5 Kasım 2011 Cumartesi

Zirvelerin Ötesinde





Zirvelerin Ötesinde Bitmek Bilmeyen Zirveler


Uyanmak zorundasın. Uyanmak öyle basit bir şey ki, tıpkı sabah uyanmak gibi. Hiç gözlemledin mi...jimnastik yaptığında, bazı egzersizlerde, bazı şarkılarda? Birden uyanıveriyorsun! Gece bitmiştir ve gözlerini açıp yataktan kalkarsın. Manevi uyanışın da bundan farkı yoktur.
20 Nisan 1987, Sabah

Sevgili Osho,
Bu yaşamda bütün bir bilince erişmediğimiz taktirde ta en başından başlamamız ve tüm insanoğlunun evriminden bir kez daha geçmemiz gerektiğini söylediğinde bu bana çok dokundu. Sannyasin olarak edindiğimiz bu anlık ışık görüntüsü, güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz mümkün mü?
Antar Ashiko bu çok karmaşık bir soru. Bu hayatta edindiğin her şey seninle kalacak ama bu bir anlık görüntülerle değil, edinimle olur. Ve bu ikisi arasında büyük bir fark vardır. Himalayaların zirveleri binlerce mil öteden bile görünür, bu bir göz atmadır, oysa bu zirvelere ulaşmak bir edinimdir.
Bir göz atmak, edinime doğru ilerlemene yardımcı olur ancak yaşamında bir şey kristalize bir deneyime dönüşmediği taktirde bu yitip gider ve en baştan başlaman gerekir.
Küçük bir fark olacaktır; bilincinde geçmiş yaşamından bir gölge, uzak bir yankı, bir şey görmüşsün gibi bir his kalacaktır. Ve bir göz daha attığın zaman bunun yeni olmadığını, bunu daha önceden bildiğini hissedeceksin. Aksi taktirde yalnızca kristalleşmiş edinimler seninle bilinçli bir şekilde diğer yaşamına taşınır...bilirsin, yalnızca karanlık bir gölge, bilinçaltında uzak bir yankı olarak değil ama bilinçle, bu Himalaya zirvelerinin var olduğunun farkında olursun çünkü o zirvelere çıkmışsındır.
"Sannyasin olarak edindiğimiz bu anlık ışık görüntüsü, güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz mümkün mü?" diye soruyorsun. Bundan önceki birçok yaşamında da böyle anlık deneyimler yaşamıştın ve onları yitirdin. Onlar asla senin varlığının bir parçası haline gelmediler; yalnızca güzel anılar olarak kaldılar. Oysa anılar edinim değildir. Bu bir şeyi düşte görmek gibidir; yani doğru da olabilirler, olmayabilirler de.
Bu yüzden şu anda bir şeylerin olmakta olduğunu hissediyorsan bunun bir göz kırpışıyla sınırlı kalmayıp gerçek bir deneyime dönüşebilmesi, varlığının bir parçası haline gelebilmesi için çaba göster. Ancak o zaman seninle bir sonraki yaşamına eşlik edebilir.
Tüm deneyimlerini başka bir yaşama taşımak ve bir dahaki sefere en baştan değil de bir önceki yaşamda bırakmış olduğun yerden başlamak mümkündür. Ama bir göz ucuyla bakma deneyiminin ne kadar kırılgan ve yüzeysel olduğunun farkına var. O anda sana ne kadar dokunmuş olursa olsun, hemen ertesi gün bile böyle bir şeyin gerçekten yaşanmış mı yoksa hayalinde mi olmuş olduğu konusunda şüphe duymaya başlarsın. Ve bundan sonraki yaşam ise çok uzaklardaki bir yolculuktur.
Bu göz ucuyla bakış yalnızca kişiyi kristalleşmeye yönlendiren birer dürtüdür. Bunu öylesine derin bir deneyime dönüştür ki senin bir parçan haline gelsin ve onu unutman veya yitirmen olanaksızlaşsın. Bu göz atmalarla yetinme. Onların tadını çıkar ama aynı zamanda onları yalnızca daha yüce şeylerin gerçekleşeceğine dair birer gösterge olarak kullan.
Bir şeyi uzaktan görmekle ona dönüşmek tamamıyla farklı durumlardır. Göz ucuyla bakılan bir aşk birkaç saniye içinde geçip giden bir meltem gibidir; göz ucuyla bakılan bir sessizlik bir anlığına kokusunu duyduğun bir gül gibidir ve bir an sonra onun nereye gittiğini bilmezsin.
"Deneyimini kristalleştir" dediğimde güzel bir şekilde de olsa göz ucuyla bakmanın yeterli olmadığını kast ediyorum. Bu iyidir ama yeterince değil. Sen o gül kokusunun kendisi olmalısın; göz atmak yalnızca o olasılığı gösteren bir oktur: görevini tamamlamıştır ama sen orada kalmışsın. Geçmiş yaşantında da birçok kez güzel deneyimlerle karşı karşıya kaldın oysa şimdi geçmiş yaşantıların var olup olmadığını bile bilmiyorsun. Yalnızca arada birbiriyle karşılaştığında çok tuhaf bir hisse kapılıyorsun, neredeyse saçma, sanki bu insanı daha önce görmüşsün gibi; hem de kesinlikle bu yaşantında değil. Bir yere gidiyor ve sanki oraya daha önce gitmişsin gibi —kesinlikle bu yaşamda da değil— şaşırıyorsun. Sanki her şey bildik görünüyor ama bilinçaltında uykuda bekliyormuş gibi...
Yaşam öyle bir işleyişe sahip ki kişi öldüğü zaman aydınlanmamış olduğu taktirde neredeyse bilinçsiz hale gelir; ölüm gerçekleşmeden önce komaya girer. Bu yüzden ölüm hakkında hiçbir şey bilmez ve yeniden doğana kadar da bu koma halinde kalır. Ana rahminde geçen tüm o dokuz aylık zaman da bir koma halidir; çocuk dokuz ay boyunca yirmi dört saat derin uykudadır.
Nadiren birisi bilinç içinde ölür. Bunu yalnızca ölüm yolunun gelmekte olduğunu bilen çünkü o yolda defalarca yürümüş olan —bu ikisi aynı yoldur— büyük meditasyoncular gerçekleştirebilir. Kişi meditasyonun derinliklerine indikçe bedenini, zihnini, yüreğini çok gerilerde bırakır ve geriye yalnızca bütünüyle ayık ve bilinç dolu güzel bir sessizlik kalır.
Öldüğün zaman da aynı şey gerçekleşir. Eğer meditasyon yapmışsan ölüm yeni bir deneyim olmayacaktır. Meditasyon yaparken her gün ölmekte ve tekrar yaşama dönmekte olduğunu şaşırarak göreceksin. Böyle bir kimse büyük bir bilinç içinde ölür ve ölümün ne olduğunu bilir ve ana rahminde de bilinçli kalır. Doğduğunda da bilinçlidir. Dünyadaki ilk anından itibaren önceki yaşantısında neler olup bitmiş olduğunu bilir, anımsar. Böyle birçok çocukla karşılaştım....Bu özellikle de Hindistan için geçerli.
Hindistan'ın dışında, Hıristiyanlığın, Museviliğin veya İslam'ın baskın olduğu yerlerde zihin tek bir yaşam olduğuna dair şartlanmıştır. Onlar meditasyondan habersizdir. Meditasyonun yerine duayı koymuşlardır oysa dua kurgusal bir Tanrıyı yüceltmektedir ve çok çocukçadır.
Meditasyonun Tanrıya ihtiyacı yoktur; sen yeterlisin. Sen bir gerçekliksin ve kendi gerçekliğini en derinine kadar araştırıyorsun.
Hindistan'da tüm dinler bir noktada anlaşmıştır; felsefede ve diğer her konuda ayrılırlar ama bir konuda hemfikirdirler; yaşam süreklidir ve ölüm milyonlarca kez yaşanır. Ölüm yalnızca bedenin, evin değişmesidir ve sen tamamen aydınlanana kadar bu böyle sürüp gider. O zaman yeni bir rahme girmeye gerek kalmaz çünkü yaşam bir okuldan, eğitimden ibarettir ve sen bunu tamamlamışsındır. Aydınlanman varoluşa dair bu eğitimin en üst noktasıdır. Artık yeni bir bedene girmeye ihtiyacın kalmamıştır. Artık evrenin kendi rahmine girebilirsin, buna hazırsındır.
Bu yüzden ne zaman anlık bir deneyim yaşasan bununla yetinme. Aslında bu anlık göz atma içinde tatmin değil tam tersine büyük bir tatminsizlik uyandırmalı. Bu uzaktan gördüğün bir şeyin gitgide daha yakınına varmaya dair bir özlem olmalı. Yakından bile olsa onu yalnızca görmek değil, o olmak istersin.
Aşk olabilirsin, sessizlik olabilirsin, bu deneyimlerin tümü olabilirsin: güzellik, ışık, bilinç. Bunlar senin olamayacağın şeyler değil, bunlar senin potansiyelin.
Bu yüzden göz atarken en son noktaya kadar at.
Kristalleşmeden kastım budur.
Kristalleşme gerçekleştiğinde, bir kez kendini aşk, ışık, bilinç olarak tanıdığında artık unutmak gibi bir sorun söz konusu değildir. Artık bu deneyimler seninle gelecektir. Ve gelecekteki yaşamında daha da ileri gidecek, bu deneyimlerin de ötesine; bilinçten süper bilince geçeceksin. Oysa göz atmakla yetinirsen gördüklerinin silinme tehlikesi vardır. Ölüm öyle büyük bir şok, bir ameliyat, öyle uzun bir komadır ki uyandığında tüm bu göz attıklarını unutmuş olursun.
"Birisi bisikletimi çalmış" diye sızlandı rahip papaz arkadaşına.
"O zaman yarın vaaz sırasında on emirden bahseder ve 'çalmamalısın' emrine geldiğin zaman cemaate dikkatle bakarsan suçluyu bulursun. Ona öne çıkmasını söyle. Ona bunu itiraf etmesini ve bunun Tanrının affına sığınması için bir fırsat olduğunu söyle" dedi papaz kendine güvenerek.
Ertesi gün rahip papazı ziyarete gittiğinde mutlu bir ifadeyle bisikletini bulduğunu söyledi. "Evet" dedi, "aldatmamalısın" emrine geldiğimde bisikleti nerede bıraktığımı hatırladım."

Sevgili Osho,
Duygularımı sözcük ve imgelere dökmemin nedeni yalnızca onlardan kurtulmak istemem olabilir mi? Sonsuz bir susuzlukla senin huzuruna gelip, enerjiyle dolduktan sonra bu mutlak paylaşma ihtiyacının altında ezilmemin nedeni yalnızca bundan kurtulmak istemem olabilir mi? Bu paylaşma dürtüsünün yalnızca benim yanılsamam veya kaçış yöntemim olması olası mıdır? Birisi bana kendime karşı daha cömert olmam gerektiğini söyledi. Peki kendime karşı cömert davranmanın bildiğim tek yolu paylaşmaksa ne yapabilirim? Yoksa başka bir yol öğrenmemin zamanı geldi mi? Lütfen bana rehberliğinde ışık tut.
Sarjano, senin yaşadığın ve yaptığın şey çok doğru. Deneyimlerini, enerjini, sevgini ve mutluluğunu paylaşmak onlardan kaçmak veya kurtulmaya çalışmak demek değildir. Tam tersine ne kadar çok şey paylaşırsan o kadar çok şey kazanırsın.
Bu sıradan ekonomiye benzemez. Sıradan ekonomide paylaştıkça kaybedersin; manevi ekonomide ise paylaştıkça kazanırsın. Sıradan ekonomide cimri olman gerekir, ancak o zaman zengin olabilirsin...biriktirir, asla paylaşmazsın. Manevi ekonomide ise cimri davranırsan elindekini de yitirirsin. Elde ettiklerin ancak paylaştığın sürece canlı kalabilir; bu yaşayan bir deneyimdir. Paylaşıldıkça dinamik hareket sürer.
Genç bir adam piyangoda! büyük ikramiyeyi tutturduğu için çok mutluydu. Yol kenarında oturan bir dilencinin yanında arabasını durdurdu. Dilenci her gün orada olduğu halde adam daha önce durmadan geçiyordu. Oysa bugün farklı bir gündü. Dilenciye yüz rupi verdi ve dilenci büyük bir kahkaha attı.
Adam, "Anlamıyorum, niye gülüyorsun?" diye sordu.
Dilenci, "Hatırladım da...benim de eskiden kendi arabam vardı ve senin gibi cömerttim. Gülüyorum çünkü sen de bir gün benim oturduğum yerde oturacaksın. Fazla cömert davranma! Benim yaşadıklarım sana ders olsun" diye yanıt vermiş.
Sıradan tasarrufta birine bir şey verdiğin anda o ölçüde kayıptasındır. Oysa sevgi vererek sevginin azaldığını hissettiğin oldu mu? Ya da neşeni paylaştığında neşenin biraz olsun eksildiğini hissettin mi?
Bunu gözlediysen şaşırabilirsin: paylaştığında neşen biraz daha artacak; sevgini verdiğinde sevgi kaynakların daha akışkan hale gelecek, daha tatlı birine dönüşeceksin. Sırf kendini dostlarınla paylaşmak için dans ettiğinde, bir şey yitiriyor değil, kazanıyor olacaksın.
Sarjano başkalarını dinleme. Onlar yalnızca sıradan tasarruftan anlarlar. Vermenin paylaşım anlamına geldiği ve vermemenin de son derece yıkıcı olduğu daha yüce bir tasarruftan habersizdirler.
Ne kadar çok verirsen o kadar çok alacaksın ve ne kadar az verirsen, sende de o kadar az kalacak. Ve hiçbir şey vermezsen, hiçbir şeye de sahip olamayacaksın.
Ama sana bunun doğru olmadığını söyleyenler, kafanda yaptığının doğru mu yanlış mı olduğu konusunda bir sorun oluşmasına neden oluyorlar. Yaptığın kesinlikle doğru. Bunu daha büyük bütünlükle, hiç duraksamaksızın, hiç bir şeyi sakınmaksızın yap. Başkalarını dinleme. Kendi deneyimine kulak ver, kendi deneyimini gözlemle, bir şey verdiğinde bir şey yitiriyor musun yoksa kazanıyor musun? Belirleyici olan bu olmalı, başkalarının söyledikleri değil. Başkalarının önerileri tehlikelidir.
Eisenberg ailesi Roma'ya taşındığında küçük Hymie okuldan eve gözyaşlarıyla dönmüştü. Okuldaki rahibelerin sürekli Katolik soruları sorduğunu ve kendisi gibi iyi bir Musevi oğlanın bu soruların yanıtlarını bilemeyeceğini annesine açıklamış.
Bayan Eisenberg'in yüreği anne şefkatiyle kabarmış. "Hymie" demiş, "Soruların yanıtlarını gömleğinin içine nakışla işleyeceğim. Böylece bir daha rahibeler seninle uğraştığı zaman gömleğinin içine bakıp yanıtları okuyabilirsin."
"Sağ ol anne" demiş Hymie ve Rahibe Michele dünyanın en meşhur bakiresi kimdir diye sorduğunda hiç düşünmeden, "Bakire Meryem" diye yanıt vermiş.
"Çok iyi" demiş rahibe. "Peki onun kocası kim?"
"Joseph" diye yanıt vermiş oğlan.
"Bakıyorum çalışmışsın. Şimdi de bana oğullarının ismini söyleyebilir misin?"
"Tabi" demiş Hymie, "Calvin Klein."

Sevgili Osho,
Bana göre akşam konuşmasından sonra bizimle yaptığın muhteşem dinamik meditasyon versiyonu yaşamış olduğum en enerji yükleyici deneyimlerden birisi. Senin tüm sevgililerin enerji yayıyor ve her şey titreşiyor. Enerji dalgalarımızla dev bir radyo anteni gibi yayın yapıyormuşuz gibi hissediyorum. Bu ışıltı uzaydan bile görülebiliyor olmalı. Osho bu kez de uyanamazsak o zaman ne olacak? Yoksa elinin altında daha da yüksek sesli çalar saatler mi saklıyorsun?
Premda bu kez uyanmaman neredeyse olanaksız. Seni uyandırmak için gereken her şeyi yapacağım. Buz gibi sular hazırladım; seni yataktan çıkarıp bir güzel dövecek insanlar hazırlıyorum.
Her durumda uyanman gerek çünkü bu benim için son sefer. Ben bir daha geri gelmeyeceğim ve bu yüzden de elimden gelen her şeyi yapmak zorundayım. Bu fırsatı kaçırman talihsizlik olur çünkü kafana —kafatasına ne olacağını bile düşünmeden ama bir şekilde ayağa kalkıp gözlerini açacağın bilinciyle— bu kadar sert bir darbe indirebilecek; katı ve acımasız olabilecek denli çok seni seven birinin bir daha ne zaman karşına çıkacağı hiç belli olmaz.
Ustalar geçmişte öğrencilerini uyandırmak için tuhaf şeyler yapmıştır. Bir Zen ustası olan Fui Hai'nin büyük bir manastırı vardı. Manastır sağ ve sola ayrılan iki kanattan oluşuyordu ve ortada da onun kulübesi yer alıyordu. Çok güzel bir kedisi vardı ve manastırdaki tüm rahipler tarafından çok seviliyordu. Manastırda beş yüzü bir kanatta, diğer beş yüzü de diğer kanatta yaşayan neredeyse bin tane rahip vardı. Ve sürekli, özellikle de usta orada olmadığı zamanlarda kendi aralarında kavga ediyorlardı. Kavga etmenin nedeni kediydi; onu kim alacaktı?
Sağ kanatta yaşayanlar, "Kedi bize ait çünkü biz sizden daha uzun zamandır buradayız" diyorlardı. Bu doğruydu, önce sağ kanat yapılmış, sol kanat daha sonra eklenmişti. Ama sol kanatta yaşayanlar, "Sizin kanadın önce yapıldığı doğru ama o zaman kedi de yoktu. Kedi sol kanat yapılırken geldi. Bu yüzden de bize aittir" diye itiraz ettiler.
Bu sonu gelmeyen bir çekişmeydi ve kedi bir kanattan diğerine taşınıp duruyordu ve usta da bu durumdan, her gün duyduğu şikâyetlerden fena halde sıkılmıştı.
Bir gün tüm rahipleri topladı. Yalnızca bir rahip orada değildi çünkü manastırın alışverişlerini yapmak için şehre inmişti.
Usta, "Bugün iki kanat arasında süregelen bu tartışmaya bir nokta koyacağım" dedi. Eline bir bıçak alıp, "Ya bu kedinin hangi kanada ait olduğunu söyleyip hayatını kurtarırsınız ya da onu ortadan ikiye kesip aranızda paylaştırırım. Bunun başka bir çözüm yolu yok, onu bölmek gerek" dedi.
Hepsi kediyi çok seviyordu, hepsi onun kendi kanatlarında durmasını istiyordu...hepsi sessiz kalmıştı.
Ustaları şöyle dedi, "Aranızdan birisi anlayış ve meditasyonun derinliğini gösterecek bir şey yapabilirse, kedi onun olacak ve o hangi kanatta yaşıyorsa kedi de orada kalacak. Gösterin kendinizi. Kedinin hayatını kurtarabilirsiniz, yoksa işi bitti."
Ama herkes ustayı kandırmanın olanaksız olduğunu biliyordu. Onun gözleri öylesine açıktır ki, onun karşısında büyük bir meditasyoncuymuş gibi davranamazsın; bu yüzden kimse öne çıkmadı. Kediyi ikiye böldü ve iki kanata da birer yarısını verdi. Herkes çok mutsuz oldu; kedinin yarısı ne işlerine yarayacaktı? Usta da üzülmüştü çünkü bin tane rahibin içinden kediyi kurtaracak bir şeyler yapabilecek tek bir adam bile çıkmamıştı.
O anda, usta üzüntü içinde otururken ve tüm manastır üzüntüye boğulmuşken manastırın dışında olan adam şehirden geri döndü. Olup bitenleri öğrenmişti, ortalık kan içindeydi, kedi ölmüş ve iki kanata bölüştürülmüştü.
Ona, "Ustamızın bu kadar acımasız ve katı olabileceğini hiç düşünmedik; o son derece sevecen ve şefkatli bir insan. Ama onu suçlayamayız çünkü bize bir şans tanımıştı" dediler.
Ama adam ustanın karşısına geçip ona sert bir tokat attı. Usta gülerek, "Sen burada olmuş olsaydın zavallı kedi de hayatta olurdu" dedi. Sen meditasyon hali içinde olduğunu gösterdin. Meditasyonun olmaksızın ustanı tokatlayamazsın, ustaya vurabilmek için bedeninin sen olmadığını bilmen gerekir, aynı şekilde ustanın bedeni de usta değildir. Ustaya değil yalnızca onun bedenine vuruyorsun ki benim yaptığım da budur. Ben kediyi değil yalnızca onun bedenini kestim. Kedi hâlâ yaşıyor, başka bir yerde doğmuştur bile. Ama sen biraz geç geldin."
Başka bir Japon Zen ustası olan Lin Chi hakkında bir Zen öyküsü daha vardır: Öğrencilerinden birine meditasyon yapması için geleneksel bir Zen koanı vermişti; tek elden çıkan alkış sesi üzerine meditasyon yap. Şimdi bu çok anlamsız bir şeydir. Tek el alkışlayamaz ve ses de çıkaramaz. Alkış olmayınca ses çıkma olasılığı da yoktur. "Bunun üzerine meditasyon yap ve tek elin alkış sesini bulduğun zaman gel ve bana bildir."
Genç adam bahçeye çıktı ve bir ağacın altına oturarak elinden geldiğince tek elin alkış sesini düşünmeye çalıştı. Aniden bambu korusundan bir kuş sesi duydu ve, "Bu o ses olmalı!" dedi. Koşarak ustasına gitti. "Buldum, bu bambu ormanındaki kuş sesidir" dedi.
Usta ona sert bir tokat patlatıp, "Aptallık etme bir dahaki sefere biraz daha akıllı davran. Şimdi git meditasyona geri dön" diye yanıt verdi.
Her gün geliyordu ve gitgide durum şöyle bir hal almıştı; bazen geldiğinde rüzgârın çam ağaçlarının arasından eserken çıkardığı sesi duyup belki budur...veya bazen suyun akma sesini duyup, belki budur... veya bazen bulutlardaki şimşeklerin sesini duyup belki budur diye düşünüyordu. Yavaş, yavaş bu rutin bir hal aldı. Usta artık ona bir şey sormadan içeri girer girmez tokat atıyor ve sonra "Git meditasyona geri dön" diyordu.
Rahip, "Daha ne söyleyeceğimi bile duymadınız" dediğinde usta, "Ne söyleyeceğini biliyorum. Git ve biraz daha meditasyon yap" diye yanıtlıyordu. Rahip diğerlerine "Artık bu kadarı da fazla. Önceleri en azından vereceğim yanıtı dinlerdi, artık yanıtın yanlış olacağını varsayıyor!"
Ama bir gün gelmedi. İki gün geçti, yedi gün geçti....Usta onun altında oturup meditasyon yaptığı ağaca gittiğinde rahibin orada mutlak bir sessizlik içinde oturmakta olduğunu gördü.
Usta onu sarsıp, "Sonunda bu sesi duydun" dedi. "İşte tek elin alkış sesi budur, bu sessizliktir....Peki niye gelip bana haber vermedin?"
Rahip, "Bu sessizlik öylesine tatlı, öylesine mutluluk vericiydi ki her şeyi unuttum" diye yanıt verdi. "Yanıtlarımı asla dinlemediğiniz ve bana sert tokatlar attığınız için size minnettarım. Sıradan insanların algılayabileceğinden öte bir şefkate sahipsiniz."
Bu yüzden Premda, başkalarını kafana takma, seni rahatsız etmelerine izin verme. Uyanman gerek. Ve uyanmak son derece basit bir şeydir; her sabahki uyanışın gibidir. Hiç gözlemledin mi...jimnastik hareketleri yaparken, egzersiz yaparken, şarkı söylerken bazen uyanıverirsin! Gece sona ermiştir ve gözlerini açıp yataktan dışarıya atlarsın.
Manevi uyanış da bundan farklı değildir. Manevi olarak uykuda olduğunu bir kez anladığında sorun da çözülmüş olur. İnsanlar manevi olarak uykuda olduklarını düşünmezler ve bu yüzden de uyumaya devam ederler. Manevi olarak uykuda olduğunu bir kez anladığın zaman uyanmak basit bir iştir. .
En zor olan şey varlığının derinlerinde bir uyku hali, bir bilinçsizlik olduğunu kabullenmektir. Burada yapılan tüm meditasyonlar seni sarsmak, uykuda olan o bilincin artık daha fazla uykuda kalamayacağı, uyanmak zorunda olacağı bir noktaya gelmesini sağlamaktır.
Bu basit bir anlayış meselesidir:
Şu anda uyanabilirsin!
Sessizlik kâfidir.
Balayının ilk gecesinde Brigitte yatakta yatarken Pat tamamen giyinik bir şekilde koltukta oturuyordu. "Neden yatağa gelmiyorsun?" diye sordu Brigitte.
"Annem bu gecenin hayatımın en heyecanlı gecesi olacağını söyledi" dedi Pat. "Ve uyuyarak hiçbir şey kaçırmak istemiyorum."
Yanlış anlamak çok kolaydır.
Anlamak da çok kolaydır.
Hepsi sana bağlıdır. Uyanmaya hazır mısın? O zaman hiçbir şey seni alıkoyamaz ve herhangi bir yöntem de gerekmez. Ama uyanmaya hazır değilsen de hiçbir yöntem sana yardım edemez. Hayatını bir uyurgezerin hayatı olarak görmeli, yaptıklarını, kavga edişini, daha önce söylemiş olduğu ve her defasında diğer insanların öfkelenmesine, rahatsız olmasına neden olmuş sözleri hep uyur vaziyette söylediğini görmeli.
Bu, hayatını izlemekle ilgilidir. Uyanık bir insanın hayatı mı bu? Uyanık olan biri tüm dünyanın davranmakta olduğu gibi davranabilir mi?
Öfkelendin ve bin kere bundan üzüntü duydun ve yine de defalarca daha öfkeleneceğin ve defalarca daha bundan üzüntü duyacağına aklın bir türlü ermiyor. Yapmakta olduğunu tamamıyla uyanık bir şekilde yaptığın söylenemez. Yaşamın daha çok bir robotun hayatı gibi; yalnızca mekanik eylemleri yerine getiriyorsun. Acı çekiyor ve değişmeye karar veriyorsun ama değişme zamanın geldiğinde bunu tamamen unutuyorsun.
Değişik yerlerde vaaz veren, vaazının temelinde İsa'nın Dağdaki Vaazındaki öğretiyi kullanan bir Hıristiyan rahibin hikâyesini duymuştum. Birisi bir yanağına tokat attığında diğer yanağını uzatman gerektiğini tekrar, tekrar söyleyip duruyordu.
Adamın biri bunu o kadar çok dinlemişti ki sonunda sıkılmıştı. Bir gün rahip bunu tekrarlarken ayağa kalkıp gidip ona bir tokat attı. Rahibin gözlerinde büyük bir öfke vardı ama kalabalığa bakıp senelerdir söylemekte olduğu şeyi hatırladı ve içinden bu geri zekâlının bir daha vurmayacağını umarak öbür yanağını uzattı. Ama adam da nevi şahsına münhasır bir bireydi ve bu kez daha da sert bir tokat attı!
O anda ortalık karıştı; rahip adamın üzerine atlayıp ona vurmaya başladı. Adam, "Ne yapıyorsun? Bu yaptığın öğütlerine ters düşüyor. Tüm vaazlarını dinleyip durdum" dedi.
Rahip, "Bütün vaazları unut. İsa yalnızca 'Öteki yanağını da uzat' dedi. Üçüncü bir yanak daha olmadığına göre artık özgürüm. Şimdi sana göstereceğim..." dedi.
Ama adam, "Öteki yanağı uzatmak kin tutmamak demek" diye üstelemiş.
Rahip, "Bütün bu saçmalıkları unut! Öteki yanağını uzat, öteki yanağını uzat demek ve üçüncü bir yanak da yok. Beni tamamen özgür kıldın ve ben şimdi sana gerçek bir ders vereceğim" diye yanıt vermiş.
Oysa bütün hayatı boyunca vaaz vermekteymiş....ama büyük olasılıkla bunu uykusunda konuşur gibi yapıyor, söylediği sözlerin ve davranışlarının anlamının içine işlemesine izin vermiyormuş.
Gurdjieff babasını anımsar. Gurdjieff dokuz yaşındayken babası ölmüştü ve çok nadide biri olmalıydı. Gurdjieff'i yanına çağırıp "Ben ölüyorum ve sana miras olarak bırakabileceğim bir şeyim yok. Seni yoksul ve yetim bırakıyorum. Yalnız sana vermek istediğim bir tavsiye var, bana da babam bu tavsiyeyi vermişti. Bu tavsiyenin bir babanın oğluna verebileceği en zengin şey olduğunu gördüm. Sen çok küçüksün, bunu belki anlayamazsın. Sadece bunu hatırla; kısa bir zaman sonra sen de anlamaya başlayacaksın ve anlasan da anlamasan da buna göre hareket et. Şimdi can kulağıyla beni dinle ve söylediklerimi tekrar et" dedi.
Bu basit bit tavsiyeydi. Birisi hakaret ettiğinde, küçük düşürdüğünde, incittiğinde hemen tepki göstermemesini salık veriyordu. O kişiye, "Yirmi dört saat beklemen gerekiyor, sana ancak o zaman yanıt vereceğim. Bu benim için kutsal bir şey; bu benim ölüm döşeğindeki babama verdiğim sözdür" demen gerekiyor. Yirmi dört saat bekledikten sonra o kişiye geri dönüyorsun. O yirmi dört saat içinde onun haklı olduğunu veya olmadığını ama tartışmanın da tamamen aptalca olduğunu görüyorsun. O yirmi dört saat sana daha dikkatli olabilme şansı veriyor, insanlar anında tepki gösteriyorlar; farkındalık için yeterli zaman olmuyor. Makineler gibi tepki veriyorlar. Karşındaki kişinin haklı olduğunu görürsen gidip ona teşekkür et. Haksız olduğunu gördüğünde de gitmeye gerek kalmıyor veya gitmek istiyorsan da gidip, "Yanlış anlamışsın gibi görünüyor" de.
Gurdjieff hayatının ilerleyen yıllarında şöyle diyordu, "Ölmek üzere olan babamın verdiği bu basit tavsiye tüm yaşamımı dönüşüme uğrattı çünkü bana belli bir farkındalık, belli bir uyanış sağladı. Hiçbir şeyi anında, hemen yapamıyordum. Yirmi dört saat beklemek zorundaydım. Ve yirmi dört saat boyunca kızgın kalamıyorsun."
Uyanık bir adam tüm insanlıktan —ki onlar derin uykudadır— farklı davranır.
Benim öğretmenlik yaptığım üniversitede çalışan bir meslektaşım bana, "Neredeyse yirmi dört senedir sigarayı bırakmaya çalışıyorum" demişti.
Ona, "Bu sigarayı bırakmak için fazla uzun bir süre. Bana bir sigara ver de hemen şimdi onu bırakayım" diye yanıt vermiştim.
"Benimle alay etme" dedi. "Sigarayı bırakmak için çok çaba gösteriyorum ve bazen birkaç saat, hatta birkaç günlüğüne içmeden durabiliyorum. Ama sonunda yine dayanamayıp başlıyorum. Artık onunla savaşmayı da bıraktım; bunun hiç anlamı yok; yirmi dört yıldır savaşıyorum."
Ona, "Sen yaşamın basit kurallarını algılayamamışsın" dedim. "Sen uyuyorsun ve insan uykudayken karar alamaz, kararını uygulayamaz. Benim bir önerim var o da sigarayı daha bilinçli bir şekilde içmen" dedim.
"Ne, sigara mı içeyim? Ama ben bırakmaya çalışıyorum" diye yanıt verdi.
"Söylediğime kulak ver, daha bilinçli iç diyorum " dedim. "Paketi cebinden son derece yavaş ve bilinçli bir şekilde çıkar. Sigarayı yavaşça paketten çek; acele etme. Sigaraya her açıdan bak, ağzına koy ve bekle. Aceleye hiç gerek yok. Filmlerdeki ağır çekim sahneler gibi ağır çekimde hareket et".
"Peki bu ne işe yarayacak?" diye sordu.
"Onu sonra göreceğiz....sonra çakmağını al ve bak" diye devam ettim.
"Sen benimle alay ediyorsun. Bunlar ne işe yarayacak?" diye sordu yine.
"Dinle...Yirmi boyunca kendi yönteminle sigara içmişsin, yirmi gün boyunca da benim yöntemimle iç. Çakmağa bak sonra sigarayı yak ve olabildiğince yavaş içmeye çalış. Dumanın içine girişini ve çıkışını izle" dedim. Bu en eski meditasyon yöntemi Vipassana'dır. Bu yöntemin bir gün sigara ve çakmakla uygulanacağı Gautam Buda'nın aklına gelmemiş olabilir ama onun için bir şeyler ayarlamam gerekti.
O Vipassana yerine bunu yapacaktı. "Peki denerim, yirmi gün fazla uzun değil" dedi.
Ama ikinci gün bana gelip, "Çok tuhaf. Her şeyi bu kadar yavaş yapmak beni son derece dikkatli yapıyor; sigara içerken dumanın içime girmesini ve dışarı çıkmasını izlerken şimdiden öylesine bir sükûnete kavuştum ki neredeyse yüzde elli daha az sigara içiyorum." dedi.
"Yalnızca yirmi gün bekle" dedim.
"Yirmi gün süreceğini bile sanmıyorum. En fazla beş gün içinde biter" dedi.
"Bitirmek için bu kadar acele etme çünkü içinde sigaraya tutunup bırakamayan herhangi bir şey bile kalsa yeniden başlamana neden olacaktır. Bu yüzden çok ağırdan al, aceleye gerek yok, bir zararı da yok. Önemli değil; en fazla iki yıl erken ölürsün. Ama zaten o iki yılı yaşasaydın ne yapacaktın? Sadece biraz daha fazla sigara içecektin! Bu yüzden hiç zararı yok; zaten dünya nüfusu çok fazla ve insanların diğerlerine yer açmak için biraz erken ortadan yok olmaları çok sevecen bir davranış" dedim.
"Tuhaf bir adamsın" dedi. Ve dördüncü günden sonra bana gelip, "Artık elim cebime giderken nerden geldiğini bilmediğim bir şey beni durduruyor. Bilemiyorum. Bütün bir gün boyunca sigara içmedim çünkü ne zaman bir sigarayı almayı denesem paketi çıkaramıyorum. Bunun sırrı nedir?"
"Bunun sırrı filan yok" dedim. "Yalnızca bilinçli bir şekilde, farkındalıkla sigara içmeyi öğrendin. Ve hiç kimse farkındalıkla sigara içemez çünkü sigara içmek bir günah değil, yalnızca aptallıktır. Uyanık ve farkında olduğun zaman o kadar aptal olmazsın. Temiz hava dururken, güzelce nefes alabilecek, derin derin temiz havayı ve çiçek kokularını içine çekebilecekken nefesini kirletmek, onu nikotinle kirletip ciğerlerine zarar vermek için bir de üstüne para ödemek zorundaysan tam bir aptal olman gerek."
Premda insanlar derin uykudalar; açık gözlerle horlamıyor oluşlarına şaşmak gerek.
Kral Arthur iki yıl sürecek olan bir ejderha avına çıkmadan önce Bilge Merlin'e Guinevere için kendisi yokken takmak üzere bir bekaret kemeri yapmasını buyurdu. Merlin çok sıradışı bir tasarımla geri döndü; normalde en çok korunmuş olması gereken bölgede büyükçe bir boşluk vardı.
"Bu saçmalık" dedi Arthur. "Bu kemer işe yaramaz."
"Evet yarar" dedi Merlin ve sihirli değneğini açıklığa soktu ve aniden giyotine benzer bir bıçak inip değneği ortadan ikiye böldü.
"Dahiyane!" diye bağırdı Arthur. Guinevere'ye kemeri giydirdikten sonra ejderhaları doğramak üzere huzur içinde yola koyuldu.
İki yıl sonra geri döndüğünde Arthur'un ilk işi Yuvarlak Masa şövalyelerini toplayıp, özel bir taktik için kraliyet doktoruna göndermek oldu. Yuvarlak Masanın bir tanesi dışındaki tüm üyelerinin kesikler, yara-bereler ya da sıyrıklarla dolu olduğunu öğrendikçe hiddetli bakışları keskinleşti. Sir Lancelot günahsızdı.
Arthur onu hemen yanına çağırdı ve en iyi şövalyesine gülümsedi. "Sir Lancelot, siz ben ejderhaları doğrarken, benim kadınımın namusuna tecavüz etmemiş olan yegâne şövalyesiniz," diye buyurdu. Siz Yuvarlak Masanın şerefini yücelttiniz ve sizinle gurur duyuyorum. Ödüllendirileceksiniz. Krallıktan ne dilerseniz sadece söyleyin yeter. Dileğinizi bildirin Sir Lancelot."
Ancak, Sir Lancelot'un sesi çıkmadı...
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho

Hiç yorum yok: