öğretir.' Yirmi küsur yıl mikro dünyaya özgü biçimde eğitim gördükten sonra, bu sözde gerçek payı olduğuna inanma eğilimindeydim.
Oyun alanında dolaşırken, yetişkin bütün ağabey ve ablalardan telepatik olarak "hoş geldin" mesajları aldım. Birinci basamaktaki küçüklerin zekâlarına ve bedensel becerilerine hayran olmuştum.
Carol'a, "Bu çocukların hiçbirinin henüz üç yaşını bile doldurmamış olduğuna inanmak çok güç" dedim.
"Evet" diye başıyla onayladı, "yeterli beslenmenin yanı sı-

137
M.S.2150
ra senin biraz evvel üzerinde düşündüğün üç ruhsal gereksinim de geniş biçimde yanıt bulduğunda, hem zihinsel hem fiziksel gelişmenin, mikro adamın erişebileceğini hiç ummadığı ölçülerin kat kat üstünde hızlanabildiğim kanıtladık."
"Ama şimdi gel de, ikinci öğrenim basamağındaki öğrencilerin eğitim-oyun alanına gidelim" diye önerdi.
Birinci basamağın eğitim-oyun alanını çevreleyen, dalları birbirine girecek biçimde büyümüş çitteki bir aralıktan çıkarak, geçit vermez görünen bir başka çite varana kadar yaklaşık yüz metre yürüdük. Bir açıklık bulup, ikinci basamağın oyun alanına girdiğimizde, bunun birinci basamağın eğitim-oyun alanından en az iki kat daha büyük olduğunu fark ettim.
Bu büyük eğlence alanına dağılmış eğitici araçların çeşitliliği karşısında bir kez daha şaşkına döndüm. Elbette bunlar çok daha karmaşıktı ve içlerinde yapımı son derece güç bebeklerle tamamlanan, minyatür Gama birimleri kurmaya yönelik yapı malzemeleri de vardı. Çok sayıda çengel tipi tırmanma ve sallanma aletleri, labirent görünümündeki salıncak çubuklarının yardımıyla havaya on beş metre yükselerek, maymun çe-vikliğiyle sallanan küçük çocuklarla doluydu.
Bir kenarı en az iki yüz elli metre uzunluğundaki kare biçimindeki alan, ikinci basamağın yüz öğrencisiyle iki yüz ağabey ve abla için hiç de dar sayılmazdı. Bu kez dolaşırken, kendimi sadece yetişkin öğrenciler değil, küçükler tarafından da sık sık telepatik olarak selâmlanır bulunca şaşırdım. Bilgi edinmek için Carol'a döndüm.
"Nasıl oluyor da, böylesine çok çocuk telepatik güç kullanabiliyor?" diye sordum; bu becerikli çocuklara kıyasla geri kalmışım gibi bir duyguya kapılmıştım.
"Son on yıl içinde, sadece üçüncü öğrenim basamağının sonunda en az ikinci bilinç düzeyine ulaşabilecek yetenekteki ruhlar Makro toplumda doğmayı seçtiler."
"Vay be!" diye düşündüm. Bu ayrım yapmaksızın tüm do-

138
Makro Bağlantı
kuz yaşmdakilerin benden daha ileri bir bilinç düzeyinde oldukları anlamına geliyordu. "Sen ne zaman üçüncü bilinç düzeyine eriştin?" diye Carol'a sordum.
"Beşinci öğrenim basamağını bitirmeden" diye yanıtladı. Sonra afacan bir ifadeyle gülümseyerek, "Endişelenme" diye ekledi, "senin Alfa eşin olmamın öğrenmemi hızlandıracağına ve çok yakında dördüncü bilinç düzeyine ulaşacağıma eminim."
"Tüm yaşamı boyunca ikinci bilinç düzeyinde kalan kimse var mı?" diye sordum.
"Gerçekte," diye yanıtladı, "elli yılı aşkın bir süreden beri, onuncu öğrenim basamağını tamamlamış olup da üçüncü bilinç düzeyinin altında bulunan hiç kimse yok."
"Bu da oldukça gelişmiş ruhları çekiyorsunuz anlamına geliyor" dedim. Carol başıyla onaylarken, benim dikkatim, hem bireysel hem de gruplar halinde, açıkça yarışmaya dayalı spor karşılaşmalarına katılan birkaç grup çocuğa yöneldi.
"Anlamıyorum" dedim. "Ben Makro toplumun yarışmaya yönelik etkinliklere karşı olduğunu düşünüyordum."
"Biz sadece birilerinin mutluluğunu zedeleyen yarışmalara karşıyız."
"Ama oyunlarda kaybetmek, kaybedenin benliğini zedelemiyor mu?" diye sordum.
"Hiçbir zaman" diye yanıtladı. "Gerçekte, 'Makro benlik' anlayışına ulaşmak için başarısızlık-başarı olgusunun nasıl kabul edileceğini öğrenmek açısından bu kesinlikle gerekli."
"Yine de" diye sözlerini sürdürdü, "dünya nüfusunun çoğunluğu en temel gereksinmelerini karşılayamamanın acısını çekerken birkaç kişinin gösteriş içinde yaşamasına izin veren, 20. yüzyılınızı kirleten ve yağmalayan mikro rekabet türü, yıkıcı bir yarışma biçimidir. Bu, toplumunuzu yok etmiş ve daha iyi bir toplum -Makro toplum- kurma isteği uyandırmış, bencilce bir mikro davranış çeşididir."
Üst basamaklardaki öğrencilerin oyunlarda kazananlara
139
M.S. 2150
gösterdikleri tepkileri inceledim. Sonuçta hem kazanan hem kaybedenlerin aynı sevgiyle kabullenildiklerine karar verdim; kazananlar sadece psikolojik açıdan olumlu biçimde destekleniyordu.
Carol, "Biz, başarısızlığa uğrama korkusuyla tüm başarılardan da uzak durursak, yaşamın ölesiye sıkıcı olacağını kabul ederiz" diye ekledi. "Başarısızlık korkusu yalnızca mikro adamın sorunu -Makro toplumun değil."
Carol'un son söyledikleri üzerinde düşünürken, büyük bir yüzme havuzu boyunca yürüyorduk. Birden havuzdaki bütün çocukların mükemmel yüzücüler olduklarını fark ettim. Bu gözlemimi dile getirdim.
Carol "Birinci öğrenim basamağındaki tüm çocuklar" diye açıkladı, "iki yaşında yüzmeyi öğrenirler ve ikinci öğrenim basamağına geldiklerinde hemen hemen hepsi suyun içinde karada olduğu kadar rahat hareket edebilirler. Tabii herkes yıl boyunca günde en az bir kez yüzer, böylece pek çok alıştırma yapmış oluyoruz."
"Ve biz alıştırmayla öğreniyoruz" diye ekledim. "Alıştırmadan söz etmişken, üzerinde çalışmaya başlayabileceğim diğer Makro güçler hangileri?"
"Sorduğuna göre," diye Carol yanıtladı, "Makro görüşünü -durugörünü- geliştirmeye başlamanın tam zamanı. Çocuklara bak ve bana küçük çıplak bedenlerini çevreleyen aurala-rındaki renkleri görüp görmediğini söyle."
Algılarımı kontrol ederek dikkatle baktım. "Böyle olacağını sanmıyorum" dedim, "ama belki de neye bakacağımı bilmiyorum."
"İnsan aurasmı, onu kuvvetlendirerek yansıtan tunikler olmadan göremeyebilirsin" diye yanıtladı Carol, "ama belki de bu gerekli inancı sağlayacak ön bilgilerden yoksun olduğun içindir. Bırak da sana bu konuda bazı şeyler anlatayım."
"Her şeyden önce" diye başladı, "aura, insan ruhunun elek-

140
Makro Bağlantı
triksel ışımasıyla oluşur ve durugörüyle renk olarak algılanır. Bir insanın aurasmdaki renkleri inceleyerek herhangi bir zamandaki bilinç düzeyini ve duygusal dengesini söyleyebiliriz. Örneğin, mikro bakış açısına sahip birinin aura renkleri birbirine karışma eğilimdedir ve bu yüzden bulanıktır. Eğer öfkelenirse aurası kıpkırmızı olur. Kıskançlık duyduğunda hastalıklı bir yeşil-sarıya dönüşür; bu da bencilce amaçlar yüzünden yalan söyleyen insanın aura renkleriyle benzerdir."
"Açıkça aura gördüğüne göre, benimkini tanımlamaya ne dersin?" diye önerdim.
"Peki Jon" diye yanıtladı. "Auran bedeninden yaklaşık otuz santimlik bir mesafeye kadar yayılıyor -ki bu mesafe farkmdalık düzeyin geliştikçe artacak- ve şu andaki baskın rengi, içinde mor, sarı ve yeşiller bulunan yeşilimsi hoş bir mavi. Seninle ilk karşılaştığımızda birinci Makro Bağlantı'ndan önce bu renkler böyle duru ve belirgin değildi, daha çok gri tonlar ve turuncuya çalan pembeler vardı. Ayrıca auranda, onuncu bilinç düzeyinin hakim rengi olan ve kusursuz dengeyi yansıtan beyaz renk de yer yer görülüyor."
"Kendime senin gözlerinle bakmak ilgi çekici. Teşekkürler! Şimdi auraları, onları yansıtan bir tuniğin yardımı olmaksızın görmeyi nasıl öğrenebilirim?" diye sordum.
"Önce, son Makro Bağlantı deneyimini tekrar hatırlamaya çalış, bu titreşimini ya da farkmdalık düzeyini yükseltecek, böylece eski mistiklerin dediği gibi üçüncü gözünü kullanabilirsin. Bu, düşük titreşimli fiziksel bedenlerimizde hapisken üst düzey titreşimleri görmemizi sağlayan beyin epifızi ile ilişkilidir."
"Sonra" diye sözlerini sürdürdü, "insanlara doğrudan bakmak yerine, onların çevrelerine bakmayı denersen, belki de başlarından ve omuzlarından yayılan renkleri görmeye başlayabilirsin."
Aklıma pek çok soru geliyordu; ama ben daha soramadan

141
M.S.2150
Carol, ayrıntıları daha sonra M.D.'den öğrenmemi, şimdi zamanımı alıştırma yaparak kullanmamı önerdi, ben de bunun üzerine yine son Makro Bağlantı'mı hatırlamaya çalıştım.
Bir dakika bile geçmeden kendimi aura görmek için çalışma yapmaya hazır hissettim. Carol'a döndüm ve doğrudan ona bakmak yerine çevresine bakmayı denedim. Önce her şey biraz flu gibi geldi, ama bakışlarımı ayarladığımda, başının üstünde parlayan sevimli parlak renkleri görmeye başladım. "Haklısın" dedim, "başını ve omuzlarını çevreleyen renkleri görüyorum, ama içe ve dışa doğru silikleşiyorlar. Sen de böyle mi görüyorsun?"
"Hayır Jon" diye yanıtlarken, gösterdiğim başarı nedeniyle mutluydu. "Ama biraz daha çalıştıktan sonra renkleri çok daha belirgin göreceksin."
"Güzel, o halde devam ediyorum" dedim. Küçüklerden biriyle yüzen daha büyük bir öğrenciyi seçtim ve bakışlarımı onun aurasma yönelttim. Aurasmdaki renklerin çoğunu oldukça belirgin biçimde ayırabildim. Sonra gözlerimi küçüğe çevirerek bu kez onun aurasını, çok net görüyormuşum gibi tanımladım.
Carol "Çok iyi gidiyorsun" dedi. "Ama hemen şimdi başka bir şey denemeni istiyorum. Önüne doğru yaklaşık beş altı metre uzağına bak ve ne gördüğünü bana söyle!"
Gözlerimi çevirdim ve dikkatle baktım, ama içimde sıcacık, mutlu bir coşku hissetmeme rağmen, hiçbir şey görmedim.
"Biraz daha Makro Bağlantı'nı hatırlamayı dene" diye önerdi Carol, "ama bakmayı sürdür!"
Yaklaşık otuz saniye süreyle Carol'un önerisini denedim, sonra birden aklım yerinden oynuyormuş gibi geldi ve yakışıklı, güçlü bir adamın bedenini çevreleyen göz kamaştırıcı beyaz ışığı fark ettim.
"Onu görüyorum!" dedim heyecanla. "O, Eli! Onu neden normal biçimde göremedim?"

142
Makro Bağlantı
Carol normal sözcüğünü kullanmama güldü ve "Çünkü şu anda Kton'unun bin Deltasını dolaşmak için astral bedenini kullanıyor" diye yanıtladı. "Hatırlarsan, sen de buraya ilk geldiğinde sadece astral bedenini taşıyordun. Sonra senin için hazırlanmış fiziksel bedenine girdin."
"Evet" dedim söylediklerini düşünerek. "Ve öğrencilerden bazıları beni bu fiziksel bedene girene kadar görememişlerdi."
"Gerçekte," dedi Carol, "sadece dokuzuncu ve onuncu bilinç düzeyindekiler durugörü açısından sürekli farkındalık içindedirler, bu yüzden Alfa'mızda herkes bir astral yolcuyu bazen gözden kaçırabilir."
"Astral bedende dolaşmanın yararı ne?" diye sordum.
"Eh," diye yanıtladı Carol, "Fizikötesi boyutlardan birine yolculuk yapabilmenin tek yolu bu. Ama üst bilinç düzeyinde bulunanların bu yolu sık sık kullanmalarının nedeni, fiziksel bedeni oraya buraya taşımaktan çok daha az enerji gerektirmesi. Astral yolculuk, pek çok yere yorgunluk duymadan anında ulaşmayı mümkün kılar."
"Ne demek istiyorsun, Carol?" diye sordum. "Ben buraya ilk geldiğimde, öyle hiçbir yere 'anında' gidebildiğimi hatırlamıyorum, aslında Lea'yla araştırma merkezine koşarken ona yetişememiştim bile!"
Carol güldü. "Bu senin o zaman fiziksel bedende olduğunu düşünmenden kaynaklanıyordu. Seni kısıtlayan inancındı. Fiziksel bedeninin daha hızlı koşamayacağını düşünüyordun ve bu yüzden de koşamadın. Olay bu kadar basit."
"Yani sadece astral bedenimi kullandığımı bilseydim, daha hızlı mı yol alırdım?"
"Doğrusu çok daha hızlı!" oldu yanıtı. "Işıktan da hızlı. Elbette bu ancak, sen bunun olabilirliğine inansaydm gerçekleşirdi. Görüyorsun, astral bedenin kütlesi yok, bu yüzden ışık hızıyla sınırlı değil. Başka bir anlatımla, astral düzeyde zihnin hantal, yoğun bir fiziksel madde tarafından engellenmez, böy-

143
M.S.2150
lece bir düşünce, sonuçlarını hemen tezahür ettirir. Sen sadece gözünde canlandırırsın ve o olur. Onuncu bilinç düzeyinde-kiler aynı şeyi fiziksel bedenleriyle de yapabiliyorlar, ama bu daha yüksek düşünce enerjisi gerektiriyor."
Başımı salladım ve Carol'a dönerek bağırdım: "Şaşılacak şey! Bunu yapmayı öğrenmeyi gerçekten isterdim."
Carol, Eli'nin durduğu yere bakarak "Biz en iyisi önce telepatik açıdan ustalığımızı artıralım" diye yanıtladı, sonra tekrar bana baktı.
Ben de onun ardından Ktarımız'ın durduğu noktaya baktım, ama o çoktan gitmişti. "Bu kadar çabuk nereye gitti? Başka bir Deltaya mı?"
"Daha çok çalışman gerek Jon" diye uyardı Carol. "Hem bize gönderdiği selâmı hem de Lea'yı görmek üzere bizden ayrılacağı konusunda söylediklerini kaçırdın."
Eli'nin mesajıni alamadığım için utanmıştım. Oysa telepati gücümü oldukça iyi kullandığımı düşünüyordum, ama bu olay beni kendime getirdi. "Onunla ben de gerçekten konuşmak istemiştim. Sanırım daha çok çalışmam gerek." Vardığım üzücü sonuç bu oldu.
Aklıma birden bir başka soru geldi. "Söylesene, onun bir Ktar olduğundan söz ettin. Merak ediyorum, bütün yöneticilerimiz onuncu bilinç düzeyinde mi?"
"En üsttekiler evet," diye Carol yanıtladı. "100'er milyon Muton üyesinin önderleri olan üç Mutarımızla 10'ar milyon Kton üyesinin önderleri olan otuz Ktar'ın hepsi onuncu bilinç düzeyinde. Şu anda onuncu bilinç düzeyinde bulunan 127 kişiden Mutar ve Ktar olanların dışındakiler ise Ztar olarak görev yapıyorlar."
"Bu da" diye kestim, M.D.'nin öğrettiklerini hatırlayarak, "onların birer milyon üyesi olan Ztonlar'm önderleri oldukları anlamına geliyor." Carol başıyla onayladığında, ekledim: "Ve sizin 300 Ztonunuz olduğuna göre, diğer Ztarlar'm dokuzun-

144
Makro Bağlantı
cu bilinç düzeyinde bulunduklarını sanıyorum."
"Doğru" diye başıyla evetledi, "şu anda dokuzuncu bilinç düzeyine erişmiş 3306 kişi bulunduğu için, 100'er bin kişiye önderlik eden 3000 Atar konumu da bu düzeydekiler tarafından dolduruluyor."
"O halde mantıksal sırayla, dokuzuncu bilinç düzeyinden Atar olmayan birkaç kişiyle sekizinci bilinç düzeyindekiler Del-tar oluyor."
"Evet" dedi, "39.000 kişi sekizinci bilinç düzeyinde olduğuna göre, 30.000 Deltar konumu için bu düzeyde gereğinden fazla insan var; geri kalanlar ise Gama önderleri olarak görev yapıyorlar."
"Ama 300.000 Gamar konumu olduğu için," diye tahmin yürüttüm, "geri kalan konumlar yedinci bilinç düzeyinde olanlar tarafından dolduruluyor olmalı." Aklımı kurcalayan bir soruyu belirgin hale getirmek için bir an sustum. "Pekâlâ" diye devam ettim, "belki sen bana dokuzuncu ve onuncu bilinç düzeylerine bugüne kadar en erken hangi yaşta ulaşılmış olduğunu söyleyebilirsin."
"Bunu M.D.'ye sormalıyım" diye yanıtladı Carol ve makib'i aracılığıyla konuşmaya başladı. Kısa bir süre sonra "Onuncu bilinç düzeyinin niteliklerini en erken gösteren kişi otuz dokuz yaşındaymış, bugünkü onuncu düzey yaş ortalaması ise 107 imiş. Dokuzuncu bilinç düzeyi nitelikleri en erken otuz üç yaşında gösterilmiş, bugünkü dokuzuncu düzey yaş ortalaması doksan üç. Sekizinci bilinç düzeyine en erken erişme yaşı yirmi yedi ve sekizinci düzeydekilerin yaş ortalaması yetmiş yedi" diye öğrendiklerini aktardı.
"Bu" dedim, "eğer üç ay içinde üçüncü bilinç düzeyine erişirsem, doğru yolda olacağım anlamına gelir."
"Yeni başlayan biri için kötü sayılmaz Jon, hiç kötü sayılmaz" diye takıldı Carol; sonra "İyimser olduğunu görmek beni sevindiriyor, çünkü bunu başarabileceğine önce kendin inan-

145
M.S. 2150
madıkça gerçekleşmesi kesinlikle mümkün olmaz" dedi.
"En iyisi şimdi 3. ve 4. öğrenim basamaklarına gidelim ki sen de kendi küçük erkek ve kız kardeşinle tanışabil" diye sözlerini sürdürdü.
"Bir başkasının yerini mi alacağım? Yani onların zaten bir ağabeyleri yok muydu?" diye sordum.
"Şu anda yok" diye Carol güvence verdi. "Ağabeyleri benim senden önceki Alfa esimdi, ama bir başka Delta'daki Alfa' yi tamamlamak üzere oraya gitti."
Carol'a daha önceki Alfa eşi hakkında hiç soru sormamış olduğumu fark ettim, çünkü bir başkasının yerini alma olasılığı kendimi suçlu hissetmeme neden olmuştu. Sonra, Carol'u daha iyi tanıdıkça, benden önce başka birinin onun eşi olduğunu düşündüğümde, biraz kıskançlık duymuştum. Şimdi düşüncelerimi özenle gözden geçirince, içimde hâlâ bu suçluluk ve kıskançlık duygularından kırıntılar buldum. Carol'a onu öz-leyip özlemediğini sordum.
"Pek değil" diye yanıtladı. "Biliyorsun, biz çok benzer ruhsal tınılar taşıyoruz, bu yüzden ona dilediğim her zaman telepatik olarak erişebilirim. Onun da yeni Alfa eşiyle benim seninle olduğum kadar mutlu olduğunu bilmek beni sevindiriyor."
Bir başka Delta'ya anlaşılır biçimde ulaşacak kadar yetenekli olmasına şaşarak, "Ama senin telepati gücünün çok sınırlı olduğunu sanıyordum" dedim.
"Ruhsal tınıları seninkine çok yakın olanlarla telepatik olarak haberleşmenin her zaman çok daha kolay olduğunu anlayacaksın Jon. Örneğin Steve'i ele al. Ruhsal tınısı benimkinden çok farklı; bu yüzden gölün öbür yanında bile olsa ondan mesaj alabilmek için çok uğraşmam gerek. Oysa ruhsal tınılar birbirine ne kadar yakınsa, haberleşme o kadar kolay olur ve mesajı kişiye iletebilecek mesafe de o kadar uzayabilir."
"Kulağa mantıklı geliyor" diye karşılık verdim, sonra ekledim: "Söyle bana, nasıl oldu da tam ben geldiğim sırada baş-

146
Makro Bağlantı
ka bir Alfa'da yer açıldı? Biri mi öldü?"
"Oh hayır," diye güvence verdi Carol. "Üç yılı aşkın bir süredir yedinci öğrenim basamağında hiç ölüm olmadı. Yine de sık sık biri birkaç aylığına Mikro Adası'nda çalışmak üzere gönüllü olur. Bu da çoğu kez bir Alfa'nın bir ya da iki kişi eksik kalmasına neden olur."
"Orada ne tür bir işe gönüllü oluyorlar?"
"Kişisel tekâmül konusunda eğitim hizmeti veriyoruz. Çocuklarından bazıları ve birkaç yetişkin bu hizmetlerimize gereksinim duyuyorlar."
"Eğer Mikro Adası'ndakiler de 20. yüzyılın mikro adamına benziyorlarsa, oraya gitmekle bazı tehlikeleri göze almıyor musunuz?"
Carol, "Evet alıyoruz" diye kabul etti, "en azından henüz üst bilinç düzeyine erişmemiş olanlarımız göze alıyor. Demek istediğim, dokuzuncu ve onuncu bilinç düzeyindeki biri için bir saldırgan, soyguncu veya katille başa çıkmak sorun değil, çünkü geleceği bilme ve telepatiyle ilgili Makro güçleri onları uyarır, PK güçleri de onları rahatsız eden herhangi birini göz açıp kapayıncaya kadar gerekirse adanın ta öbür yanma yollayıverir."
"İşte bir baş belası böyle defedilir" diye güldüm. Rehberlerine çok sık mı saldırırlar?"
"Oh evet" diye yanıtladı Carol. "Makro toplumun bir üyesini öldüren kişi, Mikro Adası'nda yaşayanların büyük çoğunluğu için hemen bir kahraman haline gelir."
"Peki, buna karşı sizin tutumunuz ne oluyor?" diye sordum. "Onları nasıl cezalandırıyorsunuz? Niye öncelikle sizleri öldürmek istiyorlar?"
"Son sorunun yanıtından başlarsak" dedi, "onlardan çok farklı yaşadığımız için bizden nefret ediyorlar. Cezalandırma konusuna gelince, onları elbette cezalandırmıyoruz. Sadece dikkatli davranıyoruz, bu yüzden de en az ikinci bilinç düzeyine erişmiş olanların Mikro Adası'na gitmelerine izin veriyoruz, hat-

147
M.S. 2150
ta onlar bile dokuzuncu ve onuncu bilinç düzeyinden biri tarafından telepatik haberleşmeyle korunma altında tutuluyorlar."
"Yedinci öğrenim basamağındaki en son ölümden bu yana üç yıl geçtiğini söyledin. Bu son ölüm burada mı yoksa Mik-ro Adası'nda mı oldu?"
"Mikro Adası'nda diye yanıtladı. "Bu ara sıra oluyor, ama çoğu zaman koruma istemeyen büyük öğrencilerin başına geliyor."
"Aman Tanrım!" diye bağırdım. "Neden koruma istemesinler ki?"
"Makro felsefenin büyük filozofu ve öğreticisi İsa, kendisinin çarmıha gerilmesine hangi nedenle izin verdiyse o nedenden -mikro adama, ruhun bedenden üstün olduğunu göstermek için," diye açıkladı.
Başımı salladım. "Sadece başkalarına ölümden korkmadığını göstermek için öldürülmeyi veya çarmıha gerilmeyi kabullenmeyi asla anlayamam."
Carol, "O kadar basit olmadığını düşünüyorum" dedi, "ama şimdi en iyisi küçük erkek ve kız kardeşini bulalım."
Üçüncü ve dördüncü eğitim basamaklarının oyun-eğitim alanına giden kısa yolda yürürken, neden bir çocuğu gözetmek üzere daha büyük öğrenciler arasından özel olarak bir ağabeyin ve ablanın görevlendirilmesi gerektiğini merak ettim.
Carol düşüncelerimi algıladı. "Bu şimdi belki de eskisi kadar önemli değil, çünkü özel olarak görevlendirilmesek bile biz bu ilgiyi gösteririz. Ama Makro toplumun başlangıcında, başkalarının gereksinmelerini telepatik olarak algılayacak kadar gelişkin ruhlar fazla değildi, bu yüzden hiç kimsenin ihmal edilmemesi için tüm öğrencilerle ilgilenmek üzere ağabey ve ablalar görevlendirildi. Sonra Kişisel Tekâmül Rehberliği sistemi geliştirilince, sadece ilk dört eğitim basamağındaki öğrencilerin ağabey ve ablaları olması yeterli oldu."
"Rehberlikten söz etmişken" dedim, "bu sistem nasıl çalışıyor? Öğretmenlikle rehberlik arasındaki fark ne?"

148
Makro Bağlantı
"Her şeyden önce" diye yanıtladı Carol, "biz burada 2150' de, bir öğretmenin aşırı bilgi yüklemeye çalışmasıyla öğrencileri eylemsiz ya da tamamen bilgi alamaz hale getiren eski öğretim biçimine inanmıyoruz. Bu nedenle bizim öğretmenlerimiz yok.
Biz öğrenmeyi, öğrencinin, iletişim içinde bulunduğu bir araştırmacının özendirmesiyle çaba gösterip o bilgiyi kendisinin edindiği, aktif bir süreç olarak görüyoruz."
"O halde sen bilginin verilemeyeceği, sadece alınabileceği kanısındasm" diye özetledim.
"Evet. Şimdi sorunun yanıtına gelince, araştırmacılar örneğin tarım, ekoloji, biyofizik gibi bilim dallarının uzmanlarıdır; oysa Kişisel Tekâmül rehberleri bütün bilimsel konularla ve insanın tüm sorunlarıyla uğraşırlar."
"Sözlerinden araştırmacıların sadece bir konuda bilgi sahibi olduklarını, ama K.T. rehberlerinizin her konuda her şeyi bildiklerini düşünüyorsun gibi bir anlam çıkardım. Bunun mümkün olabileceğine gerçekten inanıyor musun?" diye sordum.
Kuşkuculuğum Carol'u eğlendirmişti. "Bu 'her şeyi bilmek' ten ne anladığına bağlı. Rehberlerimiz Makro Bağlantı'yla ulaşabildikleri Makro farkındalık oranında her şeyi biliyorlar. Ama bütün soruların yanıtlarını bilmekle bu yanıtları yaşayabilmek farklı şeyler."
"Bir Makro insan bile Makro yaşamı mükemmel bir denge içinde yaşayamaz" diye ekledi, "çünkü henüz Makro farkın-dalığa sürekli bu farkmdalık içinde kalacak biçimde ulaşmış değiliz. Öyle bir tekâmül düzeyine eriştiğimizde -bu bir Makro beden bile olsa- fiziksel beden gereksinmemizi aşmış olacağız."
"Pekâlâ" dedim, "senin söylediğine göre, tüm sorulara yanıt verebilen rehberleriniz var, ancak gerçek sorun sorulara yanıt bulabilmek değil, bu yanıtları hayata geçirebilmek -onları yaşayabilmek. Bu zaten yüzyıllardır süregelen bir sorun."
Ardından, "Sadece 127 kişi onuncu ve 3306 kişi de doku-

149
M.S.2150
zuncu bilinç düzeyinde bulunduğuna ve bunlar da yönetici olarak hizmet verdiklerine göre, önemli bir rehber açığınız var demektir," diye sürdürdüm konuşmamı.
Carol "Oh, hayır" diye güvence verdi, "rehber açığımız yok; çünkü altıncı ve daha üst bilinç düzeylerinde bulunan herkes K.T. rehberi olarak görev yapar. Bu da otuz milyon altıncı, üç milyon yedinci ve 3900 sekizinci bilinç düzeyinden rehber demektir." (bkz. M.D.'den Seçilmiş Bilgiler bölümü)
Aklımdan çabucak bazı hesaplar yaptım. "Hepsi 33.003.900 rehber eder. Bir rehbere ona yakın öğrenci düşüyor. Yine de herkes her gün Kişisel Tekâmül Rehberi'ne danışmaya giderse, altıncı yedinci ve sekizinci düzeydekilerin rehberlik dışında başka bir şey yapmaya zamanları kalmıyor demektir. Bu da pek hoş bir yaşam gibi görünmüyor. Rehberler bu işten bıkkınlık duymuyorlar mı?"
"Öylesinin sıkıcı bir yaşam biçimi olacağını kabul ediyorum" diye yanıtladı, "ama Allahtan işler hiç de dediğin gibi kötü değil. Demek istediğim, sadece öğrenciler rehberlerini her gün ziyaret ederler, ayrıca onlar bile buna zorunlu değiller. Makro toplum üyelerinin büyük çoğunluğu ise K.T. rehberlerini haftada birden fazla görmeye gitmezler."
Carol sözlerini bitirdiğinde, üçüncü ve dördüncü öğrenim basamaklarına ayrılmış bir kenarı dokuz yüz metre uzunluğundaki kare biçimli eğlence-eğitim alanına gelmiştik. Burada sürdürülen olağanüstü etkinliklerden görebildiğim kadarı bile beni etkilemişti. En az otuz tenis kortu, üç futbol sahası ve her tür jimnastik aleti vardı. Koşu pistleri, yüzme havuzları da vardı ve her alanda yarışmalar yapılmaktaydı.
Carol'a döndüm ve "Burada üçüncü ve dördüncü basamak öğrencilerinden çok daha fazla sayıda öğrenci var" diye düşüncemi söyledim.
"Çünkü beşinci ve yedinci basamak öğrencileri üçüncü ba-samaktakilerle, altıncı basamak öğrencileri ise dördüncü basa-

150
Makro Bağlantı
maktakilerle ilgileniyorlar" diye açıkladı.
"Oh, bu doğru, ağabey ve abla yöntemi!" diye karşılık verdim. "Ama üçüncü basamak için niye iki basamak birden görevlendirilmiş? Bazı nedenlerden ötürü özel ilgiye mi gereksinmeleri var?"
"Gerçekte," diye Carol yanıtladı, "en fazla ilgi ilk iki basamaktaki öğrencilere gösterilir. Ama beş, altı ve yedinci basa-maklardaki öğrencilerin üç ve dördüncü basamaklardaki küçüklere yardımcı olmayı sürdürmeleri, büyüklerin bu konudaki becerilerini uygulamayla geliştirmelerini sağlıyor."
"Makro toplumda birine yardım etmek en saygın iş gibi görünüyor," diye düşüncemi açıkladım.
Carol başıyla onaylayarak "K.T. rehberlerimizin en çok saygı duyulan sosyal konumlarda bulunmalarının ve üst düzey yönetimde hizmet vermelerinin nedeni bu," dedi.
"20. yüzyılda" dedim, "biz eğlendirmeye yönelik mesleklere diğerlerinden fazla değer biçerdik sanırım; çünkü para ve ün gibi en kıymetli ödüllerimizi sinema veya TV'de bizi eğlendiren kişilere ya da spor yıldızlarına verirdik."
Carol, "Çünkü mikro adam öyle mutsuzdu ki, her türlü eğlenceyi kaçış yolu olarak kullanıyordu" diye açıkladı, "doğal olarak, eğlendiren kişilere de diğerlerinden fazla para ödeniyordu."
"Eğitime biçtiğimiz değerin de pek fazla olduğu söylenemez, biliyorsun değil mi?" diye düşüncemi sürdürdüm. "Öğretmenlik en düşük ücretli işlerden biriydi."
"Bu doğru Jon" diye yanıtladı Carol. "Mikro adam eğitime çok az önem verdi. Bu yüzden okullarınız genelde, öğrencilerine nasıl yaratıcı biçimde düşüneceklerini öğretmek yerine, onlara olayları ve ayrıntılarını nasıl ezberleyeceklerini öğreten yetersiz öğretmenlerle dolduruldu. Yabancı dil, cebir ve yüksek matematik gibi ortalama insanın çok az kullanacağı konular için büyük zaman harcanırken, insan davranışı ve ya-

151
M.S.2150
şam felsefesi gibi en önemli konulara eğitim programlarında ya çok az yer verildi ya da bunlara hiç değinilmedi. Ben bu ikisini birlikte değerlendiriyorum, çünkü insanın davranışı her zaman inançlarının ürünüdür, inançları da yaşam felsefesini oluşturur."
Carol sözlerini bitirirken, bir oğlan ve bir kız çocuk koşarak gelip ona sarıldılar. Güçlü ve sağlıklı görünüyorlardı, Mak-ro toplumun bütün diğer çocukları gibi fiziksel yapıları son derece güzeldi. Yaklaşık on yıllarını doldurmuş olmaları gerektiğini düşünürken, Carol telepatik yolla her ikisinin de sadece yedi yaşında olduklarını söyledi. Bu arada yine telepatik yolla artık 2150'nin deyimleriyle düşünmeye başladığıma işaret ederek bana takıldı. Sonra beni yeni Alfa eşi olarak tanıştırdı, bu yüzden çocukların da yeni ağabeyleriydim.
Gözleri benimkileri bulduğunda, Makro toplumun üyelerinin birbirlerini sessizce selâmlamalarının başka bir nedenini de anladım. Bu sessizliği, telepatik biçimde ilişki kurmanın insana haz veren ince ayrıntıları üzerinde yoğunlaşabilmek amacıyla kullanıyorlardı; bu da her türlü korku ve güvensizlik duygusunu ortadan kaldırıyordu. Oğlanın adının Neal, kızınkinin de Jean olduğunu öğrendim, ama bu selamlaşma sırasında fark ettiğim en önemli şey, onlarla tanışmamın içimde -sanki uzun süre önce yitirdiğim dostlarımla tekrar buluşmuşum gibi- coşku dolu bir mutluluk uyandırmış olmasıydı. Carol, onları birbirimize çok yakın olduğumuz başka yaşamlardan tanıdığımı söylediğinde hiç şaşırmadım.
Jean, tenisin bacağımı yitirmeden önce en sevdiğim sporlardan biri olduğunu anlayarak bilinç düzeyinin gelişkinliğini gösterdi ve benimle birlikte Carol ve Neal'e karşı bir maç önerdi.
Fikir kulağa hoş geliyordu ama, ben daha önce hiç çocuklarla tenis oynamamıştım ve oynayış biçimimin onlara fazla sert geleceğinden korktum. Yine de ağabeyliğin sorumluluğunu kabullenerek, bunun çok güzel bir öneri olduğunu söyle-

152
Makro Bağlantı
dim ve hepimiz raket seçmek üzere boş olan en yakın kortun yakınındaki raflara doğru yöneldik.
Oyuna başladığımızda sert vuruşlar yapmaktan kaçındım, ama şimdiye kadar gördüğüm en sert ve en iyi oynanan tenis maçının ilk beş dakikası sona ererken, Carol'un ve çocukların bu oyunda benden çok daha iyi olduklarına inanmıştım.
Sonra çocukların PK güçlerini kullandıklarını fark ettim, pek az vuruş kaçırmalarının nedeni buydu. Eğer oyun eşim olarak Jean'e yardım edeceksem, benim de bu işi PK gücümü kullanarak yapmam gerekiyordu. Otuz dakika sonra çocukların PK güçlerini de benden çok daha iyi kullandıklarına inandım. Hâlâ oyuna başladığımız zamanki kadar dinç görünüyorlardı.
Dinlenmek istediğimi söylemeye karar verdim. Yakındaki bir meşe ağacının gölgesinde otururken, çocukları yakında tekrar benimle tenis oynamaya davet ettim, çünkü belli ki epey egzersiz yapmam gerekiyordu. Her ikisi de kabul ettiler.
Neal bana dişlerini göstererek neşeyle güldü ve "Tenisin Makro güçlerimizi, özellikle PK gücümüzü uygulama isteğimizi güçlendirdiğini keşfettik" dedi.
"Önce senin PK yeteneğini henüz geliştirmemiş olman nedeniyle bunun adil bir oyun olmayacağını düşündük" diye ekledi Jean. "PK güçlerini henüz geliştirmemiş olanlarla tenis oynarken bu gücümüzü kullanmıyoruz."
Sözlerini yanıtlarken güldüm: "Ben de teniste size göre fazla iyi olmaktan korkmuştum, ama PK güçlerinizi kullanarak benim için bu oyunu hayatımın en çekişmeli oyunu haline getirdiniz. Bana sadece tenis egzersizi değil, aynı zamanda da PK egzersizi yapma fırsatı verdiğiniz için size teşekkür etmek istiyorum."
Carol ayağa fırladı ve "Yüzmeye gidiyorum Jon" dedi, "ama sen neden burada kalıp dinlenmiyorsun, böylece Makro dans için zamanında Alfa'ya dönecek gücün olur.''

153
M.S.2150
"Teşekkürler" dedim, "gerçekten dinlenmeliyim. O dans da PK kullanarak tenis oynamak kadar yorucu!"
Carol ve çocuklar en yakın havuza vardıklarında, benim gözlerim kapanmıştı.
154

BÖLÜM 9
Aynası İştir Kişinin
Uyandığımda kendimi son derece canlı hissettim ve yaklaşık on saat uyumuş olduğumu fark ettim. Kari, öğle yemeğine gelemeyeceğini, ama akşamüstü her zamankinden erken döneceğini bildiren bir not bırakmıştı. Ben de bir an önce günlüğüme son gelişmeleri yazmaya karar verdim ve işe koyuldum.
Kari, saat dörde doğru geldi ve ilk işi bana gördüğüm son düşle ilgili sorular sormak oldu. Ona günlüğümden okuyabileceğini söyledim, çünkü bütün gün evde kapalı kaldıktan sonra biraz temiz hava almak için dışarı çıkıyordum. Kari bunun sağlık açısından yerinde bir fikir olduğunu söyledi ve ben yapacağım yürüyüşe hazırlık olarak paltomu, botlarımı, kürklü şapkamı giyip boyun atkımı takarken, o da günlüğümün başına oturdu.
Yirmi santim kalınlığındaki yeni yağmış karda zorlukla yürürken ve saatte otuz mil hızla esen rüzgârın etkisini daha da artırdığı neredeyse sıfır dereceyi bulan soğukta titrerken, 2150'de hiç kimsenin iklimi denetim altında tutabilmenin değerini benim kadar anlayamayacağını fark ettim. İnsanın yiyecek, barınak bulmak veya hayvan -ya da hemcinsinin- saldırılarından korunmak için doğa koşullarıyla boğuştuğu nice çağları aklımdan geçirdim. Bu sorunu bile ortadan kaldırmak için insanın yeterli işbirliğini öğrenmesinin ne kadar uzun zaman aldığını düşündüm. Çözümü her zaman işbirliği getirmişti -ya-
155
M.S.2150
nıt işbirliğiydi. Ama işbirliğinin yararlarını görmek için uzun vadeli bir bakış açısı -Makro bakış açısı- gerekiyordu. Kısa vadeli açıdan -mikro bakış açısından- insan istediği şeyleri sadece başkalarıyla çekişerek elde ediyordu, böylece kendisi kazanan olurken hemcinsi de kaybeden oluyordu. Bu çekişme, bu rekabet, bu işbirliğinden yoksunluk, hem kişileri hem de ulusları her zaman iki ayrı gruba ayırıyordu -sahip olanlar ve olmayanlar.
Çevreme bakınca öğrenci birliğine düşündüğümden daha çabuk geldiğimi, kafeteryaya bir bloktan daha az kalmış olduğunu fark ettim. Karşıya geçip birlik binasına girdim; bir yandan ısınırken, bir yandan da burada toplanmış yüzden fazla öğrencinin içinde bulunduğu kötü durumu düşündüm.
Yaşları genelde 18'le 22 arasındaydı, ama benim yaşımda ve benden biraz daha büyük olanları da vardı. Bu öğrencilerin 2150'dekilerden ne kadar farklı olduklarını düşünmekten kendimi alamadım. Boy ve görünüm gibi fiziksel farklılıklar apaçık ortadaydı, ama beni asıl etkileyen psikolojik farklılıklarıydı.
1976'daki bu öğrenciler korku, kuşku ve endişelerini, kavga eğilimlerini, önyargılarını, yabancılaşmışlıklarını ve kendilerini yetiştiren kültürün bilinçsizliğini yansıtıyorlardı. Yine de hemen hemen hepsi ana-babalarından daha dostça ve açık bir biçimde davranacak düzeye gelmişlerdi, auraları da onların-kinden daha parlak ve temizdi. "Hey!" diye düşündüm zafer ka-zanmışçasma, "Aura görüyorum!"
Ama, 20. yüzyıla özgü önyargı ve endişelerimi yansıtan kendi auramm 2150'deki insanlara nasıl göründüğü konusu birden aklıma gelince, büyüklenme duygum hemen söndü.
Bu düşüncenin verdiği sıkıntıyla dişlerimi sıktım ve sıcak binadan ayrılarak eve doğru yola koyuldum. Tuzlanmış domuz eti ve yumurta almak için bir süpermarkete uğradım.
Tipiye rağmen mağaza orta yaşlı kadınlarla doluydu, birkaç da yaşlı adam vardı. Öğrencilerde gördüğüm canlılık ve

156
Aynası İştir Kişinin
coşku burada yoktu. Bu insanlar, öğrencilerde dengeyi sağlayan neşe ve dostluk gibi duyguları barındırmaksızın, onların bütün korku ve kuşkularını taşıyorlardı. Küçük, aptalca fikir ve alışkanlıklara saplanıp, bu saplantıları kendileri için bir mezar haline getirene kadar her geçen yıl biraz daha kazıp derinleştiren, tekdüze, kullanım dışı kalmış otomatlara benziyorlar di.
Mikro adamın dar, katı yaşam kalıpları başarısızlıktan kaçınmak amacıyla kendisi tarafından tasarlanmıştı. Oysa bu kalıplar onu zamanla, kendi kurduğu küçük hapishanesinin dışındaki dünyayla baş etmekte yetersiz olduğuna inandırmaya yaradı.
Bunları düşünerek rafların arasında yürürken, dört-beş yaşlarında küçük bir çocuk koşarak köşeyi döndü, kaydı ve ayaklarımın dibine serildi.
Hıçkırarak ağlayan çocuğu hiç düşünmeden kaldırdım ve onu rahatlatmak için kollarımın arasına aldım. Hıçkırıklar hemen sona erdi ve ben kaim çizmelerle kar elbisesi giymiş küçük bir kızı tutmakta olduğumu fark ettim. Gözleri öfkeyle kısılmış, ince dudaklı telaş içindeki bir kadın tarafından kollarımın arasından kabaca çekildiğinde çocuk, benim geniş gülümsememe çekinerek karşılık vermek üzereydi.
Kadın çığlık çığlığa "Pis ellerini benim küçük kızıma sürmeye nasıl cesaret edersin!" diye bağırıyordu. "İğrenç hayvan!"
"Ama Madam" diye başladım, "ben sadece..."
Çocuğunu sıkıca kavrayarak, "Senin 'sadece' ne yaptığını biliyorum!" diye yüksek sesle suçladı. "Kızıma sarkıntılık etmeye yelteniyordun. Seni gördüm ve senin gibi insanlarla ilgilenecek yasalar olduğunu bilmeni istiyorum!"
Azgın bir kedi gibi bağırması dükkânda bulunan pek çok insanın bana şüpheyle bakmasına neden oldu.
Küçük kızın annesi öyle beddua ediyor ve tehditler savuruyordu ki, kendimi savunmaya yönelik inandırıcı bir söz söy-

157
M.S.2150
lemenin mümkün olmadığını hissettim. Ona ve çevresini sarmış berbat aurasına bakakalmamın dışında başka bir şey ya-pamıyordum. Aura sarımsı yeşil hastalıklı renklerle lekeli, alevler saçan kırmızı bir ateş gibiydi.
O sırada mağazanın yöneticisi göründü, karşı koymamı engellemek için çabucak kollarımı tutarak beni binanın arkasına doğru sürüklemeye başladı. Bu arada alışveriş edenlere benimle gereği gibi ilgileneceğini ve yetkililere teslim edilmemi sağlayacağını söylüyordu.
Ona bürosunda öğrenci kimlik kartımı gösterip, amacımın sadece çocuğu sakinleştirmek olduğunu üçüncü kez anlatmaya uğraşırken, o hâlâ bana kuşkuyla bakmayı sürdürüyordu. Sonunda -belli ki polisle uğraşma zahmetine katlanmamak için- beni bir daha asla mağazasında görmek istemediği konusunda uyararak gitmeme izin verdi.
1976 ile 2150 arasındaki farkları çarpıcı bir olay yardımıyla görmek isteseydim, ancak bu kadar olurdu. 1976'nm mik-ro dünyasında her yabancı hırsızlık, tecavüz, cinayet veya başka bir felakete yönelik olası bir tehlike kaynağıydı. Kendi dürtülerinin çoğunun farkında bile olmayan mikro adam, başkalarının da hangi nedenle davrandığım göremeyecek kadar kördü. Eğer auramı görebilir veya zihnimi okuyabilir durumda olsalardı, ne maksadımdan kuşkulanır, ne de benden korkarlardı diye düşündüm. Ama böyle büyük bir farkmdalık içinde olmadıklarına göre, başkalarını dış görünüşe bakarak, kendi korku, endişe ve suçluluk duygularının yarattığı sisin ardından yargılamak zorundaydılar.
Eğer bazı öğrenci arkadaşlarım arasında yaygın olduğu gibi, uzun saçlı, sakallı ve yıpranmış görünümlü giysiler içinde olsaydım bana ne yaparlardı diye merak ettim. Belki de şimdi, orta yaşlı bir yargıcı veya jüriyi bir cinsel sapık, aynı zamanda da bir anarşist ya da komünist olmadığıma inandırmayı umut ederek, bir tutukevinde bekliyor olacaktım.

158
Aynası İştir Kişinin
Takma bacağımın beni taşıyabildiği kadar hızlı, apartmanımıza doğru yürüdüm. Mikro adam ve onun süpermarketle-riyle bugün yeteri kadar uğraşmıştım. Kötü hava koşullarını mikro adamın vahşi paranoyasına yeğledim.
Eve girer girmez kendimi mekanik bir hareketle kapıyı kapatıp kilitlerken buldum. "Aman Tanrım!" diye düşündüm. "Ben mikro adamın paranoyak olduğunu kanıtlayan en iyi örneklerden biriyim!"
Bu doğruydu. Kendimi 1976'da güvencede hissetmiyordum. Sadece 174 yıl ileride olan Delta 927'nin temiz, sevimli kırlarını, oradaki mutlu dinginliği ve sevecenliği şiddetle özledim.
Sert arkalıklı iskemleme oturduğumda, Kari günlüğümü getirip masaya koydu ve ters gidenin ne olduğunu sordu. Öğrenci birliğinde ve süpermarkette başıma gelenleri anlatınca, acımasız bir tavırla gülümsedi ve "Anlaşılan yeni Makro güçlerin sana burada 1976'da, 2150'deki gibi yararlı olamıyor" dedi, "ya da," durdu ve düşüncelerini tartarak beni süzdü, "belki bu güçler 1976'da hiç işe yaramıyor."
2150'nin gerçek olup olmadığını sınamak için kararlaştırdığımız deney buydu. Düşlerimdeki geleceğin dünyasında kullanmayı öğrendiğim Makro güçlerimi 1976'da uyanıkken de gösterebilir miydim?
Gerçi aura görmüştüm ama, biriyle telepatik deney yapmayı her nasılsa unutmuştum, ya da bundan kaçınmıştım.
Masada Kari'in yanında duran günlüğüme baktım. Yeni geliştirdiğim PK gücümü kullanarak onu havaya kaldırıp yanıma getirebilir miydim? "Belki daha küçük bir cisimle deneme yapmalıyım" diye düşündüm. Ama hayır, deneyi kolaylaştırmak istemedim. Bütün yapabileceğim günlüğü masadan yere düşürmek bile olsa, PK gücüm yine de kanıtlanmış olacaktı.
Günlüğümü kaldırmak için hayali ellerle uzandım -hiçbir şey olmadı.
Yanlış olan neydi? Öğrenci birliği ve süpermarkette gör-

159
M.S.2150
düğümü sandığım auralar sadece hayal ürünü müydü? Başkaları tarafından gözle görülebilecek tek Makro güç olan PK gücümü kanıtlayamaz durumda mıydım?
Zihnimle çılgınlar gibi uzanmaya çalıştım, masadan düşürmek amacıyla günlüğü çekmeye, itmeye, dürtmeye yönelik çabamı iki katma çıkardım; ama artan telaşımın tersine, günlük kımıldamadı bile.
"Yavaş ol!" dedi Kari. "2150'deki güçlerini 1976'nın soğuk, katı gerçeğinde kullanamadığın yüzüne bakınca belli oluyor."
"Ama aura görüyorum" diye savundum kendimi, "senin-kinibile!"
"Saçmalama Jon, benim aura görmediğimi biliyorsun, ayrıca ne sen aura görüyorsun ne de tanıdığımız başka biri. Öne sürdüğün sanrıları kanıt olarak kabul etmek çok güç."
"Ama Kari" diye karşı çıktım, "bu dürüst bir deneme olmadı -belki biraz daha zaman gerek. Yani yedi Makro güçten ancak üçünü ve henüz kullanmaya başladım demek istiyorum. Belki sana başarıyla gösterebilir hale gelmeden önce çalışmak ve bu güçleri geliştirmek zorundayım."
"Sadece gerçekliği kanıtlanabilir ikisini" diye Kari yanıtladı. Bu da önceden bilme ve PK olabilir, en çabuk ve en iyi kanıt ise sonuncusuyla elde edilebilir. 1976'daki deneyi öneren sendin Jon. Şimdi gerçeği ortaya çıkaracak kendi önerdiğin denemeyi kabule gönülsüz görünüyorsun."
"Ama bu güce sahip olduğumu biliyorum! Onu defalarca kullandım! Tenis maçını görmeliydin Kari."
"Biliyorum, biliyorum" diye Kari karşılık verdi. "Hepsi günlüğünde yazılı. Sorun bunların senin düş dünyanda olması... benim yaşadığım yerin gerçeğinde değil."
"Biraz daha zaman gerek" diye tekrarladım.
"Güzel" diye Kari onayladı. "Mantıksız olmak istemiyorum, ama bu senin deneyin olduğu kadar benim de. Kuralları

160
Aynası İştir Kişinin
sen koydun. Ben sadece yargıcım. Zaman istiyorsan, kabul!"
Kari uğradığım düş kırıklığını ve cesaretimin ne kadar azaldığını hissetti, günlüğü oynatamadığıma gerçekten şaşırdığımı da anladı. Bana yardım etme çabasıyla, PK'yı uygularken yanlış bir şey yapıp yapmadığımı sordu, belki işlem sırasında çok önemli bir ilk adımı atlıyordum.
"Hayır, hayır hayır" diye yanıtladım. "Allah kahretsin Kari! Daha evvel ne yaptıysam şimdi de aynını yapıyorum. Sadece işe yaramıyor."
Kari güldü. "Bana bak kalın kafalı! Ben de neredeyse senin kadar bu işin içine girdim." Eli çenesinde, odayı arşınlamaya başladı, sonra döndü ve işaret parmağını bana doğrultarak "Ne yapacağımızı yemin ederim ki buldum!" dedi. "Gel, 'suçun işlendiği sahneyi' baştan canlandıralım, bakalım yaptığın hatayı saptayabilecek miyiz? Şimdi görelim, senin PK gücünü ilk kanıtlaman, şu çakıl taşını Carol'la birlikte önünüz sıra zıplattığınız zamandı ve..." Kari sözünü yarım bırakarak kendini pat diye yatağın üzerine attı, gülmekten kırılıyordu. "Kendimi tam bir budala gibi hissediyorum Jon! Bizim profesörlerden birinin burada olup da şu sahneyi görmediğine ne kadar sevinsek azdır."
Bu manzara gözümüzün önüne gelince ikimiz de gülmeye başladık.
İyice güldükten sonra, "Haydi şimdi işimize bakalım" dedim. "Senin fikrin iyiydi! Gel, ilk kez PK kullandığım zamana dönelim!"
"Pekâlâ, diyordum ki, Carol ve sen sırayla zıplatmaya..."
Sözünü kestim. "Hayır Kari. O, PK'yı ilk denemem değildi, o zaman oyunu öğrenmiştim. İlk denemem önümüzdeki çakıl taşını havaya kaldırmaya çalışmaktı. Yapamadım. Carol son Makro Bağlantı deneyimini zihnimde yeniden canlandırmamı söyledi, canlandırdım; ondan sonraki denemem başarılı oldu."
Kari hemen sordu "Şu Makro Bağlantı saçmalığı -ne der-

161
M.S.2150
sin, püf noktası o olabilir mi? Burada da işe yarar mı? Hem o gerçekten nedir?"
"O nedir? Karl'a bunu tanımlamak için bir yol bulmaya çalıştım. "Pekâlâ, eğer bir süre durup da, kendini tamamen ve mükemmel bir biçimde çevrendeki hava ve başka her şeyle en küçük molekülüne kadar bir olmuş hayal edersen, bu Makro Bağlantı'yi tanımlayabileceğim en kısa yol olabilir. Sadece, havayı bedenini oluşturan atomların arasında hisset ve her şeyin mükemmel, her şeyin 'bir' olduğunu fark et. Bunun çok iyi bir tanımlama olmadığını biliyorum, ama yapabileceğimin en iyisi bu."
Kari parmağını sallayarak odanın içinde dört dönüp dans ederken, "sanırım buna Makro ruh halini deneyimlemek diyebiliriz" diye sataştı. "2150'ye özgü yeni bir deyim yaşamımıza ancak zenginlik katar."
İki farklı dünyanın parçalarını birleştirme işi Karl'ı ikna etmeyi düşündüğüm konuyu aşıyordu, bu yüzden konuşmak yerine eyleme geçmeye karar verdim. "Bilmiyorum Kari. Birkaç dakika bırak da deneyeyim! Sen gözlerini günlüğümden ayırma, çünkü Makro Bağlantı'yı hatırlamak işe yararsa, defteri yanındaki masadan kaldırıp iskemlenin üstüne doğru getireceğim."
Kari gülümsedi ve "Eğer bu bir 'önceden haber verme' ise, o gücünü kanıtlamak için PK gücünü de kanıtlamak zorundasın" dedi.
Sözlerinin gerisini belli belirsiz duydum, çünkü son Makro Bağlantı'mla ilgili anılarım zihnimde güçlü bir biçimde canlanmış, içim yatıştırıcı bir dinginlikle dolmuştu. Mağazada başıma gelenlerin ve Karl'a Makro güçleri göstermekteki başarısızlığımın neden olduğu korku ve sıkıntım bir okyanus tarafından yıkanmaya başlamıştı; bu okyanus korkularımı tamamen eritti, içimi bir kez daha coşkulu bir umut ve sevgi dolu bir kabulleniş sardı.
Hayal ettiğim ellerle uzandım ve günlüğümü yavaşça ma-

162
Aynası İştir Kişinin
sanın üstünden beş-altı santim yükseğe kaldırdım.
Kari şaşkınlıkla haykırdı: "Yapıyorsun Jon! Tanrı hakkı için, yapıyorsun!"
Günlüğü masadan yarım metre kadar kaldırdım ve kendime doğru getirmeye başladım. Birkaç saniye sonra, günlük Kari'in yanındaki masadan iskemleme kadar süren yolculuğunu yaklaşık iki buçuk metre yol alarak tamamlamış, şimdi kucağımda duruyordu.
Karl'ın kuramı bütünüyle çürümüştü. Sevinç ve şaşkınlıkla boşanan gözyaşlarını engellemeye çalışarak omuzlarımı kavradı ve bağırdı: "Yaptın Jon! Tanrı aşkına, yaptın! Dürüst olmam gerekirse Jon, dengenin bozulduğunu, böyle çılgın düşlere inanarak aklını falan kaçırmakta olduğunu düşünüyordum. Ama sen bunu kuşku bırakmayacak bir biçimde yaptın!"
"En sonunda ikna oldun mu Kari?" diye ağzım kulaklarıma vararak sordum.
Kari da bana sırıtarak karşılık verdi ve omuzlarımı bıraktı. Ama ayağa kalktığında yüzündeki gülüş silinmişti. Düşünceli bir tavırla çenesini ovalayarak "Bekle bir dakika" dedi. "Belki ben de olmayan bir şeyler görüyorum, sadece onları görmeyi çok istediğim için. Yani, belki senin aklının başında olmasını öyle kuvvetle istiyorum ki, aşırı gidiyor ve senin gerçekte ortaya koymadığın kanıtları ortaya konmuş sanıyorum. Belki sanrı görüyorum. Belki şu günlük tamamen olağan bir yolla sana ulaştı da, ben her nasılsa farkına varamadım. Veya sen beni hipnotize ettin -ya da belki ben kendi kendimi Jon..."
"Deneyimiz konusunda kuşku duyma sırası şimdi bende" diye takıldım. "Belki profesörlerimizden birinin bütün bunları görmesi o kadar kötü bir fikir değildi. Küçük bir gösteri için birkaç arkadaş davet etmek ister misin?"
Kari başını sallayarak "Hayır, pek istemem" dedi. "Eğer başaramazsan herkes çıldırdığını öğrenir, ben de kardeşin olarak seninle işbirliği yapmaktan ayrıca suçlanırım. Diğer yan-

163
M.S. 2150
dan eğer başarırsan, birden çift başlı olmuşçasına dile düşersin. Üstelik hâlâ insanları hipnotize etmekle suçlanabilirsin. Hayır, çözüm bu değil!"
"O halde ne öneriyorsun?" diye sordum. "Ben anlaşmamızın üstüme düşen bölümünü yerine getirdim. PK gücümü gösterdim, hatta bunu tanıklar önünde tekrarlamaya bile gönüllü oldum. Başka ne yapabilirim?"
"Bırak da düşüneyim" dedi Kari. "Aklıma bir şey geliyor -geliyor..."
Yirmi saniye kadar sonra bağırdı, "Evreka! Buldum! Fotoğraf çekeceğim! Evet bayım, her açıdan fotoğraf çekeceğim, sonra yukarı koşup Snuffy Baldvvin'den karanlık odasını kullanmak için izin isteyeceğim ve filmi banyo edeceğim. Bu plâna ne dersin ha?"
Söylediklerini düşünerek "Hmmm" dedim. "Snuffy'nin, senin birdenbire ortaya çıkan bir hevesle banyo edeceğin bu pek önemli resimleri görmek istemeyeceğinden emin misin? Ayrıca senin ona, bundan böyle değerli vaktini fotoğraf banyo ederek harcamayacağını söylediğini hatırlar gibiyim."
Kari kendine güvenen bir tavırla "Snuffy'yi pekâlâ idare edebilirim" dedi. "Sen sadece, kameramın aldanmaz gözünün önünde başka bir PK gösterisi yapmaya hazır olmak için bataryalarını yeniden şarj et veya her ne yapıyorsan onu yap."
Kari konuşurken dolaba doğru yürüdü ve okyanus ötesinde olduğumuz sırada satın aldığı fotoğraf makinesini çıkardı. Bir ara sonsuza dek her türlü saçmalığı resimleyecekmiş gibi görünüyordu; filmleri kendi banyo ediyor, fotoğrafları büyütüyor, bazen devasa boyutlarda basıyordu. Tüm bunlarla, sol gözünün kaybını bir biçimde telafi ettiğini düşündüğümü hatırlıyorum. Bu fotoğraf tutkusu yavaş yavaş azaldı, yine de geçtiğimiz altı ay içinde bir iki resim çekti, ama agrandizörünü sattı ve elindeki kimyasal maddelerle küvetleri de Snuffy'ye verdi. Şimdi bu kamera düşkünlüğü geri gelmiş gibi görünüyordu.

164
Aynası İştir Kişinin
Kari makinesini hazırlarken, ben de onun öğüdüne kulak verip, zihnimi en harikulade deneyimim -Makro Bağlantım-üzerinde toplayarak yeni bir PK gösterisine hazırlanıyordum. Yorgunluğumun her şeye gücü yeten, her şeyi bilen o evrensel zihnin sonsuz okyanusunda yok olduğunu hissettim. Kısa sürede dinlenmiştim ve günlüğümü yine dokunmadan hareket ettirmeye hazırdım.
Kari flaşı makineye takarken "Pekâlâ" dedi. "Ben resim çekmeye hazırım, sen de hazır olduğun zaman kaldırmaya başla."
Kucağımda duran günlüğüme baktım, sonra zihinsel ellerimle uzandım ve günlük birdenbire neredeyse tavana dek yükseldi. Kari mümkün olan her açıdan resim çekebilmek için çılgın gibi hoplayıp zırlarken, flaşları çakıp duruyordu. Günlüğü odanın çeşitli yerlerine taşıdım. Kari da kullanılmış flaş ampullerini kuyruk gibi ardında bırakarak defteri alttan, yandan ve üstten resimlemeye çalıştı.
En sonunda devam edemeyecek kadar yorulduğumu fark edince, günlüğü masadaki ilk yerine doğru yönelttim. Sanırım yüzeye yirmi beş santim kala düşürdüm, çünkü defter belirgin bir çarpma sesiyle indi. İskemlemin arkasına yaslandım, o anda 2150'de çakıl taşını ilk hareket ettirdiğim zamana kıyasla çok daha yorgundum. Artık resimlerin, PK yeteneğimi ve buna bağlı olarak da düşlerimdeki 2150'nin Makro toplumuyla ilgili deneyimlerimi kesin biçimde doğrulamaya yetecek kadar iyi çıkmasını ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
"Sen en iyisi dinlen" dedi Kari, "Sonra da bir şeyler yersin. Ben resimleri basmak için yukarı kata, Snuffy'ye çıkıyorum."
Kari bunları söyler söylemez dışarı fırladı, ben de ondan sonraki yarım saati Makro Bağlantı ile ilgili anılarımın yardımıyla gücümü yavaş yavaş yeniden kazanmaya çalışmakla geçirdim.
Daha sonra hazırladığım birkaç sandviçi acele etmeden

165
M.S.2150
yerken, PK gösterimin Karl'ın düşsel deneyimlerime ilişkin tutumunu nasıl etkileyeceğini merak ettim. Çektiği bütün bu resimler iyice yerleşmiş kuşkularını giderebilecek miydi? Sonuç olarak, diye düşündüm, eğer bu kanıtın 2150'deki deneyimlerimi doğruladığını kabul ederse, insan doğası ve mutlak gerçek hakkındaki mikro inançları temelinden yıkılacak.
İnsanı sadece, davranışlarını içinde bulunduğu kalıtımsal ve çevresel koşulların belirlediği çok karmaşık bir hayvan sayan psikolojik, sosyolojik ve antropolojik görüşlerden vazgeçmek kolay olmayabilirdi.
Sandviçlerimi bitirirken 1976'daki en son deneyimlerimi de günlüğüme geçirmeye karar verdim. Yazarken sık sık durup, kendilerini ve çevrelerindeki dünyayı bir mikro bakış açısı içine hapsedenlere yardım edebilir miyim diye merak ettim. Bazı psikoloji ve sosyoloji profesörlerimizi düşündüm ve onların bilimsel yansızlıklarıyla nasıl övündüklerini anımsadım. Oysa durugörü, telepati, PK ve önceden bilme gibi fızikötesi olayların varlığım -1976'nm davranış bilimlerine ters düşen bu yeni düşünceleri- savunan parapsikoloji ile ilgili herhangi bir kanıtın üzerinde biraz düşünmeyi bile kabul etmiyorlardı. Onları ne ikna edebilirdi, bunu merak ettim. Yoksa ölüp de, yerlerini, bu dünyada enkarne olacak çok daha gelişkin ruhlara bırakmaları mı gerekiyordu? M.D. böyle yanıtlamıştı, ama yine de bana bütün bir kuşağın ölmesini beklemeyi kabullenmek fazla soğukkanlılıkmış gibi geldi.
Yazmayı en sonunda tamamladığımda, neredeyse yeniden yatma vakti gelmişti. Acaba Kari neden gecikmişti? Filmin banyosunda bir terslik mi olmuştu? Kari avuç dolusu resmi sallayarak kapıyı açtığında ben Snuffy'nin odasına telefon etmeye hazırlanıyordum.
"İşte kanıt" dedi başım sallayarak, "PK yeteneğinin somut kanıtları işte burada, sanırım bunlar aynı zamanda da düşlerinde yaşadığın olayların gerçek olduklarını destekleyen deliller."

166
Aynası İştir Kişinin
"Neden o kadar uzun sürdü?" diye sordum.
"Eh" dedi, "ben resimleri basarken Snuffy dışarı çıkmıştı, böylece rahatsız edilmeden biraz düşünebilmem için ev tamamen bana kaldı. Ayrıca bir parça tavuk kızartmıştı, onu bi-tirebileceğimi söyledi. Ben de bir yandan kızarmış tavuk yerken, bir yandan da bu resimleri dikkatle inceleyip, şu günlüğüne yazdıklarından hâlâ kuşku duymamın dürüstçe olup olmadığını anlamaya çalıştım."
"Neye karar verdin?" diye sordum.
"Bu bugüne dek verdiğim en zor karar oldu" diye yanıtladı. "Eğer 2150'nin ve onun Makro toplumumun gerçek olduğunu kabul edersem, ya yeni bir meslek aramak ya da yeni inançlarımı davranış uzmanı arkadaşlarımdan kahrolası bir özenle saklamak zorunda kalırım."
"Makro güçlerimi diğer davranış uzmanlarına da kanıtla-yamayacağımı mı sanıyorsun?" diye sordum.,
"Ha!" dedi Kari, "Ben bazı çılgınca fikirler edinmeyi düşünebilirim, ama başkalarının da bunlara sahip çıkacaklarını zannedecek kadar çılgın değilim. Örneğin, son yirmi beş yıl içinde oldukça saygın kişiler UFO fenomeni üzerine ayrıntılı deliller sundular ama çok 'saygıdeğer' bilim kuruluşları bu delilleri ciddiye almayı kabul etmediler. Ve işte şimdi henüz bir doktora öğrencisi olan ben, UFO'larmkiyle kıyaslanamayacak öyküleri ciddiye alıyorum. Oh, Tanrım, Jon, baştankara gidiyorum!"
"Tebrikler Jon" dedim, "şu anda bir Makro filozof yaratıyorsun!"
Kari "Makro filozof olmak hemen hemen herkesin çılgınca bulduğu şeylere inanmak anlamına mı geliyor?" diye sordu.
"Bazen" diye yanıtladım, "ama daha önemli olan şu ki, Makro filozof zihnini hiçbir şeye kapatmaz. Gerçeğin her zaman bakış açısının genişliğine göre belirleneceğini idrak eder. Yani bakış açın ne kadar genişse, kavrayabileceğin gerçekler de o kadar fazladır."

167
M.S.2150
"Yatmaya gidiyorum" diye karşılık verdi Kari, "söylediklerini ve resimlerin ne anlama geldiklerini düşüneceğim. Zor bir gün geçirdim. Yaşam felsefem kökünden sarsıldı -belki de bütünüyle yok oldu."
2150'ye dönmeyi iple çekerek, ben de yatmaya gittim.
Bir kez daha yatağımdaydım, ama o gün olanları, özellikle süpermarkette başıma gelenleri düşünmekten kendimi alamıyordum. Öfke içindeki kadının ve mağaza yöneticisinin karşısında duyduğum korku, düş kırıklığı ve telâşı kendimi böyle zorlayarak unutmam mümkün değildi. Gerçekte, Makro açıdan bakabilseydim bu olumsuz duyguları yaşamazdım, bunu itiraf etmek zorunda kaldım. Her şeyi sevgiyle kabul edebilir durumda olurdum. Tehditlere öğleden sonraki gibi tepki gös-terirsem, üçüncü bilinç düzeyine nasıl ulaşabilirdim?
Makro toplumun üyelerini sevgiyle kabul etmenin üst düzey Makro bilincin göstergesi olmadığını anlayınca başımı üzüntüyle salladım; bu kolaydı, asıl iş mikro adamı sevgiyle kabul etmekteydi. Çözümlemem gereken en büyük sorun buydu.
Rehber-filozof İsa'nın "birbirinizi seviniz -düşmanlarınızı bile" buyruğu bana her zaman anlamsız ve uygulanamaz gelmişti. Mikro adamın bu buyruğa uyması gerçekten de mümkün değildi -sadece üst düzey Makro bilince sahip olanlar mikro adamların arasındayken sürekli böyle hissedebilirlerdi. Makro toplumun pek çok üyesinin Mikro Adası'nda eğitici ve rehber olarak çalışmaya neden gönüllü olduklarını şimdi anlamıştım. Acaba benim de böyle bir şey yapmam gerekecek miydi? Zihnim gevşeyip uykuyu kabul ederken, o konuyu ileride düşünürüm diye aklımdan geçirdim.

168
BOLUM 10
Jon'un Geçmiş Yaşamları
Uyandığımda Carol iki çocukla birlikte havuza girmek üzereydi. Ben 1976'da sabahtan akşama kadar bütün bir günü yaşarken, 2150'de yine sadece birkaç saniyenin geçmiş olduğunu biliyordum. Aynı anda yaşanan, ama herkese göre değişken bir zaman kavramını acaba hiç kavrayabilecek miydim, merak ettim.
2150'deki birkaç saniyelik uyku yorgunluğumu şaşılacak biçimde gidermişti. Carol'a ve çocuklara havuzda katılmaya karar verdim.
Havuzun kenarına varmadan, tuniğimi çıkarıp bu amaçla hazırlanmış bir delikten aşağı attım. Tunik oradan yerin altındaki temizleme tesisine inecek, yıkanıp, eğlence alanına geri gönderilecekti. Havuzun kenarında çıplak ayakta dururken, bu çıplaklıktan çocukların önünde bile rahatsız olmadığımı fark edip memnun oldum. Herkes çıplak yüzdüğü, havuzun çevresinde çıplak dolaştığı için giyinik olsaydım rahatsız olacaktım.
Carol'un havuzun öbür ucuna doğru, yaklaşık doksan metre uzağımda olduğunu gördüm. Suya dalarak ona doğru yüzdüm. Yüzmekten hiçbir zaman koşmak kadar zevk almamıştım, ama bacağımı yitirdikten ve artık koşamaz hale geldikten sonra yüzmeyi de çok keyifli bulmaya başlamıştım. İki güçlü bacakla yüzmekse çok daha keyifliydi. Carol'a ulaştığımda kendimi suya girdiğim andan daha canlı hissediyordum.

169
M.S.2150
Neal ve Jean'le elim sende oynadık. Çocukların sudaki çeviklikleri dikkat çekiciydi. Genç foklar gibi suyun üstünde ya da altında aynı derecede rahat görünüyorlardı, Carol'un yardımı olmasaydı böyle bir maçta taraf bile olamayacaktım. Bu hoş ama yorucu oyunu on beş dakika kadar oynadıktan sonra havuzdan dışarı tırmandım ve hemen kenarındaki yumuşak hasırın üzerine uzandım. Biraz sonra Carol da bana katıldı ve yorulmak bilmeyen çocukların oyunu sürdürmelerini seyrederek, sıcak güneşin altında yan yana yattık.
Birden Makro kimlik bileziğimden gelen bir çınlama işittim. Önce bileziğe, sonra Carol'a baktım. Carol "M.D. seni çağırıyor" dedi.
Bileziği kulağıma götürdüm, M.D. onunla çalışma yaptığım göle bakan odada Lea'yla buluşmamı rica ediyordu. Sonra Lea'nm, M.D.'nin bölümünde olduğunu ve beni beklediğini söyleyen yumuşacık sesini duydum.
"Hemen oraya geliyorum Lea" dedim ve araştırma binasına doğru koşmak üzere yerimden fırladım. Carol yetişerek beni durdurdu.
"Daha hızlı bir yol var" dedi, "benimle gel!"
Giysilerin bulunduğu rafın önünde durduk, Carol kendisi ve benim için yeni temizlenmiş birer tunik aldı. Bunları giyince Carol beni eğlence alanının çıkışma doğru götürdü.
Biz koşarken çocukların telepatik olarak bizi uğurladıklarını algıladım; dönerek onlarla tanışmış olmaktan duyduğum mutluluğu ve yakında onları yeniden görme umudumu dile getirdim.
Carol genelde her öğleden sonra onlarla birlikte olacağımızı söyledi. Bu arada çıkışın yakınma gelmiştik ve Carol yerde duran eni-boyu üç metreye yakm metale benzer kırmızı bir şeyi gösteriyordu. Ortasına bastık, Carol PK gücüyle üzerinde durduğumuz karenin kenarında bulunan bir düğmeye basınca zeminin altına iniverdik.

170
Jon'un Geçmiş Yaşamları
Binaların hiçbirinde metal veya çimento kullanılmamıştı. Metal, çimento ya da mermere benzeyen her şey hemen hemen her biçimde ve muazzam ağırlıkları taşıyabilecek güçte dökümü yapılabilen bazı sentetik maddelerden üretilmişti. Kırmızı karemizin bizi yerin seksen beş metre altındaki ulaşım ağına götüren başka bir boşluk olduğu ortaya çıktı.
Çabucak aşağıya inerken Carol, araştırma binasına giden üç millik yolu iki dakikadan az bir süre içinde alabilen yer altı arabalarından birini kullanacağımızı söyledi.
İki geniş, rahat koltuğu olan torpil biçiminde, hava kabarcığını andıran bir araca doğru yürüdük, içine girince araç bizi sardı. Carol bir kadranı M.D. yazan konuma getirdi ve içeri itti. Kabarcığa benzer arabamız sanki ağzı üzerimizde bulunan bir hava sütununa girer gibi yükseldi. Koyu karanlık içinde bir an muazzam bir hız, ardından hızlı bir yavaşlama hissettim. Sonra araçtan indik.
Başka bir kırmızı platformun ortasına basarak öğrenim merkezi girişinin hemen önünde, yüzeye çıktık. Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki, doğru düzgün bir izlenim edinememiştim.
Carol, beni daha sonra Alfa'da göreceğini söyleyerek ayrıldı. Binaya doğru koştum, hızla artık benim M.D. odam diye düşündüğüm odaya çıktım. Kapıyı açtığımda pencerenin önünde duran güzel ikiz eşimi gördüm, gülümseyerek bana doğru döndü. Kalbim duracak gibiydi, soluğum hızlanmıştı, yaşlar gözlerimi acıtıyordu.
"Lea" dedim, "sen dünyanın en tatlı, en heyecan verici kadınısın. Seninle ilgili duygularımı anlatacak sözcük bulamıyorum."
"Sen ben'sin Jon" diye yanıtladı, "benim ikiz ruhumsun, nasıl hissettiğini bana anlatmak zorunda değilsin, çünkü onlar aynı zamanda benim de duygularım."
Sessizce durduk, sonra birbirimize zihinlerimizle uzan-

171
M.S. 2150
dik ve zihinsel dokunuşun o alışılagelmiş zevkli heyecanını yaşadık.
Derin zihinsel bağlantımızı yavaşça çözerken, Lea'nm açık renkli cildiyle sarışın güzelliğini Carol'un esmer sevimliliğiyle kıyaslamaktan kendimi alamadım. Lea'yı güneşe, Carol'u aya benzettim. Onlar da güneş ve ay kadar birbirlerinden farklıydılar, ama her ikisini de sevdiğimi biliyordum.
Karşımdaki mavi gözlerde dans eden ışıklara bakarken, düşüncelerimin okunduğunu da biliyordum.
Lea "Makro sevginin tek bir insana duyulan sevgiyle sınırlı olamayacağını öğrendiğine sevindim" dedi.
"Her ikinizi de nasıl böyle benzer ama yine farklı bir biçimde sevebildiğimi hâlâ anlamış değilim, Lea" dedim. "Üstelik senin fiziksel ve zihinsel özelliklerini Carol'unkilerle kıyasladığımda bile -o andaki duygularını doğrudan algıladığım için- gerçekten kıskançlık hissetmediğini fark ettim."
Lea güzel sarışın başını salladı. "Biliyorum" dedi, "eğer telepati gücünü kazanmamış olsaydın, kıskançlık duymadığıma inanamazdın. Ayrıca ikiz ruhlar için bu çok daha kolay, çünkü kendi kendimi kıskanmam mümkün değil."
"Oh Lea!" diye haykırdım onu kollarımın arasına çekerek, "Bu işi nasıl becereceğim? Sadece üç ayım var. Seni yitirme olasılığına dayanamıyorum. Yeniden senden ayrı yaşamak istemiyorum."
"Ama Jon" diye güldü tatlılıkla, "sevip de sevdiğini yitirmenin hiç sevememekten daha iyi olduğunu hiç duymadın mı sen?"
"Nasıl bu kadar hafife alabiliyorsun?" diye sordum.
"Çünkü Jon" diye yanıtladı, "ayrılığın sadece mikro düzeylerde var olduğunu biliyorum, Makro düzeyde asla ayrılık yok. Zaman ve uzay bizi ayırabilir, ama zihinlerimizin Makro derinliğinde ayrı olmamız mümkün değil."
"Pekâlâ" dedim, "beni Makro farkmdalığa ulaşmaya iten

172
Jon'un Geçmiş Yaşamları
en büyük neden bu -asla kendimi senden tekrar ayrı düşmüş hissetmek istemiyorum."
"Seni bugün buraya çağırmamın nedeni" dedi, "hem Ra-na'nm hem de benim geçmiş yaşamlarından birkaçını hatırlamaya hazır olduğunu düşünmemiz."
"Harika!" dedim "Ne zaman başlıyoruz?"
"Hemen" diye yanıtladı. "Otur da, M.D.'den Makro Bağlantı için dürtü vermesini isteyelim!"
Düşüncelerimi algılayarak, "Makro Bağlantı'ya cinsel birleşme olmaksızın, hatta birbirine dokunmaksızm da ulaşılabilir" dedi. "İyi ki bu böyle, çünkü benimle cinsel birlikteliğin Makro Bağlantı isteğini öyle azaltır ki, saptanan sürede üçüncü bilinç düzeyine erişmen belki de imkânsız hale gelir."
"Yani" dedim, "ben üçüncü bilinç düzeyine ulaşana kadar seninle Makro Uyum'u paylaşamayacak mıyız?"
"Bizi şimdi ayıran zaman engelini tamamen ortadan kaldırana kadar hayır" dedi, "ama bu sadece üç aydan daha kısa bir süre beklememiz ve sonra Makro toplumda bir yaşam boyu birlikte olmamız anlamına geliyor."
Lea sözlerini bitirirken M.D. de zihnin genleşmesine yardım eden o tanıdık görsel ve işitsel dürtüleri vermeye başlamıştı. Çok geçmeden kendimi sonsuz uzayda bir ırmak gibi akarken buldum, sonunda Lea'yla birleştik ve yine tek zihin ve tek ruh olduk.
Sonra zihnimde Lea'nm, tarih öncesi bir Çin dönemindeki yaşantıma ulaşıncaya kadar zaman içinde geri gitmekte olduğumuzu söyleyen sesini duydum.
Birden kendimi otuz yaşlarında Çinli bir esir tüccarı olarak, hem de aynı anda bu bedeni dışarıdan gözlemlerken buldum. Sahip olduğum ve ticaretini yaptığım kölelere kötü davranmaktan keyif duyan acımasız ve ahlâksız biri olduğumu biliyordum. Başkalarına gaddarca, alçakça davrandığım sahneler gözlerimin önünden ardı ardına geçtikçe, utanç ve kendime

173
M.S.2150
duyduğum nefretten midem bulandı. Sonra öldüm ve Mısır'da ilk hanedanlardan birinin egemen olduğu bir dönemde tekrar doğana kadar, bana benzeyen ahlâksız kişiliklerle düşük astral düzeyleri paylaşarak sefil varlığımı sürdürdüm.
Kendimi dev siyahi bir Nübyeli köle olarak Firavun'un taş ocaklarında çalışırken görüp, yine aynı anda o yaşamı deneyimleyince, bunun bir sonraki yaşamım olduğunu anladım. Yazık ki fiziksel gücüm olağanüstü yüksekti ve bu yüzden, kırbaçlarını heybetli sırtıma ve omuzlarıma yapıştırmaktan zevk duyuyor görünen zalim çalıştırıcılarla birlikte uzun yıllar yaşadım. En sonunda, şükürler olsun ki, öldüm.
Arada başka yaşam süreleri geçirdiğimi hissetmeme karşın, bilinçli olarak algıladığım daha sonraki yaşam Mısır'ın yakın dönemlerinden birine rastlıyordu. Saltanatı sırasında ülkesindeki kölelere özgürlük vermeyi başarmış bir firavundum. Kendimi akıllı ve iyi bir yönetici olmaya çalışırken gördüm, ama rüşvet alan, kötü amaçlı din adamları tarafından sürekli engelleniyordum. Sonuçta olağanüstü büyük öfkemi daha fazla kontrol edemeyip, şişman, züppe başrahibi elime geçirebildiğim yandaşlarından çoğuyla birlikte öldürdüm. Ama kanlı eylemlerim ülkemi böldü ve ben de uzun bir iç savaşın sonunda öldürüldüm.
Kendimi Rönesans'ın başlarında bir Roma kilisesinde kardinal cüppesiyle görüp algıladığımda, yine arada pek çok yaşam geçirmiş olduğum izlenimi içindeydim. İnsanların bedenlerine işkence edilerek günahlarından arındırılabilecekleri savında direnen bir fanatiktim. Coşkuyla ve "kutsal öç" adına, kurbanlarımın kol ve bacaklarını her defasında bir parça kesmek gibi -aman Tanrım!- yeni ve daha iyi işleyen işkence yöntemleri buldum. Kazığa bağlayıp yakma yöntemini de sık sık kullandım, ama bunu genelde benimle cinsel ilişkiye girmek istemeyen kadınlara uyguluyordum. Doğrusu iki yüzlü, iğrenç biriydim. Papa güçsüz, ben de zengin ve acımasız olduğum

174
Jon'un Geçmiş Yaşamları
için, topluluğun en kudretli rahibi haline geldim. Benim saldığım korkuyla yaşayan italyan halkının yazgısı yine de iyiymiş ki, veba vaktinden önce canımı alarak onlara yardımcı oldu.
Bu ölümü en düşük astral düzeylerde geçirdiğim korkunç bir dönem izledi. Bencilce arzularım beni daha üst düzeylere çıkmaktan alıkoyuyordu. En iğrenç ve çarpık kişiliklerle birlikte olmak zorunda kaldım.
Sonra yine başka yaşam sürelerinin yıldırım hızıyla geçtiğini algıladım, ta ki İspanya'da Engizisyon'un aşırı baskısı altında titreyerek yaşayan yoksul bir taş ustasının kızı olduğumu açıkça fark edene dek... Çok yoksul ama geniş bir ailenin sekiz kızından en büyüğüydüm. Yaşlı ana-babama ve kız kardeşlerime destek olmak için uzun saatler boyu çalışıyordum ve genel inançlara aykırı bir saplantım olmasaydı, büyük olasılıkla köle gibi çalışarak geçireceğim uzun bir ömrüm olabilirdi; ebedi cehennem fikrini kabule yanaşmıyordum. Kız kardeşlerim zavallı ruhumu kurtarmak amacıyla Engizisyon görevlilerini en sonunda yardıma çağırana dek, ailem beni bu uygunsuz düşünceden vazgeçirmek için uzun yıllar uğraştı. Saplantım ustaca uygulanan çeşit çeşit işkencenin verdiği acıdan daha güçlüydü, bu yüzden ruhumu kurtarmaya yönelik son bir çaba gösterdiler ve çevremde durmuş, hâlâ günahlarımdan arınmam için dua etmeyi sürdüren kardeşlerimin gözleri önünde beni kazığa bağlayarak yaktılar.
Alevler içindeki bu geçmiş ölümümün çağrıştırdığı acı ve korku, çığlık atarak 1976'da uyanmama neden oldu. Saat sabaha karşı dörttü ve Karl iyi olup olmadığımı soruyordu. Onu iyi olduğuma inandırdıktan sonra tekrar uykuya daldım ve 2150'de M.D.'nin odasındaki koltuğumda uyandım.
Lea üzerime eğilmiş, ıslak bir bezle yüzümdeki terleri siliyor du. Gözlerimin açıldığını görünce, yüzünü benimkine yaklaştırdı ve yavaşça dudaklarımdan öptü. Sonra "şimdi mikro adamın geçmiş yaşamlarını hatırlamak istememesinin neden-

175
M.S.2150
lerinden birini biliyorsun" dedi.
"Tanrım!" diye haykırdım. "Eğer herkesin geçmiş yaşamları benimkiler kadar korkunçsa, kimseyi o yaşamları hatırlamak istemiyor diye kınamam."
"Oh, hepsi korkunç değil" diye Lea güvence verdi. "Oldukça huzurlu ve olaysız geçen pek çok yaşamın daha oldu. Ama çoğundan fazla bir şey öğrenmedin. Biraz evvel yeniden algıladığın beş yaşamın, sana başkalarına acımasızca davranmanın sonuçlarını örneklemek açısından eğitici olmuştu. Ruhun gelişmeni sağlamak için uygun bir koşul seçiyor. Bu fırsatı bir yaşamında değerlendiremezsen, ruhun bir başka yaşamında karşıt bir fırsatla dengeyi kuruyor."
"Bu öğrenmek için çetin bir yol" diye yakındım. "Herkes bu kadar acı verici bir biçimde mi öğrenmek zorunda?"
Yanıtı, "Makrokozmik farkmdalığmı azaltmayı seçmiş her ruh geçmişi konusunda bütünüyle aldatıcı bir unutkanlık içine girer, bu yüzden öğrenmeyi sağlayacak koşulları yine kendisinin seçmesi yoluyla sürdürülen mükemmel düzenin Makro bilincinde değildir. Eğer her şeyle 'bir' olduğun o makrokozmik 'birlik'i hatırlayamıyorsan, yalnızlık ve zayıflık duygularından kaynaklanan korkularını hafifletmek için mikro güçler edinmek istersin. Mikro adam kendini daha güçlü, yeterli ve güvenlikte hissetmek için başkalarına bencilce ve acımasızca davranıyor" oldu.
"Tamam Lea" dedim, "o korkunç deneyimlerden elbette bir şeyler öğrenmiş olmayı umuyorum. Ama hoşuma gidecek bir iki yaşamımı da hatırlayamaz mıyım?"
"Kesinlikle" diye yanıtladı, "bunun için tekrar M.D.'den yardım istememize gerek yok. Senin geçmişine bir yol açtık. İleride derin meditasyon yaptığında, pek çok yaşamından kesitler algılayabilecek durumda olacaksın. Ama yine de şimdi arkana dayan da, sana 'geçmişi bilme' çalışmalarında yardımcı olayım."

176
Jon'un Geçmiş Yaşamları
Önerisine uydum ve zihninin gevşememe ve bilincimdeki mikro kaygıları bir yana itmeme yardımcı olmasına izin verdim. Kısa süre sonra -Lea'nın yardımıyla- tekrar zaman içine akıyordum. Ardı ardına yanıp sönen başka yaşam sürelerinin ve deneyimlerin içinden geçiyordum, ama bunlar Lea'nın ayrıntılarını algılamama gerek görmediği yaşantılardı ve bu yüzden zamanın güçlü ırmağı boyunca yolculuğumuzu sürdürdük.
Çok geçmeden tropikal Güney Pasifik Adaları'ndan birindeki bir yaşamı açık biçimde algıladım. Bu kendimi küçük bir Polinezya topluluğunda ufak bir çocuktan büyüyüp güçlü bir adam olana dek izlediğim, hoş sakin bir yaşamdı. Esmer, sevimli bir kızla evlendim; fiziksel görünümü 2150'dekine benzememesine karşın birden onun Carol olduğunu anladım. Aralarında Neal'le Jean'i de fark ettiğim pek çok çocuğumuz oldu.
Pasifik adasındaki yaşamımız sevgi ve işbirliğine dayalıydı. Şefimiz çok akıllı ve sabırlı bir yöneticiydi; insanların sorunlarının, doğabilecek büyük zararlara fırsat tanınmadan, baştan nasıl çözümleneceğini biliyor görünüyordu. Ben orta yaşa geldiğimde o çok yaşlı bir adam olmuştu ve şimdi onda Rana' nm ruhunu tanıyordum. Ölümünden sonra herkes beni yönetici olarak kabul etti, ben de beyaz tacirler gelene kadar mutluluk dolu uzun yıllar geçirdim.
Acımasız, şehvet düşkünü beyaz adamları taşıyan büyük gemiler geldiğinde ben çok yaşlanmıştım. Bu yabancılarda algıladığım şiddet eğilimi konusunda kendi insanlarımı uyarmaya çalıştım, ama meraklı çocuklar gibi, bu yabancı varlıkların çekiciliğine ve yarattıkları heyecan dolu havaya karşı koyamadılar.
Beyaz adamlar giderken bizim genç erkek ve kadınlarımızı da birlikte götürmeye başlayınca, bu büyü kısa sürede yok oldu. Artık ne zaman adamıza yaklaşan büyük beyaz yelkenli gemiler görsek, saklanmaya çalışıyorduk. Ama adamız küçüktü ve gemiler saklananları bulup yakalamak için arama ekip-

177
M.S.2150
leri çıkarıyorlardı. Bu durumda bir başka adaya kaçmayı tasarladım, ama plânlarımız ortaya çıktı ve ben önder olmam nedeniyle idam edildim.
Bu yaşamdan sonra pek keyifli üst astral düzeylere (katlara) konuk olduğum anlaşılıyordu. Bu katlarda birçok eski arkadaşımla yeniden karşılaştık ve Lea'yla da kısa bir süre için yeniden bir araya geldik. Birbirimizden ayrı kalmamıza neden olan mikro isteklerimizi daha da aşmayı öğrenebileceğimiz yeni yaşam sürelerini birlikte tasarladık. Önce Lea, 18. yüzyıl sonlarında İngiliz soylular sınıfında bir erkek olarak doğmak için geçici dinlenme yerimizden ayrıldı. Ben de az sonra, 19. yüzyılın başlarında bir Kuzey Amerika Kızılderili kabilesinde erkek olarak dünyaya gelmek üzere astral alemi bıraktım. Bu kez yaşamımı felsefeye ve şifacılığa adayarak, saygı duyulan bir sihirbaz-doktor oldum. Orta yaşı geçtiğim yıllarda, neredeyse bütün zamanımı daha sevgi dolu ve kabul edici bir yaşam biçimini araştırıp, bunu küçük çocuklara öğreterek geçirmeye başladım. Kabilemin daha çok savaş yanlısı üyelerinin öğrettiklerimi onaylamadıklarını biliyordum, ama şifacı olarak ünüm öyle büyüktü ki, kimse bana açıkça karşı çıkamıyordu. İnsanlarım için tarihin akışını en sonunda değiştirebileceğime inanmıştım, ama bir kez daha beyaz saldırganlar tarafından engellendim.
Günün birinde, erkeklerimizin hemen hemen hepsi avdayken beyaz askerler kampımıza saldırdılar; kadınları, çocukları ve bulabildikleri herkesi öldürdüler. Ben okulumdaki küçük çocukları -bazılarının 2150'deki Alfam'ın üyeleri olduklarını fark ettim- korumaya çalışırken öldüm.
M.D.'ye bağlı odamızda kendime geldiğimde, Lea'ya, neden hep böyle üzüntü ve düş kırıklıkları yaşamak zorunda kaldığımı sordum. Yanıtlamadan önce bir an durdu, sonra bir başka soruyla karşılık verdi.
"Biraz evvel yeniden gözden geçirdiğin yedi yaşamdan al-

178
Jon'un Geçmiş Yaşamları
dığın en önemli ders neydi Jon?"
"Emin değilim Lea" diye yanıtladım. "Umutlarım ve amaçlarım -er ya da geç- hep engellendi ve ben hep düş kırıklıkları içinde doyuma ulaşamadan öldüm."
"Düş kırıklığı içinde olan ve doyuma ulaşamayan sadece 'mikro ben'indi" dedi Lea, "ve sadece mikro isteklerin ve amaçların gerçekleşmedi. Başka bir anlatımla, ektiğin olumsuz tohumlar ürün olarak düş kırıklığı ve acı verdi, ama olumlu tohumlar her zaman mutlu, doyurucu deneyimler üretti."
"Ama bu son iki yaşamda başkalarını korumaya çalışırken öldürüldüm" diye karşı çıktım.
"Hayır" diye yanıtladı Lea, "düş kırıklığına mikro direnme duygun neden oldu. İnsanların başına gelenlerin haksız ve kötü olduğu kanısmdaydın. Bunun, kendi zamanı ve yeri için mükemmel, büyümeye yönelik bir deneyim olduğunu ve dene-yimleyen her ruh tarafından özenle seçilmiş bulunduğunu kabul etmedin."
"Yani insanlarımın o yaşamlarda yok edilmelerini hoş mu karşılanmalıydım, onu mu demek istiyorsun?"
"Sadece" diye yanıtladı, "eğer Makro farkındalık içinde olsaydın mikro zulüm, şehvet ve hırsa dayalı davranış biçimlerine anlayış gösterebilir, böyle davrananları sevecenlikle kabul etmiş olurdun."
"Ama eğer iyi bir insansan, haksızlığa karşı çabalamak zorunda kalırsın. Ama Makro bakış açısından haksızlık yoktur, sadece kendi yaratmış olduğumuz olayları deneyimleriz. Durum böyle olunca, neye karşı direnecek veya savaşacaksın?"
Yanıtım, "Sanırım, gelişmemi sağlayan deneyimlere karşı" oldu.
"Bu doğru!" diye başıyla onaylayarak gülümsedi. "Kozmik Birlik'in Makro bakış açısından, tüm direnmelerimizin gerçekte kendimize karşı olduğunu açıkça görebiliriz; olumlu ve olumsuz tüm düşünce ve eylemlerimizin sonuçlarını biçmek zorun-

179
M.S.2150
da olduğumuzu kavrayabiliriz. Sadece mikro bakış açısından herhangi bir şeyi haksızlık, ya da kendinden başka birini düşmanın olarak algılayabilirsin."
"Sanırım bunu kabul etmeyi öğrenmek için pek çok yaşam süresi gerekiyor" diye yorum getirdim.
"Evet, bu insan için zor" diye yanıtladı, "ama öğrenmek için gerektiği kadar yaşam süresi kullanabiliriz. Mikro dinlerin tersine, gerçekte, bitmez tükenmez ama geliştikçe tekrarlanmayacak hataların cezalandırılacağı sonu gelmez, ebedi bir cehennem yok. Doğrusu öyle olsaydı, bu korkunç bir haksızlık olurdu."
"Bana öyle geliyor ki" dedim, "diğer mikro varlıklardan uzak durduğum sürece sorunum yok."
Lea "Can sıkıntısından başka" diye karşılık verdi. "Ama diğerlerinden tamamen uzak durursan, kendi eksiklerini göremeyeceğin için çabuk öğrenemezsin."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordum.
"Demek istediğim şu" dedi, "başkalarıyla birlikteyken, kendini onlarla ilişkilerinde yetersiz bulduğunda rahatsız olur ve hoşnutsuzluk duyarsın; bu da sadece onların senin için bir tehlike oluşturduklarını hissettiğinde olur. Örneğin, geçmiş iki yaşamında düşmanlarını uzaklaştırabilseydin, ya da insanlarının onlardan kaçmalarına yardım edebilseydin, kendinden hoşnut olacaktın. Ama mikro düzeyde duyacağın bu keyif, er geç almak zorunda olduğun dersleri ve buna bağlı gelişmeni sadece ertelemiş olacaktı."
"Demek ki bunu o yaşamda deneyimlemeseydim, dene-yimlemek için hâlâ bir sonraki yaşamımı bekliyor olacaktım" dedim.
Lea "Bu yaşamda Jon" diye açıkladı, "başkalarına kötü davranıldığını görmekten nefret ediyorsun ve başkalarına acı veren insanlardan hoşlanmıyorsun. Geliştikçe anlayacaksın ki, insanlar başkalarında ancak kendi olumsuz geçmişlerini gör-

180
Jon'un Geçmiş Yaşamları
düklerinde en büyük korku ve nefreti duyarlar. Örneğin sen geçmiş yaşamlarında kölelere ve diğer insanlara acımasızca davrandın -ve bu yaşamında başkalarında böyle davranışları görmeye dayanamıyorsun."
"Yani" diye yorumladım, "insanlarda kendi geçmişimizi gördüğümüz oranda onlarla birlikte olmaktan rahatsızlık duyduğumuzu, onlardan korktuğumuzu ya da nefret ettiğimizi söylüyorsun."
Lea beni öperek, "Çabuk öğreniyorsun Jon" dedi.
"Ahh" diye mırıldandım, "eğer Makro açıdan bakabilsey-din, dünyanın en yavaş öğreneni bile olsam yine mutlu olurdun."
Lea birden kahkahalarla gülmeye başladı, sonunda "Haklısın Jon" dedi. "Makro açıdan bakabilmeyi sürdürebildiğim anlar çok kısa, ama bu anları hatırlayabiliyorum; hatırlamak da beni acı ve mutsuzluk getirebilecek mikro bakış açılarına çok uzun süre kapılmaktan koruyor."
"O halde" dedim, "mikro adam ve Makro adam arasındaki farklardan biri de, geçmişi bilme ya da hatırlama düzeylerinden kaynaklanıyor."
"Kesinlikle öyle" diye yanıtladı Lea. "Geçmişi unuttuğumuz oranda korku, düş kırıklığı ve yetersizlik hissettiğimiz yaşamlar yaşarız. Bu kendimizi kandırarak oluşturduğumuz bellek kaybı her zaman, geçmişte başarısız olduğumuz dersleri -öğrenme fırsatlarını- tekrarlamayı ertelemeye yönelik umutsuz çabalarımızın sonucudur."
"O zaman çözüm, her şeyi hatırlamak" dedim.
"Ve -birbirimizden ayrı olduğumuzu sandığımız dünyanın bir aldatmaca olduğu dahil- her şeyi hatırladığımızda" dedi Lea, "tam bir Makro farkındalık içinde olacağız."
"Bu durumda Makro felsefeye göre, öğrenmek sadece hatırlamak oluyor" savını öne sürdüm.
Lea "Bu doğru" diye karşılık verdi, "ama ancak Makro

181
M.S.2150
bakış açısından -mikro bakış açısından böyle olmadığı kesin. Yine de bugün pek çok şey hatırladın. Şimdi Alfan'a dönme zamanı geldi."
"Seni ne zaman göreceğim?" diye sordum.
Gülümsedi, gözlerinde ışıklar dans ederken "Yine hazır olduğumuzda, birbirimizi tekrar göreceğiz" dedi.
Bu kez verdiği yanıtı kabullenebilecek durumdaydım. Lea' yi M.D.'nin bölümünde bırakarak Alfam'a doğru yürüdüm. Bir an yer altı yolunu kullanmayı düşünmüştüm ama öyle güzel bir akşam başlıyordu ki, yürümeye karar verdim. Ayrıca yürümek bana, biraz evvel yaşadıklarımı iyice düşünme fırsatı verecekti.
Alfa'ya döndüğümde diğer üyeler akşam yemeklerini bitirmek üzereydiler, bu yüzden Makro dansı ve yüzmeyi kaçırmış oldum. Beni içtenlikle selâmladılar, ama deneyimlerimle ilgili herhangi bir merak göstermediler ve bana soru sormadılar. Çabucak yemeğimi seçtim ve Mikro Adası'yla ilgili sohbetlerini keyifle dinlemeye başladım. Bir süre sonra, hepsinin er ya da geç adada hizmet vermeye gönüllü olacaklarını anladım. Konuşmaları nelerin öğrenilebileceği ve bunların hangi öğrenim basamağı ya da farkmdalık düzeyinde en iyi biçimde öğrenilebileceği konusunda yoğunlaşıyordu.
Ben de yeni baştan algıladığım yedi yaşamımdan söz ettim ve algıladığım son yaşamda ders vermeye çalıştığım çocukların arasında onlardan birkaçını nasıl fark ettiğimi anlattım. O yaşamı ve birbirimizi tanıdığımız, ama benim henüz hatırlayamadığım daha pek çok yaşamı hatırladıklarını söylediler. Bu yaşamlardan bazılarından söz ederlerken ve "geçmişi bilme" ile ilgili Makro güçlerini, geçmişte aldıkları derslerin sağladığı birikimi görebilecek ve bilinç düzeylerinin bu birikimle yavaş ama kararlı bir biçimde yükselişini izleyebilecek noktaya kadar nasıl geliştirmiş olduklarını anlatırlarken, onları hayranlıkla dinledim.

182
Jon'un Geçmiş Yaşamları
Bana "öğrenme eğrisi"ni hatırlattılar; tıpkı bir dalga gibi yukarı aşağı, yukarı aşağı çıkıp iniyordu ve her yukarı çıkış öğrenmedeki birikimin etkisiyle bir evvelkini aşıyor, her iniş de bir evvelki inişten biraz daha yüksekte kalıyordu (M.D.'den Seçilmiş Bilgiler bölümüne bakın). Mikro adam o andaki sınırlı bakış açısıyla bu birikimin öğrenmeye etkisini göremiyor, böylece yaşamındaki pek çok başarısızlıktan ve düş kırıklığından kaynaklanan görünürdeki boşluk duygusu ve umutsuzluğun altında eziliyor ve sık sık cesaretini yitiriyordu.
Alfa arkadaşlarım yemek yediğim sürece bana arkadaşlık etmek için masada oturdular, ama sonra herkes kendi K.T. rehberiyle buluşmak üzere alfa'dan ayrıldı.
Bu arada özellikle sözünü etmek istediğim bir konu var. Her yemekten sonra ağzımızı suya benzer özel bir eriyikle çalkalıyorduk. Bu eriyik sadece dişlerimizi temizlemekle kalmıyor, aynı zamanda diş çürümesini kesinlikle önlüyordu. Makro toplumda diş doktoru yoktu, tıpkı tıp doktoru da olmadığı gibi. Sık sık hastalanmanın ve giderek bozulan bir bedenin verdiği sıkıntıdan kurtulmuş olmak, bana göre Makro toplumun en büyük başarılarından biriydi. Hiç kimsenin -kendi uygun görene kadar- ölmediğini düşünmek olağanüstüydü.
Diğerleri gittikten sonra Carol, bu akşam Rana'yı görmeyeceğimizi, onun yerine başka bir rehberle, Victor'la buluşacağımızı söyledi. On birinci kattaki çalışma odalarına çıkarken, Carol Rana'yı üç dört akşamda bir gördüğünü anlattı. Diğer Kişisel Tekâmül saatlerini Victor'la ya da bazen daha önce hiç görmediği, sonra da pek ender karşılaştığı başka Makro rehberlerle geçiriyordu.
Victor'un dev gibi görüntüsüne hazırlıklı değildim. 2150' de gördüğüm en uzun insandı. Boyu iki metreden uzundu, ağırlığı 135 kiloyu buluyordu. Victor etkileyici bakışları olan bir adamdı. Yeşilin derin, yatıştırıcı tonları tuniğinin ana rengini oluşturuyordu. Son derece biçimli bir bedeni vardı ve Makro

183
M.S.2150
toplumun bütün diğer üyeleri gibi güzeldi.
Yaşını sorduğumda, 71 yılını doldurmuş olduğunu öğrendim, ama 30'dan fazla göstermiyordu.
İlk yarım saat boyunca Carol ve Victor, Carol'un Makro Bağlantı'yla ilgili sorunları üzerinde konuştular. Konuştukları sürece bu güçlü devden yayılan olağanüstü sabır, neşe ve sevecenliğin etkisi altında kaldım. Neden başarılı bir Makro danışman olduğunu anlayabiliyordum, onunla konuşmak öyle kolaydı ki... Her zaman, zihinleri yeni anlayışlar, "İçgörüler" edinecek biçimde çalışmaya yöneltecek doğru sözcükleri ya da eylemi biliyor görünüyordu.
Carol ve Victor saf istek ve endişe yüklü istek arasındaki farktan söz ettiler. Saf istek, olması çok istenen bir şeyin olacağı gerçeğini sevinç ve sükûnetle kabul etmek anlamına gelirken, endişe yüklü istek olması çok istenen bir şeyin gerçekleşmeyeceği korkusu olarak tanımlandı.
Sonra ben vardığım bir sonucu dile getirdim. Mikro geçmişimden Makro bir geleceğe doğru nasıl gelişeceğimi öğrenmek durumundaysam, yakında Mikro Adası'na gitmeliydim. Victor beni onayladı, ama Mikro Adalılar arasında araştırma görevlisi ya da rehber olarak çalışmak üzere gönüllü olmadan önce Makro güçlerimi daha iyi geliştirmem gerektiğini söyledi.
Bunu başarmanın çeşitli yolları üzerinde konuştuk. Carol' un bana Mikro Adası'nda eşlik etmesinin mi yoksa etmemesinin mi daha doğru olacağını merak ettim. Sonuçta onun varlığının, yalnız gitmemle kıyaslandığında, büyüme hızıma çok daha fazla katkıda bulunabileceğine karar verdik. Carol benimle birlikte gelmesini istediğim için sevinç duydu.
Ayrılırken Victor'a onu daha önceden tanıdığıma emin olduğumu söyledim. Güldü ve bağnaz bir İtalyan kardinal olduğum sıralarda ona öldürünceye kadar işkence ettiğimi hatırladığını söyledi. Yine de, birlikte hoşa gidecek başka yaşam süreleri geçirmiş olduğumuz konusunda bana güvence verdi.

184
Jon'un Geçmiş Yaşamları
Alfa'daki odamıza dönünce Carol'la birlikte banyo yaptık, sonra kocaman yatağımıza uzandık.
Geçirdiğimiz günü tartıştık, rastlantı sonucu zaman içinde, geçmiş yaşamlarımdaki dost ve düşmanlarımdan çoğunun bulunduğu bir noktaya getirilmemin ne kadar ilginç olduğundan söz ettim.
Carol beni, bunun rastlantıyla ilgisi olmadığına inandırdı. Bütün ruhların gruplar halinde yolculuk ettiklerini, değişik rollerde birbirleriyle tekrar tekrar deneyim kazandıklarını anlatarak sözlerini sürdürdü. Sözleşmeleri sona erene kadar pek çok değişik kentte, pek çok değişik oyunda değişik roller alan gezginci tiyatro topluluklarına benziyorlardı, ancak temelde hep aynı oyuncular etkileşim içindeydiler.
Carol'a eğer onunla aynı tiyatro topluluğunda oynuyor-sak, bu topluluğun izlediği yolda sonsuza kadar kalabileceğimi söyleyerek takıldım. Attığı kahkahaların ritmine uyarak yatakta yuvarlandık.
Zihnimizi tüm mikro düşüncelerden arındırıp, her şeyin makrokozmik birliğini kabul etmeye çalışırken, Carol M.D.' den Makro Bağlantı için dürtü vermesini istedi.
Bir kez daha her şeyin başlangıcına ve sonuna doğru -başı sonu olmayan o makrokozmik okyanusa doğru- akan büyük ırmağın bir parçası oldum. Akmayı sürdürüyordum, ama bu kez hareketlerimi kısıtlayan bir şey vardı. Giderek daha geniş bir kanaldan akmak yerine daralıyor gibiydim ve bu içimde gerilim ve huzursuzluk yaratıyordu. Sıkışmanın neden olduğu baskıyı gidermek için karşı koydum, ama ben ne kadar çaba gösterirsem baskı da o kadar artıyordu, öyle ki beynim acıyla doldu. En sonunda haykırdım ve Makro dürtü zihnimdeki sıkışmanın yarattığı baskıyla birlikte sona erdi.
Carol'a baktım, gözlerinin kapalı ama yüzünün yaşlarla ıslanmış olduğunu gördüm, benim gözlerimin de ıslak olduğunu fark ettim.

185
M.S.2150
"Ne oldu?" diye sordum. "Ters giden neydi?"
Carol gözlerini açtı ve bana baktı. Sonra kederli ve duyarlı bir gülümsemeyle "Sana yardım edemediğim için üzgünüm Jon" dedi. "Yine yolumuza benim Makro Bağlantı ile ilgili kaygılarım çıktı."
Onu neşelendirmek amacıyla, "Eskiden tanıdığım biri bana bir keresinde her şeyin kendine uygun zamanda gerçekleştiğini söylemişti" diye takıldım. "Irmağı tersine akıtamazsm."
Carol "Bilmek ve yapmak farklı şeyler!" diye yanıtladı; ardından da "Bugün öğleden sonra öğrendiklerimizi uygulayabilmek için" diye ekledi, "mikro egolarımızı sürdürmek amacıyla sarıldığımız tüm mikro isteklerimizden vazgeçmeliyiz."
Başımı iki yana sallayarak "Bu imkânsız gibi görünüyor" dedim, "öyle ki bir tek Makro Bağlantı'ya bile nasıl ulaştığımı anlamıyorum, hele ikincisine hiç!"
"O zaman kaybedeceğin fazla bir şey yoktu Jon" dedi Carol, "vazgeçmek zorunda olduğun fazla bir şey yoktu. Şimdi mikro zevklerin arttı ve bunlar Makro Bağlantı'dan alacağın keyiften ve Makro Bağlantı isteğinden daha ağır basıyor gibi görünüyor, ama aynı anda da Makro Bağlantı'yı gerçekleştire-meme korkunu artırıyor!"
"Ne ikilem!" diye sızlandım. "Sende ve Makro toplumda bulduğum mutluluk arttıkça, bu mutluluktan vazgeçme isteğim azalıyor. Öte yandan vazgeçme isteğim ne kadar azalırsa, "Makro Bağlantı'ya ulaşmam da o kadar güçleşiyor. Ve eğer daha fazla sayıda Makro Bağlantı kuramazsam, bu kez de bilinç düzeyim yükselmeyecek ve her şeyi tümüyle yitireceğim!"
Bir anda sarmaş dolaş olduk, üzücü bir ayrılık ve kayıp getirme olasılığı bulunan bir geleceği yolumuzdan çılgınca bir çabayla çekmek istercesine, birbirimizi öpücüklere boğduk. M.D.'den Makro dürtü vermesini istedim ve odayı ruhsal titreşimlerimizin giderek yükselen tınıları doldurdu. Şimdi zihinlerimizi ve bedenlerimizi Makro uyuma (birleşmeye) yönelte-

186
Jon'un Geçmiş Yaşamları
bilirdik. Makro Bağlantı'nm tersine, şimdi her şeyden vazgeçmemiz ve her şeyi kabul etmemiz gerekmiyordu; o halde birbirimize duyduğumuz arzudan kaynaklanan, kabarıp yürek gibi atan iki ırmağı huzur dolu bir bütünlüğün ve doygunluğun büyük ırmağında buluşturmak üzere yoğunlaşabilirdik. Bunu görkemli bir biçimde başardık.
Huzur içinde, yan yana yatmış dinlenirken, kendi kendime Carol'la ulaştığımız Makro uyumun, deneyimlediğim bütün fiziksel birleşmelerden çok daha doyurucu olduğunu düşündüm. Böyle bir doyuma bir kere eriştikten sonra, şimdi bundan asla isteyerek vazgeçemezdim.
Ben böyle düşünürken, Carol'un sesini zihnimde duydum: "Ama Jon, zevk aldığımız şeyin, birkaç dakika ya da birkaç saat sürse bile, yine de geçici olduğunu biliyorsun. Oysa bizim erişmek istediğimiz şey, tam bir makro farkındalığm sonsuz, zamana bağlı olmayan hazzı. Paylaştığımızı yitirme kaygımız sadece ilerlememizi engeller.
Yarının da mutlaka aynı şeyleri getirmesini beklemeksizin, bugünden tam anlamıyla yararlanma becerisini edinme yolunda kararlılıkla ilerlemeliyiz. Merdivenin bir üst basamağının sağlayacağı güvenliğe ulaşabilmek için önce bir alt basamağın sağladığı güvenlikten vazgeçmek gerekir."
"Haklı olduğunu biliyorum Carol" diye içimi çektim. "Her küçük kız günün birinde büyüyüp bebeklerle oynamaktan vazgeçeceğini bilir. Ama yine de bebeklerinden ayrılmak isteyebileceğini düşünmek ona hep güç gelir."
"İşin ince noktası bu, Jon! Vazgeçmek istemediğin hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda değilsin. Vazgeçmek istediğin ya da korumak istediğin şeyler, eriştiğin her yeni düzeyde değişir. Örneğin, artık ruhsal titreşimi seninkine çok yakın olanların dışında kimseyle cinsel ilişkiye girmek istemediğini biliyorum; ama birisi sana öyle ilişkilerden vazgeçmek zorunda olduğunu söylediği için böyle hissetmiyorsun, bu duygu ruhun doğal ve


187
M.S.2150
kaçınılmaz biçimde tekâmülünden kaynaklanıyor; ancak mik-ro yükümüzün bu gelişmeye uyum gösteremeyen parçalarını atarak bir üst basamağa çıkabiliriz."
Büyük bir arzu ve biraz da üzüntüyle tekrar öpüştük. Sonra Carol'u yavaşça ittim ve aramızda yarım metrelik bir mesafe bırakacak kadar ondan uzaklaştım. Sadece birbirimize bakarak bir süre öylece yattık. Sonunda "Carol" dedim, "seninle ilgili duygularımdan vazgeçmeye hazır değilim. Sana hem sahip olmak hem de bağlı kalmak istiyorum ve bunların Makro değil, mikro duygular olduğunun farkındayım."
"Aynı duygular içindeyim" dedi. "Bu yaşamımda başka hiç kimse için böyle güçlü duygular duymamıştım, ama bunlar da tekâmüle yönelik duygular. Eğer yaşadığımız sürece tekrar tekrar sevmenin tehlikesini göze almaya gönüllü olacak kadar tekâmül etmişsek, paylaştığımız her sevgi bizi gelecekte daha güzelini daha mükemmel bir biçimde deneyimlemeye hazırlar."
"İki yaşam süresi önce Güney Pasifik'teki adada birlikte yaşamış ve birbirimizi şimdiki gibi sevmiştik" diye hatırlattım.
Carol, "O geçmiş yaşamı hatırlamamış olsaydın, benimle ilgili duyguların bu kadar güçlenmeyecekti, öyle düşünüyorsun değil mi?" dedi.
"Evet" dedim, "ama seni hatırladığım için çok mutluyum, acıklı sonuna karşın o yaşam yeniden algılayabildiklerimin arasında en keyifli olanıydı."
"Oh Jon" dedi, "seni çok seviyorum, ama ben pek çok yaşam süresi önce ikiz ruhumla paylaşmış olduğum bir yaşamı da hatırlıyorum ve günün birinde senin Lea'yla yeniden birleşeceğin gibi, benim de onunla yine birlikte olacağımı biliyorum." Söylediklerini düşündüm, sonra gülümsedim. "Her zamanki gibi haklısın" dedim. "Lea'yla birlikteyken ben de onun beni tam anlamıyla tamamladığını biliyorum, yine biliyorum ki onu ruhumun, zihnimin ve bedenimin tek tek her titreşimi ile seviyorum. Ama Carol, seni de niteliği açısm-
188
Jon'un Geçmiş Yaşamları
dan erişilecek en büyük sevgiyle olmasa bile, eşdeğer büyüklükte bir aşkla seviyorum."
"İşte asıl sorun bu" diye Carol yanıtladı. "Üst bilinç düzeylerine çıkabilmek için bunu çözümlemek gerek."
"Yani" dedim, "sen Lea'mn böyle sorunları çözümlemiş olduğunu mu söylemek istiyorsun?"
"Elbette" diye başını salladı. "Çoğu kez mikro isteklerinden tümüyle vazgeçebilecek durumda olmasaydı, ifade ettiği renk akuamarin (mavimsi yeşil) olmazdı. Makro uyuma ve Makro bağlantıya onunla değil de benimle ulaşmanı kabul edip seni bana bırakabilmesi, çok gelişmiş bir bilinç düzeyine ve dengeye sahip olduğunu gösterir."
Carol şimdi aramızdaki mesafeyi kapatmış, yine kollarımın arasına sokulmuştu. "Lea" diye devam etti, "seninle birlikte geçirdiği, ama senin henüz hatırlayamadığın yaşam dilimlerini de hatırlıyor. Seni Akaşik kayıtlarının -yani belleğinin kayıtlarının- sayfaları arasında dolaştırırken, birlikte paylaştığınız bir yaşamı seçmemiş olması çok anlamlı." "Neden seçmedi?" diye sordum.
Carol "Sana sadece ikinizin bütünleştiği mutlu anları göstermiş olsaydı, üstesinden gelinmesi gereken yeni mikro sorunlar ortaya çıkmaz mıydı, ne dersin?" diye yanıt verdi.
"Yani" dedim, "seninle ilgili isteklerimden vazgeçmem gibi sorunlar mı?"
"Evet" diye yanıtladı. "Bütün bunların yanı sıra, eğer sadece onunla paylaştığın anları yeniden yaşamana yardım etmiş olsaydı, benimle geçirdiğin yaşamı hatırlamamış olacaktın ve bana karşı bu direnemediğin arzuyu duymayacaktın."
"Tanrım!" diye bağırdım. "Sana yönelik arzularımı güçlendirdiğini biliyordu. Bu sorunu bile bile yarattı."
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sorunu mikro durumları ve ilişkileri bırakmakta çektiğin güçlüğü yenmene yardımcı olsun diye sen kendin yarattın" diye yanıtladı Carol. "Lea
189
M.S.2150
sana bu konunun çözümünde yardım etmezse, üçüncü bilinç düzeyine ulaşamayacağını ve en azından başka bir yaşama kadar ayrılmak durumunda kalacağınızı biliyordu. Ayrıca unutma, seninle bir ikiz ruhla erişilebilen Makro uyumun zevkini yeniden yaşayabileceği halde, o, senin daha büyük bir amacı gerçekleştirebilmen -bu yaşam sürenin geri kalanını onunla ve Makro toplumla birlikte geçirebilmen- için bu zevkten vazgeçmeyi seçti."
"Eğer üçüncü bilinç düzeyine ulaşamazsam" diye karşılık verdim, "kendini hiç uğruna feda etmiş olacak."
"Hiç uğruna değil Jon, tekâmül uğruna.
Ayrıca kendini de feda etmiyor, sadece bir yaşam diliminin birkaç gününü, haftasını ya da birkaç ayını kullanıyor. Ve daha pek çok günün, haftanın, ayın ve yaşam süresinin varlığını biliyor -ya da bizim eş zaman kavramımızla değil de sizin lineer zaman kavramınızla ifade edersek- daha pek çok yaşam süresinin var olacağını biliyor. Bütün bunların yanı sıra, her başarısızlık gerçekte bir başarıdır ve ben Lea'nm bunu pek unutmayacağına eminim."
Başımla onayladım. "Eğer başaramazsam, Lea bu denemenin beni başarıya daha da yaklaştırdığını kabul edebilecek durumda. Ama ben oldukça yüksek bir farkındalık düzeyine erişmedikçe, başarısızlığımı kabul etmem gerektiğini bildiğim halde, kabul etmeyi beceremeyeceğim."
Carol "Bu akşam uyumadan önce, tekâmüle yönelik tasarılarımızı tekrarlayarak, bunları duygularımızla ve zihnimizle kabul edelim" dedi.
"Peki" dedim. "Gerçekten içtenlikle istediğimiz şeyleri elde edeceğimizi biliyorum; sanırım, izlemeyi düşündüğümüz yolları açıkça saptamakta yarar var."
"Birincisi" diye başladı Carol, "olan neyse onun kendi mükemmel eserimiz olduğunu bilerek, bunu sevinçle kabul edeceğiz.

190
Jon'un Geçmiş Yaşamları
İkincisi, günlük yaşantımızda hiçbir şeye sıkıca tutunma-yacağız -yani hiçbir şeyi vazgeçilmez bir tutku haline getirmeyeceğiz.
Üçüncüsü, gelişmeye yönelik her fırsatı kabul edeceğiz ve bu fırsatın sunduğu dersi almak için elimizden geleni yapacağız.
Dördüncüsü, her şeyle makrokozmik 'bir'liğimizin -ya da senin zaman kavramınla ifade edilirse, şu anda, geçmişte ve gelecekte her zaman her şeyle bir oluşumuzun- sürekli hazzını duyarak yaşayacağız.
Şimdi uykuya dalarken, bu düşünceleri, bu yaşam biçimini endişe barındırmadan ve sevinçle içimize sindirelim."
Kendimi uykuya bırakırken, sorunumuzu çözmek için gerekli güce ve anlayışa sahip olduğumuza kendimizi inandırmakta Carol'un benden daha başarılı olduğunu umuyordum. Sorunun çözümlenmesini istiyordum, ama bedelini ödemek istemiyordum. Kendimle ne kadar savaşırsam savaşayım, Carol'u yitirmekten korkuyor, bu kaygıyı içimden söküp atamıyordum.
Sonuçta, gösterdiğim çabadan bitkin düşerek uyuyakal-dım.

191
BOLUM 11
Neda
Karl'ın, sınıfına gitmek üzere çıkarken kapıyı çarpmasıyla uyandım. Erkendi, saat sadece 7.45'ti. Yatakta sırt üstü yatıp, Carol'un yanımda olmasını arzuladım. Onu zaman içinde 174 yıl geriye çekerek, oturduğum daireye getirecek güce sahip olmayı istedim.
Carol'u Öğrenci Birliği'ne götürebilseydim orada nasıl bir tepki yapardı diye düşününce gülümsedim. 1.78 metrelik muhteşem endamı, yüzünün o inanılmaz klâsik güzelliği, olağanüstü neşesi ve canlılığı ortalığı gerçekten karıştırırdı. Kargaşadan söz etmişken... mikro adamı -sırf Carol'a yaklaşabilmek için- vahşice savaşırken görebiliyordum.
Peki, ben neler hissederdim? Benim sınırlı mikro bakış açımdan diye düşündüm, onu kimseyle paylaşmak istemeyecektim; böylece evden dışarı adım atmasına bile izin vermeyecektim!
Sonuçta Carol'u 1976'ya getirecek güce sahip olmayışımın iyi bir şey olduğuna karar verdim, çünkü 1976 ona hazır değildi ve ben de 1976'da yaşarken büyük olasılıkla onun buradaki varlığına hazır değildim.
Bu son düşünce, Carol'la birlikte Mikro Adası'na gidince ne olacağını düşünmeme yol açtı. Gerçi ada sakinleri Makro toplum üyelerini görmeye alışıktılar, ama sık sık da ziyaretçilerini öldürmeye kalkışıyorlardı. Biri Carol'u öldürmeyi de-

192
Neda
neşe, acaba nasıl tepki gösterirdim? Bu sorunun yanıtı üzerinde fazla düşünmeme gerek yoktu -onu korumak için savaşır, hatta zorunlu olursam öldürürdüm.
"Oh, işte bu harika!" diye düşündüm, "şimdi güzel hanımının yaşamını ve onurunu korumak için savaşan bir Ortaçağ şövalyesi gibi davranmak üzere Mikro Adası'na gidiyorum."
Gülünç bir düş kırıklığı içinde başımı salladım. Carol söz konusu olduğunda, bazı mikro duygular üretmeden duramı-yordum. "En doğrusu" diye karar verdim, "Makro güçlerimi geliştirmek için bugün mikro insanlarla çalışmalı ve süpermar-kette yaptığımdan daha iyisini becerip beceremeyeceğimi görmeliyim." Belki Mikro Adası'na gitmeden önce mikro insanlarla nasıl daha rahat koşullar içinde ilişki kurabileceğimi öğrenebilirdim. Ne de olsa, 1976 bana geniş bir egzersiz alanı sunuyordu!
Kahvaltı ederken, son deneyimlerimi günlüğüme geçirir geçirmez dışarı çıkıp tehdit edici durumlarla başa çıkıp çıkamayacağımı görmeye karar verdim.
Üç saat sonra, her zaman kalabalık görünen Öğrenci Birliği kafeteryasında bir masaya oturmuş, sıcak çikolatamı içiyor ve çevremdeki insanlarla telepatik bağ kurmaya çalışıyordum.
Önce, dönem sınavlarında duyulan korku, akşamki basketbol maçının ya da buluşmanın heyecanı, parasızlığın doğurduğu sıkıntılar ya da başkalarıyla ilişkilerde başarılı olamamanın düş kırıklıkları gibi alışılmış mikro kaygılar algıladım. Fark ettiğim bu düş kırıklığı genelde cinsel isteklerle ilgiliydi, özellikle de gelip geçen kızlara arzuyla göz süzen erkeklerin oturduğu yanımdaki masada belirgindi. Geçen kızlardan birine yönelttikleri küçümseme dolu alay bu saygısızlığa hedef olanı görmek için başımı kaldırıp bakmama neden oldu.
İnce, uzun bir kızdı, yanaklarının çöküklüğü onu oldukça sıska gösteriyordu. Saçları uzun ve düzdü, özensiz bir biçimde

193
M.S.2150
karmakarışık omuzlarına dökülüyordu. Kemikli bir burun taşıyan yüzü şimdiye kadar gördüğüm en albenisiz yüzdü. Giysisi fazla bol, fazla uzundu ve üzerinde çuval gibi asılı durması çok garip görünüyordu.
Uzanıp zihniyle bağlantı kurdum, ama çabucak geri çekildim. Böylesine üzüntüyü, böylesine mutsuzluğu, böyle acı bir umutsuzluğu hiç deneyimlememiştim. Onu itme isteğimden kurtulmak için başımı salladım, sonra yeniden ona baktım.
Kederli bir tavırla, diğerlerinden uzak olabileceği boş bir masa arıyordu. Vakit öğlene yakında ve benim küçük masamda karşımdaki boş iskemleyi göstererek gülümsedim. Başka birine işaret edip etmediğimi anlamak için çevresine bakındı; sonra şaşkın, insanın içine dokunacak kadar kararsız bir ifadeyle gözlerini bana dikti. Ona sıcak, güven veren, kabullenil-diğini gösteren bir düşünce seli gönderdim, ifadesi yavaş yavaş değişmeye başladı, ama değiştiğinde gözlerinde inanama-dığı bir umudun başlangıcını gördüm.
Masaya yaklaştığında ayağa kalktım, bir kâse çorba ve bir bardak sütü tehlikeli bir biçimde taşıdığı tepsiyi dengelemesine yardım ettim. Bana fısıltıyla teşekkür etti ve çabucak oturdu, sonra çorbasıyla oyalanmaya başladı, çorbayı adeta ardına gizlenecek bir duvar gibi kullanıyordu.
Zihnini üretebildiğim en sevecen ve kabul edici düşüncelerle bombardıman etmeye devam ettim. Umutsuzluğunu ve sürüp gelen kuşkularını aşmak için beş dakika kadar yoğun çaba gösterdikten sonra başarılı olmaya başladım. Kendini benim yanımda çok daha rahat hissediyordu ve ara sıra göz ucuyla yüzüme bakmaya başlamıştı. Bu durumda onunla konuşmayı denemeye karar verdim.
"Adım Jon Lake" dedim. "Psikoloji dalında doktora yapıyorum."
Bana şaşkın bir ifadeyle baktı. Nasıl yanıt vereceğini kes-tiremediğini hissediyordum. En çekici gülümsememle gülüm-

194
Neda
sedim ve "Sanırım daha evvel tanışmadığımız için seninle konuşmamı nasıl karşılayacağını bilemiyorsun" dedim. "Senin yalnız olduğunu düşünmekten kendimi alamadım, kendi benzer duygularımı da hatırlayabiliyorum."
Bana başını salladı, sonra gözlerini boş çorba kâsesine dikerek dikkatle bakmaya başladı.
Zihninin derinliklerine ulaştım ve bana karşılık vermeye can attığını keşfettim, ama reddedilmekten ya da aptalca görünmekten de aynı derecede korkuyordu -mikro adama özgü o iki yaygın korkuyu taşıyordu. Ona olumlu, güven veren, ka-bullenildiğini gösteren düşünceler yollamayı sürdürdüm.
Admın ne olduğunu merak ettim ve söylemesini istedim. Kısa bir süre uğraştım, sonra konuştu.
"Adım Neda Cricksley" diye öyle hafif bir sesle fısıldadı ki, telepatik olarak algılamamış olsaydım, ismini tekrarlamasını isteyecektim.
"Neda" dedim, "bu isimden de senden de hoşlandım."
Bunu söyler söylemez bazı nedenlerle bu kızdan hoşlandığımı fark ettim. Çekici olmayan dış görüntüsünün ötesine ulaşmış ve ruhunun bir bölümüyle bağlantı kurmuştum ve karşılaştığım şey hoşuma gitmişti. Düşünmeden uzanıp zayıf, kemikli ellerinden birini yakaladım.
Yine yüzünde o şaşkın ifadeyi gördüm, ama davranışımı sevecenliğimin ve içten ilgimin bir belirtisi olarak kabul etmesini istedim. Kolundaki ve bedenindeki gerginliğin yavaş yavaş hafiflediğini hissedebiliyordum. Bir sonraki adımı atma zamanının geldiğine karar verdim.
"Bana kendinden söz et Neda" diye rica ettim. "Senin hakkında her şeyi bilmek istiyorum. "Neden onun hakkında her şeyi bilmek istiyordum? Şaşkınlığım hissettim. Bu dile getirmediği düşüncesine, "Çünkü senden hoşlandım" diye yanıt verdim. "Ve sanıyorum ki, canını sıkan bazı sorunlarını çözmekte sana yardım edebilirim."

195
M.S.2150
"Yardım edebileceğin sorunlarım olduğunu nereden biliyorsun?" diye fısıldarcasma sordu.
"Eh" diye yanıtladım, "herkesin bazı sorunları var ve benim yaşamdaki amaçlarımdan biri mümkün olduğunca çok insana sorunlarını çözmekte yardımcı olmak."
Bir an söylediklerimi düşündü, sonra "Bana karşı bu kadar nazik olduğun için sana teşekkür etmek istiyorum" dedi. "Daha önce sana benzeyen birine hiç rastlamamıştım. Nasıl ve niçin olduğunu bilmiyorum ama, benden her nasılsa hoşlandığına ve bana yardım etmek istediğine inandım. Ben... ben sana teşekkür borçluyum."
"O halde benden, sana bir tatlı ısmarlamanın zevkini esirgeme" dedim. "Çikolatalı ya da belki çilekli bir peşmelbaya ne dersin?"
Çekinerek gülümsedi ve yanıt vermedi, ama ben çilekli bir peşmelbanın ne kadar hoşuna gideceğini algıladım.
"Pekâlâ" dedim, "Sana sürpriz yapacağım. Senin de tek yapacağın şey, benim yerimi korumak."
Masadan kalkarken, dondurma tezgâhındaki kıza becere-bildiğim kadar güçlü bir düşünce gönderdim. Ben kıza ulaştığımda o, biri çilekli diğeri çikolatalı iki peşmelbayı hazırlamaya başlamıştı bile. Bitirene kadar bekledim, zihnimi okuduğu için o teşekkür ederek dondurmaların parasını ödedim. Ben masama dönerken yol boyunca kızın donmuş ifadesini görebiliyor, her nasılsa gerçekten zihnimi okumuş olabileceğini düşünmenin yarattığı garip şaşkınlığım hissedebiliyordum.
Çilekli peşmelba, Neda'mn bana karşı çekingenliğini yendiğini gösteren son adım oldu. Kendinden söz etmeye başladı. Yirmi yaşındaydı ve sosyal bilimler fakültesinde öğrenciydi. Üniversite kampusunun dışında, annesi ve üvey babası ile birlikte kalıyordu. Dile getiremediği halde, kendisinden çirkinliği yüzünden nefret eden acımasız annesinden ve ona görünüşü nedeniyle kaba alaylarıyla eziyet etmekten hoşlanan üvey ba-

196
Neda
basından kaçıp kurtulmayı umutsuzca istediğini algıladım.
Üniversiteyi bitirdikten sonra ne yapmak istediğini bilmiyordu. Notlarının mükemmel olmasına karşın, çekingenliği yüzünden derslere girmek onun için bir işkenceydi. Ana ders dalı İngiliz edebiyatı ve kompozisyonuydu, okumayı ve yazı yazmayı ise sorunlarından kaçış olarak kullanıyordu.
Kısa öyküler yazmaktan duyduğu mutluluğu anlatırken onu dikkatle dinliyordum. Yaşamının bu bölümünden söz ettikçe yüzüne renk geliyor, koyu gözleri canlanıyor ve sesi fısıltı halinden kolayca işitilebilir bir tona yükseliyordu.
Zihninden, yaşamı boyunca yazıları hakkında konuşabildiği ikinci kişi olduğumu öğrendim. Birincisi lisedeki edebiyat öğretmeniydi, yaşlı bir hanımdı ve Neda mezun olduktan kısa bir süre sonra ölmüştü. Bu yaşlı hanım onun tek dostu olduğu için, kaybı Neda'yı katlanabileceğinden fazla üzmüştü.
Annesine göre Neda'nın onların yaşamını etkileyen bir çirkinlik olduğunu ve Neda'nın da annesinin bu görüşünü bütünüyle kabullendiğini fark ettim. Sonuçta değersizliğine ve yetersizliğine kuvvetle inanmış, kendine karşı nefretle dolmuştu. Onu gören herkesin görünüşünden tiksinti duyacağına inandığı için, başkalarıyla ilişki kurmaktan şiddetle kaçınmasında şaşılacak bir şey yoktu.
Şimdi Neda'ya nasıl yardımcı olabilirdim? Her gece Mak-ro toplumun Merkez Danışması'nm tüm bilgilerini kullanabiliyordum. Makro güçlerim Neda'mn yaşamını nasıl değiştirebilirdi? Yapmak istediğim neydi?
"Pekâlâ" diye düşündüm, "ona kendinden ve çevresindeki dünyadan hoşnut olmayı öğreneceği yeni bir yaşam biçimi bulması için yardım etmek istiyorum. "Ama böyle bir mucizeyi başarmak için Rana'nın sahip olduğu tüm güce ve bilgeliğe sahip olmam gerekmez miydi? Neda'nın yüzünü ve görünüşünü dikkatle, ama fark ettirmeden gözden geçirdim. Acaba onuncu bilinç düzeyi bile Neda'nın kendi hakkındaki düşüncele-

197
M.S.2150
rini değiştirme konusunda yeterli olabilir miydi, merak ettim. Yine de denemeye kar af verdim.
Daktilo bilip bilmediğini sorup, çok iyi yazdığını öğrendikten sonra ona, Karl'la benim hazırlamakta olduğumuz ve halen Karl'm üzerinde çalıştığı inceleme tezimizle ilgili notları daktilo etmesini önerdim. Gerçekten yardımına gereksinme duyduğumu ve işi kabul etmekle bana büyük bir iyilik yapacağını söyleyerek en sonunda onu ikna edebildim ve... böylece esaslı bir riski göze almış oldum.
"Neda" dedim, "annenin evinden ayrılıp, benim oturduğum binadaki bir daireye taşınmanı istiyorum." Reddetmesini engellemek için "Evet" dedim, "fazla paran olmadığını biliyorum, ama oturduğumuz bina Karl'la bana ait olduğu için aylık ücretinin bir bölümünü kirana sayabiliriz. Kari ve ben sana yakın oturacağımızdan, gerçekte sadece daktilo olarak değil, bizim için bir çeşit araştırma yardımcısı olarak da çalışabilirsin."
Çabuk çabuk konuşuyor, aklıma geleni söylüyordum, ama sonra Neda'mn tepkisini ölçmek için durdum. Öylesine etkim altında kalmıştı ki, direnecek gibi görünmüyordu. Birlikte geçirdiğimiz son bir saat içinde ona sürekli gönderdiğim kabul edici, sevecen düşüncelere fark etmediğim bir anda kendini bütünüyle bırakmış olduğunu hissettim. Ayrıca, cehennemde çürüyen biri cennete yapılan çağrıyı nasıl geri çevirebilirdi? Yeni dairesine hemen taşınabilmesi için ona yardımcı olacağımı söyledim.
Bir taksiye atlayarak on beş dakika içinde evine ulaştık. Ev, hızla harap olan bir mahallede iki katlı, kireç sıvalı, köhne bir binaydı. Taksi şoförüne bizi beklemesini söyleyerek Neda' ya kapıya kadar eşlik ettim. Ama o duraksaymca, sakin ama kararlı bir tavırla kapıyı açarak onu içeri soktum. Hiç karşılaşmadığım kadar korkunç görünüşlü, huysuz yaşlı bir kocakarı mutfaktan çıkıp saldırırcasına üstümüze hamle yapınca,

198
Neda
Neda'mn neden bu kadar çekindiğini hemen anladım. Bu kadın Neda'mn annesiydi ve geç kaldığı için Neda'ya kükrerken beni de kuşkuyla süzüyordu.
Annesine yanıt vermeye çalışan Neda, kadının bağırmasıyla susmak zorunda kalınca, işe el koymaya karar verdim. Neda'ya odasına gidip eşyalarını toplamasını söyledim, sonra onu hafifçe dürterek harekete geçmesini sağladım. Bağırıp çağıran annesini de güçlü bir PK ile iterek geriye sendeletip, pat diye kanepeye oturttum.
"Sakin olun Bayan Cricksley" dedim, "söyleyeceklerimi dinlemenizi istiyorum!"
Ağzı açık kalmıştı, ama sesi çıkmıyordu, en sonunda soluk alabilir hale geldiğinde gözleri iri iri olmuştu. "Sen beni ittin!" dedi.
"Aslında size dokunmadığımı biliyorsunuz Bayan Cricksley" diye yanıtladım. "Şimdi bana dikkatle kulak verin. Kızınıza benimle arkadaşım için daktilo yazmak ve araştırmalarımıza yardımcı olmak üzere iş önerdim. Biz üniversitede psikoloji konusunda inceleme yapıyoruz. Ondan işine daha yakın olabilmesi için üniversite civarındaki bir apartmana taşınmasını rica ettim. Ödeyeceğim ücret kirasını ve kişisel masraflarını rahatça karşılamasına yetecek. Şimdi başka sorunuz var mı?"
Belli ki Bayan Cricksley üstünlüğü karşısındakine bırakmaya ve ona böyle buyurucu kesin bir tavırla davranılmasma alışık değildi. Tıpkı yeni kumsala vurmuş çirkin bir dilbalığı gibi ağzım açtı ve kapadı. Tekrar suya atlamasını engellemek için yaptığım baskıyı sürdürmeye karar verdim.
"Elbette bu durum" diye devam ettim, "sizi kızınız ve eğitimi için yapmanız gereken yüklü masraflardan kurtaracak. Ayrıca alacağı ücret kuşkusuz, geri kalan üniversite yıllarında da öğrenim giderlerini rahatça karşılayacak düzeyde olacak."
Bütün yolları denemeye karar vermiştim. Karl'la ben otur-

199
M.S.2150
duğumuz binayı bize kalan mirasla satın almış olduğumuz için, gelirimiz, oldukça sınırlı gereksinmelerimiz için harcadığımız paranın çok üstündeydi, bu nedenle Neda ile ilgili tasarılarımı fazla zorlanmadan gerçekleştirebilecek durumdaydık. Bayan Cricksley şaşkın bir tavırla başını sallıyordu. Olaylar kavrayabileceğinden daha hızlı gelişiyordu.. Gerçekten kızının çirkin varlığından kurtulmak üzere miydi? Böyle düşünüyordu ve ben bu düşüncelerini kolayca algıladım. Ama yaşlı kadının zihnini okumak bana acı verdi. Hiçbir fiziksel çirkinlik düşüncelerdeki çirkinlikle boy ölçüşemezdi. Zihni kin, hırs, kıskançlık ve nefretin kaynadığı bir kazan gibiydi. Duyduğum tiksinti yüzünden şiddetle ürpererek, kadınla olan zihinsel bağlantımı kestim.
O sırada Neda, elinde dünyada sahip olduğu her şeyi sığdırdığı küçük, yıpranmış bir bavulla içeri gerdi. Annesi o bavulun kendisine ait olduğu konusunda direnince, kadına yirmi dolarlık bir kağıt para uzatıp, bunun zararını karşılamaya bol bol yeteceğinden emin olduğumu söyledim. Ben bavulu Neda' dan alarak onu hızla evden dışarı çıkarıp bekleyen taksiye götürürken, kadın hâlâ açgözlülükle elinde tuttuğu paraya bakıyordu.
Bir saat kadar sonra bir süpermarkette (başka bir süper-markette!) durmuş, Neda'nın yeni dairesinde buzdolabını doldurmak için kırk dolar değerinde yiyecek satın alıyordum. Dairesi genişti, yatak odası, oturma odası ve mutfaktan oluşmuştu. Neda sersemlemiş ama mutlu bir halde odaları dolaşıyor ve sürekli "Ne söyleyeceğimi bilmiyorum" diyordu, "Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum Bay Lake."
Ben de "Lütfen bana Jon de" diyordum, aldıklarımı yerleştirirken. "Ve unutma, bir şeye gereksinmen olursa, sadece bir kat üstünde 303 numaralı dairede oturuyorum. Yarın telefonu bağlatacağım, böylece beni dilediğin her zaman arayabilirsin."

Hiç yorum yok: