Dışsal hayatımız çoğu zaman arz ve talep üzerinden şekillense de, derinlerdeki yaşam asıl ihtiyaçlarımıza göre biçim alır. Bizler, özümüzün ete kemiğe bürünmüş birer tezahürüyüz ve içimizde sonsuz bir potansiyel barındırırız. Bu potansiyel, zamanla doğan bir güneş gibi sabırla şekillenir. Ancak ne kadar çok tutunmaya çalışsak da, onu tam anlamıyla fark etmek için tüm tutunmaları bırakmak gerekir. Gerçek özgürlük, tutunacak bir "benlik" kalmadığında hissedilir; işte o zaman ışık içeri sızar.
Gerçek ve aşkın mutluluk, dış dünyayı içsel bir farkındalıkla gözlemleyebilmekten ve içsel ışığımızın bu algıyı ve gerçekliği nasıl şekillendirdiğini fark etmekten doğar. Bu, varlığın özünü anlamaktır. O ışık zaten her zaman oradaydı; ama biz "ben" demekten vazgeçtiğimizde, onun varlığını derinden hissederek yaşarız.
Zamanla içimizde parlayan bu ışığın varlığı, bir rüzgarın esintisi gibi hissedilir; bazen tatlı, bazen acı veren bu esinti her zaman mevcuttur. Her an farklı bir esintiyi hissederiz. Bazen ona tutunuruz, bazen de sadece esmesine izin veririz. Aslında bu hissettiğimiz esinti, zihinsel soruların ötesindeki saf "olma" halinin kendisidir. O halde, yaşamın özüne dair hiçbir soru kalmaz; yalnızca bulunduğun yerin ve an'ın özü vardır.
İşte bu an, masumiyetin en saf haliyle kendini gösterdiği andır. Zihnin sesini ve "ben" demeyi bıraktığımızda, o ışık içeri sızar ve geriye sadece "olmak" kalır. Ve bu "olmak", derin bir özgürlük ve saf farkındalıktır. Çünkü her şeyin gerçek başlangıcı, yalnızca bu an'dır.
Yorumlar