18 Eylül 2010 Cumartesi

KENDİNİ TANIMAK

KENDİNİ TANIMAK

Asıl yüzü arayış

-TEŞHİS-

Kişilik sözcüğünün anlaşılması gerekiyor. Bu Latincedeki persona'dan yani, oyuncunun maskesi anlamına gelen sözcükten geliyor. Antik Roma tiyatrosunda, oyuncular maske takıyordu ve bu maskelere persona deniyordu çünkü ses maskenin arkasından geliyordu. Sona ses demektir. İzleyici maskeyi görüyor, sesi de maskenin gerisinden duyuyordu. Kişilik sözcüğü işte bu persona sözcüğünden türemiştir.

Her türlü kişilik sahtedir. İyi kişilik, kötü kişilik, bir günahkarın veya bir azizin kişiliği hep sahtedir. Güzel bir maske takıyor olsan da, çirkin bir maske takıyor olsan da bu bir şeyi değiştirmez.

Esas olan senin özündür.

Kişilik de gelişmenin doğal bir parçasıdır. Bu, bir balık yakalayıp, karaya bıraktığında, balığın yeniden denize atlaması gibidir. O zaman ilk defa şimdiye kadar hep denizde yaşamış olduğunu kavrayacak; ilk kez, "Deniz benim hayatım" diyebilecektir. O ana kadar, yakalanıp, sudan çıkarılmadan önce, deniz hakkında bir kere bile düşünmemiş, denizin hiçbir şekilde farkına varmamış olabilir. Bir şeyi bilmek için, önce onu yitirmen gerekir.

Cennetin farkına varmak için, önce onu yitirmen gerekir. Yitirip, geri kazanmadıkça, bir şeyin güzelliğini anlayamazsın.

Adem ve Havva'nın Cennet Bahçesi'ni yitirmeleri gerekiyordu; doğal gelişimin bir parçasıdır bu. Ancak Tanrı'nın güzel Bahçesi'ni yitiren bir Adem'in bir gün İsa Mesih'e dönüşme olasılığı vardır- oraya geri dönebilir. Adem'in Cennet'ten ayrılması, balığın sudan çıkması gibidir. İsa ise balığın tekrar denize atlayışıdır.

Örneğin ilkel insanların, çok küçük çocuklarla ortak bir noktası vardır. Onlar güzel, spontan ve doğal ama ne olduklarından tamamen habersizdirler; hiçbir farkındalıkları yoktur. Coşkulu bir şekilde yaşarlar ama coşkuları bilinçsizdir. Önce onu yitirmeleri gerekir. Uygarlaşmaları, eğitilmeleri ve bilgi sahibi olmaları gerekir; bir kültüre, uygarlığa, dine dönüşmeleri gerekir. Tüm spontanlıklarını yitirip, özlerini tümüyle unutmaları ve sonra birden ona yeniden özlem duymaya başlamaları gerekir. Bunun eninde sonunda gerçekleşmesi kaçınılmazdır.

Tüm dünyada olup biten şey bu ve son derece büyük bir ölçekte gerçekleşiyor çünkü ilk defa insanlık gerçekten uygarlaşmış durumda.

Bir ülke ne kadar uygar olursa, anlamsızlık hissi o kadar fazla olacaktır. Gelişmemiş ülkeler henüz bu hisse sahip değildir- olamazlar da. O içsel boşluk, anlamsızlık, saçmalık hissine sahip olmak için kişinin son derece uygarlaşmış olması gerekir.

Tamamen bilimden yana oluşum işte bu yüzden; çünkü bilim balığın sudan çıkmasına yardımcı oluyor. Ve balık bir kez karanın sıcaklığında, kumların kızgınlığında kaldı mı, susamaya başlıyor. Oysa daha önce susamak nedir hiç bilmiyordu. İlk defa etrafındaki okyanusa, onun serinliğine, hayat veren sularına özlem duyuyor.

Uygar insanın durumu da bu, eğitimli insanın durumu: o ölüyor. Bundan müthiş bir soruşturma doğuyor. Kişi ne yapılması gerektiğini, yaşamın okyanusuna yeniden nasıl dalabileceğini bilmek istiyor.

Üçüncü dünya ülkelerinde, örneğin Hindistan'da, böyle bir anlamsızlık hissi hüküm sürmüyor. Bir kaç Hintli entellektüel bunun hakkında yazılar yazsa da, yazdıklarının hiçbir derinliği yok çünkü bu Hint zihninin içinde bulunduğu durumla örtüşmüyor. Bir kaç Hintli entellektüel neredeyse Kierkegaard, Sartre, Jaspers, Heidegger gibi bu anlamsızlık, saçmalık hakkında yazıyor... Bu insanların yazdıklarını okuyup veya Batı'yı ziyaret ederek, bu anlamsızlık, iç bulantısı, saçmalıktan söz etmeye başlıyorlar ama bu kulağa yapmacık geliyor.

Hintli entellektüellerle konuşmalarım oldu ve hepsi çok yapmacıktılar çünkü bunlar kendi hisleri değil, emanet bilgilerdi. Onların aracılığıyla konuşan Soren Kierkegaard veya Friedrich Nietzche'ydi, kendi sesleri değil. Kierkegaard'ın ne söylemekte olduğunun gerçekten farkında değiller çünkü aynı ıstırabı kendileri çekmedi. Bu onlara uzak, yabancı bir his, ve onu papağan gibi ezberlemişler. Bu konuda konuşuyorlar ama tüm yaşam biçimleri başka bir şey söyleyip, başka bir şeyi gösteriyor. Söyledikleri şeyle, hayatlarının ortaya koyduğu, taban tabana zıt şeyler.

Hintli bir entellektüelin intihar ettiği çok ender olarak görülmüş- ben şahsen böyle bir şey duymadım- oysa birçok Batılı entellektüel kendini öldürmüştür. Aklını kaçıran bir Hintli entellektüel çok ama çok ender olarak rastlanabilecek bir durumken, Batı'da bu sıkça rastlanan bir durumdur, aklını kaçıran birçok entellektüel olmuştur. Gerçek entellektüelin aklını kaçırması neredeyse kaçınılmazdır; bu onların hayat deneyimidir.

Tüm etrafını saran uygarlık, aşırı gelişmiş kişilik bir mahkumiyete dönüşmüştür. Bu entellektüelleri öldürür. Uygarlığın yükü başlı başına çok fazla ve dayanılmazdır. Onlar boğuluyormuş gibi hisseder; adeta nefes alamazlar. İntihar bile bir kurtuluş gibi gelir, ya da eğer intihar edemezlerse, delirmek bir kaçış gibi görünür. Kişi delirmekle en azından uygarlığı tamamen unutmuş olur; uygarlık adı altında olup biten her türlü saçmalığı unutur. Delilik uygarlıktan kaçmanın bir yoludur.

Ama yaşamın tamamen anlamsız olduğunu hissetmek bir yol ayrımına ulaşmak demektir: ya intiharı seçersin ya da bir arayışçı olmayı; ya deliliği seçersin ya da meditasyonu. Bu büyük bir dönüm noktasıdır.

Her türlü kişilik sahtedir. İçinde sahte olmayan bir öz bulunur, o doğumunla birlikte gelen, hep orada var olmuş olan bir şeydir.

Biri İsa'ya sorar: "İbrahim hakkında bildiğin bir şey var mı?" Ve İsa yanıt verir, "İbrahim daha hiç yokken, ben varım."

Şimdi ne saçma bir cümle bu ama aynı zamanda da muazzam derecede önem taşıyor. İbrahim ve İsa arasında büyük bir ara var; İbrahim İsa'dan neredeyse üç bin yıl önce geliyor. Ve İsa, "İbrahim daha hiç yokken, ben varım" diyor. O özden söz ediyor. İsa'dan değil, Mesih'ten söz ediyor. Ebediyetten söz ediyor. Kişisel olandan değil, evrensel olandan söz ediyor.

Zen'cilere göre, şayet daha baban henüz doğmamışken sahip olduğun asıl yüzünü bulmaya gelmemişsen, aydınlanamazsın. Nedir bu asıl yüz? Daha baban bile doğmamışken, ona sahiptin ve ölüp de bedenin yakıldıktan, geriye küllerinden başka hiçbir şey kalmadıktan sonra da yine ona sahip olacaksın- ona yeniden sahip olacaksın.

Peki nedir bu asıl yüz? Öz- ister can, ister ruh, ister kendin de; tüm bunlar aynı şeyi simgeleyen sözlerdir. Sen bir öz olarak dünyaya geldin ama toplum senin için bir kişilik yaratmadan, öz olarak kalırsan, bir hayvan gibi kalmış olursun. Bu bazı insanların başına gelmiştir.

Örneğin Hindistan'ın kuzeyinde bir yerlerde, Himalayalar'ın yakınında böyle bir çocuk bulunmuş, on bir yaşlarında kurtların büyüttüğü- bir kurt-çocuk, kurtların büyüttüğü bir insan yavrusu. Tabi ki kurtlar yalnızca bir kurdun kişiliğini aktarabilirler; bu yüzden çocuk insan olduğu, özü orada olduğu halde sadece bir kurdun kişiliğine sahip.

Bu birçok kereler gerçekleşmiştir. Kurtlar insan yavrularını büyütme kapasitesine sahipmiş gibi görünüyor; insan yavrularına karşı belli bir sevgi ve şefkat duyuyorlarmış gibi görünüyor. Bu çocuklar insan toplumunun aktaracağı kirlenmenin hiçbir izini taşımıyor; varlıkları kirlenmemiş durumda; hala saf, öz halindeler. Okyanustaki balıklar gibiler- kim olduklarını bilmiyorlar. Ve bir kez hayvanlar tarafından büyütülmüş bir kişiye, sonradan insan kimliğini kazandırmak çok güç; bu çok zor bir iş. Bunun yapılmaya çalışıldığı çocukların neredeyse tümü, o çaba esnasında hayatlarını kaybetmiştir. Onlar artık insanların yöntemlerini öğrenemezler; bunun için çok geçtir. Onların kalıbı oluşmuştur; kişilikleri sabitleşmiştir. Onlar nasıl kurt olunacağını öğrenmiştir. Ahlak nedir bilmezler; din nedir bilmezler. Onlar Hindu, Hıristiyan veya Müslüman değildir. Tanrı hakkında kafa yormazlar- onun adını bile duymamışlardır. Tek bildikleri bir kurdun yaşamıdır.

İnsan kişiliği bir engelse, yalnızca ona tutunup kaldığın zaman engeldir. Aşılması gereken bir şeydir; bir basamak veya köprü gibidir. Kişi evini köprünün üzerine kurmamalıdır doğru, ama aynı zamanda o köprüyü geçmelidir de.

İnsan kişiliği yalnızca kısmidir. Daha iyi bir toplumda çocuğa bir kişilik sunarken, aynı zamanda ondan nasıl kurtulacağını da öğreteceğiz. Şu anda eksik olan bu: onlara bir kişilik kazandırıyoruz, hem de aşırı dar bir kişilik ki, içinde kısılıp kalsınlar, hapsolsunlar. Ve onlara asla bu kişilikten kurtulmanın yollarını öğretmiyoruz. Bu bir çocuğa bir zırh verip, onu nasıl çıkaracağı, büyüyüp de zırh artık dar gelince, üzerinden nasıl çıkarıp atacağı hakkında tek bir fikir bile vermemeye benziyor.

Şu anda insanoğluna yaptığımız şey, Çin'de bir zamanlar kadınların ayaklarına yapılmış olan şeyle aynı. Henüz çocukken, kızların ayakları sıkı sıkı sarılıyordu ki kemikleri kırılıp, ayakları hiç büyümesin, hep küçücük kalsın. Küçük ayaklar çok tutuluyordu; çok taktir ediliyordu. Sadece aristokrat ailelerin gücü buna yetiyordu çünkü kadınların bu şekilde bir şey yapabilmesi neredeyse imkansızdı. Kadın düzgün bir şekilde yürüyemiyordu bile; ayaklar bedeni taşımak için fazla küçüktü. Ayaklar sakat oluyor, kadının yürüyebilmesi için destek gerekiyordu. Yoksul bir ailenin gücü buna yetmiyordu; bu yüzden küçük ayaklar aristokrasiyi simgeliyordu.

Biz buna gülüp geçsek de aynı şeyi yapmaya devam ediyoruz. Şu anda kadınlar Batı'da o kadar saçma ayakkabılar, o kadar yüksek topuklarla dolaşıyorlar ki! Bunu bir sirkte yapıyor olsan tamam, ama o kadar yüksek topuklar sokakta yürümek için değildir. Ama bunlar tutuluyor çünkü kadın çok yüksek topuklarla dolaştığında cinsel olarak daha cazip hale geliyor: kalçaları daha bir ortaya çıkıyor. Ve yürümek daha zorlaştığı için, kalçaları da normalde olacağından daha çok hareket ediyor. Ama bu kabul gören, normal bir şey. Başka toplumlar buna gülerdi!

Dünyanın her yerinde kadınlar sutyen takıyor ve bunun son derece geleneksel bir adet olduğunu düşünüyorlar. Gerçekten de sutyen kadını daha seksi gösteriyor; ona sahip olmadığı bir vücut şekli kazandırıyor. Göğüslerin daha çok ortaya çıkmasını ve sarkık değil, çok genç durmasını sağlıyor. Ve "uygar" toplumlarda, kadının sutyen takmasında ısrar eden toplumlarda yaşayan kadınlar, buna uymakla dindar, hatta tutucu davrandıklarına inanıyorlar. Ama yalnızca kendilerini kandırıyorlar çünkü sutyen seksi bir şey. Tuhaf adetlere sahip ilkel toplumlar var. Dudaklar büyütülüp, kalınlaştırılıyor. Çocukluktan itibaren dudaklara ağırlıklar asılıyor ki, büyüyüp, kalınlaşsınlar. Son derece seksi bir kadını simgeliyor bu- tabi ki daha kalın ve büyük dudaklar daha iyi öper! Bazı ilkel toplumlarda erkekler cinsel organlarını daha büyük gösterebilmek için organlarına bir kılıf geçiriyorlardı- kadının sutyen takmasıyla aynı mantık. Şimdi böyle sersem insanlara gülüp geçiyoruz ama hep aynı hikaye bu! Dünyanın her yanındaki gençler, dar pantolonlar giyiyor ki organları daha büyük görünsün. Ama bir şey, bir kez kabul gördüğünde, kimse onu dikkate almıyor.

Uygarlık fazla kapalı bir hale gelmemeli. Bir kişilik edinmen kesinlikle gerekli bir şey ama çelik gibi değil, bol giysiler gibi giyip, çıkarması kolay olan bir kişilik olmalı bu. Pamuktan olabilir mesela ki istediğin zaman giyip, çıkarabilesin; sürekli üzerinde olmak zorunda değil.

Anlayış sahibi insan diye buna derim: özünde yaşayan ama toplum söz konusu olduğunda, bir kişilikle hareket eden bir kişi. O kişiliğini kullanır; kendi varlığının efendisidir.

Toplumun belli bir kişiliğe ihtiyacı var. Özünü toplum içine çıkarırsan, hem kendinin hem de başkalarının başına dert açmış olursun. İnsanlar senin özünü anlamayacaktır; senin hakikatin onlara fazla acı gelebilir, senin hakikatin onların rahatını kaçırabilir. Buna hiç gerek yok! Toplumun arasına çırılçıplak karışman gerekmiyor, giysilerini giyebilirsin.

Ama kişi kendi evinde çıplak olabilmeli, çocuklarıyla oynarken, bir yaz sabahı, bahçede çayını yudumlarken çıplak olabilmeli. İşine giderken çıplak olmana hiç gerek yok- gerek yok buna! Giysilerin hiçbir zararı yok; kendini her bir kişiye teşhir etmen gerekmiyor. Bu teşhircilik olacaktır- diğer bir uç olacaktır. Bir uç yatağa bile giysileri olmadan giremeyen insanken, diğeri de pazarda bile çıplak gezen Jaina rahipleri ve Hintli sadhulardır. Ve garip olan şey, bu Jaina ve Hinduların omuzlarını örtmedikleri, düzgün giyinmedikleri için Batı'lı kadınlara itiraz ediyor oluşlarıdır.

Şimdi, Batı'dan gelen insanlar için Hindistan gibi sıcak bir ülkede fazla giyinmek çok zor bir şey. Batı'lı arayışçıya, Hindistan'a gelip, kravatlı ve ceketli insanları görmek çok saçma geliyor. Bu öylesine garip bir görüntü ki! Batı'da bu normal çünkü hava soğuk ve kravat boynu koruyor ama aynı giysi Hindistan'da intihar teşebbüsünden başka bir şey değil. Batı'da çorap ve ayakkabı giymek tamam ama peki ya Hindistan'da? Ama insanlar taklitçidir. Hindistan gibi sıcak bir ülkede bütün gün ayakkabı ve çorapla dolaşıyorlar. Hindistan'da Batı'lı kıyafet- dar pantalon, ceket, kravat ve şapka anlamını yitiriyor- seni tamamen gülünç hale getiriyor. Hindistan'da bol giysiler lazım. Ama diğer uca gidip, ortalıkta çırılçıplak koşturmaya, pazarda bisikletle çıplak dolaşmaya da gerek yok. Bu gereksiz yere hem kendin için, hem de diğerleri için sorun yaratacaktır.

Kişi doğal olmalı, ki doğal olmaktan kastım gerektiğinde, toplum içinde kişiliğini üzerine geçirebilen kişidir. Bu yağlama gibi çalışır; işe yarar çünkü binlerce insan vardır. Yağlamaya gerek vardır aksi halde insanlar birbirlerine sürtünüp, sürekli bir çatışma içinde olacaktır. Yağlama yardımcı olur; hayatını daha kaygan hale getirir.

Diğerleriyle iletişim kurarken kişilik faydalıdır, ama kendinle iletişim kurmaya başladığında kişilik bir engele dönüşür. İnsanlarla ilişki kurarken kişilik faydalıdır ama varoluşun kendisiyle iletişim kurmaya başladığında kişilik buna engel olur.

-REÇETELER-

İÇSEL IŞIK

Her çocuk ana rahmindeyken ışıkla doludur. Bu içsel bir ışık, içsel bir pırıltıdır. Ama çocuk doğup, gözlerini açtığında, dünyayı ve onun renklerini gördüğünde geştalt değişmeye başlar. Dış dünyaya fazla kapılıp, kendi içine bakmayı unutur. Dış dünyaya öylesine dalıp gider ki, yavaş yavaş içine bakmayı unutur, artık onun hiç farkında değildir.

Meditasyonda kişinin kendisini yeniden bu içsel ışıkla bağlantıya geçirmesi gerekir. Kişi dış dünyayı tümüyle unutup, kendi içine dönmeli, sanki tüm dünya ortadan kaybolmuşçasına, artık yokmuşçasına kendi iç frekansını yakalamaya odaklanmalıdır.

Kişi her gün en az bir saatliğine dünyayı tümüyle unutup yalnızca kendi olmalıdır. O zaman, o eski deneyim yavaş yavaş yeniden dirilecektir. Ve bu kez onu bildiğinde bu müthiş olacak çünkü artık dünyayı gördün, onun türlü türlü halini, bütün gürültülerini tanıyorsun. Şimdi iç sükunetini ve ışığın saflığını görmek tamamen bambaşka bir deneyim olacak. Ve bu öylesine besleyici, canına can katıcı bir deneyimdir ki, adeta senin nektarının kaynağıdır.

Bu meditasyonu her gece veya sabahın erken saatlerinde ya da her ne zaman vakit bulabiliyorsan tekrarladığın, kendi meditasyonuna dönüştürebilirsin. Dünyayı unutman ne zaman daha kolay oluyorsa- mesela gecenin geç saatlerinde, tüm trafik durup, insanlar uykudayken, yani dünya kendi kendine ortadan kaybolduğunda- o zaman yaparsan, onun dışına çıkıvermek daha kolay olacaktır. Veya sabahın erken saatlerinde insanlar derin uykuda olduğunda. Ancak bu içsel ışığı bir kez görmeye başladığında, o artık istediğin saatte görülebilir olacak. Pazarda, gün ortasında, gözlerini kapatıp onu görebileceksin. Ve onu bir anlığına bile görmek muazzam derecede rahatlatıcı bir şeydir.

Ama buna gece başla: bir saat boyunca sessizce oturup içine bak, izle ve ışığın patlamasını bekle. Bir gün patlayacaktır. Sana düşense onu yaratmak değil yalnızca onu yeniden keşfetmek.

COŞKUYA YER AÇ

Kişinin kendini bilmesi son derece temel bir şeydir. Bu zor değildir; zor olamaz, sadece öğrendiğin bazı şeyleri unutmana bakar. Kim olduğunu bilmen için herhangi bir şey öğrenmene gerek yoktur; yalnızca bildiğin bir kaç şeyi unutman gerekir.

Öncelikle nesnelerle ilgilenmeyi unutmalısın.

İkinci olarak da düşüncelerle ilgilenmeyi unutmalısın.

Üçüncüsü- tanıklık- kendiliğinden gelecektir.

İlk anahtar izlemektir. Sessizce oturup bir ağaca bak ve yalnızca izleme halinde ol. Onun hakkında düşünme. "Bu ağacın türü ne?" diye sorma. Bunun güzel mi, çirkin mi bir ağaç olduğunu söyleme. Bunun yeşil mi, kuru mu bir ağaç olduğunu söyleme. Onun etrafında hiçbir düşüncenin dalgalanmasına izin verme; sadece ağaca bakmaya devam et. Bunu her yerde, herhangi bir şeyi izleyerek yapabilirsin. Yalnızca tek bir şeyi unutma: düşünce geldiğinde, onu bir kenara bırak. Onu kenara it; yeniden nesneye bakmaya devam et.

Başlangıçta bu zor olacak ama bir süre sonra, düşüncelerin olmadığı boşluklar oluşmaya başlayacak. Bu basit deneyim sayesinde içinde büyük bir coşkunun yükseldiğini hissedeceksin. Hiçbir şey olmadı; yalnızca düşünceler yok oldu. Ağaç orada, sen oradasın ve ikinizin arasında yalnızca boşluk var. Bu boşluk düşüncelerle dolup taşmıyor. Bir anda, görünürde hiçbir neden yokken, tamamen nedensizce büyük bir coşku doğuyor. Böylece ilk sırrı kavramış oluyorsun.

Daha sonra bunun daha nazik şekillerde kullanılması gerekiyor. Nesneler elle tutulurdur; bu yüzden bir nesneden başlamanı söylüyorum. Odanda oturup bir fotoğrafa da bakabilirsin- hatırlaman gereken tek şey onun hakkında düşünmemektir. Sadece düşünmeden bak. Yavaş, yavaş bu olmaya başlayacak. Düşünmeden masaya baktığında, git gide masa orada olacak, sen orada olacaksın ama ikinizin arasına hiçbir düşünce girmeyecek. Ve bir anda coşku doğacak.

Coşku, düşünmüyor olmanın getirdiği bir duygudur. Coşku zaten oradadır ama bir sürü düşünce tarafından bastırılmıştır. Düşünceler ortadan kaybolduğunda, su yüzüne çıkar.

Önce elle tutulur olandan başla. Daha sonraları frekansı yakalayıp, düşüncelerin kaybolduğu ve geriye yalnızca nesnelerin kaldığı anları hissetmeye başladığında, ikinci adıma geç.

Bu kez gözlerini kapa ve gelen ilk düşünceye bak- onun hakkında düşünmeden bak. Zihninin ekranında bir yüz beliriyor, bir bulut geçiyor ya da başka herhangi bir şey- sadece düşünmeden bak ona.

Bu ilkinden biraz daha zor olacaktır çünkü nesneler daha elle tutulur, düşünceler ise son derece naziktir. Ama ilki gerçekleştiyse, ikincisi de gerçekleşecektir; yalnızca biraz zamana ihtiyaç var. Düşünceye bakmaya devam et. Bir süre sonra... haftalar, aylar hatta yıllar alabilir- bunu ne kadar niyetli, ne kadar kendini vererek yaptığına bağlıdır bu. Ve bir gün aniden, düşünce orada olmayacak. Sen yalnız olacaksın. Ve büyük bir coşku yükselecek- ağaç kalıp, düşünce yok olduğunda hissettiğinden bin kat daha büyük bir coşku olacak bu. Bin kat daha fazlası! Öylesine büyük olacak ki, seni bir sel gibi alıp götürecek.

Bu ikinci adımdır. Bu olmaya başladığında, üçüncüye geç- izleyeni izle. Artık ortada hiçbir nesne yok. Nesneler bir kenara bırakıldı, düşünceler bir kenara bırakıldı ve artık yalnız başınasın. Şimdi sadece bu izleyenin farkında ol, bu tanıklık halinin tanığı ol.

Başlangıçta bu yine güç olacaktır çünkü yalnızca bir şeyi- bir nesne veya düşünceyi izlemeyi biliyoruz. Bir düşünce bile en azından izlenebilecek bir şey. Oysa şimdi ortada hiçbir şey yok; mutlak bir boşluk söz konusu. Geriye yalnızca izleyen kalmış durumda. Artık bunu kendine doğru döndürmelisin.

En gizli anahtar budur. Orada yalnız başına olmaya devam et. Bu yalnızlığın içinde dinlenirken bir an gelecek, bu gerçek olacak. İlk ikisi olabildiyse, bu üçüncüsü de olmak zorunda; bunun için endişelenmene gerek yok.

Bu olduğunda, ilk defa coşkunun ne demek olduğunu anlayacaksın. Senin başına gelen bir şey olmadığı için alınıp götürülebilecek bir şey de değildir bu. Bu senin öz varlığının içinde barınan bir şey; o senin varlığının ta kendisi. Artık senden alınamaz. Artık onu kaybetmenin imkanı yok. Artık yuvaya varmış durumdasın.

Demek ki öğrendiğin bazı şeyleri, düşünceleri unutman gerekiyor. Önce elle tutulur olanı, sonra daha nazik olanı, en sonunda da hem elle tutulur hem de nazik olanın ötesindekini izle.

HALA ORADA MISIN?

Zen Ustası Obaku, her sabah ilk iş olarak sorardı, "Obaku, hala orada mısın?"

Öğrencileri derdi ki, "Dışarıdan birisi duyarsa, delirmiş olduğunuzu düşünecekler! Bunu neden yapıyorsunuz?"

Obaku şöyle yanıt verirdi, "Çünkü gece tamamen unutuyorum... Ne düş gören, ne de düşünen sessiz bir zihin bu... Sabah uyandığımda kendime yeniden Obaku'nun hala orada olduğunu hatırlatmam gerekiyor. Başka kime sorabilirim ki? Sadece kendime sorabilirim, 'Obaku hala orada mısın?' diye."

Ve kendi kendine, "Evet efendim!" diye yanıt verirdi.

Kişinin kendisine karşı derin bir saygısı olmalıdır. Rama ve Krishna isimlerini tekrarlamak yerine kendi kendisine, ama sadece kendisine sorması, adını seslenip, "Hala orada mısın?" demesi büyük bir disiplindir. Başka birinin dinliyor olup da, "Evet efendim!" diye yanıt verecek olup olmamasına aldırma.

Bu kadarını bile yapabildiğinde, bunun ardından nasıl bir sessizliğin gediğini görünce şaşıracaksın. Bu aynı zamanda kendi varlığını hatırlamak ve sana bir gün daha verildiği, güneş bir kez daha doğacak olduğu, en azından bir günlüğüne daha bile olsa güllerin açtığını görebileceğin için duyduğun saygı ve minneti bildirmektir.

Varoluş kimse bunu hakettiği için değil ama tamamen kendi cömertliğinden, bunca şeyi üzerine yağdırmaya devam eder.

KENDİ SESİNİ BUL

Boğazından yukarı doğru bir sesin- inleyen, mırıldanan bir sesin yükselmekte olduğunu hissetmeye başla. Sesin dalgalar halinde yükselişini hisset. İçinden mırıldanmak veya inlemek geliyorsa yap. Çekingen olma ve içinde tutma bunu. Bu sesle birlikte bedenin iki yana doğru sallanmaya başlarsa, bırak sallansın. Sesin seni ele geçirmesine izin ver.

Senin varlığının içinde tıpkı bir baraj gibi muazzam derecede ses birikir ve bu ses bazen de patlamak ister. O patlamadıkça, sen de kendini hafiflemiş hissedemezsin. Ona yardımcı olman lazım. Onun doğması, senin de onun tarafından ele geçirilmen gerek; kişinin ona yardımcı olabilmesinin tek yolu budur.

Esas varlığımız sesten meydana gelmiştir; insanoğluna dair en kadim görüşlerden biridir bu.

Senin kendi sesin, sen katılımcı olmadıktan sonra, harekete geçemez. Senin sadece ona kulak vermen çalışması için yeterli değildir. Onun aktif olması, harekete geçmiş, canlanmış olması gerekir. Bu yüzden mırıldanmaya ve sesler çıkarmaya başla. Her sabah erkenden, güneş henüz doğmadan önce, saat beşte kalkıp yarım saat boyunca şarkı söyle, mırıldan, inle. Bu seslerin anlamlı olması gerekmiyor. Sadece onlardan keyif alman gerekiyor; tek anlamları bu. Yandan, yana sallanmalısın da. Bırak bu doğan güneşe bir övgüye dönüşsün ve ancak güneş doğduktan sonra dur.

Tüm gün boyunca içinde belli bir ritmi koruyacaktır bu. Sabahtan akordunu bulmuş olarak başladığında gör bak tüm günün nasıl farklı bir niteliğe bürünecek. Daha sevecen, daha ilgili, daha şefkatli, daha arkadaş canlısı olup, daha az şiddet, daha az öfke, hırs ve egoizme sahip olacaksın.

İçinden dans etmek geliyorsa, dans et, sallanmak geliyorsa sallan. Tüm amaç senin kontrolü elden bırakman ve sesin seni kontrol etmesi.

BOŞLUKLARI İZLE

Küçük bir nefes meditasyonu yapmaya başla.

Kalçaların dizlerinden azıcık daha yüksekte olacak şekilde bir şilteye otur. Sonra sırtını düz ve dik bir hale getir. Bedenini önce biraz kımıldatıp mükemmel dengeyi nerede yakaladığına bak ve orada dur. Küçük dairesel hareketler yap ve bunları git gide daha küçült ki, doğru yeri, olman gerektiğin yeri bulasın. Omurganın alabileceği en dik, en dengeli pozisyonu aldığını, yerin merkezine dik bir çizgiyle bağlantıda olduğunu hissettiğinde, çeneni biraz yukarı kaldır ki kulakların omuzlarınla aynı hizada olsun.

Gözlerini kapa ve nefesini izlemeye başla. Önce nefes alışını izle: burun deliklerinden içeri girişini hisset. Onunla birlikte en dibe kadar git. En dipte nefes alışın tamamlandığı bir an gelecek: nefes alışın tamamlanıp, bir boşluğun oluştuğu küçücük bir an bu. O boşluktan sonra nefes veriş başlar ama nefes ve alışın arasında küçük bir ara vardır.

İşte bu ara müthiş değerli bir şeydir. O dengedir, duruştur. Nefes verişle birlikte yeniden aynı yolu, bu kez yukarı yönde tümüyle katet. Aynı an diğer uçta yine gelecektir. Nefes veriş tamamlanmıştır ve nefes alış başlamak zorundadır. İkisinin arasında...yine aynı boşluk. O boşluğu İzle.

Bir iki dakikalığına, bir kaç nefesin gelip gidişini izle. Belli bir şekilde nefes alman gerekmiyor, doğal olsun yeter. Derin nefes almak filan zorunda değilsin. Nefesini hiçbir şekilde değiştirmek zorunda değilsin; yapman gereken tek şey izlemek.

Bir kaç dakika nefesin girip çıkışını izledikten sonra saymaya başla. Nefes alışı bir olarak say, verişi sayma; sadece alırken say. Ona kadar çıkıp sonra geri dön; yeniden birden başlayıp ona kadar çık. Arada nefesi izlemeyi unutabilirsin; öyle anlarda kendini yeniden izleme eylemine geri getir. Bazen saymayı unutabilir veya ondan sonra da- on bir, on iki, on üç diye saymaya devam edebilirsin. Bu durumda başa dön ve birden başla.

Bu iki şeyin hatırlanması gerekiyor: izlemek ve özellikle de boşlukları- en yukarıda ve en aşağıdaki boşlukları izlemek. O boşluk deneyimi sensin, senin özünün ta kendisi, senin varlığın o. İkinci olarak da saymaya devam etmek ama ondan yukarı çıkmadan, ona gelince yeniden bire dönerek ve yalnızca iç nefesleri sayarak.

Bunlar farkındalığa yardımcı olacak şeylerdir. Farkında olman lazım yoksa dış nefesi de saymaya başlarsın. Farkında olman lazım ki, yalnızca ona kadar sayasın. Bunlar yalnızca seni uyanık tutmaya yarayan destekler. Bunun yirmi dakika boyunca yapılması gerekiyor; günde bir kez, yirmi ila otuz dakika arası yapabilirsin.

Bu meditasyon hoşuna gidiyorsa, devam et. Bu müthiş değerli bir şeydir.

TANRI GİBİ HİSSET

Tanrı olma fikri sana son derece yardımcı olabilir. Sadece öyleymiş gibi yaşamaya başla. Bir tanrı gibi yürü, bir tanrı olsaydın nasıl yürürdüysen öyle yürüdüğünde enerjindeki ani değişimleri göreceksin. Bir tanrı gibi otur, bir tanrı gibi konuş ve davran. Ama daima tanrı olduğunu hatırla- ve diğeri de öyle. Bir ağaca sanki onu yaratan senmişsin gibi bak. Sen tanrı olduğuna göre, ağaç da öyledir.

Kısa sürede göreceksin ki- bir kez bu iklim içinde oluştuğunda ve gerçekten kök saldığında- farklı nefes alıyor, farklı seviyor, farklı konuşuyor ve farklı şekilde ilişki kuruyorsun. Bu iklim etrafındaki her şeyin değişmesine neden olacaktır.

ÇOCUKLUĞU YENİDEN YAŞAMAK

Bir çocuğun her şekilde korunmaya ihtiyacı vardır ama er ya da geç buna ihtiyacı kalmayacaktır. Oysa bu korunma hali onun içinde yer edecek ve sürüp gidecek, er ya da geç bu yapı ile bilinç arasında bir çatışma meydana gelecektir.

Bu durumda iki yola sapılabilir. Birincisi bilincin gelişmesine izin vermemektir. O zaman için son derece rahat olacak ama bu rahatlığın bedeli ölüm kadar büyük olacaktır. İkinci olasılık ise bu yapıyı yıkmaktır. Ve yapıya karşı dostça, anlayışlı, sevecen ve sana şimdiye kadar bunca yardımı dokunmuş olduğundan, seni korumuş olduğundan dolayı minnettar olduğunda onu yıkmak kolaydır.

İnsanın yaşamı, olduğu gibi bir anlayış hikayesine dönüşmeli- ne korkuya, ne öfkeye ne de başka hiçbir şeye gerek var. Bunların hepsi anlayışın önünü kesen gereksiz engeller.

Yardımı olacak iki şey yapman gerekiyor:

Birincisi, her gece yatmadan önce yatağın üzerinde oturup, ışıkları kapatmak ve küçük bir çocuk olmak. Aklın alabildiğince hatırlayabildiğin kadar küçük, belki üç yaşında olmak çünkü ilk hatırlayabildiğimiz yaş buymuş gibi görünüyor. Ondan gerisini unutmuşuz, tamamen unutulmuş bir zaman dilimi o. Üç yaşında bir çocuk ol. Karanlık her yeri kaplamış ve çocuk tek başına. Ağlamaya, sallanmaya, cabbarca- anlamı olmayan sesler ve sözcüklerle konuşmaya başla. Buna bir anlam yüklemeye hiç gerek yok çünkü ne zaman bir şeyler bir anlam ifade etmeye başlasa, kontrol etmeye, sansür yapmaya başlamışsın demektir. Anlama gerek yok- her şey uyar. Sallan, ağla, gül… Delir ve her ne geliyorsa bırak gelsin...

Şaşıracaksın; içinden birçok ses gelmeye, su yüzüne çıkmaya başlayacak. Kısa sürede bunların içine dalacaksın ve o zaman büyük, tutkulu bir meditasyona dönüşmüş olacak bu. İçinden bağırmak geliyorsa, bağır- kimseye değil, birine yöneltmeden; bunu sadece keyif için yapmanın tadını çıkar ve on, on beş dakika boyunca buna devam et.

Sonra uykuya yat. Bir çocuğun sadeliği ve masumiyetiyle uykuya dal.

Bu kalbinin etrafındaki yapıyı tümüyle eritip yeniden çocuk olmanın en önemli yollarından birine dönüşecektir. Bu gece için.

İkinci olarak da, gün boyunca fırsat bulduğun her an yeniden çocuk ol. Kumsaldaysan çocuk gibi koşturup, deniz kabukları ve renkli çakıl taşları toplamaya başla. Veya bahçedeysen yeniden çocuk olup kelebeklerin peşinden koş. Yaşını unut- kuşlarla veya hayvanlarla oyna. Ve her ne zaman çocukları bulabilirsen onların arasına karış- bir yetişkin olarak kalma. Mümkün oldukça yap bunu. Çimenlerin üzerine uzanıp, güneşin altında yatan küçük bir çocuk gibi hisset. Mümkün oldukça çıplak kal ki kendini çocuk gibi hissedebilesin.

Gereken tek şey çocukluğunla yeniden bağlantı kurabilmen. Anılarınla, zamanda geriye gitmen gerekiyor. Her şeyin kökenine geri dönebilmen gerekiyor çünkü bir şeyi ancak kökenine inebildiğinde değiştirebilirsin, yoksa bu mümkün değildir.

Sadece bu iki şeyi yap. Geceleri- bu her gece yaptığın bir meditasyona dönüşmeli ve o zaman rahatlamanın kendiliğinden nasıl geldiğine ve uykunun nasıl dinlendirici olduğuna şaşıracaksın. Sabahları gece boyunca kabuslarla boğuşmuş gibi terli ve daralmış bir şekilde uyanmayacaksın. Tam tersine başlı başına rahatlamış, gevşek ve bir çocuk gibi katılıktan uzak olacaksın. Sonra gün boyunca, mümkün olan hiçbir an, çocuk olma fırsatını kaçırma. Banyoda, aynanın karşısında, bir çocuğun yapacağı suratları yap. Küvette otururken bir çocuğun yapacağı gibi su sıçrat veya plastik ördekler veya oyuncaklarla oyna. Bunun bin bir türlü yolunu bulabilirsin.

Tüm amaç çocukluğunu yeniden yaşamak.

Orada bir şeyler, çiçek açmaya hazır olarak bekliyorlar ama bunun için gerekli olan yere sahip değiller. Bunlara yer açmak gerekiyor.

İÇİNDEKİ KİŞİYİ HATIRLA

Daima bedeninin içindeki kişiyi hatırla. Yürürken, otururken, yemek yerken ya da her ne yapıyorsan, içinde ne yürüyen, ne oturan, ne de yemek yiyen o kişiyi hatırla.

Tüm eylemler yüzeydedir ve tüm eylemlerin ötesinde varlık yer alır. Bu yüzden eylemin içinde yapmaz olanı, hareketin içinde, hareketsiz olanı hatırla.

AY DANSI

Dolunayın altında dans edip, şarkı söylediğinde kısa bir süre sonra içinde farklı bir varlığın yükselmekte olduğunu ve bunun senin kişiliğin değil, özün olduğunu göreceksin. Ay onu yukarı doğru çekecek; sana düşen tek şeyse bunun farkına varmak.

Dolunayın altında dans etmek en müthiş meditasyonlardan biridir. Hedefsizce, ayla birlikte öylece, içine işlemesine izin vererek dans et. Dans ederken daha savunmasız ve daha açık olursun. Dansla birlikte gerçekten sarhoş olabilirsen dansçı kaybolacak ve geriye yalnızca dansın kendisi kalacaktır. İşte o zaman ay tam kalbine işleyecek, ışınları varlığının en derinlerine ulaşacaktır.

Böylelikle her dolunay gecesinin hayatında bir kilometre taşına dönüştüğünü göreceksin.

Hiç yorum yok: